Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın kadim dostu Bhutan: Kral’ın kritik ziyareti

Yayınlanma

Bhutan Kralı Jigme Khesar Namgyel Wangchuck, Hindistan’a 3-10 Kasım tarihleri arasında sekiz günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geleneksel olarak uluslararası ilişkilerini Hindistan üzerinden yürüten Bhutan’ın iki bölgesel dev arasındaki ilişkilerin kötüleştiği bir ortamda Çin ile görünüşte büyüyen bağlarının arka planında gelişmiş olması açısından oldukça kritik. Hindistan Dışişleri Bakanlığı ziyareti şöyle lanse etti: “Hindistan ve Bhutan, anlayış ve karşılıklı güven ile karakterize edilen benzersiz dostluk ve işbirliği bağlarına sahiptir. Ziyaret, her iki tarafa da ikili işbirliğinin tüm kapsamını gözden geçirme ve farklı sektörlerde örnek niteliğindeki ikili ortaklığı daha da ilerletme fırsatı sunacaktır.”  Bu resmi ziyarete Bhutan Kraliyet hükümetinden üst düzey yetkililer ile beraber ayrıca Kraliçe Jetsun Pema ve iki oğlu da eşlik etti.

Peki, Bhutan hükümdarının Hindistan ziyareti neden önemli? Ama öncesinde Bhutan’a, Hindistan’ın Bhutan ile ilişkilerine, Bhutan’ın Çin ile yedi yıldır durmuş olan ve şimdi yeniden başlayan sınır görüşmelerine kısa bir bakış daha yararlı olur. Hadi tüm bu parametrelere adım adım yakından bakalım.

Saklı Cennet Bhutan

Kendi deyişleriyle “barışçıl ejderhanın ülkesi” Bhutan, Doğu Himalayalarda bulunur ve denize kıyısı yok. Batısında ve doğusunda Hindistan ile kuzeyinde ise Tibet bölgesinden dolayı Çin ile sınır komşusu. Coğrafi açıdan Bangladeş ve Nepal’e de çok yakın ancak bunlarla paylaştığı herhangi bir sınır söz konusu değil. İki Asya devi arasında yer alan küçük bir Himalaya krallığı olan Bhutan için 699 kilometrelik Hindistan sınırı çok değerli. Hindistan için de değerli olan bu sınır Hindistan’ın Arunachal Pradesh, Assam, Batı Bengal ve Sikkim devletlerini Bhutan’a bağlıyor.

Kalan son egemen Himalaya krallıklarından biri olan ve geleneğe bağlı modern bir ülke olan Bhutan halkının televizyon ve internet gibi teknolojik materyaller ile tanışması dahi neredeyse 2000’li yıllara denk geliyor. Ancak Bhutan halkı için 2000’ler yalnız teknoloji ile tanışma dönemi değil, aynı zamanda yeni bir yönetim biçimi ile tanışma anlamına da geliyor. Günümüz 43 yaşındaki Bhutan Kralı -Bhutan’ın beşinci Ejderha Kralı- babasının kendi isteğiyle tahttan ayrılması üzerine tahta geçti ve ardından yüksek katılımın sağlandığı çok partili seçimler ile anayasal monarşi söz konusu oldu. Dış politikada bu küçük Himalaya krallığı tarafsız çizgi ile öne çıksa da asıl tercihi hep güvenlik ve kalkınma için sırtını yasladığı Hindistan’dan yana.

Bir milyondan az nüfusu olan ve neredeyse bir İsviçre büyüklüğünde olan Himalaya krallığı, çoğunluğu küçük bölgesel ülkeler olan yalnızca 54 ülkeyle diplomatik ilişkileri bulunan benzersiz bir Birleşmiş Milletler üyesi ülke. Dikkat çekici bir biçimde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki P-5 ülkelerinden (beş daimi üyeden) hiçbiriyle diplomatik ilişkisi yok; Çin de dâhil. Bhutan’ın başkentinde yalnızca Hindistan, Bangladeş ve Kuveyt’in büyükelçilikleri bulunuyor. Ayrıca New York (Birleşmiş Milletler), Brüksel (Avrupa Birliği) ve Cenevre’deki diplomatik misyonların yanı sıra Bhutan’ın yalnızca Hindistan, Bangladeş, Belçika, Avustralya, Kuveyt ve Tayland’da büyükelçilikleri bulunuyor. Hindistan’ın kendini kanıtlamış bir dostu olan Bhutan, 1971’deki kurtuluş savaşından sonra Bangladeş’i tanıyan ilk ülke. Bhutan ve Hindistan, ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma konusunda anlaşmaya bağlılar.

İkili ilişkiler

Dağlık coğrafyası nedeniyle tarihsel olarak izole edilmiş olan Bhutan 1910 yılında Britanya İmparatorluğu ile ilk ikili anlaşmasını imzalayarak İngilizlerin dışişlerini ve savunmasını yönlendirmesine olanak tanıdı. 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı ve yakın ilişkilerin temelini attı. 1968’de resmi diplomatik ilişkiler kuran Hindistan ve Bhutan özel bir ilişkiye sahip. Bu özel ilişki, daha sonra 2007’de güncellenen 1949 tarihli Hint-Bhutan Dostluk Anlaşması’na bağlı. Bu anlaşma Yeni Delhi ve Thimphu ilişkilerinin temel çerçevesini oluşturuyor; iki ülke arasında sürekli barış ve dostluk, serbest ticaret, birbirlerinin içişlerine karışmamak ve birbirlerinin vatandaşlarına karşı eşit adalet konularına dayanıyor. Daha önce Bhutan’ın dış ilişkilerinde Hindistan’ın rehberliğinde olacağını belirten anlaşmanın 2. maddesi 2007’de revize edildi. 1949 tarihli dostluk anlaşması uyarınca Bhutan dış ilişkiler konusunda Hindistan hükümetinin tavsiyelerine göre hareket etme sözü vermişti. Artık 2007’de revize edilen anlaşmada bu söz her iki ülkenin de ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma taahhüdü olarak yeniden çerçevelendi. Dolayısıyla bu anlaşma Thimphu’nun dış politika konusunda Hindistan’ın rehberliğini ve aynı zamanda silah edinme iznini isteme yükümlülüğünü ortadan kaldırdı.

Yeni Delhi, ticari malları ve ticareti için hem kaynak hem de pazar olarak Thimphu’nun yalnızca ana kalkınma ortağı değil, aynı zamanda onun ihracatının yüzde 98’ini ve ithalatının yüzde 90’ını oluşturan en büyük ticaret ortağı. Hindistan, Bhutan’ın ilk Beş Yıllık Planı’nın başlatılmasıyla planlı kalkınma sürecine başladığı 1961 yılından bu yana kapsamı ve içeriği önemli ölçüde büyüyen Thimphu’nun sosyo-ekonomik kalkınmasına önemli bir yardım sağlıyor. Faaliyet alanları hem çok taraflı alanda hem de kültürel alışveriş, eğitim, ticaret, hidroelektrik ve sosyo-ekonomik kalkınma gibi ikili alanlarda işbirliğini kapsıyor. Bhutan’da hidroelektrik sektörünün geliştirilmesine yönelik işbirliği iki ülke arasındaki karşılıklı yarar sağlayan ekonomik işbirliğinin merkezini oluşturuyor. Dahası, denize kıyısı olmayan bir ülke olarak üçüncü ülkelerden yapılan tüm ithalat ve ihracatlar Hindistan üzerinden geçiyor.

Daha da önemlisi Yeni Delhi Thimphu’nun fiili güvenlik garantörü olmaya devam ediyor. Yeni Delhi’nin Bhutan üzerinde kontrol sağlamak için güvenlik kaygılarını bir bahane olarak kullandığını düşünen Bhutanlılar da yok değil. Pekin, Bhutan vatandaşlarını çekmek için ticaret, modern şehirleri sergileme ve burslar sunma gibi çeşitli stratejiler uygulayarak Çin’in Thimphu’daki etkisine ilişkin Hindistan’ın kaygılarını artırıyor. Çin’i Bhutan’ın yanı sıra Nepal ve Hindistan’ın da komşusu yapan şey, dini ve kültürü Bhutan toplumunu şekillendiren Mao Zedong’un 1951’de Tibet’i ilhak etmesiydi. Ancak bugün Thimphu’nun kendine özgü bir kimliği varsa burada Hindistan’ın Bhutan’ı kültürel ve sosyolojik olarak Tibet’ten ayırmadaki rolü de yadsınamaz bir olgu.

Bhutan’ın Çin ile sınır görüşmeleri

Hindistan ve Bhutan Çin’in henüz sınır anlaşmazlıklarını çözemediği iki ülke. Pekin ile 2016 yılında 24 turluk görüşmelerin ardından Thimphu, Ekim 2021’de kara sınırlarının çizilmesine yönelik müzakerelerin hızlandırılması için üç adımlı bir yol haritası  (sınırın masa üzerinde kabul edilmesi, ardından sahadaki alanların ziyaret edilmesi ve ardından resmi olarak sınırın çizilmesi) imzaladı. Bu ekim ayının son haftasında 25. tur sınır görüşmelerini gerçekleştirirken Bhutan Kralı’nın Hindistan gezisi Bhutan ve Çin’in Pekin’de bu müzakereleri gerçekleştirmesinden günler sonra gerçekleşti. Bhutan Dışişleri Bakanı Tandi Dorji liderliğindeki bir heyet 24 Ekim’de Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Sun Weidong ile bir araya geldi ve burada iki taraf, “Bhutan-Çin Sınırının Sınırlandırılması ve Sınırlamasına İlişkin Ortak Teknik Ekibin Sorumlulukları ve İşlevleri” konulu bir işbirliği anlaşması imzaladı. Dikkat çeken bir gelişme olarak Bhutan Dışişleri Bakanı’nın Çin’e yaptığı ziyaretin diplomatik ilişkilerde bir ilk olması. Bu 23 Ekim’de Pekin’de Çinli mevkidaşı Wang Yi ile yaptığı ayrı bir toplantıda Dorji, Thimphu’nun sınır müzakerelerini sonuçlandırmaya ve Pekin ile diplomatik ilişkiler kurma sürecini hızlandırmaya hazır olduğunu söylemişti.

Himalaya ülkesi ayrıca sınır anlaşmazlığını çözmek için Çin ile şu ana kadar 13 uzman grup toplantısı düzenledi ve bunların dördü yalnızca geçen yıl ve üçü yalnızca bu yıl gerçekleşti. Ağustos ayında yapılan son toplantıda ülkeler, sınır sorununun çözümüne yönelik Ekim 2021’de üzerinde mutabakata varılan üç adımlı yol haritasının uygulanmasına yönelik adımları hızlandırmaya karar vermişti. Aynı zamanda ilk toplantısını yapan ortak bir teknik ekip de kurdular.

Thimphu ve Pekin 1984 yılında sınır görüşmelerini başlattılar ve o zamandan bu yana esas olarak üç tartışmalı bölgeye odaklandılar: Kuzey Bhutan’daki Jakarlung ve Pasamlung bölgeleri ve Batı Bhutan’daki Doklam bölgesi.

Çin ve Bhutan sınır anlaşmazlıklarını başarılı bir şekilde müzakere edip resmi diplomatik bağlar kurarsa, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Xi Jinping liderliğinin dış politikaya giderek daha agresif bir yaklaşım getirdiği eleştirilerine maruz kalan Pekin, bu becerisini anlaşmazlıkları barışçıl müzakereler yoluyla çözebileceğine dair dünyaya açık mesaj vermek için kullanacaktır.

Bu sınır görüşmeleri Hindistan için neden önemli?

Himalaya krallığının Çin ile olan sınır görüşmelerinde her ne kadar bir çözüm yakın zamanda görünmüyor olsa da bu görüşmeler Thimphu’nun fiili güvenlik şemsiyesi olan Yeni Delhi için -özellikle de 2017’deki Doklam çıkmazından sonra- kritik bir kaygı ve tedirginlik kaynağı ve aynı zamanda stratejik ve güvenlik çıkarları taşıyor. Hindistan’ın Bhutan’ın tartışmasız toprağı olarak kabul ettiği Doklam platosu, Siliguri Koridoru’na yakınlığı nedeniyle stratejik önem taşıyor. Tavuk Boynu olarak da bilinen Siliguri Koridoru Hindistan anakarasını Kuzeydoğu’ya bağlayan 22 km’lik bir şerit. Aynı zamanda Hindistan’ı Tibet, Nepal, Bhutan ve Bangladeş’e bağlıyor. Yeni Delhi’de Thimphu ile Pekin arasındaki sınır anlaşmasının Hindistan, Bhutan ve Çin arasındaki üçlü kavşağın yakınında bulunan Doklam’ın kuzeydeki tartışmalı bölgelerle değiştirilmesini içerebileceğine dair kaygılar var. Bu kavşak noktası Batang La adlı bir noktada yer alıyor. Çin bu noktayı Batang La’nın yaklaşık 7 km güneyinde Gipmochi Dağı adı verilen bir zirveye kaydırmak istiyor. Ancak Yeni Delhi tüm Doklam platosunun Pekin’in kontrolü altında olacağı anlamına geleceği için bu harekete karşı çıkıyor. Çin’in Bhutan’ı diplomatik ilişkiler kurmaya zorlaması ve iki ülkenin on yıllardır süren sınır anlaşmazlığını çözmeye yaklaşması nedeniyle Hindistan temkinli davranıyor ve gelişmeleri yakından izliyor.

Çin daha önce Bhutan’ın batı sınır bölgelerinin bir kısmından vazgeçmesi hâlinde kutsal, manastırlar açısından zengin Beyul Khenpajong vadisi de dâhil olmak üzere kuzey Bhutan’da işgal ettiği bölgelerden çekilme isteğinin sinyalini vermişti. Pekin 1998’de sınırdaki statükoyu değiştirmek için tek taraflı eyleme başvurmama taahhüdüne karşın 2017’den bu yana son dönemdeki Çin-Hindistan kavgasının da patlak verdiği nokta olan Doklam Platosu da dâhil olmak üzere Bhutan’ın batı bölgelerine de sızma hamlelerinde bulunuyor. Pekin’in Thimphu’yu ikna ettiği ve Batı Bhutan’da hak iddia ettiği toprakları ele geçirdiği ve bu sayede Hindistan’ın Kuzeydoğusunu merkeze bağlayan stratejik açıdan önemli ve Hindistan’ın en savunmasız noktası olan Siliguri Koridoru’nun Tavuk Boynu’nu kapatmaya çalıştığı bir senaryo, Yeni Delhi için en hafif deyişle de olsa bir kâbus olur. Dolayısıyla Pekin ve Himalaya krallığı aslında her ne kadar birbirinden uzak olsalar da iki ülke arasındaki potansiyel yakınlık Hindistan için ciddi bir durum: Hindistan’ın Himalaya güvenlik girişiminde stratejik bir gerileme anlamına geliyor. Hindistan, Bhutan ve Nepal ile ilişkilerini Himalaya sınırı güvenlik politikası açısından hayati önemde görüyor.

Ancak şu ana kadar Yeni Delhi tarafından Thimphu’nun Pekin ile sınır anlaşmasının güvence altına alınmasına yönelik adımlarından memnun olmadığına dair herhangi bir ciddi gösterge görülmedi ve aynı zamanda Thimphu’nun planlarına Hindistan’dan destek almadan harekete geçmesi de düşük bir olasılık. Aslında Bhutan Başbakanı Lotay Tshering bu yılın mart ayında yaptığı bir açıklamada Bhutan, Çin ve Hindistan’ın Doklam Platosu’nda birleştikleri yerdeki sınırlarının çizilmesinin yalnızca üçlü olarak yapılabileceğini de söylemişti. Dolayısıyla ziyaretin amacı açık, ancak sonuçlarını zaman gösterecek. Gerçi Çin Hindistan’ın Maldivler, Sri Lanka ve Nepal gibi dostlarını kendi tarafına çekmek için para ile desteklenen yoğun bir çaba harcasa da Yeni Delhi’nin Önce Komşuluk politikasının önde gelen aktörlerinden biri olan Bhutan en azından yakın gelecekte bu kulübe katılmıyor. Çin, Hindistan ile yakın bağları olan Nepal’de yaptığı gibi Bhutan’da da stratejik bir ayak izi oluşturmaya çalışıyor. Pekin’in kredilere ve altyapı projelerine para akıtması nedeniyle Katmandu’daki etkisi son yıllarda artıyor. Ancak Thimphu’nun Yeni Delhi’nin stratejik çıkarlarını ve güvenlik kaygılarını göz ardı etmesi düşük bir olasılık. Hava savunması söz konusu olduğunda Hindistan Thimphu’nun yalnızca koruyucusu değil; ayrıca 1961 yılında ülkenin talebi üzerine Bhutan Ordusu’nun eğitimi için IMTRAT isimli Askeri Eğitim Ekibi’ni Bhutan’da konuşlandırdı.

Ziyaretin gündeminde neler masadaydı?

Ziyaretin görünen yüzü, ikili işbirliğinin tüm kapsamının gözden geçirilmesini amaçlıyordu. Ancak daha da önemlisi, yukarıda ziyaretin amacı açık demiştik: Bhutan Kralı’nın Hindistan temaslarında Thimphu’nun Çin’e karşı tutumu ve kaygıları birincil konu.

Bu etkileşimler ayrıca Himalaya ülkesinin 13. Beş Yıllık Planı’na verilen desteğin artırılması, ticaret ve iç zorluklarla mücadele açısından da oldukça önemli. Fiili güvenlik garantörü olan Yeni Delhi’nin Thimphu’ya tarımdan endüstriyel kalkınmaya, enerjiden kentsel gelişime, sağlıktan eğitime, kültüre, hemen her alana uzanan geniş desteği söz konusu. Ayrıca önemli bir işgücü sağlayıcısı. Bugün Bhutan’da ikamet eden veya çalışan Hintlerin sayısı, Bhutan’a günlük seyahat eden yaklaşık 8 bin işçinin dışında, kabaca 50 bin. Bu diaspora şu anda altyapı geliştirme, eğitim, ticaret, sanat, sağlık, bilgi teknolojisi gibi sektörlerde işgücü anlamına geliyor.

Bhutan’dan üretilen hidroelektriğin en büyük dış tüketicisi olan ve ayrıca Bangladeş ile Bhutan arasında malların iki yönlü taşınmasını da kolaylaştırmakta olan Hindistan, elektrik tarifesini revize etmeyi ve ayrıca Bhutan’ın elektriği Bhutan’ın Basocho hidroelektrik santralinden dağıtma talebini de değerlendiriyor. İki ülke aynı zamanda Assam’dan Kokrajhar-Gelephu demiryolu bağlantısı döşeyerek ve Hindistan-Bhutan sınırında Jaigaon’a bitişik bir yerde bir Entegre Kontrol Noktası kurarak birbirlerinin coğrafyasını birbirine bağlamayı planlıyor.

Son olarak hatırlanacağı üzere 2017 yılında Çin’in bölgede bir yol inşa etmeye çalışması üzerine Hindistan ve Çin Doklam’da 73 günlük bir çıkmaza girmişti. Yeni Delhi Bhutan’ın toprak bütünlüğünü korurken aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak için Thimphu adına müdahale etmişti. Ancak o zamandan bu yana durum gelişti. Kritik nokta şu ki Thimpu’nun sınır görüşmelerinde ve resmi diplomatik ilişkilere ilişkin tartışmalarda Pekin ile doğrudan katılımı, Yeni Delhi’nin doğrudan katılımı olmadan gerçekleşiyor. Değişen dinamikler, Hindistan’ın çıkarlarını koruma konusunda yeni zorluklar ve yeni kaygılar anlamına geliyor. Bu nedenle ki Bhutan Kralı’nın Hindistan’ı ziyareti kritikti ve her iki tarafa da bakış açılarını paylaşma ve Yeni Delhi için Thimphu’nun Pekin ile gelişen ilişkisi hakkındaki kaygıları giderme fırsatı sundu.

Hindistan’ın ayrıca bir de Bhutan’ın kendi kendini tecrit etme olarak tanımlanan eşsiz uluslararası statüsünden bir miktar ayrılarak Yeni Delhi’ye dinamik bir dış politika arzuladığına dair verdiği sinyalleri iyi yönetmesi gerekecek. Ancak mevcut Çin-Hindistan stratejik rekabeti altında Yeni Delhi’nin Pekin ile Thimphu arasındaki diplomatik ilişkileri yönetmeyi kabul etmesi pek olası görünmüyor. Bhutan Başbakanı Lotay Tshering Hint basınına verdiği bir röportajında “Teorik olarak Bhutan’ın Çin ile ikili ilişkisi nasıl olmasın?” demiş ve “Açıkçası bir sorunu çözüp başka bir sorun doğurmak istemiyoruz” diye de eklemişti. Bhutan Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan bir açıklamada, “Bhutan Tek Çin Politikasını destekliyor ve ortak çıkarları ilgilendiren konularda Çin ile temas hâlinde bulunuyor” deniyor. Ancak yetkili bir kaynaktan dile getirilen bir argümana göre Bhutan sınır anlaşmazlığı çözülene kadar Pekin ile doğrudan diplomatik ilişkiler kuramaz.

GÖRÜŞ

NATO zirvesi öncesinde kolektif Batı’nın üç köşesinden yansıyan kriz hali

Yayınlanma

Yazar

Kolektif Batı, NATO’nun 9-11 Temmuz’da Washington’da düzenlenecek 75’inci yıl zirvesine, üzerlerinde toplanan kara bulutlarla gidiyor. Rusya Federasyonu’nu stratejik yenilgiye uğratma hedefli ‘Proje Ukrayna’; askeri, diplomatik ve ekonomik cepheleriyle çökerken, Gazze Şeridi’ndeki insani ve siyasi dram meşhur ‘değerler makyajını’ akıtmış durumda. Çin Halk Cumhuriyeti’ni dizginlemek için Asya’nın sularını ısıtmaya mecalin kalıp kalmayacağı meçhul. Ve asıl Batı’nın kendi içinde neoliberal modelinin sıkışmışlığı görünür hale geliyor.

AB’nin iki sac ayağından Fransa’da Macronizm çatırdarken, 20 senedir ‘aşırı sağ’ diye formüle edilen denklem ciddiye biniyor. Almanya’da Başbakan Olaf Scholz, komşusunu kaygıyla izliyor. Hristiyan Demokratlar’ın da ötesinde Almanya için Alternatif ile yeni şekillenen sol ensesinde.

‘Demokrasi beşiği’ Britanya’nın etnik kökeniyle cilalanan başbakanı Rishi Sunak, 14 yıllık Muhafazakar iktidarı uçurumdan atarken, neoliberal nizamın temsilciliği İşçi Partisi’ne devroluyor.

Asıl önemlisi dört yıllık başkanlığında dünyayı ‘demokrasi ve müstesna Amerikan liderliği’ altında toplama iddiasını ortaya koyan Joe Biden’ın bizzat kendisi ‘yitip gidiyor’. Amerikan siyaset makinasının dişlileri gıcırdıyor.

Fransa’dan başlayalım…

KÜÇÜK NAPOLYON’UN BÜYÜK KUMARI

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, çok değil, birkaç ay öncesine kadar kibirli bir edayla Rusya ile savaşmak için Ukrayna’ya asker gönderme gündemini canlı tutuyordu. Moskova’dan tarihsel anımsatmalar eşliğinde sert yanıt alınca, Ukrayna çatışması öncesinde Rusya lideri Putin ile telefon görüşmesi kayıtlarını tekrardan ‘ifşa ederek’ intikama kalkıştı. Gizlice aldığı kayıtlarda Putin’in BM onaylı Minsk anlaşmasını uygulamak için Donbass’taki halk cumhuriyetleriyle müzakere çabalarını anlatmasından öte bir şey de yoktu. Asıl dikkati çeken Macron ekibinin gülüşüp dalga geçmeleriydi.

Macron’un neşesi uzun sürmedi. Fransa’da Avrupa Parlamentosu için 9 Mayıs’ta düzenlenen seçimler suratında patladı. Kötü şöhretli nazi babası ile göbek bağını çoktan kesip merkez sağa konumlanmış Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN-Rassemblement Nationale) 31,4 ile sandığı salladı. Macron’un Rönesans partisi yüzde 14,6’yla ağır hezimet yaşadı. Macron, ‘aşırı sol’ diye etiketlediği yüzde 13,8’lük ‘sosyalistleri’ kılpayı geçebildi.

‘Baskın basanındır’ diyerek parlamentoyu fesh etti, ilk turu 30 Haziran, ikinci turu 7 Temmuz’da erken seçim ilan etti. Fransız halkının önüne son 20 yılın bildik denklemini koydu: ‘biz gidersek aşırı sağcı Le Pen gelir’.

Ne ki bu kez 30 Haziran’daki ilk tur seçim de faciaya döndü. Ulusal Birlik tek başına oyların yüzde 29,5’una ulaşırken, müttefikleriyle yüzde 33’e tutundu. Macron’u destekleyen merkez bloğun (Rönesans ile ortakları Demokrasi hareketi MoDem ve Ufuklar Partisi) ‘Birlikte’ ittifakı ancak yüzde 20,4’e çıkabildi. Baş başa kalsalar birbirlerini yiyecek Sosyalist Parti, Boyun Eğmeyen Fransa (LFI), Yeşiller ve Komünist Parti ‘aşırı sağ’ kaygısıyla Yeni Halk Cephesi’nde birleşip yüzde 27,9’a ulaşmayı başardı. Ulusal Birlik’e göz kırpan Éric Ciotti’nin Cumhuriyetçileri (LR) yüzde 6,56 ile dördüncü geldi.

İkinci tur 7 Temmuz’da. Ulusal Birlik’e karşı seçim bölgelerinde adaylar şansı daha yüksek rakipleri lehine çekiliyor. Fransız medyasına göre yükü çeken solcular. Yeni Halk Cephesi adayları ‘Birlikte’ lehine çekilirken, Macron’un adayları güçsüz oldukları yerlerde bile kampanyaya devam ediyor. Sol yine neoliberal nizama payandalıkla meşgul.

‘TOPAL ÖRDEK’

Macron, karmaşık seçim sisteminin de yardımıyla ikinci turda durumunu bir nebze düzeltebilir. Ancak rahat yönetme şansı görünmüyor. Fransız siyasi sisteminin alamet-i farikası ‘Kohabitasyon’un işlemesi zor. Le Pen ve yoksul göçmen kesimden devşirdiği 28 yaşındaki başbakan adayı Jordan Bardella, parlamentoda mutlak çoğunluk olmadan iktidarı istemiyor.

İlk tur Fransızların beşte dördünün Macron’a karşı olduğunu sergiledi. Ülkenin kredi notu düşer ve bütçe krizi tartışılırken, Macron sola veya teknokrat hükümete yıkabileceği bir siyasi belirsizliğe oynayabilir. Ama 7 Temmuz’da ‘20 yıllık bildik denklem’ işe yaramazsa, görev süresinin sonu olan 2027’yi bile görmeyebilir.

Polis şiddetiyle ezdiği Sarı Yelekler, emeklilik reformu, ağırlaşan göçmen krizi ve Fransız sömürgelerinin insanlarıyla kimlik ve dini ayrımlar üzerinden bitmeyen gerilimler, militarist Ukrayna politikalarının etkisiyle katlanan gıda ve enerji fiyatları eşliğinde Macronizmin sonu görünüyor. Zaman Le Pen’in lehine işliyor.

Velhasıl Macron, Washington’daki NATO zirvesine her halükarda ‘topal ördek’ olarak gidiyor.

DEMOKRASİNİN BEŞİĞİNDE BURUK ZAFER

Brexit’le ‘eğreti durduğu’ AB’den ayrılan Anglo-Amerikan ittifakının küçük ortağı Birleşik Krallık’ta Fransa’daki gibi bir trajedi yok. Ama epeydir, Boris Johnson, Liz Truss gibi isimler eşliğinde zaten temsili demokrasi kör topal işlerken, şimdi üstüne alternatifsizlik hakim.  

Beklendiği üzere, Muhafazakar Parti’nin 14 yıllık iktidarı Hint asıllı seçilmemiş varlıklı Başbakan Rishi Sunak’ın gözetiminde çöktü. 4 Temmuz seçiminde kesin olmayan sonuçlara göre, Muhafazakarlar 365 sandalyeden 121’e düştü. Yüzde 23.7 oranında oyla tam 250 milletvekilliği kaybettiler. Şahin Savunma Bakanı Grant Shapps, bir ay kadar süren başbakanlığı ‘marul ömrüyle’ anılan Lizz Truss Avam Kamarası’na seçilemediler.

Parlamentoda mutlak çoğunluk için 326 yeterliyken İşçi Partisi tam 412 sandalyeyi kaptı. Oylarını hepi topu yüzde 1,6 oranında yükseltmişken, seçim sistemi sayesinde yüzde 33,7 oranında oyla 221 fazladan vekil çıkardılar. Liberal Demokratlar 71 sandalye alırken, asıl sürprizi ‘aşırı sağcı’ Reform UK yaptı. Nigel Farage liderliğindeki Reform UK, oylarını yüzde 12,3 oranında yükselterek yüzde 14,3’e çıkardı ve 4 vekillik kazandı. Kalanı Yeşiller, Bağımsızlar, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den partilere gitti.

Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı İşçi Partisi lideri Keir Starmer.

Ancak ‘zafer’ buruk. 2019’daki yüzde 64,9’luk katılım oranının 8 puan düşerek yüzde 56,9’a gerilemesi ‘ezici zaferin’ coşkusunu söndürüyor.

KENDİ SEÇİM BÖLGESİNDE OY KAYBEDEN LİDER 

Daha utanç verici olan katakulli ile partiden attığı selefi Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri olduğu 2019’da kendi seçim bölgesinden 36.641 oy almış olan Starmer’ın, şimdi partinin lideri olarak aldığı oyların 18.884’e düşmesi. Corbyn bağımsız milletvekili seçilmeyi başardı. İşçi Partili rakibi Paul Waugh da öyle. Fark Waugh’ın geçen sene Rishi Sunak’a ‘yetkin başbakan’ diyerek övgü düzmüşlüğü. İngiliz İşçi Partisi’nin halleri nereden baksak acınası.

Aslında seçim öncesi YouGov anketi, İşçi Partisi’ne oy vereceklerin ana motivasyonunun yüzde 48 ile Muhafazakarlardan kurtulmak olduğunu ortaya sermişti. Starmer’ın emekçiler için çalıştığını düşünen yahut ona liderliği için oy vereceğini söyleyenlerin oranı yüzde 1, sağlık sistemini düzeltme olasılığına oy verenler yüzde 4 görünüyordu.

Nitekim Amerika’nın çokuluslu yatırım devi BlackRock’ın multi milyarder patronu Larry Fink’in ‘umut’ görüp desteklediği Keir Starmer, iç siyasette asgari ücret artışı, sağlık randevuları ile ilgili vaatlerini tutabilir mi bilinmez. Özetle, ülkeyi yeniden AB’ye sokma arzusunda, Gazze’de İsrail yandaşı, ‘Proje Ukrayna’nın destekçisi… Yani Rishi Sunak kampanyasının ‘dünya kötü, güvenlik için orduyu güçlendirmeliyiz’ söylemine kimsenin prim vermemiş olması bir şey değiştirmiyor.

ASIL SÜRPRİZ SİYASETTEN SİLEMEDİKLERİ FARAGE

Asıl sürprizi yapan Reform UK’ye gelince… Parti 4 sandalye kazanırken tartışmalı lideri Nigel Farage ilk kez Avam Kamarası’na girmeyi başardı. Ülkenin aşırı göçmen akını yüzünden kültürel yarılma yaşadığını söyleyen Farage “Biz misafirperver bir ülkeyiz ama milyonlar alamayız” diyor. “Dünyanın her yerinden, her dinden gelebilirsiniz, eğer bizim değerlerimizi paylaşıyorsanız birlikte mutlu ve barış içinde yaşayabiliriz” dese de ülkenin Hıristiyan köklerine atıfta bulunuyor. ‘Okullardan zehirli üçüncü cins ideolojisini yasaklamayı’ vaad eden Farage, son dönemde Rusya’nın AB ve NATO tarafından kışkırtıldığını söyleyerek şimşekleri çekti. Nihayetinde, Brexit sonrası siyasetten silineceğini iddia edenleri haksız çıkardı.

Velhasıl Keir Starmer, ABD’nin Bağımsızlık Günü’ne denk gelen 4 Temmuz seçiminin ardından Macron’un aksine Washington’a ‘muzaffer’ gidiyor.  

Tesadüf o ki, büyük ortak ABD’deki başkanlık seçimi de 5 Kasım ‘Guy Fawkes Günü’ne denk geliyor. 17’inci yüzyılda Katoliklerin Kral 1. James’in zulmüne karşı Westminster’ı havaya uçurma komplosunun kutlandığı tarihe… Ve Atlantik’in ötesinde, Beyaz Saray’da da Capitol Hill’de de sinirler gergin.

‘UYKUCU JOE’ İLE ‘BÜYÜK DON’

Amerikan ana akım medyasının yardımıyla üzeri örtülmeye çalışılan 81 yaşındaki Joe Biden’ın ‘bunama’ sorunları, Demokratik Parti ve müesses nizamın başına büyük dertler açtı. Hem de Donald Trump’a karşı ‘Amerikan demokrasisi için’ ikinci kez göğüslerini siper etmeye çalışırken…

ABD önseçimleri rekabetsiz ve renksiz geçerken, 27 Haziran’daki ilk başkanlık münazarasında kızılca kıyamet koptu. ‘Uykucu Joe’ ile ‘Büyük Don’un kapışmaları tarihi nitelikteydi. Camp David’de bir hafta kampa sokulmuş Biden cümleleri ağzında geveleyip anlaşılmaz kılmakla kalmayıp arada uyuklarken, doğrusu Trump rakibine çok da yüklenmeme taktiği izledi. 90 dakika boyunca ABD ve dünyaya dair üst perdeden atıp tutarken birbirlerine hakaretler yağdıran iki aday, geçkin yaşlarını ‘en iyi kim golf oynuyor’ üzerinden yarıştırarak Amerikan siyasetinin entelektüel düzeyini iyice sığlaştırdı.

‘JOE MUHTEŞEM BİR İŞ YAPTIN! HER SORUYU CEVAPLADIN!’

‘Uykucu Joe’ da ‘Büyük Don’ da ‘münazara zaferi’ ilan etti. Bilhassa First Lady Jill Biden’ın Demokrat taraftarlar önünde adeta 5 yaşında çocukla konuşur gibi “Joe, muhteşem bir iş yaptın! Her soruyu cevapladın” diyerek yaptığı sunum şoke ediciydi!

Demokratik liderlik ve bağışçıların büyük paniği gizlenecek gibi değil. New York Times, The Atlantic gibi yayınlar açıkça Biden’a adaylıktan çekilme çağrıları yaptı. Damardan Biden’cı İngiliz medyası Atlantik ötesinden ses verirken, The Economist Amerikan başkanlık armasını yürüteçle kapağına taşıdı.

Biden ekibi münazaradaki halini haziran ortasına kadar Avrupa’ya seyahatler ve grip olmasına bağlamaya çalışarak herkesi güldürüyor. ‘Kral çıplak’! Anketler seçmenlerin yüzde 70’ten fazlasının Biden’ın zihin sağlığının başkanlığa elvermediğini düşündüğünü gösteriyor. Son olarak Biden’ın Philedelphia’da bir radyoya “Siyah bir başkanla birlikte görev yapan ilk siyah kadın başkan yardımcısı olmaktan gurur duyduğunu” söylemesi karşısında dehşete düşen Amerikalılar “Bu adamda nükleer kodlar var” diye söyleniyorlar.

Şu ana kadar çabalar önseçimleri rakipsiz almış Biden’ı çekilmeye ikna edemiyor. Hatta yasadışı silah bulundurmaktan hükümlü, eski uyuşturucu müptelası oğlunu resmi toplantılara katarak aile meclisi eşliğinde kenetlenmiş görünüyor.

Demokratlar biçare. Bu haliyle Trump’ı yenebilecek iki isim öne çıkarılıyor. Mütevazı ve entelektüel eski First Lady Michele Obama ile tuhaf ve anlaşılmaz cümleleri ve yapmacık tavırlarıyla pek iyi sınav vermemiş başkan yardımcısı Kamala Harris. Michele Obama’nın görevi istemediği söyleniyor. Hevesli Kamala’nın heyecanını gizleyemediği açık fakat parti içinde kendisinden çok da hazzedilmediği anlaşılıyor.

Demokratların ağustos ayındaki kurultayına kadar ne olacağı meçhul. Biden’ı çekilmeye zorlamak için ‘tüm adaylara açık, beş haftalık hızlı bir önseçim ve kurultay’ yahut yasal mekanizmalara başvurmak dahil bin bir tartışma dönüyor.

En derin korku Trump’ın bu kez kazanırsa Amerikan devlet bürokrasisine Obama döneminden bu yana daha da nüfuz etmiş Demokratları koltuklarından etmesi. Münazara sonrası Yüksek Mahkeme’nin 6 Ocak 2021 Kongre baskını dahil Trump’a resmi görevindeki icraatlarından ötürü ‘kısmi muafiyet’ sunması kaygıları artırdı. Trump’a açılan davalarla ilgili ‘yasal gerekçeler’ geçerli olsa dahi, Adalet Bakanlığı destekli kovuşturmaların onu ekarte etmeye yönelik ve siyasi nitelikte olduğu izlenimi silinemiyor.

ABD’de hayat pahalılığı, kronikleşen göç, sokakları saran fentanil ile çöken altyapının yenilenmesi gereğine konuşulurken ve kamu borcu üç ayda bir 1 trilyon dolar artarken, Biden’ı yeniden seçtirme sancısı içindeki Demokratların sıkıntısı büyük.

TESELLİCİ DEMOKRATLAR, AI MÜHENDİSLİĞİ PEŞİNDE KOŞANLAR

Kimi Demokrat teselliyi ‘felçli Woodrow Wilson, FDR veya Ronald Reagan’a atıfla ‘Biden’ın durumu benzersiz değil’ demekte buluyor. Associated Press’in Perşembe günkü haberinin başlığı ‘Biden 81 yaşında: Zeki ve odaklanmış ama bazen kafası karışık ve unutkan’ oldu.

Kimisi de uzmanı oldukları ‘toplum mühendisliğine’ hevesleniyor. En acayip fikir Huffington Post’un ‘görüşler’ bölümüne konan ‘Biden Kampanyasının Yapay Zekayı Kucaklamasının Zamanı Geldi’ başlıklı makaleyle geldi. Makalede açıkça Demokrat kampanyanın ‘yapay zeka kullanarak Amerikan halkını Joe Biden’ın sağlıklı ve enerji dolu olduğuna inandırması gerektiği’ teması işlendi! Amerikan halkının ahmak yerine konmasını içeren böylesine bir öneri herhalde dünyada bir tek ABD’de yapılabilir.

Biden’ın ‘yitip giden’ liderliği, Avrupalı müttefiklerin halleri, necon’ların Batı’nın ekonomik ve siyasi hegemonyasını devam ettirmek için çizdikleri stratejinin de gelip dayandığı yeri gösteriyor. Biden ev sahipliğinde yapılacak NATO’nun 75’inci yıl zirvesi öncesi durum hiç parlak değil. Esasında Rusya ve Çin liderlerinin yinelenen mesajları, kolektif Batı’ya bir büyük kapışmadan dönmek için rasyonel yollar sunuyor. Ne ki, Batı’nın siyasi elitlerinin bu yolları görebilmeleri uzak bir ihtimal.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English