Bizi Takip Edin

ASYA

Hamas’ın sürpriz İsrail saldırısı, Güney Kore’yi alarma geçirdi

Yayınlanma

Hamas’ın İsrail’e yönelik 7 Ekim’deki sürpriz saldırısı, Güney Kore’de endişeye yarattı. Güney Kore Genelkurmay Başkanlığı yetkililerinden Kang Shin-cheol, Seul yasama meclisine sunduğu bir raporda, ülkesinin Hamas’ın İsrail sınırını geçme becerisini bir “ders” olarak alması gerektiğini söyledi.

Benzerlikler basına şöyle yansıdı: “İsrail ile Hamas kontrolündeki Gazze’yi ayıran sınır, Kore sınırı gibi korunuyor ve yakından izleniyor. Her ikisi de askerler tarafından doğrudan izlemeye ve yüksek teknolojili gözetleme sistemlerine dayanıyor.”

Hawaii’deki Daniel K. Inouye Asya-Pasifik Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nde profesör olan Lami Kim, Nikkei Asia’ya verdiği demeçte, “Güney Koreliler şu anda muhtemelen güvenlik konusunda daha endişeli” dedi.

Güney Kore’nin en büyük gazetelerinden, ‘sağcı’ olarak bilinen Chosun Ilbo gazetesinin 10 Ekim tarihli başyazısında Hamas’ın saldırısının “Güney Kore’nin güvenliği açısından önemli sonuçları olduğu”, çünkü “beklenmedik bir anda büyük çaplı bir saldırı başlatılması halinde ilkel saldırıların bile gelişmiş silah sistemlerini işe yaramaz hale getirebileceğini gösterdiği” yorumu yapıldı.

Güney Koreli askeri yetkililer ise Nikkei Asia’nın Orta Doğu’da savaşın patlak vermesinden bu yana sınırdaki güvenlik durumunun değişip değişmediğine ilişkin sorularını yanıtlamayı reddetti.

Seul çatışmayla ilgili açıklamalarında dikkatli davrandı. 20 Ekim’de Dışişleri Bakanı Park Jin’in Seul’deki İsrail Büyükelçisi ile görüşmesinin ardından bakanlığı bir açıklama yayınlayarak Park’ın “durumun bir an önce yatışmasını ve daha fazla can kaybı yaşanmamasını” umduğunu söyledi. Bakanlık, “ilgili tarafların uluslararası insancıl hukuka uygun olarak sivilleri korumak için önlemler alması gerektiğini” de sözlerine ekledi.

13 Ekim’de Kuzey Kore’nin (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) resmi devlet medyası ABD’yi Orta Doğu’ya müdahale ederek krizi körüklemekle suçlamış ve İsrail’in “Filistin topraklarını yasadışı bir şekilde işgal ettiğini ve Filistinlilerin çıkarlarını ahlaksızca ihlal ettiğini” söylemişti.

Ancak Güney Koreli uzmanlar arasındaki fikir birliği uzun zamandır Pyongyang’ın Güney Kore’ye konvansiyonel bir saldırı düzenlemesinin pek olası olmadığı yönündeydi, Güney’in kendi silahlı kuvvetlerine ek olarak yaklaşık 28,000 ABD askeri de orada bulunuyor.

Profesör Lami Kim, “Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırması için güçlü bir teşvik yok ve Orta Doğu’da olup bitenler [Kuzey Kore’nin] hesaplarını gerçekten etkilemiyor” dedi.

Öte yandan Seul Genelkurmay Başkanlığı geçen hafta yaptığı açıklamada İsrail’de bulunan parça tesirli roketler ve top mermileri gibi silahların Kuzey Kore tarafından ihraç edilen silahlara benzediğini belirtirken, Pyongyang 7 Ekim’deki saldırıda kendi silahlarının kullanıldığına dair haberleri yalanladı ve devlet medyası bu iddiayı “asılsız ve yanlış bir söylenti” olarak nitelendirdi.

Geçen hafta Güney Kore Savunma Bakanı Shin Won-sik, Hamas’ın sürpriz saldırısının sınır bölgesinde daha fazla teyakkuz ve daha fazla gözetim ihtiyacının altını çizdiğini savundu.

Shin, Seul ve Pyongyang’ın 2018’de sınır yakınındaki askeri varlıkları azaltmak için vardıkları anlaşmanın askıya alınması için bastıracağını söyledi. Bu anlaşma uyarınca iki taraf, kazara çatışma olasılığını azaltmak amacıyla uçuşa yasak bölgeler oluşturdu. Anlaşma, Kuzey ve Güney’in samimi bir havada zirveler düzenlediği bir döneme denk gelmişti.

Ancak ABD’nin bölgede artan faaliyetleri Pyongyang’ın nükleer silahlardan vazgeçmeyi reddetmesine ve daha sofistike silahlar geliştirmeye devam etmesine neden oldu. Bu gelişmeler sonrası Güney Kore ile görüşmeler çöktü.

Pyongyang ve Seul arasındaki diplomasi şu anda hareketsiz durumda.

Quincy Institute for Responsible Statecraft’ın Doğu Asya araştırma görevlisi James Park Nikkei’ye verdiği demeçte “Kuzey Kore’nin yarattığı tehditleri etkili bir şekilde yönetmek sadece askeri hazırlık gerektirmiyor, aynı zamanda diplomasi yoluyla askeri gerilimi azaltmayı da gerektiriyor” dedi ve ekledi: “Seul ve Washington askeri hazırlığı arttırma konusunda kayda değer başarılar elde etmiş olsalar da diplomasi cephesinde herhangi bir ilerleme kaydedemediler.”

Ayrıca Güney Koreli uzmanlar, sınır anlaşmasından Seül’ün vazgeçmesinin Pyongyang’ı kızdıracağı ve tehdidi artıracağı görüşünde. Sınırda yakın zamanda bir tırmanma beklemeyen uzmanlar, Hamas saldırısı ile bağlantı kurmanın doğru olmadığı yorumunu paylaşıyor.

ASYA

IMF Pakistan’ın 7 milyar dolarlık kurtarma paketini gözden geçiriyor

Yayınlanma

Uluslararası Para Fonu (IMF) ekibi geçen hafta Pakistan’a planlanmamış bir ziyaret gerçekleştirerek ülkenin 7 milyar dolarlık kurtarma paketinin şartlarında kaydettiği ilerlemeyi görüştü. Kredinin onaylanmasının üzerinden iki ay geçmeden gerçekleşen bu sürpriz ziyaret, anlaşmanın geleceğine ilişkin soru işaretlerini artırdı. IMF personelinin bulgularını Washington merkezli fonun yönetim kurulunun incelemesine sunması bekleniyordu.

IMF’nin Pakistan’a beklenmedik ziyaretine ne sebep oldu?

Nikkei Asia’ya adlarının açıklanmaması kaydıyla konuşan çok sayıda yetkili, hükümetin mevcut mali yılın ilk çeyreği için vergi toplama hedefinde yaklaşık 685 milyon dolarlık bir açığın yanı sıra kurtarma paketi kapsamında gerekli olan dış finansmanda 2,5 milyar dolarlık bir açık da dahil olmak üzere çeşitli faktörlere işaret etti. Bir diğer endişenin de IMF tarafından tavsiye edilen daha geniş kapsamlı bir özelleştirme hamlesinin temel taşı olan Pakistan Uluslararası Havayolları’nın (PIA) bu ayki başarısız satışı olduğunu belirttiler.

ABD merkezli St. Olaf College’da ekonomi profesörü olan Naafey Sardar Nikkei Asia’ya yaptığı açıklamada, “IMF’nin program gözden geçirme ziyaretleri standart olsa da, bu ziyaretin zamanlaması – ilk kurul onayından sadece yedi hafta sonra – programın uygulanmasındaki zorluklarla ilgili soruları kesinlikle gündeme getiriyor” dedi.

Ekonomi ve vergilendirme konularında uzman bir avukat olan Ikram ul Haq, hükümetin anlaşma kapsamındaki hedeflerine ulaşması konusunda açık endişeler olduğunu ekledi.

Haq, “Gerçek şu ki hükümet tarafından IMF’ye verilen sözler tutulmadı” dedi.

Tartışılan temel konular nelerdi?

IMF vergi açığı sorununu gündeme getirdi ve Pakistan’ın yıllık 46 milyar dolarlık vergi toplama hedefine ulaşmasını sağlamak için harekete geçilmesi konusunda baskı yaptı.

İslamabad’dan ayrıca dış finansman açığını kapatmak için Suudi Arabistan ve en büyük yatırımcı Çin ile temasa geçmesi istendi.

Söz verilen enerji sektörü reformları ve Pakistan’daki çoğunlukla Çin destekli enerji santrallerine olan milyarlarca dolar borcun ödenmesi de tartışıldı.

Bir başka konu da IMF’nin, yoksulluğun azaltılmasına yönelik yıllık 2,1 milyar dolarlık nakit transferi sağlayan ve şu anda merkezi hükümet tarafından ödenen Benazir Gelir Destek Programı gibi daha fazla finansman için eyalet hükümetlerine baskı yapmasıydı.

Tarımsal gelir vergisi bu tabloya nasıl uyuyor?

Kredi anlaşması kapsamında Pakistan’ın eyaletleri, tarımsal gelir vergisi mevzuatını federal kişisel gelir vergisi ile uyumlu hale getirmek için ekim ayı sonuna kadar verilen süreyi kaçırdı.

IMF daha önce tarım sektörü gelirlerinin büyük ölçüde vergilendirilmemeye devam etmesi halinde Pakistan’ın kredi anlaşmasının riske gireceğini söylemişti. Toplantılar sırasında eyalet hükümeti yetkilileri IMF’ye daha yüksek bir verginin uygulanmasında önemli zorluklarla karşılaşacaklarını söyledi.

Ekonomist Aqdas Afzal, böyle bir hamlenin federal ve eyalet meclislerinde orantısız bir şekilde iyi temsil edilen büyük toprak sahiplerinin önemli direnişiyle karşılaşacağını söyledi.

“Mevcut hükümetin görev süresinin zayıflığı göz önüne alındığında, daha yüksek bir tarımsal gelir vergisi olası değildir çünkü bu adım büyük bir sosyal ve siyasi huzursuzluğu tetikleyebilir” diye ekledi.

Hükümet IMF’ye ne gibi güvenceler verdi?

Pakistan IMF’ye eyaletlerin tarımsal gelir vergisi oranını %45’e kadar yükselteceği konusunda güvence verdi. Ayrıca yıllık vergi toplama hedeflerini tutturma ve enerji sektörü ile kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) arasında reformlara devam etme sözü verdi.

Pakistan Maliye ve Gelir Bakanı Muhammad Aurangzeb yerel basına yaptığı açıklamada, “Bu devam eden bir diyalog süreci ve [IMF ile] enerji ve KİT reformları, özelleştirme gündemi ve kamu maliyesi konularında görüşmeler yapıldı” dedi.

Vergi uzmanı Haq, hükümetin öncelikli odak noktasının, vergileri düzenleyen ve toplayan bir devlet kurumu olan Pakistan Federal Gelir Kurulu tarafından belirlenen altı aylık tahsilat hedefini tutturmak olacağını söyledi.

Pakistan’ın kredi anlaşmasının önünde ne gibi zorluklar var?

Zorlu vergi hedeflerinin tutturulması ve yapısal reformların hayata geçirilmesi hükümetin aşması gereken büyük engeller.

IMF daha önce de şartlar yerine getirilmediğinde diğer kredi programlarını iptal etmişti. Pakistan’a yapılacak ödemelerin askıya alınması ya da tamamen iptal edilmesi söz konusu olabilir ki bu da tekleyen bir ekonomiyle boğuşan ülkeye ciddi bir darbe vurur.

IMF, hükümet harcamalarının kısılması yönünde baskı yapıyor.

Haq, “Yapısal reformlar çıkar çevrelerinin direnciyle karşılaşıyor ve bu da IMF koşullarını yerine getirme çabalarını daha da zorlaştırıyor” dedi.

Okumaya Devam Et

ASYA

Çin’in barışçıl yükselişi mümkün mü?

Yayınlanma

Editörün notu: Güneydoğu Norveç Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü Glenn Diesen, Çin’in yükselişinin kaçınılmaz olarak ABD ile rekabeti artırdığını ve uluslararası gerilimi tetiklediğini vurguluyor. Çin’in barışçıl yükselişinin başarısı, hem Pekin’in stratejilerine hem de ABD’nin bu yeni güç dağılımına uyum sağlama yeteneğine bağlı. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası kurduğu tek kutuplu sistem artık sürdürülemez hale geldi; bu da güç rekabetini yönetmeyi zorlaştırıyor. Çin, ekonomik gücünü sanayileşme ve ihracat odaklı kalkınma ile artırırken, 2008-09 Küresel Mali Krizi ilişkilerin dönüm noktası oldu. Bu kriz, Çin’in ABD’ye olan bağımlılığını azaltma çabalarını hızlandırdı. Çin, ekonomik ortaklarını çeşitlendirip Kuşak ve Yol Girişimi gibi projelerle yeni finansal yapılar kurdu. Barışçıl yükseliş artık, çok kutuplu bir dünya düzeni inşa etmeyi ve uluslararası güç dengelerini yönetmeyi hedefleyen bir yaklaşıma dönüştü.


Çin’in barışçıl yükselişi mümkün mü?

Glenn Diesen

16 Kasım 2024

Çin’in muazzam yükselişi, kaçınılmaz olarak ABD ile güvenlik rekabetini tetikleyerek dünyanın en büyük iki ekonomisi arasında gerilim yaratacaktır.

Fakat, Çin’in barışçıl bir şekilde yükselmesi sadece Pekin’in sorumluluğunda değil; ABD de, uluslararası güç dağılımındaki değişimlere uyum sağlayarak bu güvenlik rekabetini yönetmek zorunda.

Soğuk Savaş’tan sonra ABD, tek kutupluluk (küresel egemenlik) üzerine kurulu bir uluslararası sistem inşa etti ve bu sistem, sahadaki gerçekleri artık yansıtmadığında onu korumaya çalışmak, güvenlik rekabetini yönetmeyi neredeyse imkânsız hale getirecektir.

Geçici bir strateji

Çin’in önceki formatında barışçıl yükselişi, büyük ölçüde geçici bir stratejiydi. Çin’in barışçıl yükselişi, hızlı sanayileşme ve gücünü büyük ölçüde uluslararası işlere fazla müdahil olmadan inşa etmeyi içeriyordu; bu da diğer büyük güçlerin gereksiz endişelerini üzerine çekmekten kaçınmak içindi.

Deng Xiaoping’in ifadeleriyle barışçıl yükseliş, Çin’in amacının “vakti geldiğinde harekete geçmek ve kabiliyetlerini gizlemek” anlamına geliyordu. Çin, hızla sanayileşmek, büyük döviz rezervleri biriktirmek ve küresel değer zincirlerinde kademeli olarak yükselmek için ihracat odaklı bir kalkınma modeli izledi. Peki, Çin artık yeteneklerini gizleyemediğinde ne olacaktı?

Bu “karşılıklı fayda sağlayan” ortaklık sürdürülebilir değildi; zira Çin, sanayi rekabet gücünü ABD’ye karşı kademeli olarak artıracak ve ABD, Çin mallarını satın almak için sürekli daha fazla para gönderecekti.

Bir noktada, ABD, borç seviyeleri sürdürülemez hale geldiğinde ve üretim gücünün kaybı toparlanmayı engellediğinde bu ilişkiden çıkmak isteyecekti.

Çin tarafı da benzer şekilde, ABD’nin artan borçları bir zafiyet haline geldiğinde, ABD’nin borçlarını ödeyemeyecek durumda olması nedeniyle bu ortaklığı yeniden yapılandırmak isteyecekti.

John Maynard Keynes’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi: “Bankanıza yüz pound borçluysanız, bu sizin sorununuzdur. Ama bankanıza bir milyon pound borçluysanız, bu onun sorunudur…”

İlişkinin dönüm noktası, 2008-09 Küresel Mali Krizi oldu. Bu krizde ABD, borçlanma ve harcamanın sürdürülebilir bir iktisadi model olmadığını keşfetti, Çin ise ABD’nin mali disiplinini geri kazanamayacağını fark etti. Washington’un “borçlanarak ve tüketerek” refaha ulaşma politikası, Çin’in ya giderek daha iflas etmiş bir ABD’ye daha fazla yatırım yapmasını ya da ABD Merkez Bankası’nın para basması nedeniyle mevcut yatırımlarının değer kaybetmesini kabullenmesini gerektiriyordu.

ABD, Çin’i ya daha fazla borç vermeye zorlayarak ya da para basacağını belirterek Çin’i tehdit etti. Washington, karşılıklı bağımlılığın mutlak kazançla değil, nispi kazançla ölçülmesi gerektiğini de anlamaya başladı.

Çin, ABD liderliğindeki uluslararası mali sistemi geride bırakmaya ve böylece ABD’nin baskın konumunu zorlamaya mahkûmdu. Çin, ABD’ye aşırı bağımlılığından kurtulmak için diğer Avrasya devleriyle bağlantılar kurmaya, Afrika’da nüfuzunu artırmaya ve hatta ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülen Latin Amerika’ya girmeye başladı.

ABD, doğal olarak, bu meydan okumayı tehdit olarak görecek ve bu noktada ABD’ye aşırı derecede bağımlı olmak çok tehlikeli hale gelecekti. Çin’in ABD teknolojilerine aşırı bağımlılığı, Washington’un Çin’in tedarik zincirlerini bozmasına neden olabilirdi; ABD Donanmasının kontrolü altındaki ulaşım koridorlarına ve boğazlara aşırı bağımlılık, Çin’in uluslararası ticaretin ana arterlerinden koparılmasına yol açabilirdi ve ABD bankalarına, ödeme sistemlerine ve dolara olan aşırı bağımlılık, ABD’nin Çin’in finans sistemini durdurabilmesi anlamına gelirdi.

Ayrıca ABD, Tayvan üzerindeki egemenliğini sorgulamaya başlayabilir, “insan hakları STK’ları” ile Hong Kong ve Sincan’ı istikrarsızlaştırabilir ve Çin’in komşularını ABD’nin karşıt ittifak sistemine çekebilirdi. Güçlü bir hegemon olarak ABD, uluslararası ekonomi mimarisi üzerine güven inşa etmeye ve barışçıl bir birlikte yaşama ihtimali yaratmaya çalışır, ancak gerileyen bir ABD hegemonu tahmin edilebilir şekilde son derece acımasız davranır ve uluslararası mali sistem üzerindeki idari kontrolünü rakiplerini zayıflatmak veya yok etmek için kullanır.

Küresel Mali Krizden sonra Çin’e verilecek en iyi tavsiye ne olabilirdi? Çin, ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak için ekonomik ortaklarını çeşitlendirmeli ve ABD’nin Çin’i küçültmeye yönelik giderek daha saldırgan hale gelen politikalarına hazırlanmalıydı.

Çin, bunun ardından, Dördüncü Sanayi Devrimi ile ilgili en ileri teknolojilerde liderliği ele almak için iddialı sanayi politikaları başlattı; Kuşak ve Yol Girişimi’ni geliştirerek dünya ile bağlantı kurdu ve alternatif kalkınma bankaları, ödeme sistemleri ve ulusal para birimlerinde ticaret gibi yeni finansal araçlar geliştirdi.

Ayrıca Çin, güçlü bir askeri caydırıcılık inşa etmeye başladı ve ABD’nin ada zincirleri üzerinden uyguladığı çevreleme stratejisini aşmak için hazırlık yaptı.

Amerika’nın paylaşılan yükümlülükleri

“Barışçıl yükseliş”, çift yönlü bir süreç olarak değerlendirilebilir; zira Çin, uluslararası düzenin kurallarına ve yapısına entegre olmaya istekli olmalı, aynı zamanda mevcut sistemi domine eden güç de Çin’i kabul edebilmek için reform yapmaya ve uyum sağlamaya hazır olmalı.

Çok kutuplu bir dünyada hegemonik bir stratejiyi sürdürmek, güvenlik rekabetini azaltma çabalarından vazgeçmeyi gerektirir; zira tek kutupluluk, yükselen rakiplerin çevrelenmesini, zayıflatılmasını veya yok edilmesini zorunlu kılar.

Washington, mevcut yapılar içinde Çin’e yeterince uyum sağlamadı; bu da Çin’i alternatif mali yapılar geliştirmeye zorladı. Örneğin, ABD, Çin’i IMF, Dünya Bankası ve Asya Kalkınma Bankası gibi kurumlar içindeki ABD önceliği mekanizmalarından vazgeçerek kabul etmeye isteksiz oldu.

Çin’in teknolojik gelişimi, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) kurallarını açıkça ihlal eden ekonomik baskılarla engelliyor. ABD, artık ABD liderliğindeki uluslararası mali sistemin kurallarına uymuyor.

ABD, karşı tarafın kabul edemeyeceği yeni kurallar geliştiriyor ve böylece istikrarı bozuyor.

Çin’in dışlanma niyeti, Obama’nın 2016’da kaleme aldığı bir makalede açıkça belirtilmiş, “Dünya değişti. Kurallar da onunla birlikte değişiyor. Bunları yazması gereken, Çin gibi ülkeler değil, ABD’dir,” demişti.

Trump ve ardından Biden dönemlerinde daha da yoğunlaşan ekonomik savaş, uluslararası güç dağılımındaki değişiklikleri yönetme konusundaki başarısızlıktan kaynaklanıyordu. Rusya’nın en büyük Avrupa devleti olarak dışlandığı bir Avrupa inşa etme çabası öngörülebilir şekilde çatışmaya yol açtı; Çin’in sadece izleyici olduğu bir Asya inşa etme çabası da aynı sonuçları doğuracaktır.

Barışçıl yükseliş için yeni bir format mı?

On yıllardır Çin, ABD hegemonyasına dayanan bir sistemi eleştirel bir gözle değerlendirdiğini açıkça ortaya koydu; zira bu sistem, diğer güçlerin yükselişini ve uluslararası güç dağılımındaki değişimleri esnek bir şekilde karşılamaktan yoksun.

Diğer güçlerin basitçe yükselmesi bile hegemonya sistemini sarsma tehdidi taşır. Çin’in alternatifler geliştirme arzusu da yeni bir durum değildir. 1990 yılında Deng Xiaoping, Merkez Komite üyelerine dünyanın çok kutupluluğa doğru ilerlediğini söylemişti:

“Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin tüm uluslararası işlere hâkim olduğu durum değişiyor. Bununla beraber dünya üç kutuplu, dört kutuplu veya beş kutuplu hale geldiğinde Sovyetler Birliği, ne kadar zayıflarsa zayıflasın ve bazı cumhuriyetleri ondan ayrılsa bile, yine de bir kutup olarak kalacaktır. Çok kutuplu dünyada, Çin de bir kutup olacaktır. Kendi önemimizi küçümsememeliyiz: Bir şekilde, Çin de bir kutup olarak sayılacaktır. Dış politikalarımız aynı kalmaktadır: Birincisi, hegemonizme ve güç siyasetine karşı çıkmak ve dünya barışını korumak; ikincisi, yeni bir uluslararası siyasi düzen ve yeni bir uluslararası ekonomik düzen kurmak için çalışmak.”

Çin, “barışçıl yükseliş” politikasını tamamen terk etmedi, yalnızca onu yeniden şekillendirdi. Barışçıl yükseliş, artık ABD hegemonik sistemi içinde güç inşa etmek ve bu gücü gizleyerek istenmeyen dikkatlerden kaçınmak anlamına gelmiyor.

Bunun yerine, barışçıl yükseliş, uluslararası güç dağılımındaki değişimleri yönetme kapasitesine daha uygun ve diğer büyük güçlerle çıkarlarını uyumlu hale getiren çok kutuplu bir ekonomik sistem geliştirmeyi ifade ediyor.

John Mearsheimer: Amerikalılar Tayvan için ‘savaşmaya ve ölmeye’ hazır

Okumaya Devam Et

ASYA

Batı yaptırımlarının ardından Rusya’da Çin malı otomobil satışları rekor kırdı

Yayınlanma

Çin otomobillerinin Rusya’daki satışları, yaptırımların Batılı markaları Moskova ile ilişkilerini kesmeye zorlamasıyla yeni rekorlara ulaştı.

Pekin’in Washington ve Brüksel’den elektrikli araç ihracatına yönelik yüksek gümrük vergileriyle karşı karşıya olduğu bir dönemde Rusya’daki satışların artması Çinli otomobil üreticilerine yardımcı olurken, Rus otomobil kültüründe de hızlı bir değişimin mühendisliğini yaptı.

Moskova’da yaşayan bir otomobil blog yazarı olan Ilya Frolov, Financial Times’a verdiği demeçte, “Eğer bir araba satın alacaksanız, seçiminiz ya [Rus yapımı] bir Lada ya da gri ithalat olarak getirilen son derece pahalı bir Avrupa arabası ya da çok iyi donanımlı ve nispeten ucuz bir Çin arabası” dedi.

Ukrayna müdahalesi sonrası, daha önce Rusya’nın otomobil pazarına hakim olan Avrupalı, Koreli ve Japon otomobil üreticilerinin araç satışlarında keskin bir düşüş yaşandı.

Avtostat analiz ajansına göre, Şubat 2022’deki müdahale sırasında bu markalar tüm satışların yüzde 69’unu oluşturuyordu. Şu anda pazar payları sadece yüzde 8,5. Çinli üreticilerin payı ise aynı dönemde yüzde 9’dan yüzde 57’ye yükseldi.

Bir endüstri grubu olan China Passenger Car Association’ın verilerine göre, 2024 yılının ilk dokuz ayında Rusya, 849.951 araca ulaşan hacmiyle Çin yapımı otomobiller için en büyük ihracat noktası oldu. İkinci en büyük hedef olan Meksika ise bu rakamın yarısından daha azını ithal etti.

CPCA genel sekreteri Cui Dongshu, “Çin’in son yıllarda otomobil ihracatında kaydettiği büyüme esas olarak Rusya pazarından gelen katkılara dayanıyor,” dedi. “Rusya’nın otomobil pazarının rekabetçi ortamındaki dramatik dalgalanmalar ve değişiklikler, Çinli otomobil şirketlerine geniş satış fırsatları ve büyük karlar sağladı” diye ekledi.

Rusya’ya satılan Çinli araçların yaklaşık %90’ı içten yanmalı motorlara sahip olsa da, geniş hibrid SUV’larda uzmanlaşmış elektrikli araç üreticisi Li Auto tarafından üretilen 15.000’den fazla otomobil 2024’ün ilk sekiz ayında Rusya’da satıldı.

Çin’in varlığının genişlemesi o kadar büyük oldu ki sadece müşteriler değil sektör profesyonelleri de yeni şirketlere akın etti.

Otomobil endüstrisiyle çalışan Krasnoe Slovo adlı halkla ilişkiler ajansının Moskova’daki yöneticisi Vadim Gorzhankin, Financial Times’a verdiği demeçte, “[Eskiden Batılı şirketlerde çalışan] neredeyse herkes artık Çinli şirketlerde çalışıyor,” dedi.

Çin gümrük verileri, otomobil üreticilerinin tam rakamların mevcut olduğu en son ay olan eylül ayında Rusya’ya 1,8 milyar dolar değerinde otomobil ihraç ettiğini gösteriyor; bu rakam 2021’in aynı ayında 96 milyon dolardı.

Financial Times’a gör, Çin’in artan hakimiyeti bazı yerli üreticileri kızdırdı – özellikle de kaynaklarının daha fazlasını silah üretimine yönlendirmek zorunda kalanları.

Rusya’nın en güçlü silah üreticisi Rostec’in başkanı Sergei Chemezov, devleti Çin araçlarına “koruyucu önlemler” uygulamaya çağırdı. Şirketinin Rusya’nın en büyük otomobil üreticisi Lada’nın üreticisi Avtovaz’da hissesi var ve Avtovaz eylül ayında yaptığı açıklamada Çin araçlarının satışlarındaki artışın ardından pazar payının %25’e düşebileceğini söyledi.

Ülkenin otomobil üreticileri, batılı parçalara ve teknolojiye erişimi kısıtlayan yaptırımlardan ağır darbe aldı. Bunu telafi etmek için onlar da sık sık Çin’e yöneldi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English