GÖRÜŞ
Hindistan’ın kadim dostu Bhutan: Kral’ın kritik ziyareti
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramBhutan Kralı Jigme Khesar Namgyel Wangchuck, Hindistan’a 3-10 Kasım tarihleri arasında sekiz günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geleneksel olarak uluslararası ilişkilerini Hindistan üzerinden yürüten Bhutan’ın iki bölgesel dev arasındaki ilişkilerin kötüleştiği bir ortamda Çin ile görünüşte büyüyen bağlarının arka planında gelişmiş olması açısından oldukça kritik. Hindistan Dışişleri Bakanlığı ziyareti şöyle lanse etti: “Hindistan ve Bhutan, anlayış ve karşılıklı güven ile karakterize edilen benzersiz dostluk ve işbirliği bağlarına sahiptir. Ziyaret, her iki tarafa da ikili işbirliğinin tüm kapsamını gözden geçirme ve farklı sektörlerde örnek niteliğindeki ikili ortaklığı daha da ilerletme fırsatı sunacaktır.” Bu resmi ziyarete Bhutan Kraliyet hükümetinden üst düzey yetkililer ile beraber ayrıca Kraliçe Jetsun Pema ve iki oğlu da eşlik etti.
Peki, Bhutan hükümdarının Hindistan ziyareti neden önemli? Ama öncesinde Bhutan’a, Hindistan’ın Bhutan ile ilişkilerine, Bhutan’ın Çin ile yedi yıldır durmuş olan ve şimdi yeniden başlayan sınır görüşmelerine kısa bir bakış daha yararlı olur. Hadi tüm bu parametrelere adım adım yakından bakalım.
Saklı Cennet Bhutan
Kendi deyişleriyle “barışçıl ejderhanın ülkesi” Bhutan, Doğu Himalayalarda bulunur ve denize kıyısı yok. Batısında ve doğusunda Hindistan ile kuzeyinde ise Tibet bölgesinden dolayı Çin ile sınır komşusu. Coğrafi açıdan Bangladeş ve Nepal’e de çok yakın ancak bunlarla paylaştığı herhangi bir sınır söz konusu değil. İki Asya devi arasında yer alan küçük bir Himalaya krallığı olan Bhutan için 699 kilometrelik Hindistan sınırı çok değerli. Hindistan için de değerli olan bu sınır Hindistan’ın Arunachal Pradesh, Assam, Batı Bengal ve Sikkim devletlerini Bhutan’a bağlıyor.
Kalan son egemen Himalaya krallıklarından biri olan ve geleneğe bağlı modern bir ülke olan Bhutan halkının televizyon ve internet gibi teknolojik materyaller ile tanışması dahi neredeyse 2000’li yıllara denk geliyor. Ancak Bhutan halkı için 2000’ler yalnız teknoloji ile tanışma dönemi değil, aynı zamanda yeni bir yönetim biçimi ile tanışma anlamına da geliyor. Günümüz 43 yaşındaki Bhutan Kralı -Bhutan’ın beşinci Ejderha Kralı- babasının kendi isteğiyle tahttan ayrılması üzerine tahta geçti ve ardından yüksek katılımın sağlandığı çok partili seçimler ile anayasal monarşi söz konusu oldu. Dış politikada bu küçük Himalaya krallığı tarafsız çizgi ile öne çıksa da asıl tercihi hep güvenlik ve kalkınma için sırtını yasladığı Hindistan’dan yana.
Bir milyondan az nüfusu olan ve neredeyse bir İsviçre büyüklüğünde olan Himalaya krallığı, çoğunluğu küçük bölgesel ülkeler olan yalnızca 54 ülkeyle diplomatik ilişkileri bulunan benzersiz bir Birleşmiş Milletler üyesi ülke. Dikkat çekici bir biçimde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki P-5 ülkelerinden (beş daimi üyeden) hiçbiriyle diplomatik ilişkisi yok; Çin de dâhil. Bhutan’ın başkentinde yalnızca Hindistan, Bangladeş ve Kuveyt’in büyükelçilikleri bulunuyor. Ayrıca New York (Birleşmiş Milletler), Brüksel (Avrupa Birliği) ve Cenevre’deki diplomatik misyonların yanı sıra Bhutan’ın yalnızca Hindistan, Bangladeş, Belçika, Avustralya, Kuveyt ve Tayland’da büyükelçilikleri bulunuyor. Hindistan’ın kendini kanıtlamış bir dostu olan Bhutan, 1971’deki kurtuluş savaşından sonra Bangladeş’i tanıyan ilk ülke. Bhutan ve Hindistan, ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma konusunda anlaşmaya bağlılar.
İkili ilişkiler
Dağlık coğrafyası nedeniyle tarihsel olarak izole edilmiş olan Bhutan 1910 yılında Britanya İmparatorluğu ile ilk ikili anlaşmasını imzalayarak İngilizlerin dışişlerini ve savunmasını yönlendirmesine olanak tanıdı. 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkeler arasında yer aldı ve yakın ilişkilerin temelini attı. 1968’de resmi diplomatik ilişkiler kuran Hindistan ve Bhutan özel bir ilişkiye sahip. Bu özel ilişki, daha sonra 2007’de güncellenen 1949 tarihli Hint-Bhutan Dostluk Anlaşması’na bağlı. Bu anlaşma Yeni Delhi ve Thimphu ilişkilerinin temel çerçevesini oluşturuyor; iki ülke arasında sürekli barış ve dostluk, serbest ticaret, birbirlerinin içişlerine karışmamak ve birbirlerinin vatandaşlarına karşı eşit adalet konularına dayanıyor. Daha önce Bhutan’ın dış ilişkilerinde Hindistan’ın rehberliğinde olacağını belirten anlaşmanın 2. maddesi 2007’de revize edildi. 1949 tarihli dostluk anlaşması uyarınca Bhutan dış ilişkiler konusunda Hindistan hükümetinin tavsiyelerine göre hareket etme sözü vermişti. Artık 2007’de revize edilen anlaşmada bu söz her iki ülkenin de ulusal çıkarlarıyla ilgili konularda birbirleriyle yakın işbirliği yapma taahhüdü olarak yeniden çerçevelendi. Dolayısıyla bu anlaşma Thimphu’nun dış politika konusunda Hindistan’ın rehberliğini ve aynı zamanda silah edinme iznini isteme yükümlülüğünü ortadan kaldırdı.
Yeni Delhi, ticari malları ve ticareti için hem kaynak hem de pazar olarak Thimphu’nun yalnızca ana kalkınma ortağı değil, aynı zamanda onun ihracatının yüzde 98’ini ve ithalatının yüzde 90’ını oluşturan en büyük ticaret ortağı. Hindistan, Bhutan’ın ilk Beş Yıllık Planı’nın başlatılmasıyla planlı kalkınma sürecine başladığı 1961 yılından bu yana kapsamı ve içeriği önemli ölçüde büyüyen Thimphu’nun sosyo-ekonomik kalkınmasına önemli bir yardım sağlıyor. Faaliyet alanları hem çok taraflı alanda hem de kültürel alışveriş, eğitim, ticaret, hidroelektrik ve sosyo-ekonomik kalkınma gibi ikili alanlarda işbirliğini kapsıyor. Bhutan’da hidroelektrik sektörünün geliştirilmesine yönelik işbirliği iki ülke arasındaki karşılıklı yarar sağlayan ekonomik işbirliğinin merkezini oluşturuyor. Dahası, denize kıyısı olmayan bir ülke olarak üçüncü ülkelerden yapılan tüm ithalat ve ihracatlar Hindistan üzerinden geçiyor.
Daha da önemlisi Yeni Delhi Thimphu’nun fiili güvenlik garantörü olmaya devam ediyor. Yeni Delhi’nin Bhutan üzerinde kontrol sağlamak için güvenlik kaygılarını bir bahane olarak kullandığını düşünen Bhutanlılar da yok değil. Pekin, Bhutan vatandaşlarını çekmek için ticaret, modern şehirleri sergileme ve burslar sunma gibi çeşitli stratejiler uygulayarak Çin’in Thimphu’daki etkisine ilişkin Hindistan’ın kaygılarını artırıyor. Çin’i Bhutan’ın yanı sıra Nepal ve Hindistan’ın da komşusu yapan şey, dini ve kültürü Bhutan toplumunu şekillendiren Mao Zedong’un 1951’de Tibet’i ilhak etmesiydi. Ancak bugün Thimphu’nun kendine özgü bir kimliği varsa burada Hindistan’ın Bhutan’ı kültürel ve sosyolojik olarak Tibet’ten ayırmadaki rolü de yadsınamaz bir olgu.
Bhutan’ın Çin ile sınır görüşmeleri
Hindistan ve Bhutan Çin’in henüz sınır anlaşmazlıklarını çözemediği iki ülke. Pekin ile 2016 yılında 24 turluk görüşmelerin ardından Thimphu, Ekim 2021’de kara sınırlarının çizilmesine yönelik müzakerelerin hızlandırılması için üç adımlı bir yol haritası (sınırın masa üzerinde kabul edilmesi, ardından sahadaki alanların ziyaret edilmesi ve ardından resmi olarak sınırın çizilmesi) imzaladı. Bu ekim ayının son haftasında 25. tur sınır görüşmelerini gerçekleştirirken Bhutan Kralı’nın Hindistan gezisi Bhutan ve Çin’in Pekin’de bu müzakereleri gerçekleştirmesinden günler sonra gerçekleşti. Bhutan Dışişleri Bakanı Tandi Dorji liderliğindeki bir heyet 24 Ekim’de Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Sun Weidong ile bir araya geldi ve burada iki taraf, “Bhutan-Çin Sınırının Sınırlandırılması ve Sınırlamasına İlişkin Ortak Teknik Ekibin Sorumlulukları ve İşlevleri” konulu bir işbirliği anlaşması imzaladı. Dikkat çeken bir gelişme olarak Bhutan Dışişleri Bakanı’nın Çin’e yaptığı ziyaretin diplomatik ilişkilerde bir ilk olması. Bu 23 Ekim’de Pekin’de Çinli mevkidaşı Wang Yi ile yaptığı ayrı bir toplantıda Dorji, Thimphu’nun sınır müzakerelerini sonuçlandırmaya ve Pekin ile diplomatik ilişkiler kurma sürecini hızlandırmaya hazır olduğunu söylemişti.
Himalaya ülkesi ayrıca sınır anlaşmazlığını çözmek için Çin ile şu ana kadar 13 uzman grup toplantısı düzenledi ve bunların dördü yalnızca geçen yıl ve üçü yalnızca bu yıl gerçekleşti. Ağustos ayında yapılan son toplantıda ülkeler, sınır sorununun çözümüne yönelik Ekim 2021’de üzerinde mutabakata varılan üç adımlı yol haritasının uygulanmasına yönelik adımları hızlandırmaya karar vermişti. Aynı zamanda ilk toplantısını yapan ortak bir teknik ekip de kurdular.
Thimphu ve Pekin 1984 yılında sınır görüşmelerini başlattılar ve o zamandan bu yana esas olarak üç tartışmalı bölgeye odaklandılar: Kuzey Bhutan’daki Jakarlung ve Pasamlung bölgeleri ve Batı Bhutan’daki Doklam bölgesi.
Çin ve Bhutan sınır anlaşmazlıklarını başarılı bir şekilde müzakere edip resmi diplomatik bağlar kurarsa, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Xi Jinping liderliğinin dış politikaya giderek daha agresif bir yaklaşım getirdiği eleştirilerine maruz kalan Pekin, bu becerisini anlaşmazlıkları barışçıl müzakereler yoluyla çözebileceğine dair dünyaya açık mesaj vermek için kullanacaktır.
Bu sınır görüşmeleri Hindistan için neden önemli?
Himalaya krallığının Çin ile olan sınır görüşmelerinde her ne kadar bir çözüm yakın zamanda görünmüyor olsa da bu görüşmeler Thimphu’nun fiili güvenlik şemsiyesi olan Yeni Delhi için -özellikle de 2017’deki Doklam çıkmazından sonra- kritik bir kaygı ve tedirginlik kaynağı ve aynı zamanda stratejik ve güvenlik çıkarları taşıyor. Hindistan’ın Bhutan’ın tartışmasız toprağı olarak kabul ettiği Doklam platosu, Siliguri Koridoru’na yakınlığı nedeniyle stratejik önem taşıyor. Tavuk Boynu olarak da bilinen Siliguri Koridoru Hindistan anakarasını Kuzeydoğu’ya bağlayan 22 km’lik bir şerit. Aynı zamanda Hindistan’ı Tibet, Nepal, Bhutan ve Bangladeş’e bağlıyor. Yeni Delhi’de Thimphu ile Pekin arasındaki sınır anlaşmasının Hindistan, Bhutan ve Çin arasındaki üçlü kavşağın yakınında bulunan Doklam’ın kuzeydeki tartışmalı bölgelerle değiştirilmesini içerebileceğine dair kaygılar var. Bu kavşak noktası Batang La adlı bir noktada yer alıyor. Çin bu noktayı Batang La’nın yaklaşık 7 km güneyinde Gipmochi Dağı adı verilen bir zirveye kaydırmak istiyor. Ancak Yeni Delhi tüm Doklam platosunun Pekin’in kontrolü altında olacağı anlamına geleceği için bu harekete karşı çıkıyor. Çin’in Bhutan’ı diplomatik ilişkiler kurmaya zorlaması ve iki ülkenin on yıllardır süren sınır anlaşmazlığını çözmeye yaklaşması nedeniyle Hindistan temkinli davranıyor ve gelişmeleri yakından izliyor.
Çin daha önce Bhutan’ın batı sınır bölgelerinin bir kısmından vazgeçmesi hâlinde kutsal, manastırlar açısından zengin Beyul Khenpajong vadisi de dâhil olmak üzere kuzey Bhutan’da işgal ettiği bölgelerden çekilme isteğinin sinyalini vermişti. Pekin 1998’de sınırdaki statükoyu değiştirmek için tek taraflı eyleme başvurmama taahhüdüne karşın 2017’den bu yana son dönemdeki Çin-Hindistan kavgasının da patlak verdiği nokta olan Doklam Platosu da dâhil olmak üzere Bhutan’ın batı bölgelerine de sızma hamlelerinde bulunuyor. Pekin’in Thimphu’yu ikna ettiği ve Batı Bhutan’da hak iddia ettiği toprakları ele geçirdiği ve bu sayede Hindistan’ın Kuzeydoğusunu merkeze bağlayan stratejik açıdan önemli ve Hindistan’ın en savunmasız noktası olan Siliguri Koridoru’nun Tavuk Boynu’nu kapatmaya çalıştığı bir senaryo, Yeni Delhi için en hafif deyişle de olsa bir kâbus olur. Dolayısıyla Pekin ve Himalaya krallığı aslında her ne kadar birbirinden uzak olsalar da iki ülke arasındaki potansiyel yakınlık Hindistan için ciddi bir durum: Hindistan’ın Himalaya güvenlik girişiminde stratejik bir gerileme anlamına geliyor. Hindistan, Bhutan ve Nepal ile ilişkilerini Himalaya sınırı güvenlik politikası açısından hayati önemde görüyor.
Ancak şu ana kadar Yeni Delhi tarafından Thimphu’nun Pekin ile sınır anlaşmasının güvence altına alınmasına yönelik adımlarından memnun olmadığına dair herhangi bir ciddi gösterge görülmedi ve aynı zamanda Thimphu’nun planlarına Hindistan’dan destek almadan harekete geçmesi de düşük bir olasılık. Aslında Bhutan Başbakanı Lotay Tshering bu yılın mart ayında yaptığı bir açıklamada Bhutan, Çin ve Hindistan’ın Doklam Platosu’nda birleştikleri yerdeki sınırlarının çizilmesinin yalnızca üçlü olarak yapılabileceğini de söylemişti. Dolayısıyla ziyaretin amacı açık, ancak sonuçlarını zaman gösterecek. Gerçi Çin Hindistan’ın Maldivler, Sri Lanka ve Nepal gibi dostlarını kendi tarafına çekmek için para ile desteklenen yoğun bir çaba harcasa da Yeni Delhi’nin Önce Komşuluk politikasının önde gelen aktörlerinden biri olan Bhutan en azından yakın gelecekte bu kulübe katılmıyor. Çin, Hindistan ile yakın bağları olan Nepal’de yaptığı gibi Bhutan’da da stratejik bir ayak izi oluşturmaya çalışıyor. Pekin’in kredilere ve altyapı projelerine para akıtması nedeniyle Katmandu’daki etkisi son yıllarda artıyor. Ancak Thimphu’nun Yeni Delhi’nin stratejik çıkarlarını ve güvenlik kaygılarını göz ardı etmesi düşük bir olasılık. Hava savunması söz konusu olduğunda Hindistan Thimphu’nun yalnızca koruyucusu değil; ayrıca 1961 yılında ülkenin talebi üzerine Bhutan Ordusu’nun eğitimi için IMTRAT isimli Askeri Eğitim Ekibi’ni Bhutan’da konuşlandırdı.
Ziyaretin gündeminde neler masadaydı?
Ziyaretin görünen yüzü, ikili işbirliğinin tüm kapsamının gözden geçirilmesini amaçlıyordu. Ancak daha da önemlisi, yukarıda ziyaretin amacı açık demiştik: Bhutan Kralı’nın Hindistan temaslarında Thimphu’nun Çin’e karşı tutumu ve kaygıları birincil konu.
Bu etkileşimler ayrıca Himalaya ülkesinin 13. Beş Yıllık Planı’na verilen desteğin artırılması, ticaret ve iç zorluklarla mücadele açısından da oldukça önemli. Fiili güvenlik garantörü olan Yeni Delhi’nin Thimphu’ya tarımdan endüstriyel kalkınmaya, enerjiden kentsel gelişime, sağlıktan eğitime, kültüre, hemen her alana uzanan geniş desteği söz konusu. Ayrıca önemli bir işgücü sağlayıcısı. Bugün Bhutan’da ikamet eden veya çalışan Hintlerin sayısı, Bhutan’a günlük seyahat eden yaklaşık 8 bin işçinin dışında, kabaca 50 bin. Bu diaspora şu anda altyapı geliştirme, eğitim, ticaret, sanat, sağlık, bilgi teknolojisi gibi sektörlerde işgücü anlamına geliyor.
Bhutan’dan üretilen hidroelektriğin en büyük dış tüketicisi olan ve ayrıca Bangladeş ile Bhutan arasında malların iki yönlü taşınmasını da kolaylaştırmakta olan Hindistan, elektrik tarifesini revize etmeyi ve ayrıca Bhutan’ın elektriği Bhutan’ın Basocho hidroelektrik santralinden dağıtma talebini de değerlendiriyor. İki ülke aynı zamanda Assam’dan Kokrajhar-Gelephu demiryolu bağlantısı döşeyerek ve Hindistan-Bhutan sınırında Jaigaon’a bitişik bir yerde bir Entegre Kontrol Noktası kurarak birbirlerinin coğrafyasını birbirine bağlamayı planlıyor.
Son olarak hatırlanacağı üzere 2017 yılında Çin’in bölgede bir yol inşa etmeye çalışması üzerine Hindistan ve Çin Doklam’da 73 günlük bir çıkmaza girmişti. Yeni Delhi Bhutan’ın toprak bütünlüğünü korurken aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak için Thimphu adına müdahale etmişti. Ancak o zamandan bu yana durum gelişti. Kritik nokta şu ki Thimpu’nun sınır görüşmelerinde ve resmi diplomatik ilişkilere ilişkin tartışmalarda Pekin ile doğrudan katılımı, Yeni Delhi’nin doğrudan katılımı olmadan gerçekleşiyor. Değişen dinamikler, Hindistan’ın çıkarlarını koruma konusunda yeni zorluklar ve yeni kaygılar anlamına geliyor. Bu nedenle ki Bhutan Kralı’nın Hindistan’ı ziyareti kritikti ve her iki tarafa da bakış açılarını paylaşma ve Yeni Delhi için Thimphu’nun Pekin ile gelişen ilişkisi hakkındaki kaygıları giderme fırsatı sundu.
Hindistan’ın ayrıca bir de Bhutan’ın kendi kendini tecrit etme olarak tanımlanan eşsiz uluslararası statüsünden bir miktar ayrılarak Yeni Delhi’ye dinamik bir dış politika arzuladığına dair verdiği sinyalleri iyi yönetmesi gerekecek. Ancak mevcut Çin-Hindistan stratejik rekabeti altında Yeni Delhi’nin Pekin ile Thimphu arasındaki diplomatik ilişkileri yönetmeyi kabul etmesi pek olası görünmüyor. Bhutan Başbakanı Lotay Tshering Hint basınına verdiği bir röportajında “Teorik olarak Bhutan’ın Çin ile ikili ilişkisi nasıl olmasın?” demiş ve “Açıkçası bir sorunu çözüp başka bir sorun doğurmak istemiyoruz” diye de eklemişti. Bhutan Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan bir açıklamada, “Bhutan Tek Çin Politikasını destekliyor ve ortak çıkarları ilgilendiren konularda Çin ile temas hâlinde bulunuyor” deniyor. Ancak yetkili bir kaynaktan dile getirilen bir argümana göre Bhutan sınır anlaşmazlığı çözülene kadar Pekin ile doğrudan diplomatik ilişkiler kuramaz.
İlginizi Çekebilir
-
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
-
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
-
Çin’in en büyük bankalarından biri, Rusya’ya yapılan yuan transferlerini engellemeye başladı
-
Batı yaptırımlarının ardından Rusya’da Çin malı otomobil satışları rekor kırdı
-
Marco Rubio’nun Çin hakkındaki görüşleri neler?
-
Yeniden yapılanma başlıyor: Trump ve yandaşları milyarlar kazanacak
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
GÖRÜŞ
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
Yayınlanma
4 gün önce12/11/2024
Yazar
Sadeq Abu AmerHalkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.
Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.
Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.
Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.
Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.
Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.
İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.
“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.
Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.
Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.
GÖRÜŞ
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
Yayınlanma
5 gün önce11/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.
2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.
Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.
Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.
Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.
Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.
ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.
Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.
Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.
Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.
Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.
Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.
Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.
ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.
Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.
İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.
Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.
Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.
Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.
Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.
Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.
7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.
ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.
Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Hollanda hükümetinde Amsterdam olayları çatlağı büyüyor
ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da
Çin’in en büyük bankalarından biri, Rusya’ya yapılan yuan transferlerini engellemeye başladı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
AMERİKA7 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
RUSYA4 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Gürcistan’a dair bir rehber