Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor

Yayınlanma

26 Ekim sabahı, İsrail, İran’a karşı “Tövbe Günü” kod adlı üç aşamalı büyük ölçekli saldırı başlatarak, 1 Ekim’deki ikinci füze saldırısına misilleme yaptı. İsrail’in Jarusalem Post gazetesi, İsrail Hava Kuvvetleri’nin yüzlerce gizli savaş uçağı ile İran’ın askeri hedeflerini “kesin” bir şekilde vurduğunu açıkladı. Toplanan bilgilere göre, İsrail savaş uçakları İran’ın hava savunma, füze ve insansız hava araçları ile ilgili askeri üslerini, Tahran, Huzistan ve İlam eyaletlerinde hedef aldı.

İsrail daha sonra İran’a yönelik karşı saldırının sona erdiğini duyurdu. Times of Israel gazetesi, İsrail hükümetinin üçüncü bir taraf aracılığıyla İran’a saldırı hedeflerini önceden bildirdiğini ve karşılık vermemesi konusunda uyardığını belirtti. Bu, İsrail’in kuruluşundan bu yana İran’a yönelik hava saldırısı düzenlediği ilk seferdir ve İran’ın hava savunma sistemini kolayca aşması, İsrail’in İran üzerinde mutlak hava hakimiyeti, uzun menzilli hassas saldırı ve büyük ölçekli bombalama kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. F-35 gizli savaş uçağının en yüksek yük kapasitesiyle menzilinin 3500 kilometreye kadar ulaşabileceği ifade ediliyor.

İran resmi kaynakları, saldırıların büyük çoğunluğunun engellendiğini ve sınırlı hasara yol açtığını, iki askerin öldüğünü bildirdi. İran’ın Birinci Yardımcı Cumhurbaşkanı Ali Rıza, sosyal medya üzerinden “İran’ın gücü düşmanı utandırdı” şeklinde bir mesaj paylaştı. İran hava sahası hemen açıldı ve sivil havacılık normale döndü. Ancak İran Dışişleri Bakanlığı, saldırılara karşı misilleme yapma hakkını koruyacağını belirtti.

Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Umman, Katar ve Irak, İsrail’i hemen kınadı. Ürdün, İsrail savaş uçaklarının üzerinden geçmesine izin verildiği yönündeki iddiaları da yalanladı. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in “kendini savunma” hakkını desteklediğini belirterek, İran’a misilleme yapmaması konusunda uyarıda bulundu..

Dünyanın gözü önünde İsrail’in misillemesinin “ikinci ayağı” sonunda gerçekleşti; saldırının şiddeti ve kapsamı da beklenildiği gibi oldu. İran’ın nükleer ve petrol tesisleri hedef alınmadı ve ciddi can kaybı yaşanmadı. İsrail ile diplomatik ilişkileri olan hemen hemen tüm Arap ülkeleri kınama ifadelerini dile getirdi. Bu nedenle, İran ile İsrail arasındaki sembolik misillemelerin kısa vadede sona ermesi bekleniyor.

İsrail’in gizli savaş uçaklarının Ürdün ve Suudi Arabistan hava sahasından geçerek saldırı düzenleme olasılığı tamamen dışlanamasa da, Arap komşularının son zamanlardaki vaatlerini ihlal ederek İsrail’e yardımcı olduğu yönünde herhangi bir kanıt yok; ayrıca, bu ülkelerdeki ABD savaş uçaklarının saldırılara katıldığına dair de bir delil bulunmuyor.

Daha önemlisi, İran’ın Arap komşularıyla bir yakınlaşma dönemine girmesi, durumu daha fazla tırmandırmaktan kaçınmak istediğini gösteriyor. Öte yandan da İran, İsrail ile geçmişteki vekalet savaşları ve gölge savaşlarını sürdürerek, “direniş ekseni” adlı Şii renklerle dolu bir birleşik cepheyi yönetiyor. Böylece, sol el Araplarla kucaklaşırken, sağ el İsrail ile çatışmada yeni bir normalleşme süreci yaratabilir ve uzun vadeli, düşük yoğunluklu bir harp yöntemi ile İsrail’i yorabilir. Özellikle Suudi Arabistan ile yeni ve sağlam ilişkisini değerli bulan İran, bir zamanlar kendisinden uzaklaşan Arap ülkelerini tekrar yanına çekmek için çaba göstermektedir.

23’ünde, Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı sözcüsü Turki Maliki, Suudi Arabistan’ın son dönemde İran ve diğer Umman Körfezi ülkeleriyle ortak deniz askeri tatbikatı gerçekleştirdiğini duyurdu. İran medyası ise, 19’unda İran, Umman ve Rusya’nın Hint Okyanusu’nda ortak deniz tatbikatı başlattığını ve Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Tayland gibi ülkelerin gözlemcilerinin davet edildiğini bildirdi. Dahası, 21’inde İran Öğrenci Haber Ajansı, İran Donanması Komutanı Şahram İrani’nin sözlerini aktardı ve “Suudi Arabistan, Kızıldeniz’de ortak tatbikat yapma talebinde bulundu” dedi.

İran ile Suudi Arabistan, Umman ve diğer Arap komşuları arasında ani bir askeri etkileşim artışı, Filistin-İsrail çatışmasının devam ettiği ve hızlı bir çözümün umulmadığı bir ortamda, Hazar Denizi bölgesindeki büyük güçlerin aktif olarak işbirliği arayışında olduğunu ve durumu kontrol altına almak için çaba gösterdiğini gösteriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın ilk kez ortak askeri tatbikat gerçekleştirmesi, geçen yıl mart ayında Pekin’in aracılığıyla sağlanan tarihi uzlaşmanın ardından stratejik güvenin ve etkileşimin daha da güçlendiğini ortaya koyuyor. Bu durum, Orta Doğu ülkelerinin bölgesel meselelerde bağımsız liderlik arayışlarını ve jeopolitik ilişkileri ile güvenlik yapılarını yeniden inşa etme konusundaki kararlılıklarını da vurguluyor. Ayrıca, ABD’nin İsrail ve Körfez Arap ülkeleri ile “Orta Doğu versiyonu NATO” oluşturma çabalarının başarısız olma ihtimalini artırıyor.

Bu nedenle, İsrail’in İran’a yönelik büyük ölçekli bombardımanlarına rağmen, İran hala avantajlı bir konumda ve bölgedeki süper güçlerin etkisi ortaya çıktı. İki askeri tatbikatın peş peşe gerçekleşmesi ve bu tatbikatların Hazar Denizi ile Kızıldeniz’in geniş alanını kapsaması, ayrıca çevre ülkelerin İsrail’in hava saldırılarına açık bir destek vermemesi, İran’ın durumu aktif hale getirdiğini gösteriyor.

Ayrıca, Suudi Arabistan’ın gizli bir şekilde İsrail’i ikna etme çabaları ve İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen’in Mısır ve Körfez Arap ülkeleriyle “barış çabaları” ve “diplomatik mekik” faaliyetlerinin, İsrail’i saldırı hedeflerini yalnızca İran’ın askeri tesisleriyle sınırlı tutmaya ve nükleer ile petrol tesislerini göz ardı etmeye zorladığı görülüyor. Bu durum, tüm tarafların beklentileriyle tamamen örtüşüyor. ABD ve İsrail’in çıkarlarının tam olarak örtüşmediği bir dönem olduğunu da not etmek gerek.

İran’ın mevcut durumu belirgin bir şekilde iyileşmiş durumda. Bu yıl nisan’da İran, İsrail’e karşı ilk büyük hava saldırısını gerçekleştirdi; ABD ve İngiltere gibi geleneksel müttefikler, İran füzeleri ve insansız hava araçlarını deniz ve hava güçleriyle engelledi. İran ile İsrail arasındaki Arap komşuları, açık ya da örtük bir şekilde İsrail’e destek veriyordu: Ürdün, hava savunma güçlerini kullanarak doğrudan müdahil oldu ve İsrail savaş uçaklarına hava sahasını açtı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ise, İran’ın rakiplerine istihbarat desteği sağladığı yönünde haberler alınıyordu.

İran’ın İsrail’e yönelik ilk misillemesinin askeri etkisi neredeyse sıfırdı. Bunun nedeni, saldırı hedeflerini önceden bildirmesi sayesinde İsrail’in tam olarak hazırlıklı olması ve uzun uçuş sürelerine sahip, hassas vuruş kabiliyetli zayıf silah sistemlerini seçmesiydi; ancak, Arap ülkelerindeki Amerikan deniz ve hava üslerinin de önemli bir müdahale rolü oynadığı aşikardı.

İlk hava saldırısını gerçekleştiren İran, uluslararası hukuka uygun ve orantılı bir misillemenin “cesur” unvanını kazandı ve “direniş ekseni”nin itibarını artırdı; bu eksen, Suriye, Filistin’deki İslami direniş hareketi (Hamas), Lübnan Hizbullahı, Yemen Husi milisleri ve Irak’taki “Halk Seferberlik Gücü” gibi grupları içeriyordu. Böylece, İran, İsrail’e karşı lider konumunu pekiştirdi; ancak, diplomatik savaşta kaybetti ve çevresindeki ülkelerle karşıt bir konumda yer aldı. Bu sefer ise, İran, İsrail ile mücadelenin getirdiği yalnızlık ve sıkıntıdan kurtulmuş ve Arap komşularının sempatisini kazanmış durumda.

İran ile Arap komşuları arasındaki yakınlaşma, İsrail’in hava saldırılarının yarattığı gölgenin etkisini azaltabilir. Son dönemdeki deniz ortak askeri tatbikatında, İran sadece Soğuk Savaş sonrası geleneksel müttefiki Rusya ile değil, aynı zamanda ABD ve İngiltere’nin askeri üslerinin bulunduğu Umman ile işbirliği yaptı; üstelik eski rakibi Suudi Arabistan’ı gözlemci olarak davet etmesi de dikkat çekiciydi. İran’ı en çok sevindiren ise Suudi Arabistan’ın önemli bir değişim göstererek yakınlaşması ve işbirliği yapmasıydı. Suudi Arabistan, kendisinin ortak tatbikatta bir gözlemci değil, bir katılımcı olduğunu açıkladı; bu, şüphesiz İran’ın konumunu güçlendirdi ve iki ülkenin “Pekin Bildirisi”ni hayata geçirme, stratejik güveni ve işbirliğini artırma çabalarını pekiştirdi.

Bununla da kalmayıp, Suudi Arabistan, kendi geleneksel etki alanı olan Kızıldeniz’de İran ile ortak tatbikat yapma talebinde bulunarak, bölgesel güvenlik yapısının yeni bir çerçeveye kavuşturulmasına katkı sağladı. Bu durum, İran’ın Tahran yanlısı Husi milislerine yönelik bir iyilik gösterisi olabileceği gibi, Tahran’ın da Husi milislerin yıllardır duraklamış olan ateşkes müzakerelerini yeniden başlatmasını beklemek adına bir fırsat sunuyor. Eğer Yemen savaşı, koalisyon güçlerinin çekilmesi ile sona ererse, bu, Husi milislerin tam anlamıyla zafer kazanması demek olacaktır; böylece İran, uzun yıllardır devam eden Yemen ve Kızıldeniz mücadelesinde büyük bir kazanan olarak öne çıkacaktır.

Bu yıl haziran ayında İran, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle birlikte deniz güvenliği işbirliği mekanizması oluşturma önerisinde bulundu ve böylece bölge ülkelerinin güvenlik savunma bağımsızlığını artırmayı hedefledi. Suudi Arabistan ile olan uzlaşma sürecinin pekişmesi ve genişlemesi, ardından Umman ve Suudi Arabistan ile ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirilmesi, İran’ın bölgesel deniz kolektif güvenlik fikrinin bir adım daha ilerlemesini sağladı ve diplomatik inisiyatifin de kısmen genişlediğini gösterdi.

İran’ın diplomasisi yeni bir yön kazanmış durumda ve Suudi Arabistan’ın son zamanlardaki hızlı diplomatik değişimiyle de bağlantılı. İsrail’in saldırgan politikası, Gazze’deki ateşkesi reddetmesi, Filistin ve Lübnan halklarının çektiği derin acılar, Arap lideri olarak kendini gören Suudi Arabistan üzerinde büyük bir iç ve dış baskı oluşturdu. Bu sebeple Suudi Arabistan, sadece ABD ile askeri ittifak müzakerelerini süresiz ertelemekle kalmadı, aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin normalleşme sürecini de askıya aldı. Bunun yanı sıra, 1982 yılından beri savunduğu ve yaklaşık yarım asırdır sürdürdüğü “toprak karşılığında barış” ilkesine geri döndü; iki devletli çözümün uygulanması ve Filistin’in bağımsızlığının sağlanması gerektiğini vurgulayarak, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ancak bu şekilde mümkün olabileceğini belirtti.

Suudi Arabistan, bu şekilde ABD’nin İsrail’e yönelik tek taraflı desteğine karşı duyduğu memnuniyetsizliği ifade ediyor ve “İsrail öldürürken ABD’nin bıçak uzatması” modeline karşı öfkesini dile getiriyor. Aynı zamanda, Filistinlilere, Lübnanlılara ve hatta tüm Arap ve İslam dünyasına büyük güç sorumluluğunu ve yükümlülüğünü göstermeye çalışıyor. Bu açıdan, Suudi Arabistan ile İran yeni bir barış rekabetine girmiş durumda.

İran, Pers milletinin ve Şii inancının ön planda olduğu bir non-Arab ülke olarak, Filistin’in kurtuluşu bayrağını yüksek tutarak, birçok Arap olmayan aktörü Orta Doğu çatışmalarında yeni bir başrol oynamaya yönlendirdi. Bu rol değişimi, İsrail ile uzlaşma arayışındaki Arap ülkelerini “büyük çıkarlar, küçük ahlak” ikilemine sokmakta ve bu durum, Arap dünyasının siyasi güç dengesini derinlemesine sarsmaktadır. Bu da, Arap dünyasının genel istikrarı ve siyasi geleneği açısından olumsuz sonuçlar doğurmakta ve nihayetinde Suudi Arabistan gibi ABD müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verme potansiyeli taşımaktadır.

İran, “direniş eksenini” harekete geçirerek İsrail ile yedi cephede karşı karşıya gelerek, beş önceki Orta Doğu savaşlarından farklı bir “altıncı Orta Doğu savaşı” başlatıyor. Bu durum, İsrail’in ana rakipleri, karar alma merkezleri ve “fırtına merkezi”ni Kahire ve Şam’dan Tahran’a kaydırarak jeopolitik merkezini belirgin bir şekilde değiştirdi. Stratejik olarak, İran’ın bölgedeki süper güç statüsünü yükseltti ve Hazar Denizi’nden Kızıldeniz’e kadar olan coğrafi etkisini güçlendirdi. Bu büyük ölçekli değişim ve dönüşüm, Suudi Arabistan’ın İran’ın jeopolitik haritayı yeniden şekillendirmesini pasif bir şekilde kabul etmesindense, aktif olarak katılmayı ve birlikte şekillendirmeyi seçmesini sağladı; yani menüdeki yemek olmaktansa, sofrada oturmaya karar verdi.

İran ile Suudi Arabistan arasında yapısal çatışmalar var; bu çatışmalar arasında mezhepsel, etnik, siyasi sistem, ulusal strateji ve dış politika farklılıkları ile bölgesel statü ve İslam söyleminde rekabet bulunuyor. Bu durum, son 40 yıldır ilişkilerin gergin olmasına, sık sık çatışmalara ve hatta birden fazla kesintiye neden oldu. Bu çatışmaların kökeninde ise her iki tarafın içsel farklılıkları olduğu kadar, Soğuk Savaş ve sonrası dış güçlerin rekabeti de yer alıyor. “Arap Baharı”ndan “Arap Kışı”na kadar on yılı aşkın süren şiddetli çatışmalar, İran-Suudi çatışmasını daha da derinleştirerek zirveye taşıdı; nihayetinde, her iki taraf da sınırlı güçleriyle aşırı yüklenmeden dolayı uzlaşma ve barış arayışına gitti.

Geleneksel büyük güçlerin etkisinin azalması, Orta Doğu ülkelerinin kendi bağımsızlık ve güçlendirme bilincini artırdı; bu durum, İran ve Suudi Arabistan’ın durum değerlendirmesi yaparak, geçmiş düşmanlıkları tamamen bir kenara bırakmasını, aktif bir şekilde birbirlerine yaklaşmasını sağladı. Bu barışın sağlanmasında Çin’in arabuluculuğu önemli bir rol oynadı.

Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne uzanan bu yeni Orta Doğu savaşında, İran ile Suudi Arabistan arasındaki Filistin-İsrail çatışmasını çözme konusundaki çok farklı ve hatta zıt duruşlar ve gizli oyunlar hâlâ devam etse de, iki ülke zorlu testlerden geçerek akıllıca çatışmalardan kaçınmayı başardı. Bu, yalnızca uzlaşmayı, işbirliğini ve istikrarı korumakla kalmadı; aynı zamanda stratejik güvenin derinleşmesine ve olumlu etkileşimin artmasına da katkı sağladı. Bu, çalkantılı Orta Doğu için kesinlikle sevindirici bir iyimserlik belirtisi ve desteklenmeye değer.

Ancak, günümüzde İsrail’in “yedi cephede savaş” yürütmesinin doğrudan kıvılcımı, Filistin-İsrail çatışmasıdır. Büyük ölçekli ve çok uluslu sivil toplumsal aktörlerin dahil olduğu “altıncı Orta Doğu savaşının” en kısa sürede ateşkesle sonuçlanmasının anahtarı, Gazze’deki çatışma ateşini söndürmektir. Orta Doğu’da kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması ise, İsrail ile Filistin, Lübnan ve Suriye arasındaki toprak anlaşmazlıklarının köklü bir şekilde çözülmesine bağlıdır. Bu, köklü “Büyük İsrail” hayallerinden, orman kanunları anlayışından ve güç kullanma inancından kurtulmayı gerektirir.

Aynı şekilde, uzun süreli bir sıcak nokta olan İran da anlamalıdır ki, on yıllardır süregelen karmaşık ilişkiler, “Pers zekâsı”nı yansıtsa da, jeopolitik hiçbir şekilde geçim kaynağı olamaz. “Pers zekâsı”, hem başkalarına hem de kendine fayda sağlayacak ve barışa dayalı bir kazan-kazan durumu arayışında olmalıdır. Ulusal çıkarları yükseltmek ve büyük güç statüsü elde etme çabası, barış, gelişim ve refah yönündeki eğilimle uyumlu olmalı, özellikle de kendi halkına fayda sağlamalıdır.

Bugün, Orta Doğu’daki Arap ve İslam ülkeleri arasında İsrail ile barış içinde yaşama eğilimi giderek yaygınlaşırken, İran geçmişe sıkı sıkıya tutunarak, İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını kabul etmeyi reddetmekte; bu da onu ABD ve Batı dünyasıyla gergin bir karşıtlık durumuna sürüklemekte. Bu durum, uzun süreli abluka ve yaptırımlar nedeniyle, kendi halkının acı çekmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu çatışmalarının gerilimini, jeopolitik ilişkilerin kırılganlığını ve bölgesel yönetimin parçalanmasını artırıyor. Sonuç olarak, bu durum, İsrail’de aşırı sağcı güçlerin güçlenip sağlam bir halk desteği kazanmasına zemin hazırlıyor. Bu da “toprak karşılığında barış” ve “iki devletli çözüm” önerilerinin bir türlü hayata geçememesine neden oluyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

GÖRÜŞ

İktidardaki yalnız kurt: Shigeru Ishiba Japonya’yı kördüğümden çıkarabilir mi?

Yayınlanma

Niu Jiarui
Araştırma Görevlisi, Tarih Bölümü, Şanghay Üniversitesi

27 Eylül 2024 tarihinde Japonya Liberal Demokrat Partisi’nin (LDP) başkanlık seçimi sonucunda Shigeru Ishiba, favori aday Sanae Takaichi de dahil olmak üzere önde gelen adaylara karşı zafer kazanarak ikinci turda oyların çoğunluğunu aldı ve LDP’nin 28. Başkanı oldu. Japonya’nın parlamenter sisteminde iktidar partisinin lideri her zaman Başbakan’dır. Sonuç olarak, 1 Ekim’de Kishida Kabinesi’nin istifasının ardından Ishiba, Temsilciler Meclisi ve Meclis tarafından ortak bir oturumda oyların %50’sinden fazlasını alarak seçildi ve böylece Japonya’nın 102. Başbakanı olarak resmen göreve başladı.

Shigeru Ishiba kimdir?

Bir zamanlar medya tarafından ‘Çin’in Japonya için sıfır tehdit oluşturduğunu’ iddia eden ‘Çin yanlısı’ bir figür olarak etiketlenen Ishiba, LDP içinde uzun zamandır ‘yalnız kurt’ olarak biliniyor ve parti içindeki çeşitli gruplarla sık sık anlaşmazlık yaşıyor, ancak anketlerde çarpıcı bir şekilde tersine dönmeyi başardı. Yakın zamanda seçim kampanyası sırasında NATO’nun Asya versiyonunun kurulmasını önermiş ve ABD ile eşit statü talep ederek şahin bir duruş sergilemiştir. Ishiba’nın liderliğinin Japon siyasetine yeni değişiklikler getirip getirmeyeceği ve Japonya’nın Çin ve Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini nasıl etkileyeceği sorusu hala cevapsız.

Görev süresi çığır açıcı mı yoksa geçici mi olacak?

Parti içindeki ve dışındaki güçlerin koordinasyonu ve korunması kilit önem taşıyor.

Ishiba’nın seçilmesi, LDP içindeki güç simsarlarının ve hizipçi siyasetin entrikalarının bir sonucu olarak görülüyor. Ishiba’nın 2008 yılında LDP başkanlığı için yaptığı ilk adaylık girişimi eski Başbakan Taro Aso tarafından yenilgiyle sonuçlanmıştı. 2012, 2018 ve 2020 seçimlerinde de büyük ölçüde parti içindeki kötü ilişkileri nedeniyle benzer başarısızlıklarla karşılaştı, sık sık görevdeki başbakanlarla çatıştı ve siyasi bölünmelere neden oldu, bu da parti içi seçimlerde tekrar tekrar kaybetmesine yol açtı.

Bu yılki seçimlerde Ishiba 215 oyla Takaichi’nin 194 oyuna karşı az bir farkla başkanlığı kazandı. Bu sonuca iki faktör katkıda bulundu: birincisi, Takaichi’nin radikal politikaları LDP içindeki muhafazakar üyeler arasında endişe yarattı ve ikincisi, eski Başbakan Yoshihide Suga, eski LDP Başkanı Fumio Kishida ve eski Başbakan Taro Aso gibi bazı kilit ‘kral yapıcılar’ ikinci turda adayları destekledi. İlk turdan sonra, Aso’nun hizbi dışında, daha önce kararsız olan hizip oylarının çoğu Ishiba’ya doğru aktı. Bu değişim sadece Ishiba’nın akranlarının güvenini yeniden kazanmaya yönelik siyasi vaatlerinden değil, aynı zamanda hizip liderlerinin parti içinde potansiyel olarak reformist bir figürle suları test etmek için yaptıkları hesaplı bir hareketten kaynaklanıyordu. Hiziplerden arındırılmış bir seçim iddiasına rağmen, gerçek şu ki seçim yine de hizipçi politikalardan etkilenmiştir ve Ishiba’nın zaferi, LDP’yi mevcut sıkıntılı durumdan çıkarıp çıkaramayacağını ve halkın güvenini yeniden kazanıp kazanamayacağını görmek için hizipler tarafından yapılan bir deneme olabilir. Hizipler ihtiyatlı bir iyimserlik içinde.

1 Ekim’de, siyasi açıdan zayıf olan Ishiba’nın çeşitli güçlere verdiği tavizleri ve ödünleri yansıtan kabine üyeleri listesi de açıklandı.

Japon siyaseti esasen kişiler arası ilişkilerle ilgilidir, güç alışverişini ve hizipsel güç dengesini vurgular. Parti içinde uyumun korunması, hizipler arasında hassas bir güç ve ilişki dengesi gerektirmektedir. Yeni kabinede Kishida hizbinden (Kochikai) bir, Aso hizbinden (Wakate Kyokai) iki, Motegi hizbinden (Heisei Kenkyukai) bir, Ishiba hizbinden (Suigetsu-kai) bir ve eski Nishimura hizbinden iki üye yer alıyor, Eski Hayashi fraksiyonundan bir, Komeito’dan bir üye ve 11 bağlantısız üye, deneyim ve taze kan, fraksiyonel denge, fraksiyonlar arası işbirliği, cinsiyet ve yaş çeşitliliği arasında bir denge olduğunu göstermektedir. Bu durum Ishiba’nın yeni kabinede denge arama çabasını yansıtmaktadır.

Ishiba, çeşitli partilerle çatışmalardan kaçınmak için temkinli ve muhafazakâr davranmış olsa da, Başbakan olarak konumu hala istikrarsız.

Son zamanlarda Ishiba, kendi grubu olan Suigetsu-kai içinde, hesapta olmayan siyasi fonlarla ilgili potansiyel mali suistimalle suçlanmaktadır. Kamuoyuna göre, şu anda bu tür ifşaatların, parti içinden veya dış güçlerden gelen ve Ishiba’ya sınırları içinde kalması için sinyal veren tehditlerin veya ipuçlarının bir sonucu olarak kabul edilmesi muhtemeldir.

Her şeye rağmen yeni Başbakan, LDP’nin yaklaşan Temsilciler Meclisi seçimlerini olumsuz etkileyebilecek bir siyasi skandal riskiyle karşı karşıya. Başlangıçta Ishiba Kabinesi’nin onaylanma oranı sadece %51 ile 2001’den bu yana en düşük seviyedeydi. Bu destek oranının %50’nin üzerinde tutulup tutulamayacağı henüz belli değil. İstikrarsız yönetimin doğru yola sokulup sokulamayacağı çeşitli faktörlere bağlıdır. Ishiba yönetiminin kırılgan konumu göz önüne alındığında, politikaları ve siyasi yönü parti liderliği tarafından belirlenebilir. Ishiba’nın çeşitli güçleri nasıl dengeleyeceği ve Başbakan olarak rolünü nasıl başarıyla yerine getireceği henüz belli değil.

ABD ile denklik arayışı mı?

Ishiba’nın büyük stratejisini gerçekleştirmek zor olabilir.

Japonya uzun zamandır askeri öz savunma ve stratejik koruma arayışındadır.

1951 yılında imzalanan Japonya-ABD Güvenlik Anlaşması‘ndan bu yana Japonya, askeri strateji konusunda ABD ile yüksek derecede bir birliktelik sürdürmüştür. ABD’nin askeri varlığı ve Japonya’nın stratejik kara kullanımının oluşturduğu dış işbirliğinin yanı sıra Japonya, Öz Savunma Kuvvetleri’nin kapsamını ve sorumluluklarını genişletmek için bir iç strateji oluşturmuş ve aynı zamanda Anayasa’nın savaşı reddeden 9. Maddesini değiştirmeye çalışmıştır. Bunlar uzun zamandır LDP ve diğer muhafazakar partilerin tutarlı siyasi hedefleri olmuştur.

21. yüzyıldan bu yana Yoshiro Mori, Junichiro Koizumi, Fukuda Yasuo ve Shinzo Abe gibi liderler politika platformlarının bir parçası olarak askeri güce öncelik vermiş, savunma kurallarının revizyonunu ve anayasal reformu aktif olarak desteklemişlerdir. Ishiba da askeri güvenlik alanında şahin bir duruş sergilemiş, seçim kampanyası sırasında ‘NATO’nun Asya versiyonunun’ kurulmasını savunmuş ve temel bir ulusal güvenlik yasasının ve Japonya-ABD ittifakının güçlendirilmesinin önemini vurgulamıştır.

NATO’nun Asya versiyonu nedir?

Adından da anlaşılacağı üzere, Asya’da, Avrupa’daki NATO’ya benzer, ABD, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Singapur ve diğer Asya-Pasifik ülkelerini kapsayan, karşılıklı askeri işbirliği hak ve yükümlülüklerine sahip bir askeri örgüt veya ittifak kurmayı amaçlamaktadır. Ishiba’ya göre ‘Bugünün Ukrayna’sı yarının Asya’sıdır. Asya, NATO gibi kolektif bir öz savunma sisteminden yoksundur ve dolayısıyla karşılıklı savunma yükümlülükleri yoktur, bu da onu savaşa eğilimli hale getirir… Ishiba’ya göre NATO’nun Asya versiyonunun kurulması kaçınılmazdır. Bu önerinin ardındaki temel gerekçenin jeopolitik gerilimler olduğunu vurgulamıştır. Aynı zamanda Shigeru Ishiba ‘Japonya’nın egemen ve bağımsız bir ulus olduğu’ fikrinin altını çizerek mevcut Japonya-ABD ilişkisini doğası gereği ‘asimetrik’ olarak algılamaktadır. Bölgesel tehditler söylemine dayanan NATO’nun Asya versiyonu savunusu, Japonya’nın Doğu Asya’daki askeri konumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Japonya ve ABD arasında eşit statüde bir diyalog mekanizması kurmayı ve Japonya’nın askeri stratejik erişimini Kuzey Amerika’ya doğru genişletmeyi ve böylece Japonya’nın küresel sahnedeki stratejik etkisini artırmayı amaçlamaktadır.

Ancak gerçek şu ki NATO’nun Asya versiyonunun kurulmasının önünde pek çok engel bulunmaktadır. Çin ile olan farklı ilişkiler ve Asya ülkeleri ile Avrupa arasındaki kültürel ve kurumsal farklılıklar nedeniyle NATO modelinin Asya’da tekrarlanması zordur.

İlk olarak, ASEAN ülkeleri buna karşı çıkmaktadır. Endonezya’nın resmi gazetesi Jakarta Post, ASEAN’ın Japonya’nın ‘Asya NATO’su’ önerisiyle ilgilenmediğini, çünkü bu ittifakın bir hakaret olarak görüldüğünü ve böyle bir askeri ittifaka katılmanın sadece bölgesel gerilimleri tırmandıracağını belirtti. ASEAN, Japonya’nın Doğu Asya’da askeri rekabete odaklanmasıyla uyuşmayan, ekonomik faydalara odaklanan çok taraflı bir çerçevenin oluşturulmasını vurgulamakta ve Japonya’nın Asya NATO’su önerisindeki askeri güç niyetini ortaya koymaktadır.

Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar da Hindistan’ın olumsuz tepkisini açıkça dile getirdi. Hindistan’ın kendine özgü bir tarihi geçmişi ve diplomatik stratejisi olduğunu ve herhangi bir askeri ittifakın parçası olma niyetinde olmadığını ve diğer ülkelerin uygulamalarını takip etmeyeceğini vurguladı. Bu açıklama yeni Japon Başbakanına Hindistan’ın güvenlik ve stratejik işbirliğinde özerklik ve bağımsızlık arayışında olduğu ve NATO benzeri bölgesel bir askeri grubun inşasına katılmak istemediği yönünde doğrudan ve net bir mesaj göndermektedir.

Aynı zamanda, Asya NATO’sunda ABD ile eşit bir konum arayışı kaçınılmaz olarak ABD’nin muhalefetiyle karşılaşacaktır. Japonya’nın ‘ABD ve Japonya’nın liderliğini’ ve ‘askeri açıdan ABD ile eşitliği’ savunduğu bir Asya NATO’su kavramı zorluklarla doludur ve Ishiba da ‘Japonya-ABD ittifakını ABD-İngiltere ittifakı seviyesine yükseltmek benim görevimdir’ demiştir. Doğu Asya ve Pasifik işlerinden sorumlu ABD’li yetkililer Ishiba’nın ‘daha resmi bir kurum oluşturma’ önerisinin henüz olgunlaşmadığını ve ABD’nin yeni bir kapalı askeri ittifak oluşturmak yerine mevcut işbirliği çerçevesini optimize etmeyi tercih ettiğini belirtti.

Bu nedenle, hepsi de Ishiba’ya bir uyarıda bulunarak Ishiba’nın Asya NATO’su emellerinin alevlerini büyük ölçüde söndürdü ve ABD ve ASEAN’ın Japonya’nın önerdiği bölgesel askeri ittifakı reddetmesi Asya NATO’sunun stratejik planının uygulanmasını zorlaştırdı.

Ishiba LDP içinde ‘Çin yanlısı bir hizip’ mi?

Ishiba’nın göreve geldikten sonra Çin konusundaki tutumu hala ihtiyatlı bir gözlem gerektiriyor.

Başbakan olmadan önce Ishiba, hükümette bulunduğu süre boyunca ‘Çin yanlısı’ bir sinyal verdi. Zayıflarla empati kuran bir Hıristiyan olarak Ishiba, Çin-Japon tarihi konularında nadir görülen bir duruş sergilemiş, ‘Japonya’nın savaş üzerine düşünmesi ve savaş için özür dilemesi gerektiğini’ kabul ederek hem Çin hem de Japon halkının bu savaşın kurbanı olduğunu belirtmiştir. Tarihi gerçekleri her zaman güzelleştiren ve savaşın saldırganlığını kabul etmeyi reddeden Japon sağ kanat politikacılarla karşılaştırıldığında, Ishiba’nın LDP içindeki duruşu oldukça Çin yanlısıdır ve Japon medyası tarafından uzun zamandır parti içindeki ‘Çin yanlısı hizbin’ bir üyesi olarak görülmektedir. Çin konusunda Ishiba, Çin’in Japonya için bir tehdit olmadığını vurgulamış ve son zamanlarda Çin ile stratejik karşılıklı ilişkileri sürekli olarak ilerletmek için diyalog ve değişimin önemini vurgulamıştır.

Ancak Japonya’nın lideri olarak Ishiba, göreve geldikten sonra gençlik yıllarındaki siyasi duruşuna bağlı kalacak mı? Bir yandan, Ishiba’nın seçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkması, yönetim hedefi olarak ‘Asya NATO’suna’ ulaşmaya odaklandı. Askeri bir ittifakın kurulması kaçınılmaz olarak hayali bir düşman yaratmayı gerektiriyor – bu Çin mi yoksa Kuzey Kore mi? Bu durumda Japonya’nın askeri aşırılığı nedeniyle Çin-Japon ilişkileri bozulacak mı? Öte yandan, Guam’a ABD askerleri yerleştirme ve ABD ile eşit düzeyde bir güvenlik diyaloğu kurma talebi ABD tarafından açıkça reddedilmiştir. ‘ABD ile rekabet stratejisi’ uygulanmalıdır, bu Japonya’nın stratejisinin değişeceği ve Çin ile işbirliğini güçlendirerek kurnaz hedeflerine ulaşacağı anlamına mı geliyor?

Japonya’nın güvenliği her zaman dış desteğe bağlı olmuştur. Uzun süredir ABD ile birleşik bir cephe oluşturan Japonya, ABD ile dış eşitlik arıyorsa, yakın ama bağımsız bir ittifak mesafesini korumak için karşıt güçlerin çıkarlarına ve stratejik desteğine güvenmelidir. Ancak gerçekte Japonya’nın şu anda bu tür hedeflere ulaşması mümkün değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Japonya’nın iç durumu istikrarsızdır ve dış stratejisi tıkanmıştır. Ishiba’nın Asya NATO’su hedefinin üç yıllık görev süresinde atılımcı bir ilerleme kaydetmesi zordur. LDP’nin mali reformu, yaklaşan Temsilciler Meclisi seçimleri, Noto’daki felaket yardımı ve ekonomik piyasa deflasyonunun ayarlanması gibi iç duruma bakıldığında… Japonya’nın iç siyasi yıkıntılarının acilen onarıma ihtiyacı var ve bu da Ishiba’nın kabinesine denizaşırı güçleri geliştirmek için çok az alan bırakıyor. Bu nedenle, Japon Dışişleri Bakanlığı başbakanın değişmesinden sonra Japonya’nın stratejik değişimini yüksek sesle ilan etmedi ve Japon Dışişleri Bakanı Iwao Tsukuda da Asya NATO’sunun ‘dikkatle değerlendirilmesi’ gerektiğini belirtti.

Ishiba’nın göreve geldikten sonra yumuşayan diplomatik tutumu bu tür muhafazakar bir yönetim mantığını göstermektedir: Japonya’nın ABD ile olan kapsamlı ittifak ilişkisi değişmeyecek ve Japonya’nın Çin’e yönelik tutarlı stratejisi güvenlik sisteminin genişlemesinin teşvik edilmesi nedeniyle değişmeyecektir. İç işlerine dış işlerinden daha fazla öncelik verilecek ve bölgenin tehdidi altındaki fırsat temelli güvenlik rekabeti, gelecekte sürekli planlama ve gizli operasyonlarla geçici olarak rafa kaldırılacaktır. Doğu’daki durum karşısında Japonya’nın mevcut açıklamaları daha muhafazakâr olup, Çin ve ABD ile odak tartışmalardan kaçınırken, iç işlerinin düzenlenmesine ve diplomatik baskının hafifletilmesine odaklanmaktadır. Özellikle Çin-Japon ilişkileri için, ‘çözülmemiş çeşitli sorunlar olmasına rağmen’ güçlendirilmiş diyalog yoluyla yapıcı ve istikrarlı bir ilişki kurma arzusu olduğu da belirtilmektedir. Dolayısıyla Japonya-ABD ilişkilerinin ‘başıboş’ bir döneme mi gireceği yoksa Çin ve Kuzey Kore’ye karşı Japonya-ABD ittifakının güvenlik ağını koruyarak şahin duruşun sonuna kadar uygulanıp uygulanmayacağı konusunda bir genelleme yapamayız.

Ishiba’nın politika deklarasyonu, Japonya’nın Doğu Asya jeopolitik ortamındaki değişikliklere olan duyarlılığını ve ülkenin akıntıya karşı bir mücadele olan Japonya’nın ilerlemesi konusundaki endişesini göstermektedir. Çin ve ABD’nin rekabeti altında Ishiba kabinesinin içişlerine öncelik vererek diplomatik uzlaşmayı seçmesi, Ishiba’nın zamanlamasının yanı sıra Japonya’nın siyasi ortamının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu tür bir diplomatik konuşlanmada, Japonya-ABD ilişkileri ve Japonya-Çin ilişkileri gelecekte önemli ölçüde değişmeyecek ve Japonya’nın yönü Ishiba’nın gelecekteki yönetim performansını beklemek ve görmek zorunda kalacaktır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu

Yayınlanma

Doğrusu 21 Ekim’de Hindistan ve Çin’in Himalayalar sınır anlaşmasına vardığı duyurusu biraz sürpriz oldu. Hindistan ve Çin arasında dört buçuk yıl süren gerginliğin ardından Yeni Delhi ve Pekin, her iki tarafta 50 bin ile 60 bin askerin konuşlandırıldığı sınırda askerleri geri çekme ve çatışmayı çözme konusunda anlaştı. Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar şunları duyurdu:

“[Sınırda] devriye gezme konusunda bir anlaşmaya vardık ve bununla birlikte 2020’deki duruma geri döndük ve diyebiliriz ki … Çin ile geri çekilme süreci tamamlandı.”

Bu gelişme Çin Savunma Bakanlığı’nın kısa süre önce yaptığı Çin ve Hindistan’ın Doğu Ladakh’taki sürtüşme noktalarından asker çekme konusunda farklılıkları azaltabildiğini ve bir miktar mutabakat sağlayabildiğini, her iki tarafın da erken bir tarihte karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüme ulaşmak için diyaloğu sürdürme konusunda anlaştığı yönündeki açıklamasının ardından geldi. Aslında bir süredir ilişkilerde önemli bir düzelmenin açık işaretleri görülüyordu. Hindistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval Rusya’da Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile bir araya gelmiş, Hindistan Dışişleri Bakanlığı toplantının her iki tarafın da Fiili Kontrol Hattı boyunca kalan sorunların erken çözümü için çabaları gözden geçirmesine olanak sağladığını kaydetmişti. Hindistan’da Birlik Bakanı Rammohan Naidu iki ülke arasında dört yıllık bir aradan sonra doğrudan uçuşların yeniden başlatılması konusunu görüşmek üzere Çin heyeti ile bir araya gelmişti. İlişkilerde iyileşmeye dair somut işaretler son haftalarda ortaya çıkmaya başlamış ve Hindistan Çinli şirketlerin yıllardır beklettiği bazı yatırım tekliflerini onaylamıştı. Yeni Delhi sınır durumunun normalleşmesinin iş dünyası da dahil olmak üzere Hindistan-Çin ilişkilerinin diğer alanlarında ilerleme sağlanması için ön koşul olduğunu açıkça belirtiyordu.

Peki yine de şimdi neden birdenbire barış/çözüm çıktı? Çin siyaseti ve onun güdüleri genellikle belirsiz ancak dünya 2019-2020 sınır dramasından bu yana değişti. Çin’in milenyumun ilk on yıllarındaki hızlı ihracat odaklı büyümesi sona erdi. Bu yavaşlama şirketlerin çift haneli büyüme için kaldıraç olarak kullandığı bir ekonominin artık bu oranın yarısından daha azına düştüğü anlamına geliyor. Aynı zamanda Çin’in Tayvan’a yönelik saldırgan tehditleri, Güney Çin Denizi’ndeki saldırganlığı ve Alibaba’nın Jack Ma gibi girişimci teknoloji yıldızlarına yönelik baskıları da yatırımcıları korkuttu. Çin’e yapılan doğrudan yabancı yatırım zora giriyor: 2023’te keskin bir düşüş yaşadı ve bu yılın ilk yarısında yüzde 29’dan fazla düştü. Ufukta uzun bir deflasyon dönemi mi görünüyor?

Hindistan artık Çin’i geride bırakarak dünyanın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi haline geldi. Son mali yıldaki ekonomik büyüme yüzde 8,2. Bu ve başka birçok faktörden dolayı Hindistan ilk kez bir dünya gücü olarak algılanmaya başlandı. İhracat odaklı büyümeyi sürdürmek için Çin’in 1,4 milyardan fazla tüketiciye sahip hızla büyüyen bir Hint pazarına erişmesi gerekiyor. Bu arada Çinli üreticiler de Hindistan’da fabrika kurmak istiyor. Örneğin, Çin’in en hızlı büyüyen otomobil şirketi BYD birkaç yıldır Hindistan’da araba üretmek için lisans arıyor. Hindistan ile sınır sorununu çözmek Çin için ekonomik açıdan mantıklı.

Çözüm duyurusu, Modi ile Xi arasında bu hafta sonu Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS zirvesi kapsamında –5 yılın ardından– gerçekleşen görüşmenin de zeminini hazırlamış oldu. Ancak bu, daha fazla normalleşmeye doğru atılan ilk adım olarak düşünülmelidir. Çin birlikleri daha önceki pozisyonlarına geri çekilecek ve 2020’den beri yaptıkları gibi dar boğaz bölgesinden Hint birliklerini engellemeyecekleri açıklandı. Ayrıca 2020’den sonra o bölgede kurulan herhangi bir savunma pozisyonunu veya kampı da kaldıracaklar. 2020’ye birkaç yıl kala Çinliler, darboğazın ilerisinde bulunan “Y kavşağı” adı verilen bölgeden Hint askerlerini durduruyordu. Ayrıca Hindistan Dışişleri Bakanlığı tüm bölgelerde devriye faaliyetlerinin yeniden başlatıldığını duyurdu.

Ancak Himalayalar’da bir duraklamaya razı olmak büyük bir mesele değil. Ayrıca kışın geri çekilenler dışında birliklerin sayısında acil bir azalma olması pek olası değil gibi görünüyor. Kış geldiğinde tekrar durdurulacak olan sınır hattı boyunca devriyeye devam etmenin tam ölçekli bir geri çekilmenin ilk adımı olduğunu düşünmek gerek. Son dört yıldır uygulanmakta olduğu üzere kışın birliklerde bir azalma olacağı ve bu süre zarfında her iki ülkenin de tam geri çekilmeyi görüşmeye devam edeceği biliniyor. Himalayalar’daki bu vahşi doğada oyun oynanan devasa alan neredeyse ıssız ve yaşanmaz. Açıkça hiçbir ülke bu neredeyse değersiz sınır bölgelerine askeri kaynak ve diplomatik odaklanma harcamaktan fayda sağlamıyor. Jeopolitik rekabet kuşkusuz Bengal Körfezi ve Hint Okyanusu’nun kontrolü için devam edecektir. Bu nedenle BRICS Zirvesi’nden hemen önce gerçekleşen duyuruya çok fazla anlam yüklememek gerek. Ki Hindistan kendini Çin’in “eşiti” olarak görüyor. Bağımlı bir rol işe yaramaz; ülkesinin İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası olarak sömürge geçmişine gelince huysuz olan Hindu aşırı milliyetçi Modi, herkesle her konuda bağımsız roller için sıkı bir şekilde programlanmıştır. Dahası, Modi’nin dünyanın büyük güçlerini birbirine karşı oynayabilme konusunda kıskanılacak bir konumda olduğu doğrudur. Son zamanlarda bunu Rusya-Ukrayna konusunda yaptı. Modi Putin’i eleştirenlere katıldı, ancak Batı Rus enerjisini yasaklarken Hindistan ucuza petrol aldı. Batılı liderler bundan memnun değildi, ancak Modi’ye serbestlik de sağladılar Kİ onlar da Hindistan’ın büyüyen ekonomisinden faydalanmak istiyorlar.

Ancak aynı zamanda iki ülkenin son zamanlardaki en büyük çatışmayı kontrol altına almasının son derece önemli olabileceğine dair nedenler de var.

Hindistan ve Çin 3 bin 400 kilometrelik tartışmalı bir sınırı paylaşıyor. İki ülke 1962’de bu tartışmalı bölge yüzünden savaş dahi yapmıştı. 1990’ların başında iki taraf çatışmayı en aza indirmek ve bu sınırda askeri devriye gezmek için bir anlaşma üzerinde anlaşmaya vardı. Bu anlaşma 30 yıl boyunca işe yaradı. Ancak Çin yaklaşık 10 yıl öncesinden itibaren bu sınırda Hindistan’a yönelik askeri baskıyı artırmaya başlamıştı. 2020’nin ortasında binlerce Çin askeri kuzey kesimdeki Fiili Kontrol Hattı’nı geçmeye başladı. Ayrıca Haziran 2020’de Galwan Vadisi’nde çıkan çatışma çok sayıda Hint ve Çinli askerin ölümüne yol açtı. Daha sonra on binlerce asker uzun süreli bir sınır çatışmasına girdi. Hindistan-Çin ilişkileri kötü etkilendi ve ikili ilişkiler fiilen donduruldu.

Ancak son dört yılda Hindistan ve Çin bazı atılımlar yapmayı başardılar. Pangong Tso ve Galwan Vadisi gibi bölgelerde iki ülke, ilişkilerin kesilmesi konusunda anlaştı. Kuvvetleri bir tampon bölge oluşturdu ve daha önce yaptıkları gibi Fiili Kontrol Hattı’nda askeri devriye gezmemeyi kabul etti. Birliklerin ayrılmadığı Depsang ve Demchok iki önemli sürtüşme noktası olarak kalmıştı. Devam eden sınır krizi binlerce askerin bağlı kalmasına neden oldu ve dört yıldır ikili ilişkilere zarar verdi. Ancak şimdi iki ülke Fiili Kontrol Hattı boyunca devriye gezme haklarını geri getirme konusunda anlaştı. Bu anlaşmanın tüm sınır boyunca geri çekilmeye yol açması bekleniyor.

Bu anlaşma başlı başına olumlu bir gelişme ancak iki ülkenin gerilimi düşürmesi ve binlerce askerini tartışmalı bölgelerden çekmesi için kat edilmesi gereken daha uzun bir yol var. Açıkçası bunun 2020 öncesi sınır durumuna geri dönecek tam bir çözüme yol açıp açmayacağı da henüz belli değil. Ancak anlaşma devam ederse Hindistan için büyük sonuçlar doğurabilir. Bir ülkenin uluslararası düzeydeki gücü öncelikle iç uyumu, içerideki farklılıkları çözebilme yeteneği ve teröristlerin veya herhangi bir türden aşırılıkçıların üreyebileceği bataklıkların olmaması ile doğru orantılı olmakla beraber, özellikle sınırlarında ve komşularında tehdit algısının hiç olmaması veya realist bağlamda bu çoğu zaman pek mümkün olmadığından en azından en minimal düzeyde olması ile de doğru orantılıdır. Sınır krizinin sona ermesi Hindistan ordusu üzerindeki baskıyı hafifletir. Çin yatırımları 2020 krizinden bu yana kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı. Böylece ekonomik bağlar artık yeni normale dönebilir. Hindistan ayrıca kuzey komşusu Çin ile daha normal bir ilişki yaşayabilir ki Çin ile normal bir ilişki demek Hindistan’ın Amerika gibi bir dizi Batılı ülke ile bağlarını da etkileyebilecek demektir, çünkü Çin’e yönelik kaygılar Hindistan ile Amerika arasındaki bağların daha da yakınlaşmasına neden olan önemli bir faktör.

Ve Hindistan, Batı bloğuna veya Çin bloğuna katılma çağrılarını görmezden gelecektir. Dışişleri Bakanı Jaishankar’ın dediği gibi “Bence bir taraf seçmeliyiz ve bu bizim tarafımızdır.” Kovid patlak verdiğinde salgının Çin’in endüstriyel bir güç merkezi olarak sonunun başlangıcı olacağı iddiaları da gündeme gelmişti. Tüm dünyanın Çin’den ayrılacağı ve üretimi hızla kendi ülkelerine veya dost ülkelere geri taşıyacağı öngörülüyordu. Ancak Çin yükselmeye devam etti ve hatta dünyanın en büyük otomobil ihracatçısı oldu. Ardından Rusya’nın çöküşüne ve Putin’i iktidardan düşürecek bir rejim değişikliğine yol açması beklenen Ukrayna savaşı geldi. Ancak Rusya Ukrayna’daki savaş meydanlarında Amerika ve Avrupa’ya karşı zafer kazandı. Dahası, Rusya’nın ekonomisi büyümeye devam etti ve Almanya’nın ekonomisini (satın alma gücü paritesi açısından) geçti. Ve Amerika 300 milyar dolarlık Rus döviz rezervini dondurduğunda gelişmekte olan ülkelerdeki liderler Amerika’yı ekonomik bir zorba olarak görmeye başladı ki bu, BRICS’in genişlemesine ve dedolarizasyonun hızlanmasına yol açtı. Ardından Gazze’de kadın ve çocukların katledilmesi geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in eylemlerini bir “soykırım” olarak tasvir etmeye başlayınca Batı mahkemeleri hızla reddetti ve dünyaya “uluslararası kurallara dayalı düzen” sloganının boşluğunu gösterdi. Yani Batılı düzenin veya Batı’nın, özellikle Amerika’nın giderek daha önemsiz hale geldiği algısı arttı ve arttıkça Amerika güç algısı zora girdi. Bu nedenle tıpkı Küresel Güney’in çoğu gibi, pek çokları gibi Hindistan’ın da ısrarla gittiği yol, stratejik belirsizliği ve çok kutupluluğu veya daha doğrusu çok merkezliliği benimsemek oluyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türk dış politikasında eksen kayması

Yayınlanma

Yazar

1) Kemalizm ve atatürkçülük genellikle birbiri yerine kullanılan kavramlar; ne var ki ben de başka birçokları gibi, bu ikincisinin 12 Eylül’le birlikte iğdiş edilmiş ve ilkiyle bağlarının kopmuş olduğunu, dolayısıyla bu kavramların artık örtüşmediğini düşünüyorum. Kemalizm milli kurtuluşçuluk ve burjuva aydınlanmacılığıdır, bunun pratik anlamı ise bağımsızlıkçılık ve laikliktir. Atatürkçülük ise Türk-islam senteziyle tecavüz edilmiş, bağımsızlık anlamını bütünüyle kaybetmiş bir devlet ideolojisinden başka bir şey değildir; dahası bu ideoloji günümüzde devlet ideolojisi olmaktan da çıkmıştır.

2) Kemalizm yakın tarihte ancak milli devletin kuruluşunun ilk yıllarında, 1922’den CHP’nin 1947’deki VII’nci kurultayına kadar devlet ideolojisidir. Bu tarihte devlet ideolojisi olmaktan çıkmış, temel niteliklerinin iktidar üzerindeki etkisi ise gitgide aşınmış, 12 Eylül’ün atatürkçülüğü ile tamamen son bulmuştur.

3) Kemalizmin oynadığı rol itibariyle bu ilk yıllar da iki döneme ayrılır. 11 Kasım 1938’de dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın tasfiyesiyle, ve hemen arkasından 4 Mart 1939’da Dolmabahçe çay partisiyle yeni dönemin ilk dönemden farklı olacağı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönem içeride, daha 1930’ların başında devrimci taarruz yerine mevzi savaşını geçirmiş bulunan resmî ideoloji olarak kemalizmin devrimci niteliğini artık büsbütün kaybettiğini ve devrim yerine uzlaşma anlayışını geçirdiğini gösteriyordu. Dışarıda ise çok daha yıkıcı bir etkisi oldu ve iktidar, Sovyetler Birliği ile müttefik bir bağımsızlıkçılık yerine Sovyetler Birliği’ne karşı batı yanlısı denge siyasetini geçirdi.

4) İktidarın burjuvazi ve toprak ağalarıyla ilişkisi, bu yeni durumun itici faktörüdür. 17 Ekim 1938’de Sovyetler Birliği’nin Ankara büyükelçisi Aleksey Terentyev, Moskova’ya gönderdiği raporunda, Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığını kaybedip siyasi faaliyetlerin dışına düşmesiyle ilişkilendirir; bu ortamda ülkenin “hükümet ve iş çevreleri” de “belirgin şekilde ve hızlanarak” faşist Almanya’ya yönelmektedir. “Bu ilginç gözlem, kuşkusuz, Atatürk’ün olaylar üzerinde (hayatının sonlarına doğru giderek zayıflayan, ama gene de tayin edici) kişisel etkisini gösteriyor; bununla birlikte daha önemli bir şeyi, saksıda burjuvazi yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ taleplerini yerine getirmeye… itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.”

5) İkincisi, feodalizme karşı burjuva devrimi bir toprak reformu olmaksızın tamamlanamaz. Çokuluslu ülkelerde toprak reformu aynı zamanda milli meseleyi çözmenin de vasıtasıdır, zira bu ilk aşamada milli meselenin temelini küçük ve yoksul köylünün toprak talebi teşkil eder. Bu mesele ya devrimci yoldan çözülür ve feodal kalıntılar üstyapıda olduğu gibi altyapıda da tasfiye edilir, ya da altyapıda bunlarla ittifaklar kurulur ve üstyapıda da bu kalıntıların korunmasının önü açılmış olur. CHP’nin devrimci bir örgüt olmaktan çıkmasına yol açan kavgaların din ve toprak meselesi etrafında kopmuş olması tesadüf değildir.

6) Devrimci bir siyaset ancak devrimci bir örgüt tarafından yürütülebilir. Jakoben niteliğini kaybetmiş bir devrimci örgüt olmaz. Mao’nun benzersiz sözleriyle: “Devrim, ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya ya da nakış işlemeye benzemez. Devrim, o kadar zarif o kadar rahat ve nazik, o kadar ılımlı, müşfik, kibar ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.” Kemalist harekete devrimci ruhunu kazandıran, bu hareketin, “sadece toplum değil, lider kadronun geri kalanı bile yaşam biçimine, kültürüne, ahlakına, hayata bakışına bütünüyle aykırı, yabancı ve hatta düşmanken onları korkunç bir irade gücüyle dize getiren” (bak. benim 1945, s. 11) devrimci önderiydi. Ancak 1930’lardan beri gerileyen iradeden 1947’de geride hiçbir şey kalmamıştır. Başka deyişle, karşıdevrim sürecini başlatan DP değil CHP olmuştur.

7) 1922-1938 arasının siyaseti Bandung (bağlantısızlar hareketi) yokken Bandung arayışıdır; 1938-1947 arasının siyaseti ise antikomünist bir denge arayışıdır. Bu denge siyaseti gene de uygulanabilir ve belki bir süre daha ülkenin bağımsızlığına yıkıcı bir zarar vermeyebilirdi, meğerki savaş patlamasaydı. Denge, Sovyetler Birliği’ne karşı ama diğer güçler karşısında tarafsız bir siyaset vazediyordu, oysa Üçlü İttifakla bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış, Türkiye tarihinin ilk ve tek eksen kayması gerçekleşmiştir.

8) Dışarıdaki denge arayışı içerideki çatışmalı ittifakın dolaylı bir yansımasıdır. İttifakı bir arada tutan tek şey önderin karizmatik kişiliğidir. Bu ittifakın sembolik uçları, belki de, milli mücadeleye birlikte katılan iki kişide bulunabilir: devrimi sonuna kadar götürme iradesini vazeden Mahmut Esat ve protofaşist Saraçoğlu. Ne var ki dış siyasette olduğu gibi iç siyasette de antagonistik güçler arasında denge mümkün değildir. Nitekim ilki sadece kişi değil siyaset olarak da tasfiye edilirken ikincisi görünürde kişi olarak tasfiye edilmiş, gerçekteyse “Saraçoğlu zamanında nikel, tütün vb. ticaretiyle, varlık vergisiyle zenginleşen yeni burjuvazi, emperyalizmle ikili ilişkileri kurarak ihya etmiştir.” (Bak. benim 1945, s. 13.) Sonuçta içeride denge arayışının kazananı ikincisi olmuştur.

9) Mahmut Esat kendi kemalizm anlayışını bir tür lasalcı “devlet sosyalizmiyle” açıklıyordu. Ancak bu durum bütün kemalist hareket için genelleştirilemez. Devlet kurucu bir hareket olarak kemalizmin siyasi devletçiliği hiç de zorunlu olarak iktisadi devletçiliği doğurmamıştır; bu ikincisini kaçınılmaz kılan şey dünya krizi olmuştur. Kemalist iktisat siyasetinin gelgitleri, bundan 54 yıl önce henüz 24 yaşındaki genç marksist devrimcinin gözlemlerinde en berrak formülasyonunu bulmuştu: “Eşyanın doğası gereği kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır.”

10) Kemalizmin iktisadi devletçiliğe, “devlet sosyalizmine” dayanan bir kalkınma programı olarak formüle edilmesi daha sonraki yılların, kısmen Kadro dergisinin ama esas olarak Avcıoğlu hareketinin ürünüdür. Kuruluş yıllarının formülü ise saksıda burjuvazi yaratmaktan ibarettir. Bu ille de bağımsızlığın kaybedilmesi anlamına gelmez; siyasi devletçilik (1922’de Sovyet Rusya’nın Ankara büyükelçiliği basın ataşesi Georgiy Astahov’un deyimiyle “demokratik-bonapartist” iktidar) kontrol araçlarını sağlamca tuttuğu ölçüde bağımsızlık korunur. Ama sermaye birikiminin ve işgücü verimliliğinin yetersizliği, dördüncü maddede ileri sürdüğüm gibi, hükümetin kararlarını “iş çevrelerinin” menfaatleri istikametine çeker.

11) Kemalizm demokratik bir harekettir. Devrimler çağında demokrasi hiç de katılım ve hele ki uzlaşma anlamına gelmez. “Demokrasi, feodal siyasi sistemin burjuva antitezidir. ‘Demokrasi’ açıkça burjuva devrimine ve bu devrimin önündeki görevlere (feodal siyasi ve iktisadi kalıntıların bütünüyle ortadan kaldırılması) gönderme yapar.” (Astahov’a benim önsözümden, s. 8.) Devrimci olan demokratiktir. “Emperyalizme karşı bağımsızlıkçılık ve feodalizme, onun iktisadi (vakıflar, aşar, vb.), siyasi (saltanat, hilafet, vb.) ve ideolojik (hukuk sistemi, teokrasi, din, vb.) kurumlarına, bunların sonucu ortaya çıkan ruhban ve diğer klerikalistlere karşı sekülerizm” (aynı yerden) devrimci ve demokratik eylemlerdir.

12) Hem bütün bir tarihi süreçte hem de belli tarihi kesitlerde tek bir kemalizm değil, iktisat siyaseti, ittifak siyaseti, dış siyaseti birbirinden farklı bir dizi farklı kemalizmler vardır. Başka deyişle tarihi açıdan kemalizmlerin sağı-solu hep olmuştur. Birbirine taban tabana zıt olan aydınlanmacı Tonguç kadar gerici Günaltay, (“işçinin ve köylünün haklarını bağıranlara komünist yahut sosyalist damgasını yapıştırma gayretini güdenler şahsi menfaatlerini çalışan kitlelerin zararlarında arayanlardır,” diyen) devrimci Mahmut Esat kadar (nazi Almanyasının elçisi Papen’e “Rusya’da yaşayan Rusların en az yarısının öldürülmesini” telkin eden ve “Rus insan potansiyelinin önemli bir bölümünün yok edilmesi” hususunda “müttefiklerin en makul yolda bulunduğunu” söyleyen) protofaşist Saraçoğlu da kemalisttir.

13) Ama siyaset tarihle yapılmaz. Bir bilim olarak tarihle bir iktidar eylemi olarak siyaset farklı şeylerdir. Siyaset, Lenin’in deyişiyle, çubuğu doğru zamanda doğru yana bükme işidir, ama bu iş doğru yapılmak isteniyorsa tarihe yaslanmalıdır. Eğer taban tabana zıt bir dizi hareket kendisini aynı ideolojik etiketle sunuyorsa, bu ideolojinin temel tarihi niteliklerini esas alarak yeni baştan siyasi bir kavramlaştırma gerekir.

14) Böylece ilk teze geri dönebiliriz: kemalizm milli kurtuluşçuluk (bağımsızlıkçılık) ve burjuva aydınlanmacılığıdır (laiklik) ve bu nedenle, bu ikisiyle çelişen düşünceler kemalizm olarak sunulamaz. Liberal iktisat siyasetini savunan kemalistler olabilir, devlet sosyalizmini savunan kemalistler olabilir, sosyalizmi savunan kemalistler olabilir, ancak ülkenin bağımsızlığının terkini savunan kemalistler olamaz. Dindar kemalistler olabilir, dini inancı olmayan kemalistler olabilir, başka dini inançlardan kemalistler olabilir, ama pozitivist burjuva aydınlanmacılığının gerisine düşen ve iktidardan pay kapmak için gericiliğe payanda olan kemalistler olamaz.

15) Son tahlilde varacağı yerler belli olduğuna göre “liberal kemalist” veya “dindar kemalist” olur mu, diye tartışılabilir. Dindarlığı kimlik olarak benimsemek nihayetinde laikliğin reddi anlamına gelmez mi? İktisat siyasetinde liberalizm ister istemez bağımsızlığın terki anlamına gelmez mi? Kürt meselesinde şovenizm ister istemez milli boğazlaşmayı tetiklemez mi? Ama bunlar zaten kemalizme içkin olan ikilemlerdir. Ne var ki bir şeyin son tahlilde varacağı yer, onu kaçınılmaz kılmaz. Oysa kemalizm adına gericilikle ittifak yahut “NATO’cu kemalist”, mesela “zorunlu seçmeli ders” kadar saçma bir oksimorondur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English