Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Afganistan açmazı

Yayınlanma

Hindistan’da bu aralar diplomatik cephede büyük değişiklikler yaşanıyor. Tüm dikkatler Khalistan Sih ayrılıkçılığı üzerine Kanada ile yükselen tansiyonda iken Afganistan ile ilgili de önemli bir gelişme söz konusu. Aylar süren belirsizlikten sonra Yeni Delhi’deki Afgan büyükelçiliği 1 Ekim’den itibaren faaliyetlerini kalıcı olarak durdurdu.

İlk olarak 25 Eylül’de Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na sözlü nota veya imzasız diplomatik yazışma yoluyla iletilen kararda büyükelçiliğin kapatılma gerekçeleri olarak ev sahibi hükümetin desteğinin olmayışı, personel ve kaynaklardaki azalma, Afganistan çıkarlarına hizmet etme konusundaki beklentilerin karşılanamaması, Kabil’de meşru bir hükümetin bulunmaması gibi faktörler sıralandı. Notada ayrıca Yeni Delhi’nin 2021’de Hindistan’a seyahat etmesi planlanan ancak seyahat belgeleri verilmeyen 3 bine yakın Afgan öğrencinin vizesini uzatmayı, burslarını ödemeyi ve çalışmalarına izin vermeyi reddettiği ve ayrıca tüccarlar ve diğerleri için yapılan vize taleplerinin de sonuç vermediği belirtildi.

Ancak Afgan büyükelçiliğinin açıklamasını başta yanıtsız bırakan Hindistan hükümeti yetkililerinden Afgan misyonlarına yardımcı olmak ve faaliyetlerini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptıkları, bu kararın Afgan tarafının kendi kararı olduğu savunması geldi. Ayrıca Ashraf Ghani hükümeti tarafından atanan Afganistan’ın Hindistan Büyükelçisi Farid Mamundzay’ın kimliğinin gizli kalması kaydıyla aylardır Hindistan dışında olduğu ve Afgan diplomatların sığınma aldıktan sonra sürekli olarak üçüncü ülkelere gittikleri ve elçilik personeli arasında da iç sürtüşmelerin yaşandığı ve bunların gerçekliğinin Hint yetkililerce incelendiği söyleniyor. Ayrıca Mamundzay da 18 Haziran’dan bu yana Hindistan’da bulunmadığını, büyükelçi vekilinin misyonun operasyonlarını aktif olarak denetlediğini doğruladı. Dahası diğer Afgan personelinin Hindistan’ı Taliban’ın Afganistan’daki ailelerine yönelik tehditleri ve Hindistan’ın destek eksikliği nedeni ile ortaya çıkan ve giderek savunulamaz hâle gelen zorlu durum nedeni ile terk ettiği söyleniyor.

Yeni Delhi’deki büyükelçilik Ağustos 2021’de Taliban rejimi Afganistan İslam Emirliği tarafından devrilen demokratik olarak seçilmiş Ashraf Ghani hükümetine mensup diplomatlar tarafından yönetiliyordu. Ev sahibi ülkenin, Hindistan’ın fonları ile yürütülüyordu ve sürgündeki Afganistan İslam Cumhuriyeti hükümetini meşrulaştırıyordu. Yeni Delhi devrik Afgan lider Ashraf Ghani’nin Batı destekli hükümeti tarafından atanan büyükelçi ve misyon personelinin vize vermesine ve önemli ticari işlemleri yapmasına izin veriyordu.

Afganistan’ın Hindistan Büyükelçisi Farid Mamundzay, eski Cumhurbaşkanı Ashraf Ghani liderliğindeki önceki Afganistan İslam Cumhuriyeti tarafından atanmıştı. Kendisi haziran ayından bu yana Londra’da ve mayıs ayından bu yana da Hint bir şirket ile yapılan arazi kiralama anlaşması ile ilgili yolsuzlukla suçlanıyor. Diğer diplomatların da ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelere sığınma hakkı aldığı söyleniyor. Ancak iddiaları reddeden Mamundzay bunların Taliban’ın misyonu devralma amacını destekleyen daha geniş bir gündemin parçası olduğunu söylüyor. Afgan büyükelçiliği nisan-mayıs aylarında Taliban’ın Mamundzay’ın yerine misyonun başına bir maslahatgüzâr atadığı yönündeki haberler üzerine iç çatışmalarla sarsılmıştı. Büyükelçilikte 2020’den bu yana ticaret konseyi üyesi olarak çalışan Qadir Shah nisan ayı sonlarında Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na Taliban tarafından seçildiğini iddia eden bir mektup yazmıştı. Mamundzay bunun üzerine mayıs ayında Londra’dan geri dönmüş ve ticaret konseyi üyesinin binaya girmesi yasaklanmış ve büyükelçilik liderliğinde herhangi bir değişiklik olmadığı yönünde bir açıklama yapılmıştı. Ancak kısa bir süre sonra Londra’ya geri dönen Mamundzay üç aydır Hindistan’a dönmedi.

Hindistan ise Ağustos 2021’de Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin ardından Kabil’deki büyükelçiliğini boşaltmış, diplomatlar ve güvenlik personelinden oluşan insani yardımı koordine edecek bir teknik ekip ile Haziran 2022’de Kabil’e geri dönmüştü. Taliban ile etkileşimlerini yardım dağıtımıyla sınırlayan Hindistan hükümetinin Kabil’e bir teknik ekip yerleştirmesi Taliban ile etkileşime yönelik attığı ilk açık adımlardan biriydi. Bu adım Hindistan’ın sahadaki politik gerçekleri tanıdığını ve Afganistan’daki varlığına Taliban kanalı ile aracılık edilmesi gerektiğini kabul ettiğini gösteriyor. Ancak uluslararası toplumun geri kalanı gibi Taliban rejimini resmi olarak tanımadığı için fiili bir büyükelçilik olarak çalışmalarını yürütüyor. Her ne kadar diğer tüm ülkeler gibi Hindistan da Taliban hükümetini tanımayarak yerine Kabil’de kapsayıcı bir hükümetin kurulması ve kadınların, çocukların ve azınlıkların haklarının korunması için baskı yapmış olsa da aynı zamanda Kabil’de varlık göstermek ve Hindistan’ın güvenlik çıkarlarını korumak için Taliban tarafından atanan büyükelçi ve misyon personelinin görevlendirilmesine sessizce izin vermişti.

Taliban’ın Kabil’deki dışişleri bakanlığı ile ilişkiler kuran Mumbai ve Haydarabad’daki konsolosluklar faaliyetlerine devam ederken Yeni Delhi’deki Afgan büyükelçiliği bu konsoloslukların gayri meşru bir rejimin çıkarlarına hizmet ettiğini iddia ediyor. Hindistan hükümetinin temmuz 2023’te Taliban hükümeti büyükelçisinin güven mektubunu kabul etmeyi reddetmiş ve Ghani rejimi tarafından atanan Mamundzay’ı desteklemeye devam etmiş olsa da Afgan büyükelçiliğini kapatma hamlesinin Kabil’deki Taliban yapılanmasına yakın olduğu düşünülen Yeni Delhi’deki unsurların misyonu devralma yönündeki hamleleri arka planında gerçekleştiği ifade ediliyor. Mumbai ve Haydarabad’daki Afgan konsolosluklarının yetkililerinin önceki Ghani hükümeti tarafından atanmasına karşın Kabil’deki Taliban rejimi ile çalışmaya başladığı belirtiliyor.

Eski Afgan diplomatlar dünya başkentlerinin çoğunda büyükelçilikleri kapatırken Pakistan, Çin, Rusya ve İran da dâhil olmak üzere birkaç ülkedeki misyonlar Taliban temsilcilerine devredildi. Bu büyükelçiliklerde demokratik olarak seçilmiş önceki Afganistan İslam Cumhuriyeti yerine Taliban veya Afganistan İslam Emirliği bayrağı göndere çekiliyor. Afganistan İslam Cumhuriyeti Büyükelçiliği ise Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na verdiği notada Hindistan’a Yeni Delhi’deki misyonda üç renkli Afgan ulusal bayrağını taşımaya devam etmesi çağrısında bulunuyor ve Taliban’ı gayri meşru olarak niteliyor.

Ancak Taliban rejiminin Hindistan ile ilişkilerin resmileştirilmesinin ön koşulu olarak İslam Cumhuriyeti’nin tüm kalıntılarının ortadan kaldırılmasını belirlediği ve Hindistan’ın Taliban hükümeti ile diplomatik ilişkilerin yenilenmesi zorunluluğu ile Afganistan’ın Delhi’deki büyükelçiliğini Taliban’a devretmeye hazırlandığı yönünde spekülasyonlar şimdiden duyulmaya başladı. Yeni Delhi’deki Afganistan Büyükelçiliği’nin kapatılması Taliban’ın Afgan büyükelçiliğini ele geçireceği anlamına mı geliyor? Bu şimdilik belirsizliğini koruyor.

Yeni Delhi’deki Afganistan Büyükelçiliği’nin kapatılması Hint-Afgan ilişkilerinde önemli bir zorluğun altını çiziyor. Operasyonların aniden durdurulması mevcut jeopolitik koşullar bağlamında Hindistan ile Afganistan arasındaki diplomatik ilişkilerin geleceğine ilişkin belirsizlikleri daha da artırıyor. Durumun devam eden projeler veya ikili anlaşmalar üzerindeki etkisi belirsizliğini koruyor ve bu sorunlar tatmin edici bir biçimde çözülene kadar gelecekteki işbirliklerine gölge düşürüyor.

Afganistan Hindistan yarımadasına açılan kapı olduğundan Hindistan her zaman Afganistan’da varlık göstermek zorunluluğu hissediyor. İstikrarlı bir Afganistan Hindistan’ı Orta Asya ve Rusya’ya bağlayacak, ancak bu şu anda gerçekleşmiyor.

Afganistan Hindistan’ın bölgedeki stratejik çıkarları için hayati önemde. Bu nedenle başlarda Yeni Delhi Ghani hükümetinin sıkı destekçisi olmuştu. Taliban’ın zaferi sonrasındaki belirsizlik hem Hindistan’ın Afganistan’daki diplomatik çıkarlarını hem de 500’den fazla proje ile 3 milyar doların üzerindeki 20 yıllık Hint yatırımını hâlâ tehdit ediyor. Amerikan varlığının koruyucu şemsiyesi altında 2001’den bu yana Hindistan Afganistan’a yol, baraj, elektrik iletim hattı, trafo merkezi, okul ve hastane inşası ile çeşitli restorasyonlar olmak üzere birçok kalkınma yardımında bulundu. Hindistan’ın Afganistan ile kalkınma ortaklığının belirtilen dört bileşeni var: altyapı projeleri, insani yardım, küçük ve toplum temelli kalkınma projeleri ve eğitim ve kapasite geliştirme girişimleri. 2011 Stratejik Ortaklık Anlaşması Afganistan’ın altyapısı ile kurumlarının yeniden inşası için Hint yardımı başta olmak üzere kapasite gelişimi için eğitim ve teknik yardımı, Afganistan’da yatırımı teşvik etmeyi ve Hindistan pazarına gümrüksüz erişimi yeniden taahhüt etmişti. Bu arada Hindistan ve Afganistan arasındaki ikili ticaret Taliban rejimi söz konusu olana kadar 1 milyar dolar değerinde idi.

Hindistan’ın Afganistan’daki çok önemli yatırımlarından biri 218 km’lik Zaranj-Delaram Otoyolu. Yol İran’ın Chabahar Limanı üzerinden karayla çevrili Afganistan’a alternatif bir rota sağlıyor. Bu nedenle Hindistan için büyük stratejik öneme sahip. Ancak devasa Chabahar Limanı projesi de şimdi ölü bir yatırım gibi görünüyor. O da ayrı bir konu…

Hindistan’ın Afganistan’daki bir başka önemli projesi 2016’da açılan Afgan-Hint Dostluk Barajı olarak bilinen Salma Barajı. Ayrıca 2015’te Kabil’de açılan Afgan Parlamentosu Hindistan’a 90 milyon dolara mâl olmuştu. Binadaki bir blok eski Hint Başbakan Atal Bihari Vajpayee’nin adını taşıyor.

Dışişleri Bakanlığı’na göre Hindistan şehir içi ulaşım için 400 otobüs ve 200 minibüs, belediyeler için 105 ticari araç, Afgan Ulusal Ordusu için 285 askeri araç, 5 şehirde kamu hastaneleri içn 10 ambulans ve Afgan ulusal havayolu şirketi Ariana’ya üç Air India uçağı hediye etmişti.

Hindistan’ın Afganistan’da devam eden iki önemli projesi ise Kabil’deki Shahtoot Barajı inşası ile restorasyonu için 1 milyon dolar taahhüt ettiği Kabil’deki Bala Hisar Kalesi. Ayrıca 80 milyon dolar değerinde 100 toplumsal kalkınma projesi de taahhütler arasındaydı. Geçtiğimiz yıl Taliban da Hindistan’dan Afganistan’daki en az 20 tamamlanmamış altyapı geliştirme ve kalkınma projelerini tamamlamasını istemişti.

Afgan halkının insani ihtiyacına ve Birleşmiş Milletler tarafından yapılan acil çağrılara yanıt olarak Hindistan ayrıca Afganistan’a çok sayıda insani yardım sevkiyatı gerçekleştirdi. Bu, yaşam kurtaran temel ilaçlar, tüberküloza karşı ilaçlar ve 500 bin doz COVID-19 aşısı da dâhil olmak üzere 13 parti halinde 45 tonluk tıbbi yardımı da içeriyor. Bu tıbbi sevkiyatlar Dünya Sağlık Örgütü’ne ve Kabil’deki Indira Gandhi Çocuk Hastanesi’ne teslim edilirken Hindistan ayrıca son iki yılda Afganistan’a 60 bin metrik tondan fazla buğday gönderdi.

Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de Kabil’e girerek ABD destekli Ashraf Ghani hükümetinin istifa etmesine neden olurken Afganistan şu anda Taliban’ın iktidara gelmesinin ardından derinleşen ekonomik, insani ve güvenlik kriziyle boğuşuyor. Hindistan her ne kadar Taliban rejimi ile etkileşim kurmamaya direnç göstermiş olsa da insani yardımın tarafsızlık ve bağımsızlığa dayanması gerektiği yönündeki savı nedeni ile etkileşim kuruyor. Kazan’da 29 Eylül’de Rusya, Çin, Pakistan, İran, Hindistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan özel temsilciler ile üst düzey yetkililerin ve ayrıca Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Türkiye temsilcilerinin davetli olarak katılımı ile gerçekleşen Afganistan konulu Moskova formatının beşinci toplantısında da Afganistan’a insani yardım sağlamaya devam edileceğine ilişkin bir kez daha güvence verildi.

Öte yandan Taliban da Hindistan ile etkileşime girmek için ciddi çaba harcıyor. Diplomatik olarak dışlanan ve ekonomik olarak izole edilen rejim Hindistan’dan sürekli kalkınma yardımı istiyor. Yeni Delhi Afganistan’a yönelik yardım miktarını 2022-23 için yaklaşık 24 milyon dolar düzeyinde sabit tutarak yardım sağlamaya devam etmiş ve 2023-24 Mali Yılı bütçesinde Dışişleri Bakanlığı ülkeye yardım olarak yaklaşık 25 milyon dolar ayırmış olsa da bu durum aynı zamanda Hindistan’daki bazı kesimlerde Hindistan’ın Taliban’a para aktardığına ilişkin kaygıların da artmasına yol açıyor.

Hindistan hükümeti ise Gurudwara’ya (Sih ibadethânesi) düzenlenen terör saldırısı gibi olaylardan da görüldüğü üzere bölgeden kaynaklanan güvenlik tehditleri veya Afganistan’daki terörist örgütlerin Hindistan’ın çıkarlarına zarar verebileceği konusunda kaygılarını sürdürüyor. Yeni Delhi için bir diğer önemli kaygı ise Taliban rejiminin Pakistan’a yakınlığı. Ancak Pakistan ile Taliban arasındaki derin tarihi bağlar göz önüne alındığında bu geçerli bir kaygı olsa da İki aktör arasında tartışmalı sınır konusundaki anlaşmazlıklar ve Pakistan’ın Tehreek-e-Taliban Pakistan’a (TTP) ilişkin kaygıları ve Taliban’ın bu grupla bağları da dahil olmak üzere bazı önemli sorunlar da yaşandı.

Dahası ABD ve müttefiklerinin Afganistan’dan çekildiği dönemde ABD ile Çin arasında büyüyen rekabet yoğunlaşıyor, Rusya Washington için bir güvenlik tehdidi olarak yeniden ortaya çıkıyor, Rusya ve Çin’in artık bölgede İran ile birlikte iki önemli oyuncu hâline geliyor ve Moskova ile Pekin’in Washington’ın bıraktığı boşluğu doldurma ve nüfuzlarını genişletme niyetinde olduklarına ilişkin spekülasyonlar artıyor. Her ikisi de Afganistan’da bölgesel hegemonik hedeflerini ilerletmek istiyor ve en az 2015’ten bu yana Taliban ile aktif olarak ilgileniyorlar.

Tüm bu kaygıları ve korkuları ekseninde Yeni Delhi Şanghay İşbirliği Örgütü gibi bölgesel örgütlere ve Moskova Formatı istişareler gibi çerçevelere aktif olarak katılarak bu ülkelerle Afganistan sorununa ilişkin görüşmelerini sürdürüyor. Ayrıca geçtiğimiz yıl ilk Hindistan-Orta Asya Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Yeni Delhi Kasım 2021’de de ulusal güvenlik danışmanları düzeyinde Rusya, İran ve Orta Asya Cumhuriyetlerinden katılımcıların yer aldığı üçüncü Afganistan Delhi Bölgesel Güvenlik Diyaloğu’na ev sahipliği yapmıştı.

Afganistan’daki barış süreci başladığından bu yana Hindistan’ın Taliban ile doğrudan temasa geçme ihtiyacını kabul etmekten duyduğu rahatsızlık onu Rusya veya Çin’in gölgesine itti. Yeni Delhi belirsiz ve çelişkili Afganistan politikası nedeni ile hem ulusal hem de uluslararası alanda zorluklar yaşıyor. Yurt içinde Afgan halkına olan bağlılığından vazgeçtiği için eleştirilerin odağı olurken Taliban’a yönelik yardımları da ilke ve ideallerinden bir sapma olarak görülüyor. Uluslararası alanda Yeni Delhi terörle mücadelede başta Rusya, İran ve Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere bölge ülkeleri ile çalışmanın öneminin farkında, ancak hem onun ABD ile ilişkileri bölgede büyüyen ABD karşıtı duygularla karşı karşıya hem de hâlihazırda Rusya ile ilişkileri Ukrayna’daki savaştan bu yana yeni bir sınavdan geçiyor.

Kısacası Hindistan her anlamda uzun süredir bir Afganistan açmazı yaşıyor. Ve belirleyemediği bir Afganistan politikası var. Yeni Delhi politik iradesi açısından Taliban ile görüşüldüğüne ilişkin yapılan resmi bir beyanın Hindistan’ın sahip olduğu iyi niyete verebileceği itibar kaybının ötesinde konu aynı zamanda Hindistan’ın bir terörist grupla ilişki kurma konusundaki kendi ilkeli tutumu ve kırmızı çizgileri ile ilgili kaygıları gündeme getiriyor. Dolayısıyla daha kaçamak bir tutum sergiliyor ve belki de dış politika hesabındaki ilkeler ve reelpolitik değerlendirmeler arasındaki çelişkili durumdan kurtulmanın bir yolu olarak ilkelere ve ahlâka verdiği önemi tamamen terk etmemiş olsa da artık daha pragmatik bir söylemle yumuşatılıyor.

Tarihsel olarak Hindistan, kalkınma işbirliğine rağmen Afganistan’da ve ülkedeki uzlaşma sürecinde büyük ölçüde marjinal bir oyuncu olmuştur; bunun temel nedeni Taliban ile müzakerelere girmemesi. Ancak 2010 yılında Londra’da düzenlenen ve 70 ülkenin katılım gösterdiği Afganistan konferansı ülkelerin Taliban’a nasıl tepki vereceğini bir anlamda değiştirmiş ve uzlaşma sorununda bir dönüm noktasının habercisi olmuşken bu Hindistan’ın Taliban ile uzlaşmaya varmanın görüşmelere hâkim olan Pakistan’a üstün bir rol kazandıracağı yönündeki korkularını artırmıştı. Bunun üzerine Yeni Delhi alternatif bir uzlaşma sürecinin planlanması için farklı paydaşlarla lobi faaliyetlerine başlamış ve Hindistan’ın değişen tutumu Taliban’ı Afgan hükümetiyle eşitlemeyi bıraktığı ancak artık onları terörist olarak görmediği BM’deki bir oylamada da açıkça görülmüştü. Ayrıca 2005 yılında Hindistan’ın Afganistan’da çalışan işçi ve personeline yönelik saldırıların arttığı bir dönemde Yeni Delhi hem saldırıları durdurmayı hem de istihbârat paylaşımı için Taliban ile iletişim kurmayı amaçlayan arka kanal diplomasisi yürütmüştü. Sonraki yıllarda özellikle Rusya, Çin ve İran’ın 2010’dan sonra artan angajmanı göz önüne alındığında bölgede yalnız kalmak istemedi. Dolayısıyla Hindistan’ın Afganistan’daki tüm paydaşlarla her zaman etkileşim hâlinde olduğunu kabul eden mevcut muafiyetin de vurguladığı bir nokta olarak Taliban ile ilişkiler Hindistan’ın geçmiş politikalarından çok önemli bir kopuş anlamına gelmiyor. Belki de değişim olarak söylenebilecek şey, bu etkileşimin düzeyi ve bunun Hindistan’ın stratejik topluluğu arasında zımni olarak kabul edilmesi.

Son olarak Afgan halkı arasında Hindistan’a karşı hatırı sayılır bir iyi niyet söz konusu, ancak Hindistan’ın ciddi bir insani kriz sırasında sınırlarını Afgan vatandaşlarına kapatması Afganlar tarafından fark edilmiyor değil. Yeni Delhi politik iradesi uzun süreli çıkarlarını gözeterek halklar arası bağları güçlendiren mekanizmaların yenilenmesini Kabil’de gücü kimin elinde tuttuğuna bakılmaksızın Hindistan için yalnızca statükoya bir dönüş olarak sunabilir.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English