Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor

Yayınlanma

26 Ekim sabahı, İsrail, İran’a karşı “Tövbe Günü” kod adlı üç aşamalı büyük ölçekli saldırı başlatarak, 1 Ekim’deki ikinci füze saldırısına misilleme yaptı. İsrail’in Jarusalem Post gazetesi, İsrail Hava Kuvvetleri’nin yüzlerce gizli savaş uçağı ile İran’ın askeri hedeflerini “kesin” bir şekilde vurduğunu açıkladı. Toplanan bilgilere göre, İsrail savaş uçakları İran’ın hava savunma, füze ve insansız hava araçları ile ilgili askeri üslerini, Tahran, Huzistan ve İlam eyaletlerinde hedef aldı.

İsrail daha sonra İran’a yönelik karşı saldırının sona erdiğini duyurdu. Times of Israel gazetesi, İsrail hükümetinin üçüncü bir taraf aracılığıyla İran’a saldırı hedeflerini önceden bildirdiğini ve karşılık vermemesi konusunda uyardığını belirtti. Bu, İsrail’in kuruluşundan bu yana İran’a yönelik hava saldırısı düzenlediği ilk seferdir ve İran’ın hava savunma sistemini kolayca aşması, İsrail’in İran üzerinde mutlak hava hakimiyeti, uzun menzilli hassas saldırı ve büyük ölçekli bombalama kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. F-35 gizli savaş uçağının en yüksek yük kapasitesiyle menzilinin 3500 kilometreye kadar ulaşabileceği ifade ediliyor.

İran resmi kaynakları, saldırıların büyük çoğunluğunun engellendiğini ve sınırlı hasara yol açtığını, iki askerin öldüğünü bildirdi. İran’ın Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Ali Rıza, sosyal medya üzerinden “İran’ın gücü düşmanı utandırdı” şeklinde bir mesaj paylaştı. İran hava sahası hemen açıldı ve sivil havacılık normale döndü. Ancak İran Dışişleri Bakanlığı, saldırılara karşı misilleme yapma hakkını koruyacağını belirtti.

Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Umman, Katar ve Irak, İsrail’i hemen kınadı. Ürdün, İsrail savaş uçaklarının üzerinden geçmesine izin verildiği yönündeki iddiaları da yalanladı. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in “kendini savunma” hakkını desteklediğini belirterek, İran’a misilleme yapmaması konusunda uyarıda bulundu..

Dünyanın gözü önünde İsrail’in misillemesinin “ikinci ayağı” sonunda gerçekleşti; saldırının şiddeti ve kapsamı da beklenildiği gibi oldu. İran’ın nükleer ve petrol tesisleri hedef alınmadı ve ciddi can kaybı yaşanmadı. İsrail ile diplomatik ilişkileri olan hemen hemen tüm Arap ülkeleri kınama ifadelerini dile getirdi. Bu nedenle, İran ile İsrail arasındaki sembolik misillemelerin kısa vadede sona ermesi bekleniyor.

İsrail’in gizli savaş uçaklarının Ürdün ve Suudi Arabistan hava sahasından geçerek saldırı düzenleme olasılığı tamamen dışlanamasa da, Arap komşularının son zamanlardaki vaatlerini ihlal ederek İsrail’e yardımcı olduğu yönünde herhangi bir kanıt yok; ayrıca, bu ülkelerdeki ABD savaş uçaklarının saldırılara katıldığına dair de bir delil bulunmuyor.

Daha önemlisi, İran’ın Arap komşularıyla bir yakınlaşma dönemine girmesi, durumu daha fazla tırmandırmaktan kaçınmak istediğini gösteriyor. Öte yandan da İran, İsrail ile geçmişteki vekalet savaşları ve gölge savaşlarını sürdürerek, “direniş ekseni” adlı Şii renklerle dolu bir birleşik cepheyi yönetiyor. Böylece, sol el Araplarla kucaklaşırken, sağ el İsrail ile çatışmada yeni bir normalleşme süreci yaratabilir ve uzun vadeli, düşük yoğunluklu bir harp yöntemi ile İsrail’i yorabilir. Özellikle Suudi Arabistan ile yeni ve sağlam ilişkisini değerli bulan İran, bir zamanlar kendisinden uzaklaşan Arap ülkelerini tekrar yanına çekmek için çaba göstermektedir.

23’ünde, Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı sözcüsü Turki Maliki, Suudi Arabistan’ın son dönemde İran ve diğer Umman Körfezi ülkeleriyle ortak deniz askeri tatbikatı gerçekleştirdiğini duyurdu. İran medyası ise, 19’unda İran, Umman ve Rusya’nın Hint Okyanusu’nda ortak deniz tatbikatı başlattığını ve Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Tayland gibi ülkelerin gözlemcilerinin davet edildiğini bildirdi. Dahası, 21’inde İran Öğrenci Haber Ajansı, İran Donanması Komutanı Şahram İrani’nin sözlerini aktardı ve “Suudi Arabistan, Kızıldeniz’de ortak tatbikat yapma talebinde bulundu” dedi.

İran ile Suudi Arabistan, Umman ve diğer Arap komşuları arasında ani bir askeri etkileşim artışı, Filistin-İsrail çatışmasının devam ettiği ve hızlı bir çözümün umulmadığı bir ortamda, Körfez bölgesindeki büyük güçlerin aktif olarak işbirliği arayışında olduğunu ve durumu kontrol altına almak için çaba gösterdiğini gösteriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın ilk kez ortak askeri tatbikat gerçekleştirmesi, geçen yıl mart ayında Pekin’in aracılığıyla sağlanan tarihi uzlaşmanın ardından stratejik güvenin ve etkileşimin daha da güçlendiğini ortaya koyuyor. Bu durum, Orta Doğu ülkelerinin bölgesel meselelerde bağımsız liderlik arayışlarını ve jeopolitik ilişkileri ile güvenlik yapılarını yeniden inşa etme konusundaki kararlılıklarını da vurguluyor. Ayrıca, ABD’nin İsrail ve Körfez Arap ülkeleri ile “Orta Doğu versiyonu NATO” oluşturma çabalarının başarısız olma ihtimalini artırıyor.

Bu nedenle, İsrail’in İran’a yönelik büyük ölçekli bombardımanlarına rağmen, İran hala avantajlı bir konumda ve bölgedeki süper güçlerin etkisi ortaya çıktı. İki askeri tatbikatın peş peşe gerçekleşmesi ve bu tatbikatların Fars Körfezi ile Kızıldeniz’in geniş alanını kapsaması, ayrıca çevre ülkelerin İsrail’in hava saldırılarına açık bir destek vermemesi, İran’ın durumu aktif hale getirdiğini gösteriyor.

Ayrıca, Suudi Arabistan’ın gizli bir şekilde İsrail’i ikna etme çabaları ve İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Mısır ve Körfez Arap ülkeleriyle “barış çabaları” ve “diplomatik mekik” faaliyetlerinin, İsrail’i saldırı hedeflerini yalnızca İran’ın askeri tesisleriyle sınırlı tutmaya ve nükleer ile petrol tesislerini göz ardı etmeye zorladığı görülüyor. Bu durum, tüm tarafların beklentileriyle tamamen örtüşüyor. ABD ve İsrail’in çıkarlarının tam olarak örtüşmediği bir dönem olduğunu da not etmek gerek.

İran’ın mevcut durumu belirgin bir şekilde iyileşmiş durumda. Bu yıl nisanda İran, İsrail’e karşı ilk büyük hava saldırısını gerçekleştirdi; ABD ve İngiltere gibi geleneksel müttefikler, İran füzeleri ve insansız hava araçlarını deniz ve hava güçleriyle engelledi. İran ile İsrail arasındaki Arap komşuları, açık ya da örtük bir şekilde İsrail’e destek veriyordu: Ürdün, hava savunma güçlerini kullanarak doğrudan müdahil oldu ve İsrail savaş uçaklarına hava sahasını açtı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ise, İran’ın rakiplerine istihbarat desteği sağladığı yönünde haberler alınıyordu.

İran’ın İsrail’e yönelik ilk misillemesinin askeri etkisi neredeyse sıfırdı. Bunun nedeni, saldırı hedeflerini önceden bildirmesi sayesinde İsrail’in tam olarak hazırlıklı olması ve uzun uçuş sürelerine sahip, hassas vuruş kabiliyetli zayıf silah sistemlerini seçmesiydi; ancak, Arap ülkelerindeki Amerikan deniz ve hava üslerinin de önemli bir müdahale rolü oynadığı aşikardı.

İlk hava saldırısını gerçekleştiren İran, uluslararası hukuka uygun ve orantılı bir misillemenin “cesur” unvanını kazandı ve “direniş ekseni”nin itibarını artırdı; bu eksen, Suriye, Filistin’deki İslami direniş hareketi (Hamas), Lübnan Hizbullahı, Yemen Husi milisleri ve Irak’taki “Halk Seferberlik Gücü” gibi grupları içeriyordu. Böylece, İran, İsrail’e karşı lider konumunu pekiştirdi; ancak, diplomatik savaşta kaybetti ve çevresindeki ülkelerle karşıt bir konumda yer aldı. Bu sefer ise, İran, İsrail ile mücadelenin getirdiği yalnızlık ve sıkıntıdan kurtulmuş ve Arap komşularının sempatisini kazanmış durumda.

İran ile Arap komşuları arasındaki yakınlaşma, İsrail’in hava saldırılarının yarattığı gölgenin etkisini azaltabilir. Son dönemdeki deniz ortak askeri tatbikatında, İran sadece Soğuk Savaş sonrası geleneksel müttefiki Rusya ile değil, aynı zamanda ABD ve İngiltere’nin askeri üslerinin bulunduğu Umman ile işbirliği yaptı; üstelik eski rakibi Suudi Arabistan’ı gözlemci olarak davet etmesi de dikkat çekiciydi. İran’ı en çok sevindiren ise Suudi Arabistan’ın önemli bir değişim göstererek yakınlaşması ve işbirliği yapmasıydı. Suudi Arabistan, kendisinin ortak tatbikatta bir gözlemci değil, bir katılımcı olduğunu açıkladı; bu, şüphesiz İran’ın konumunu güçlendirdi ve iki ülkenin “Pekin Bildirisi”ni hayata geçirme, stratejik güveni ve işbirliğini artırma çabalarını pekiştirdi.

Bununla da kalmayıp, Suudi Arabistan, kendi geleneksel etki alanı olan Kızıldeniz’de İran ile ortak tatbikat yapma talebinde bulunarak, bölgesel güvenlik yapısının yeni bir çerçeveye kavuşturulmasına katkı sağladı. Bu durum, İran’ın Tahran yanlısı Husi milislerine yönelik bir iyilik gösterisi olabileceği gibi, Tahran’ın da Husi milislerin yıllardır duraklamış olan ateşkes müzakerelerini yeniden başlatmasını beklemek adına bir fırsat sunuyor. Eğer Yemen savaşı, koalisyon güçlerinin çekilmesi ile sona ererse, bu, Husi milislerin tam anlamıyla zafer kazanması demek olacaktır; böylece İran, uzun yıllardır devam eden Yemen ve Kızıldeniz mücadelesinde büyük bir kazanan olarak öne çıkacaktır.

Bu yıl haziran ayında İran, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle birlikte deniz güvenliği işbirliği mekanizması oluşturma önerisinde bulundu ve böylece bölge ülkelerinin güvenlik savunma bağımsızlığını artırmayı hedefledi. Suudi Arabistan ile olan uzlaşma sürecinin pekişmesi ve genişlemesi, ardından Umman ve Suudi Arabistan ile ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirilmesi, İran’ın bölgesel deniz kolektif güvenlik fikrinin bir adım daha ilerlemesini sağladı ve diplomatik inisiyatifin de kısmen genişlediğini gösterdi.

İran’ın diplomasisi yeni bir yön kazanmış durumda ve Suudi Arabistan’ın son zamanlardaki hızlı diplomatik değişimiyle de bağlantılı. İsrail’in saldırgan politikası, Gazze’deki ateşkesi reddetmesi, Filistin ve Lübnan halklarının çektiği derin acılar, Arap lideri olarak kendini gören Suudi Arabistan üzerinde büyük bir iç ve dış baskı oluşturdu. Bu sebeple Suudi Arabistan, sadece ABD ile askeri ittifak müzakerelerini süresiz ertelemekle kalmadı, aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin normalleşme sürecini de askıya aldı. Bunun yanı sıra, 1982 yılından beri savunduğu ve yaklaşık yarım asırdır sürdürdüğü “toprak karşılığında barış” ilkesine geri döndü; iki devletli çözümün uygulanması ve Filistin’in bağımsızlığının sağlanması gerektiğini vurgulayarak, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ancak bu şekilde mümkün olabileceğini belirtti.

Suudi Arabistan, bu şekilde ABD’nin İsrail’e yönelik tek taraflı desteğine karşı duyduğu memnuniyetsizliği ifade ediyor ve “İsrail öldürürken ABD’nin bıçak uzatması” modeline karşı öfkesini dile getiriyor. Aynı zamanda, Filistinlilere, Lübnanlılara ve hatta tüm Arap ve İslam dünyasına büyük güç sorumluluğunu ve yükümlülüğünü göstermeye çalışıyor. Bu açıdan, Suudi Arabistan ile İran yeni bir barış rekabetine girmiş durumda.

İran, Pers milletinin ve Şii inancının ön planda olduğu bir non-Arab ülke olarak, Filistin’in kurtuluşu bayrağını yüksek tutarak, birçok Arap olmayan aktörü Orta Doğu çatışmalarında yeni bir başrol oynamaya yönlendirdi. Bu rol değişimi, İsrail ile uzlaşma arayışındaki Arap ülkelerini “büyük çıkarlar, küçük ahlak” ikilemine sokmakta ve bu durum, Arap dünyasının siyasi güç dengesini derinlemesine sarsmaktadır. Bu da, Arap dünyasının genel istikrarı ve siyasi geleneği açısından olumsuz sonuçlar doğurmakta ve nihayetinde Suudi Arabistan gibi ABD müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verme potansiyeli taşımaktadır.

İran, “direniş eksenini” harekete geçirerek İsrail ile yedi cephede karşı karşıya gelerek, beş önceki Orta Doğu savaşlarından farklı bir “altıncı Orta Doğu savaşı” başlatıyor. Bu durum, İsrail’in ana rakipleri, karar alma merkezleri ve “fırtına merkezi”ni Kahire ve Şam’dan Tahran’a kaydırarak jeopolitik merkezini belirgin bir şekilde değiştirdi. Stratejik olarak, İran’ın bölgedeki süper güç statüsünü yükseltti ve Hazar Denizi’nden Kızıldeniz’e kadar olan coğrafi etkisini güçlendirdi. Bu büyük ölçekli değişim ve dönüşüm, Suudi Arabistan’ın İran’ın jeopolitik haritayı yeniden şekillendirmesini pasif bir şekilde kabul etmesindense, aktif olarak katılmayı ve birlikte şekillendirmeyi seçmesini sağladı; yani menüdeki yemek olmaktansa, sofrada oturmaya karar verdi.

İran ile Suudi Arabistan arasında yapısal çatışmalar var; bu çatışmalar arasında mezhepsel, etnik, siyasi sistem, ulusal strateji ve dış politika farklılıkları ile bölgesel statü ve İslam söyleminde rekabet bulunuyor. Bu durum, son 40 yıldır ilişkilerin gergin olmasına, sık sık çatışmalara ve hatta birden fazla kesintiye neden oldu. Bu çatışmaların kökeninde ise her iki tarafın içsel farklılıkları olduğu kadar, Soğuk Savaş ve sonrası dış güçlerin rekabeti de yer alıyor. “Arap Baharı”ndan “Arap Kışı”na kadar on yılı aşkın süren şiddetli çatışmalar, İran-Suudi çatışmasını daha da derinleştirerek zirveye taşıdı; nihayetinde, her iki taraf da sınırlı güçleriyle aşırı yüklenmeden dolayı uzlaşma ve barış arayışına gitti.

Geleneksel büyük güçlerin etkisinin azalması, Orta Doğu ülkelerinin kendi bağımsızlık ve güçlendirme bilincini artırdı; bu durum, İran ve Suudi Arabistan’ın durum değerlendirmesi yaparak, geçmiş düşmanlıkları tamamen bir kenara bırakmasını, aktif bir şekilde birbirlerine yaklaşmasını sağladı. Bu barışın sağlanmasında Çin’in arabuluculuğu önemli bir rol oynadı.

Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne uzanan bu yeni Orta Doğu savaşında, İran ile Suudi Arabistan arasındaki Filistin-İsrail çatışmasını çözme konusundaki çok farklı ve hatta zıt duruşlar ve gizli oyunlar hâlâ devam etse de, iki ülke zorlu testlerden geçerek akıllıca çatışmalardan kaçınmayı başardı. Bu, yalnızca uzlaşmayı, işbirliğini ve istikrarı korumakla kalmadı; aynı zamanda stratejik güvenin derinleşmesine ve olumlu etkileşimin artmasına da katkı sağladı. Bu, çalkantılı Orta Doğu için kesinlikle sevindirici bir iyimserlik belirtisi ve desteklenmeye değer.

Ancak, günümüzde İsrail’in “yedi cephede savaş” yürütmesinin doğrudan kıvılcımı, Filistin-İsrail çatışmasıdır. Büyük ölçekli ve çok uluslu sivil toplumsal aktörlerin dahil olduğu “altıncı Orta Doğu savaşının” en kısa sürede ateşkesle sonuçlanmasının anahtarı, Gazze’deki çatışma ateşini söndürmektir. Orta Doğu’da kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması ise, İsrail ile Filistin, Lübnan ve Suriye arasındaki toprak anlaşmazlıklarının köklü bir şekilde çözülmesine bağlıdır. Bu, köklü “Büyük İsrail” hayallerinden, orman kanunları anlayışından ve güç kullanma inancından kurtulmayı gerektirir.

Aynı şekilde, uzun süreli bir sıcak nokta olan İran da anlamalıdır ki, on yıllardır süregelen karmaşık ilişkiler, “Pers zekâsı”nı yansıtsa da, jeopolitik hiçbir şekilde geçim kaynağı olamaz. “Pers zekâsı”, hem başkalarına hem de kendine fayda sağlayacak ve barışa dayalı bir kazan-kazan durumu arayışında olmalıdır. Ulusal çıkarları yükseltmek ve büyük güç statüsü elde etme çabası, barış, gelişim ve refah yönündeki eğilimle uyumlu olmalı, özellikle de kendi halkına fayda sağlamalıdır.

Bugün, Orta Doğu’daki Arap ve İslam ülkeleri arasında İsrail ile barış içinde yaşama eğilimi giderek yaygınlaşırken, İran geçmişe sıkı sıkıya tutunarak, İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını kabul etmeyi reddetmekte; bu da onu ABD ve Batı dünyasıyla gergin bir karşıtlık durumuna sürüklemekte. Bu durum, uzun süreli abluka ve yaptırımlar nedeniyle, kendi halkının acı çekmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu çatışmalarının gerilimini, jeopolitik ilişkilerin kırılganlığını ve bölgesel yönetimin parçalanmasını artırıyor. Sonuç olarak, bu durum, İsrail’de aşırı sağcı güçlerin güçlenip sağlam bir halk desteği kazanmasına zemin hazırlıyor. Bu da “toprak karşılığında barış” ve “iki devletli çözüm” önerilerinin bir türlü hayata geçememesine neden oluyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

GÖRÜŞ

‘Yeni Suriye’ zorluklar arasında ulusal yeniden yapılanmaya başlıyor

Yayınlanma

Yazar

2025’in ilk günlerinde, Suriye geçici hükümetinin Dışişleri Bakanı Esad Şibani, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın daveti üzerine Riyad’a ulaştı ve ilk diplomatik ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geçen hafta Suudi heyetinin Şam’a yaptığı ziyaretin karşılığı niteliğinde olup, dünyaya ‘Yeni Suriye’nin savaş ve karanlık dönemini geride bırakarak ulusal yeniden yapılanmanın yeni bir dönüm noktasına girdiğini gösteriyor.

13 yıl önce Suriye krizi başladığında, Suudi Arabistan, Arap Ligi’ne liderlik ederek Batılı ülkelerle işbirliği içinde Esad rejimini devirmeye ve “Şii Hilali” olarak bilinen stratejik tehdidi ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak bu çaba, IŞİD’in yükselerek uluslararası toplum için bir numaralı tehdit haline gelmesi ve Rusya’nın Şii Hilali ile birlikte Esad rejimini başarıyla koruması nedeniyle başarısız oldu. Suudi-Suriye ilişkileri tarihindeki en düşük noktaya ulaştı ve ancak 2023’te Suudi Arabistan ve İran’ın mezhep çatışmalarını sona erdirip ilişkilerini normalleştirmesiyle toparlanmaya başladı. Ancak bu ilişkiler tam anlamıyla normalleşmeden Esad rejimi hızla çöktü.

Uluslararası toplumun, özellikle Şii Hilali ve Direniş Ekseni’nin zayıflaması sonrasında, Suriye’nin yeni hükümetini örtülü bir şekilde tanıdığı bu hassas dönemde, Suriye ve Suudi Arabistan ilişkileri yapısal bir yeniden düzenlenme fırsatı yakaladı. Suudi Arabistan hızla Suriye geçici hükümetinin bir numaralı bölgesel ortağı haline geldi. Bu işbirliği hem mantıklı hem de karşılıklı fayda sağlıyor çünkü ne Suudi Arabistan ne de yeni Suriye rejimi İran’ın doğal müttefiki. ‘Yeni Suriye’nin Suudi Arabistan’a yaklaşması ve potansiyel bir ittifak kurması, Arap dünyasının birliğini güçlendirecek ve İran ile Şii nüfuzunu daha da zayıflatacaktır.

Suriye Dışişleri Bakanı’nın Suudi Arabistan ziyareti, geçici hükümetin yeni bir sayfa açmasının önemli bir adımıdır. Bu ziyaret, savaşı ve çatışmayı sona erdirme, iç uzlaşı ve istikrar arayışı, ulusal yönetimi, toplumu ve ekonomiyi yeniden inşa etme ve uluslararası topluma yeniden katılma arzusunu dış dünyaya ileten pratik bir mesajdır. Aynı zamanda, lider Ahmed Şara’nın (eski adıyla Ebu Muhammed el-Culani) yeni yönetim ve diplomasi vizyonunun bir testi ve tanıtımı niteliğindedir. Bu nedenle dikkat çekici bir önem taşımaktadır.

Geçen hafta Suudi devlet televizyonu Al Arabiya, Şara ile yarım saatlik bir röportaj yayınladı. Eskiden askeri kıyafetlerle görülen bu tartışmalı figür, takım elbise giymiş, zarif bir şekilde konuşmuş ve akıcı, standart Arapça ile kendinden emin bir şekilde performans sergilemiştir. Yönetim fikirleri ve stratejik planları izleyicileri etkiledi, ancak belirgin sakalı onun El Kaide geçmişini hatırlatmaya devam etti.

Şara, İdlib’deki yönetim deneyimini gözden geçirerek Esad’ı devirmek için yalnızca askeri güce değil, aynı zamanda sivil güçlerin seferber edilmesine de dayanılması gerektiğini vurguladı. Yıkımı ve kayıpları en aza indirme çabalarının yanı sıra, eski rejimle, hatta Esad’ın kendisiyle temas kurarak iktidarın sorunsuz bir şekilde devredilmesine odaklanıldığını belirtti. Şara, “İdlib deneyimi”nin tüm Suriye’deki karmaşık durum için tam anlamıyla uygun olmayabileceğini kabul etmekle birlikte, geçici hükümetin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde çeşitli grupları birleştirmeye ve farklı etnik grupların çıkarlarını gözeterek düzeni yeniden sağlamaya istekli olduğunu ifade etti. Anayasa reformu veya yeni bir anayasa temelinde ulusal birlik hükümeti kurulması ve nüfus sayımı sonrasında genel seçimlerin yapılması hedefleniyor.

Şara, Suriye’ye müdahil olan farklı güçlerin farkında olarak, Suriye’nin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi temelinde tüm taraflarla karşılıklı saygıya dayalı ikili ilişkiler geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda Suriye’nin Rusya ile olan tarihsel bağlarına saygı gösterileceğini belirtti. Ayrıca ABD’ye, Suriye’nin ekonomik zorluklarını hafifletmek için “Sezar Yasası” yaptırımlarını kaldırma çağrısında bulundu ve Türkiye’nin kuzeydeki toprak kontrolüne ilişkin meseleleri çözmeyi hedefledi. Ancak Golan Tepeleri, İsrail ile ilişkiler ve terörizmle tamamen bağları koparma gibi daha hassas konuları pas geçti. Bunun yerine İran’ın Suriye üzerindeki uzun vadeli etkisini sona erdirmenin öncelikli bir hedef olduğunu açıkça belirtti.

Şara, Suriye nüfusunun %80’ini oluşturan Sünni Müslümanları temsil eden bir figür olarak, Suudi Arabistan ve Körfez Arap ülkelerinin rolünü öne çıkardı. Suriye’nin güvenliği ve istikrarının Körfez’in refahı ile yakından ilişkili olduğunu ifade etti ve Körfez ülkelerinin Suriye’nin yeniden inşasında önemli bir rol oynamasını ve yeniden yapılanma faydalarından pay almasını umduğunu dile getirdi. Şara, Suudi Arabistan’ın “2030 Vizyonu”nu kapsamlı bir şekilde incelediğini ve ekonomik çeşitlilik çabalarına hayranlık duyduğunu belirtti. Suudi Arabistan’ın büyük Suriye yeniden yapılanma projelerine katılmasını ve altyapı yatırımlarına liderlik etmesini memnuniyetle karşıladığını ekledi.

Bu ziyaret, Yeni Suriye’nin Arap dünyasının bir parçası olacağını ve Sünni liderliğin geleneksel ana akımında yer alacağını gösteriyor. Aynı zamanda Körfez ülkelerinden destek arayarak Suriye’nin hızla istikrar kazanmasını ve yeniden inşa sürecinin başlamasını hedefliyor.

Suriye geçici hükümeti, savaşın harap ettiği tüm ülkelerdeki yeni hükümetlerin karşılaştığı üç büyük yeniden inşa göreviyle karşı karşıya: güvenlik, siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma. “Yeni Suriye” için güvenlik yeniden yapılanması açıkça en acil önceliktir. Bu, gerçek ve kapsamlı bir ateşkesin sağlanması, tüm silahlı grupların ulusal silahlı kuvvetlere entegre edilmesi, silahlı ayrılıkların sona erdirilmesi, tam barış ve güvenliğin yeniden sağlanması ve insan, mal ve özellikle insani yardım malzemelerinin serbest dolaşımının güvence altına alınmasını içerir.

Siyasi yeniden yapılanma ise güvenlik yeniden yapılanmasının başarısına bağlı olan, daha uzun vadeli ve temel bir görevdir. Bu süreç, BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde siyasi diyalogların yürütülmesini, geniş temsili olan bir koalisyon hükümetinin kurulmasını ve hukuki uzmanların rehberliğinde, kapsamlı istişareler ve halkın görüşlerinin alınmasıyla yeni bir anayasa hazırlanmasını veya mevcut anayasanın revize edilmesini kapsar. Ardından, yeni anayasa ve güvenilir, güncellenmiş bir nüfus sayımı temelinde ulusal seçimler düzenlenecek ve bu da yasama, yürütme ve yargı organlarının bir araya getirilmesini sağlayacaktır. Bu adımın tamamlanması üç ila beş yıl sürecektir.

Siyasi yeniden yapılanma, çeşitli grupların siyasi taleplerinin, ulusal ve etnik kimliklerinin uzlaşma ve uyum içinde olup olmayacağını sınayacak kırılgan ve hassas bir geçiş aşamasıdır. Ayrıca, geçici hükümetin, Suriye’yi yarım yüzyıldan fazla bir süre yöneten Arap milliyetçiliği ve Baas Partisi ideolojisinin “çifte mirasını” nasıl yöneteceğini test edecektir. Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından, yeni hükümetin ulusal savunma kuvvetlerini aceleyle dağıtıp Baas Partisi’ni tasfiye etmesi sonucu ülkenin kaosa sürüklendiği trajedinin tekrarlanması önlenmelidir. Bu geçiş aşaması dikkatle yönetilmezse, Yeni Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in on yıl süren iç savaşlarına benzer bir duruma düşebilir ve bu, “Suriye Savaşı 3.0” olarak adlandırılabilecek “küçük bir dünya savaşı”na dönüşebilir. Bu da Yeni Suriye’nin inşa edilmesi ve şekillendirilmesi için tarihi fırsatları yok edebilir ve en az bir nesli tekrar kan ve çatışmaya sürükleyebilir. Bu aşamada, Suriye halkının açlık ve yoksulluktan kurtulması ve barış içinde yaşayıp çalışabilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu, yalnızca geçici hükümetin liderliği ve bilgelik kapasitesine değil, aynı zamanda uluslararası toplumun cömert yardımı ve kararlı desteğine bağlı olacaktır.

Ekonomik yeniden yapılanma, Yeni Suriye için yalnızca acil bir görev değil, aynı zamanda güvenlik ve siyasi yeniden yapılanmanın ardından gelen uzun, zorlu bir süreçtir. Bir bakıma bu, Suriye’nin güvenliği ve siyasi istikrarının uzun vadeli teminatıdır. Geçtiğimiz dört yıl içinde Esad rejimi ekonomiyi, halkın geçimini ve ordunun moralini istikrara kavuşturmayı başarsaydı, muhalefet güçleri onlarca yıllık yönetimi sadece 12 gün içinde deviremezdi. Ekonomik ve sosyal sorunların temelden çözülmemesi, Esad hükümetini, Arap Baharı’nın patlak vermesinden 13 yıl sonra Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki güçlü liderlerin çöküşünün ardından beşinci “domino taşı” haline getirdi. Bu durum, Esad rejiminin bu ülkelerin acı verici derslerinden yeterince yararlanamadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Suriye geçici hükümeti, dağılmış ve kriz içinde bir ülke devralmış, ancak aynı zamanda ‘Yeni Suriye’ için yeni bir dönem başlatmıştır. Suriye’nin nihayetinde bağımsız, özgür, demokratik, kapsayıcı, istikrarlı, gelişen ve tam egemenliğe ve toprak bütünlüğüne sahip bir ülke olarak yeniden inşa edilip edilemeyeceği, zamanla belli olacaktır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?

Yayınlanma

Yazar

Geride bıraktığımız 2024 senesi, dünya genelinde çatışma bölgelerinin ve toplumsal hareketlerin arttığı bir yıl oldu ve yeni yıla da dünya genelinde ısınmaya devam eden başlıklarla girdik. 

Ancak, coğrafi konumu ve politikasıyla oldukça kritik bir konumda bulunan ve uzun süredir dünya gündemine oturacak düzeyde bir gelişme yaşanmadığı için deyim yerindeyse ‘gölgede kalan’ bir ülkede daha siyasi iklim ısınıyor: Belarus. 

Belarus, 1994 yılından beri Batı tarafından ‘Avrupa’nın son diktatörü’ olarak nitelendirilen Aleksandr Lukaşenko tarafından yönetilen bir eski Sovyet ve Doğu Avrupa ülkesi. Belarus’un Batı tarafından sık sık hedef alınmasının ise iki önemli sebebi var.

Birincisi, Belarus ekonomisinin büyük ölçüde devlet kontrolüne dayanması.

İkincisi ise, 8 Aralık 1999’da Rusya ile imzalanan Birlik Devleti Anlaşması. Anlaşmayla, ekonomi, savunma, dış politika ve sosyal alanlarda iş birliğini artırarak iki ülke arasında bir tür ‘ortak devlet’ oluşturulması ve ‘kısmen birleşmiş bir yapıda hareket etmesi’ amaçlanıyor.

Özetle Belarus, bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen pazarının kontrolünü Avrupa’ya teslim etmiyor, Avrupa’nın ‘tarihsel rakibi’ Rusya ile yakın ilişkiler içerisinde ve uzun süredir ‘otoriter bir lider’ tarafından yönetiliyor. 

Bu ülke de, diğer eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi çeşitli renkli devrim girişimlerine sahne olmuş bir ülke. Belarus’un Sovyet mirasını -sembolik olarak- yer yer Rusya’dan daha fazla sahiplenmesi, ittifakları ve ekonomik yapısı ve ciddi yolsuzluk iddiaları, bu ülkedeki Batı yanlısı liberal muhalefetin politik duruşunu, benzerlerine oranla daha da sağda konumlandırıyor.

Belarus’ta düzenlenen kitlesel muhalefet eylemlerinin her seferinde, organizatörlerin ‘daha fazla özelleştirme’, ‘yabancılara toprak satışı’ gibi talepler sunması, mevcut durumun ekonomi politiğini açıkça ortaya koyuyor. 

Avrupa’nın doğusundaki bu ‘Rusya dostu’ ülkede yaşananlar, önümüzdeki günlerde yine dünya gündeminin ilk sıralarına yükselecek. Çünkü Belarus’ta 26 Ocak – 9 Şubat tarihlerinde yeniden başkanlık seçimleri düzenlenecek. Lukaşenko’nun yedinci dönemi için yeniden aday olacağını açıkladığı seçimlerde, Belarus Merkez Seçim Komisyonu (CEC) Batı yanlısı Özgürlük İçin Hareket liderleri Yuras Hubareviç ve Aliaksandar Drazdou ile bağımsız adaylar Diana Kovaleva ve Viktor Kuleş’in adaylıklarını reddetti.

Seçimlere Lukaşenko’yla birlikte katılmaya hak kazanan isimler ise, Liberal Demokrat Parti lideri Oleg Gaidukeviç, Komünist Parti’den Sergey Sırankov, bağımsız aday Hanna Kanapatskaya ile Emek ve Adalet Partisi’nden Aleksander Hijnyak’tan oluşuyor.

Belarus’ta seçim dönemlerinin aynı zamanda eylem dönemi olduğu düşünüldüğünde, -2020-21 ‘Terlik Devrimi’ eylemleri de seçim ihlalleri iddialarına karşı başlamıştı- bu seçimlerde de öncelikle Batı yanlısı eylemlerin düzenlenmesi bekleniyor. Ancak, Batı yanlısı liberal muhalefetin ‘anlamsız’ olarak nitelendirdiği bu seçimler, Ukrayna’da devam eden savaşla birlikte düşünüldüğünde, her zamankinden daha fazla dikkat çekici. 

Ancak bu sefer, Belarus ve Lukaşenko’yla ilgili yeni iddialar da gündeme geldi. Merkezi Varşova’da olan, Belarus muhalefetinin en önemli propaganda araçlarından Nexta başta olmak üzere, muhalif kesimler yeni bir iddiayı öne sürmeye başladı: 

“Putin, Belarus’ta darbe yapabilir.”

Belarus’ta Rus yanlısı bir darbe iddiası, Belaruslu muhalif siyasetçi ve eski diplomat Pavel Latuşko tarafından da dile getirildi. Latuşko, Belarus’ta Kültür Bakanlığı ve Polonya Büyükelçiliği gibi görevlerde bulunmuş, 2020 Belarus protestolarının ardından muhalefet saflarına katılmış ve şu anda ‘sürgünde’ yaşayan bir siyasetçi.

Latuşko’nun “Rusya yanlısı generaller Kremlin’den böyle bir emir alırlarsa gerçek bir darbe gerçekleştirebilirler” ifadeleriyle kastettiği askeri liderler ise, Belarus askeri bürokrasisi içerisinde uzun süredir ‘Rusya yanlısı lobi’ olarak tanımlanan, Belarus Güvenlik Konseyi Devlet Sekreteri Korgeneral Aleksandr Volfoviç, Belarus İçişleri Bakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanlığı Ana Müdürlüğü (OMON) Komutanı -ki OMON, muhalefet eylemlerini bastırmak için kullanılan en aktif askeri birlik- Tümgeneral Mikhail Karpenkov ve Belarus Savunma Bakan Yardımcısı, Genelkurmay Başkan Yardımcısıdır ve askeri strateji ve operasyonlardan sorumlu Tümgeneral Pavel Muraveyko.

İddialara göre, bu isimlerin önderliğinde, Belarus’ta Lukaşenko’ya karşı ‘Putin yanlısı bir darbe’ yapılabilir. 

Bu noktada, Belarus siyasetinde son iki ayda yaşanan önemli gelişmeleri tekrar hatırlamakta fayda var. 

ABD’nin ‘iç karışıklık’ uyarısı

ABD Dışişleri Bakanlığı, Aralık 2024’te Belarus’ta bulunan vatandaşlarına ülkeyi ‘derhal terk etmeleri’ çağrısında bulundu. Mevcut koşullar nedeniyle ülkede kalmanın ciddi riskler taşıdığını belirten Bakanlık ayrıca, vatandaşlarından Belarus’a seyahat etmemelerini de istedi. Bakanlığın ‘Belarus makamlarının yerel yasaları keyfi bir şekilde uygulaması’, ‘tutuklanma riski’, ‘Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşını kolaylaştırmaya devam etmesi’ gibi sık tekrar ettiği tespitlerinin yanında bir diğer dikkat çekici olan gerekçe ise, ‘iç karışıklık potansiyeli’ ifadesiydi.

Zelenskiy’in Belarus açıklaması

Ukrayna lideri Zelenskiy ise, Putin ile herhangi bir müzakereye girişmeyeceğini bir kez daha vurguladığı mesajında, Moldova ve Gürcistan’da ‘direnenlere’ gönderdiği selamın ardından “Eminim bir gün hepimiz ‘Yaşasın Belarus!’ diyeceğiz diyerek beklentilerini, Rus yanlısı kaynaklara göre ise ‘planlarını’ açıklamış oldu. 

Son olarak, Litvanya yönetimi, ülkenin güneybatısında Belarus sınırında bulunan askeri eğitim sahasını 8 haftalık bir kurs için Ukraynalı askerlere tahsis etti.

Rusya/Belarus kaynakları ne diyor?

Rusya ve Belarus yanlısı kaynaklar ise, muhalif çevrelerce dile getirilen ‘Putin yanlısı darbe’ söyleminden de önce, Joe Biden yönetiminin ‘giderayak’ ortalığı karıştıma planı ve seçimler öncesinde Belarus’ta renkli devrim/darbe girişimi olduğu görüşünde.

Belarus devlet televizyonu ONT’nin haberine göre Polonya, Litvanya ve Ukrayna’dan silahlı gruplar, Belarus muhalefetiyle birlikte planlanan bir operasyon kapsamında Belarus’un güneybatısındaki dört bölgeye saldırmayı planlıyor. Kanalın araştırmasına göre, Belarus’a önce milliyetçi çeteler saldıracak, ardından paralı askerler ve NATO güçleri getirilecek.

ONT’ye göre ayrıca, bu operasyon Rusya’nın Bryansk ve Kursk bölgelerinde test edildi. Bu bölgelere düzenlenen saldırılar ‘vur-kaç’ prensibine göre yapılıyordu. Kanal, aynı taktiğin Belarus’ta da uygulanabileceğini iddia ediyor.

Belarus basını, Ukrayna’dan gelecek asıl vurucu gücün, halihazırda Ukrayna ordusu saflarında yer alan sağcı ‘Belarus Gönüllü Kolordusu’, Kalinovski ve paralı askerlerden oluşacağını ve Belarus’a Brest bölgesinden saldırmayı planladıklarını varsayıyor.

Aynı zamanda, Belarus ve Rusya’dan çok sayıda haber kaynağı, Minsk başta olmak üzere ülke genelinde 24-25 Ocak tarihlerinden itibaren sokak eylemlerinin başlayacağını iddia ediyor. 

Çernobil iddiaları

Belarus/Rusya yanlısı kaynaklar aynı zamanda, Çernobil’e düzenlenecek bir saldırı senaryosuna dikkat çekiyor. Konuyla ilgili yapılan öngörülere göre, Çernobil’de bir patlamanın sahnelenmesinin ardından, Belarus-Ukrayna sınırında Mozır ve Stolin yönünde bir sınır ihlali yapılacak ve bu operasyon, Çernobil saldırısının ardından Rus birliklerinin Belarus’a geldiği bir senaryo altında gerçekleştirilecek. Belarus muhalefeti ise, Batı’ya Belarus’un güneyindeki duruma müdahale etmeleri için çağrıda bulunacak ve nihayetinde, bu senaryo NATO barış gücünün Ukrayna topraklarına konuşlandırmasıyla sonuçlandırılacak. Bu sırada, Belarus’ta ise uyuyan hücrelerin ve sabotajcıların saldırılarıyla bir iktidar değiştirme girişimi gerçekleştirilecek.

Darbeyi yapmaya kim daha yakın?

Belarus içerisindeki güç dengeleri, bahsi geçen lobiler ve darbe olasılığı, gerçekleşmeden tam olarak bilinemeyecek ve bazı başka soruları da beraberinde getiren ihtimaller. Ancak, bütün bunların aynı bir önceki dönemde olduğu gibi seçim ikliminde gündeme getirilmesi, iddianın gerçekliğine dair önemli ipuçları barındırıyor. Öte yandan, Ukrayna savaşı üzerinden ABD liderliğindeki Batı’yla ciddi bir rekabet içine giren ve zorlanma emarelerini çoktan göstermeye başlayan Kremlin’in ise, Belarus gibi bir müttefikini, yeni bir askeri cephe açılmasıyla sonuçlanabilecek bir darbeyle alaşağı etmeyi düşünmesi de pek akla yatkın değil. Lukaşenko ile Putin arasındaki rekabet ise, Ukrayna gündemi nedeniyle -şimdilik- ertelenmiş görünüyor. 

Belarus, kendisini çevreleyen ülkelerin özellikle ikisiyle ciddi gerilimlere sahip. Polonya, Belarus muhalefetinin siyasi merkezi konumunda bir ülkeyken, Ukrayna ise, Belaruslu silahlı muhalif grupların askeri üssü konumunda. Dolayısıyla, eldeki veriler ışığında “Belarus’ta ne olacak?” sorusuna aranan yanıt için Rusya’dan önce bu iki ülkeyi dikkatle izlemek gerekiyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan dış politikasında 5 kritik aktör, 5 jeopolitik zorluk

Yayınlanma

Hindistan dış politikasında bir yandan 5 ülke/aktör zorluklar-fırsatlar skalasında kritik önemde; bir yandan da 5 ana tema Hindistan’ın dünya ile ilişkisini şekillendirecek öncelikte. Günümüzde dünyanın dört bir yanındaki ülkeler oldukça farklı bir uluslararası bağlamla karşı karşıya ve Hindistan bir istisna değil. Uluslararası sistemde, Hindistan’ın dünya görüşünde büyük ayarlamalar yapmasını ve bunları iç politikasına uyumlu hale getirmesini gerektiren derin yapısal değişiklikler söz konusu.

5 Kritik Aktör

  1. Rusya

Bir süredir Hindistan’ın Rusya ile bağları Ukrayna’daki savaşla test ediliyor. Hindistan’ın savunma gereksinimlerinin Rusya’ya bağımlılığı ve daha ucuz petrolün bulunması bağları ilerletiyor. Rusya’nın indirimli ham petrolünün fiyata duyarlı Hindistan’a satışı o kadar önemli hale geldi ki Rusya dünyanın en büyük ithal ham petrol kaynağı olarak Suudi Arabistan’ın yerini aldı. Amerikan liderliğindeki Rus petrol ticaretine yönelik yaptırımlar sıkılaştırılmış olsa da emtia piyasası veri analitik firması Kpler’e göre Hindistan’a petrol satışları her ay arttı. İronik olarak Hindistan Rus ham petrolünün önemli bir kısmını işliyor ve kar ederek Avrupa’ya satıyor; ironik çünkü Avrupa rafinerilerinin Ukrayna işgalinden bu yana doğrudan Rus petrolünü satın alması yasaklandı. Ayrıca Hindistan’ın Rus silahlarına ve yedek parçalarına bağımlılığı var; bu bağımlılık azalmış olabilir ancak vazgeçilemeyecek kadar önemli çünkü hem Batı’daki benzer silah alımlarından daha ucuz hem de onlarca yıldır Hindistan Silahlı Kuvvetleri onların üzerinde eğitildi. O halde Hindistan’ın neredeyse son üç yıldır Rusya ile ilişkilerinde ince bir çizgide yürümesine şaşırmamalı. Ancak Amerika’nın bu ilişkinin nasıl gelişeceğini yakından izlediğinin farkında. Şimdiye dek Hindistan yalnızca genel retorikler ile tüm işgallerin ve tüm savaşların kötü olduğunu söyleyerek Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini eleştirmeyi reddetti. Bu arada Rusya ile Çin arasındaki bağlar gelişiyor ve bu kesinlikle Hindistan’ın radarında. Modi’nin 8 Temmuz’daki Moskova ziyareti,  beş yıl aradan sonra gerçekleşen bir ziyaret ve 2022’de Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana ilk ziyaret. Burada Putin-Modi zirvesi, Hindistan’ın stratejik çıkarlarının ön plana çıkması ve ikili sıcak bağların teyidi bağlamında önemliydi.

  1. Çin

Çin ile 2020’de yeniden alevlenen sınır anlaşmazlığı beşinci yılında. İkinci döneminde çok enerji harcayan Modi’nin üçüncü dönem hükümeti için sorunu tamamen çözme görevi zor. Hindistan, sınır durumu normale dönene kadar ticaret başta tüm ilişkilerin iyi olamayacağını savundu. Aslında gerilimi azaltmak istiyor. İstikrar istiyor. Ama şu anda sınırda 50-60 bin civarı asker konuşlanmış durumda. Bu da sınırın her iki tarafından da uzaklaşmanın zaman alacağı anlamına geliyor. BRICS Zirvesi’nin hemen öncesinde duyurulan sınır devriye anlaşması ve 5 yılın ardından Modi ve Xi’nin BRICS Zirve marjında görüşme sağlaması son beş yılda son derece önemli ve olumlu gelişmeler. Ancak iki ülkenin sınır sorunu öyle ha deyince çözülebilecek bir sorun değil… Açıkçası tam anlamıyla çözülebilecek bir sorun da değil…

     3-4. Batı ülkeleri – Amerika ve Avrupa

Hindistan artık Amerika, Avrupa, Japonya ve Avustralya ile güçlü stratejik bağlar geliştirmiş durumda. Hindistan ve Amerika arasındaki 4 savunma anlaşması ayrıca önemli: 2016 Lojistik Değişim Mutabakat Zaptı, 2018 İletişim Uyumluluğu ve Güvenlik Anlaşması, 2019 Endüstriyel Güvenlik Anlaşması ve 2020 Temel Değişim ve İşbirliği Anlaşması. Hindistan’ın Amerika ile ilişkisinin hem Demokratlardan hem de Cumhuriyetçilerden destek alıyor olması nedeni ile ikili ilişkilerde Amerikan Başkanlık seçimlerinin sonuçlarından marjinal bir etki zaten beklenmiyordu ama Modi’nin sinerjisinin yeniden seçilen Başkan Trump ile daha uyumlu olduğunu vurgulamak önemli…

Bununla beraber, Hindistan’ın Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri ile ekonomik ve siyasi bağları gelişti. İngiltere, Hindistan ile bir serbest ticaret anlaşması imzalamaya uzun süredir yoğun ilgi duyuyor. Ayrıca Avrupa Birliği de serbest ticaret anlaşması imzalamaya uzun süredir istekli. Öte yandan, Khalistan ayrılıkçısı Gurpatwant Singh Pannun’a suikast planı yapıldığı iddiası, Batı ile önemli bir çekişme noktası. Bu bizi Hindistan-Kanada ilişkilerine yönlendiriyor.

  1. Kanada

Hindistan-Kanada ilişkileri geçen yıl Başbakan Trudeau’nun Hindistan’ı Khalistan ayrılıkçısı Hardeep Singh Nijjar’ın öldürülmesinde parmağı olmakla suçlamasından bu yana ciddi sallantıda. Ve ikili ilişkilerin en azından 2025 Kanada seçimlerine kadar kötü kalması kuvvetle muhtemel…

5 Jeopolitik Zorluk

Hindistan dış politikasının uluslararası sahnede en az beş jeopolitik zorluğun üstesinden gelmesi gerekiyor:

  1. İdeolojiden çok, çıkar odaklı yaklaşım gerektiren büyük güç rekabetinin geri dönüşünü karşılamaya hazır olmak gerekiyor.

Bir yanda Batı, diğer yanda Çin ve Rusya arasında yenilenen çatışma, uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde farklı dış koşullar yaratmaya başladı. Hindistan özelinde bu, 1991’deki deneyiminden daha dar bir alan sunuyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle damgasını vuran Soğuk Savaş’ta Hindistan, tüm büyük güçlerle etkileşim kurabilecek alana sahipti. Hindistan’ın rakip güçler arasındaki “Bağlantısızlık” politikasını tüm büyük güçlerle işbirliği yapmaya olanak tanıyacak biçimde “Çoktaraflılık” fikriyle güncelleyebileceği varsayılmıştı. Ancak büyük güçler birbirleriyle iyi geçindiği sürece politikanıza hangi ismi verdiğiniz çok da dikkate alınmıyor. Asıl önemlisi, büyük güçler arasındaki çatışmanın yoğunlaştığı an ki aktörlerin her biriyle istediğinizi diğeriyle herhangi bir maliyete katlanmadan yapabilme özgürlüğünüz azalmaya başlar…

  1. Küresel ekonominin değişen yapısının yurtiçinde doğurduğu daha fazla reform talebini karşılayabilmek gerekiyor.

1990’ların başında Hindistan ekonomik küreselleşme mantığını benimseyebilmiş, uyum sağlayabilmişti ancak günümüz konjonktürde jeopolitiğin küresel ekonomi üzerindeki etkisi söz konusu ve bununla baş edilebilmeli. 2019’da Hindistan, Asya çapındaki serbest ticaret müzakerelerinden (RCEP) kendi çekinceleri özelinde çekildikten sonra ekonomik küreselleşme inancında kopukluk yaşadı. Ancak beraberinde büyük Batı ekonomilerinin Çin’e bağımlılığı azaltma çabaları, Hindistan’ın jeoekonomik konumunu geliştirme fırsatları için yeni kapı açtı. Ama Hindistan buna soğuk bakıyor. Serbest ticaret noktasında daha güvenilir coğrafyalar, dayanıklı tedarik zincirleri ve stratejik ortaklar görüşünden vazgeçmek istemiyor ancak henüz bunun pratikte ticari işbirliği açısından somut sonuçlara dönüştürülmesi zor. Kritik başka konu, 2024 genel seçimlerin getirdiği koalisyon hükümeti, yeni küresel dinamikle başa çıkmak için ihtiyaç duyulan reformlara yönelik ekstra kaygılar doğurdu ki bunda iç ekonomik dönüşümü sürdürme isteği ve yeteneği belirleyici olacak ama henüz somut bir eğilim görülmedi…

  1. Büyük güç rekabetinin ayrılmaz parçası olarak ortaya çıkan ve küresel gücün yeniden dağıtılmasına işaret eden teknolojik devrime ayak uydurmak gerekiyor.

Bu, Hindistan için bir yandan ileri teknolojik gelişimin hızlandırılmasına kapı açıyor ise bir yandan Hindistan’ın devlet tekellerinin egemenliği altındaki gelişmiş bilim ve teknoloji sektörünün modernizasyonu ihtiyacını açığa çıkarıyor. Haziran sonlarında iki ülkenin ulusal güvenlik danışmanlarınca gözden geçirilen Amerika ile kritik ve gelişen teknolojiler girişimi (iCET) fırsat olarak değerlendirilebilir. Ocak 2023’te duyurulan iCET kapsamında iki ülkenin uzay, yarı iletkenler, ileri telekomünikasyon, yapay zeka, kuantum, biyoteknoloji ve temiz enerji dahil kilit teknoloji sektörlerinde stratejik işbirliğini derinleştirme ve genişletme yönünde önemli adımları söz konusu. Ancak iCET toplantısının ardından Delhi’de brifing veren ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Campbell’in sözlerinden anlaşıldığı üzere teknoloji konularına ilişkin Amerika tarafının samimi Hindistan-Rusya bağlarından kaygı duyduğunu ve bu noktada Hindistan’dan taviz beklendiğini vurgulamak gerekiyor…

  1. Eski bölgesel kategorileri aşındıran yeni bölgelerin yükselişine uyum sağlanması, bu bölgelerin ayrı varlıklar olarak görüldüğü eski mental haritaların silinmesi gerekiyor.

Güney Asya ve Güneydoğu Asya gibi geleneksel olarak tanımlanmış birçok bölgenin sınırlarını aşan Hint-Pasifik jeopolitik anlatısının ortaya çıkışı buna en somut ve güncel örnektir. Körfez’in finansal gücü, Afrika’nın hızlı ekonomik büyümesi ve Avrupa’nın güneye uzanması yeni fırsatlar doğuruyor. Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) böyle bir fırsatın ürünü. Eylül 2023’te duyurulan IMEC kapsamında Hindistan’ın Körfez ve Avrupa’ya bağlantısı sağlanarak Asya, Ortadoğu ve Avrupa arasındaki ticaret bağlantılarının genişletilmesiyle ekonomik kalkınmanın teşviki söz konusu. Artık Afrika, Güney Avrupa ve Ortadoğu ülkelerine daha fazla diplomatik, politik, ekonomik ve güvenlik kaynakları ayırmak gerekecektir…

  1. Yükselişe ilişkin “abartılı” retoriğin yumuşatılması gerekiyor.

Geçen yıl Hindistan’ın demografik, ekonomik ve uzay temelli sıçrama haberleri büyük yankı uyandırdı. En kalabalık ülke ve artık demografik güç, beşinci büyük ekonomi ve hızla büyüyen ekonomik güç, aya adım attı ve artık uzay gücü. Üçüncü büyük ekonomi olma yolundaki Hindistan’ın hızla geliştiğine kuşku yok. Ama 3,5-4 trilyon dolarlık toplam GSYİH’sı kişi başına düşen GSYİH’sının ancak 2,5 bin doların biraz üzerinde olduğu gerçeğini gölgelememeli. Hindistan’ın büyük gelişimsel zorlukları olduğu kadar büyük eşitsizlik sorunu da var. Aslında daha birçok sorunu var. Gücün abartılması ve mevcut zorlukların küçümsenmesi ancak jeopolitik kibre ve politika oluşturmada kayıtsızlığa yol açar, bu da günün sonunda öznenin kendisine pahalıya mal olabilir…

Son Sözler

Delhi için ideal senaryo, içişleri hakkında ders verilmeden Hindistan’ın çıkarlarını güvende tutmak ve Batı sermayesi ile teknolojisinden yararlanmaktır. Ancak Amerika özelinde Hindistan’ın güven problemi yaşadığı bam teli tam da bu noktada ortaya çıkıyor ki hem Delhi hem Washington’daki bazı lobilerin uğraşlarına karşın Amerika hiçbir zaman tam anlamıyla Hindistan’ın “dostu” olarak algılanmayacaktır. Yakın zamanda ABD Dışişleri Bakanı Blinken şunları söylemişti: “Hindistan’da din değiştirme karşıtı yasalarda, nefret söyleminde, azınlık inanç topluluklarının üyelerine ait evlerin ve ibadet yerlerinin yıkılmasında kaygı verici artış görüyoruz.” Bu aslında Hindistan’ın Rusya tutumuna karşı Amerika’nın bir çeşit cezalandırma taktiği ve Delhi çevreleri bu tür bir ders verme taktiğini “saldırgan” olarak niteliyor, Hindistan demokrasisine saygı duyulmadığının ve içişlerine müdahale edildiğinin tepkisini veriyor. Bu arada ayrıca yeniden seçilen Trump ile Hindistan’ın iç siyasetine yönelik müdahale eğiliminde azalma bekleniyor olabilir, ancak bu kez de Trump başka sorunlarla gelecektir… (Ki bunu daha önce bu köşede tartıştık.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English