Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor

Yayınlanma

26 Ekim sabahı, İsrail, İran’a karşı “Tövbe Günü” kod adlı üç aşamalı büyük ölçekli saldırı başlatarak, 1 Ekim’deki ikinci füze saldırısına misilleme yaptı. İsrail’in Jarusalem Post gazetesi, İsrail Hava Kuvvetleri’nin yüzlerce gizli savaş uçağı ile İran’ın askeri hedeflerini “kesin” bir şekilde vurduğunu açıkladı. Toplanan bilgilere göre, İsrail savaş uçakları İran’ın hava savunma, füze ve insansız hava araçları ile ilgili askeri üslerini, Tahran, Huzistan ve İlam eyaletlerinde hedef aldı.

İsrail daha sonra İran’a yönelik karşı saldırının sona erdiğini duyurdu. Times of Israel gazetesi, İsrail hükümetinin üçüncü bir taraf aracılığıyla İran’a saldırı hedeflerini önceden bildirdiğini ve karşılık vermemesi konusunda uyardığını belirtti. Bu, İsrail’in kuruluşundan bu yana İran’a yönelik hava saldırısı düzenlediği ilk seferdir ve İran’ın hava savunma sistemini kolayca aşması, İsrail’in İran üzerinde mutlak hava hakimiyeti, uzun menzilli hassas saldırı ve büyük ölçekli bombalama kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. F-35 gizli savaş uçağının en yüksek yük kapasitesiyle menzilinin 3500 kilometreye kadar ulaşabileceği ifade ediliyor.

İran resmi kaynakları, saldırıların büyük çoğunluğunun engellendiğini ve sınırlı hasara yol açtığını, iki askerin öldüğünü bildirdi. İran’ın Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Ali Rıza, sosyal medya üzerinden “İran’ın gücü düşmanı utandırdı” şeklinde bir mesaj paylaştı. İran hava sahası hemen açıldı ve sivil havacılık normale döndü. Ancak İran Dışişleri Bakanlığı, saldırılara karşı misilleme yapma hakkını koruyacağını belirtti.

Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Umman, Katar ve Irak, İsrail’i hemen kınadı. Ürdün, İsrail savaş uçaklarının üzerinden geçmesine izin verildiği yönündeki iddiaları da yalanladı. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in “kendini savunma” hakkını desteklediğini belirterek, İran’a misilleme yapmaması konusunda uyarıda bulundu..

Dünyanın gözü önünde İsrail’in misillemesinin “ikinci ayağı” sonunda gerçekleşti; saldırının şiddeti ve kapsamı da beklenildiği gibi oldu. İran’ın nükleer ve petrol tesisleri hedef alınmadı ve ciddi can kaybı yaşanmadı. İsrail ile diplomatik ilişkileri olan hemen hemen tüm Arap ülkeleri kınama ifadelerini dile getirdi. Bu nedenle, İran ile İsrail arasındaki sembolik misillemelerin kısa vadede sona ermesi bekleniyor.

İsrail’in gizli savaş uçaklarının Ürdün ve Suudi Arabistan hava sahasından geçerek saldırı düzenleme olasılığı tamamen dışlanamasa da, Arap komşularının son zamanlardaki vaatlerini ihlal ederek İsrail’e yardımcı olduğu yönünde herhangi bir kanıt yok; ayrıca, bu ülkelerdeki ABD savaş uçaklarının saldırılara katıldığına dair de bir delil bulunmuyor.

Daha önemlisi, İran’ın Arap komşularıyla bir yakınlaşma dönemine girmesi, durumu daha fazla tırmandırmaktan kaçınmak istediğini gösteriyor. Öte yandan da İran, İsrail ile geçmişteki vekalet savaşları ve gölge savaşlarını sürdürerek, “direniş ekseni” adlı Şii renklerle dolu bir birleşik cepheyi yönetiyor. Böylece, sol el Araplarla kucaklaşırken, sağ el İsrail ile çatışmada yeni bir normalleşme süreci yaratabilir ve uzun vadeli, düşük yoğunluklu bir harp yöntemi ile İsrail’i yorabilir. Özellikle Suudi Arabistan ile yeni ve sağlam ilişkisini değerli bulan İran, bir zamanlar kendisinden uzaklaşan Arap ülkelerini tekrar yanına çekmek için çaba göstermektedir.

23’ünde, Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı sözcüsü Turki Maliki, Suudi Arabistan’ın son dönemde İran ve diğer Umman Körfezi ülkeleriyle ortak deniz askeri tatbikatı gerçekleştirdiğini duyurdu. İran medyası ise, 19’unda İran, Umman ve Rusya’nın Hint Okyanusu’nda ortak deniz tatbikatı başlattığını ve Suudi Arabistan, Katar, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Tayland gibi ülkelerin gözlemcilerinin davet edildiğini bildirdi. Dahası, 21’inde İran Öğrenci Haber Ajansı, İran Donanması Komutanı Şahram İrani’nin sözlerini aktardı ve “Suudi Arabistan, Kızıldeniz’de ortak tatbikat yapma talebinde bulundu” dedi.

İran ile Suudi Arabistan, Umman ve diğer Arap komşuları arasında ani bir askeri etkileşim artışı, Filistin-İsrail çatışmasının devam ettiği ve hızlı bir çözümün umulmadığı bir ortamda, Körfez bölgesindeki büyük güçlerin aktif olarak işbirliği arayışında olduğunu ve durumu kontrol altına almak için çaba gösterdiğini gösteriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın ilk kez ortak askeri tatbikat gerçekleştirmesi, geçen yıl mart ayında Pekin’in aracılığıyla sağlanan tarihi uzlaşmanın ardından stratejik güvenin ve etkileşimin daha da güçlendiğini ortaya koyuyor. Bu durum, Orta Doğu ülkelerinin bölgesel meselelerde bağımsız liderlik arayışlarını ve jeopolitik ilişkileri ile güvenlik yapılarını yeniden inşa etme konusundaki kararlılıklarını da vurguluyor. Ayrıca, ABD’nin İsrail ve Körfez Arap ülkeleri ile “Orta Doğu versiyonu NATO” oluşturma çabalarının başarısız olma ihtimalini artırıyor.

Bu nedenle, İsrail’in İran’a yönelik büyük ölçekli bombardımanlarına rağmen, İran hala avantajlı bir konumda ve bölgedeki süper güçlerin etkisi ortaya çıktı. İki askeri tatbikatın peş peşe gerçekleşmesi ve bu tatbikatların Fars Körfezi ile Kızıldeniz’in geniş alanını kapsaması, ayrıca çevre ülkelerin İsrail’in hava saldırılarına açık bir destek vermemesi, İran’ın durumu aktif hale getirdiğini gösteriyor.

Ayrıca, Suudi Arabistan’ın gizli bir şekilde İsrail’i ikna etme çabaları ve İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Mısır ve Körfez Arap ülkeleriyle “barış çabaları” ve “diplomatik mekik” faaliyetlerinin, İsrail’i saldırı hedeflerini yalnızca İran’ın askeri tesisleriyle sınırlı tutmaya ve nükleer ile petrol tesislerini göz ardı etmeye zorladığı görülüyor. Bu durum, tüm tarafların beklentileriyle tamamen örtüşüyor. ABD ve İsrail’in çıkarlarının tam olarak örtüşmediği bir dönem olduğunu da not etmek gerek.

İran’ın mevcut durumu belirgin bir şekilde iyileşmiş durumda. Bu yıl nisanda İran, İsrail’e karşı ilk büyük hava saldırısını gerçekleştirdi; ABD ve İngiltere gibi geleneksel müttefikler, İran füzeleri ve insansız hava araçlarını deniz ve hava güçleriyle engelledi. İran ile İsrail arasındaki Arap komşuları, açık ya da örtük bir şekilde İsrail’e destek veriyordu: Ürdün, hava savunma güçlerini kullanarak doğrudan müdahil oldu ve İsrail savaş uçaklarına hava sahasını açtı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ise, İran’ın rakiplerine istihbarat desteği sağladığı yönünde haberler alınıyordu.

İran’ın İsrail’e yönelik ilk misillemesinin askeri etkisi neredeyse sıfırdı. Bunun nedeni, saldırı hedeflerini önceden bildirmesi sayesinde İsrail’in tam olarak hazırlıklı olması ve uzun uçuş sürelerine sahip, hassas vuruş kabiliyetli zayıf silah sistemlerini seçmesiydi; ancak, Arap ülkelerindeki Amerikan deniz ve hava üslerinin de önemli bir müdahale rolü oynadığı aşikardı.

İlk hava saldırısını gerçekleştiren İran, uluslararası hukuka uygun ve orantılı bir misillemenin “cesur” unvanını kazandı ve “direniş ekseni”nin itibarını artırdı; bu eksen, Suriye, Filistin’deki İslami direniş hareketi (Hamas), Lübnan Hizbullahı, Yemen Husi milisleri ve Irak’taki “Halk Seferberlik Gücü” gibi grupları içeriyordu. Böylece, İran, İsrail’e karşı lider konumunu pekiştirdi; ancak, diplomatik savaşta kaybetti ve çevresindeki ülkelerle karşıt bir konumda yer aldı. Bu sefer ise, İran, İsrail ile mücadelenin getirdiği yalnızlık ve sıkıntıdan kurtulmuş ve Arap komşularının sempatisini kazanmış durumda.

İran ile Arap komşuları arasındaki yakınlaşma, İsrail’in hava saldırılarının yarattığı gölgenin etkisini azaltabilir. Son dönemdeki deniz ortak askeri tatbikatında, İran sadece Soğuk Savaş sonrası geleneksel müttefiki Rusya ile değil, aynı zamanda ABD ve İngiltere’nin askeri üslerinin bulunduğu Umman ile işbirliği yaptı; üstelik eski rakibi Suudi Arabistan’ı gözlemci olarak davet etmesi de dikkat çekiciydi. İran’ı en çok sevindiren ise Suudi Arabistan’ın önemli bir değişim göstererek yakınlaşması ve işbirliği yapmasıydı. Suudi Arabistan, kendisinin ortak tatbikatta bir gözlemci değil, bir katılımcı olduğunu açıkladı; bu, şüphesiz İran’ın konumunu güçlendirdi ve iki ülkenin “Pekin Bildirisi”ni hayata geçirme, stratejik güveni ve işbirliğini artırma çabalarını pekiştirdi.

Bununla da kalmayıp, Suudi Arabistan, kendi geleneksel etki alanı olan Kızıldeniz’de İran ile ortak tatbikat yapma talebinde bulunarak, bölgesel güvenlik yapısının yeni bir çerçeveye kavuşturulmasına katkı sağladı. Bu durum, İran’ın Tahran yanlısı Husi milislerine yönelik bir iyilik gösterisi olabileceği gibi, Tahran’ın da Husi milislerin yıllardır duraklamış olan ateşkes müzakerelerini yeniden başlatmasını beklemek adına bir fırsat sunuyor. Eğer Yemen savaşı, koalisyon güçlerinin çekilmesi ile sona ererse, bu, Husi milislerin tam anlamıyla zafer kazanması demek olacaktır; böylece İran, uzun yıllardır devam eden Yemen ve Kızıldeniz mücadelesinde büyük bir kazanan olarak öne çıkacaktır.

Bu yıl haziran ayında İran, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle birlikte deniz güvenliği işbirliği mekanizması oluşturma önerisinde bulundu ve böylece bölge ülkelerinin güvenlik savunma bağımsızlığını artırmayı hedefledi. Suudi Arabistan ile olan uzlaşma sürecinin pekişmesi ve genişlemesi, ardından Umman ve Suudi Arabistan ile ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirilmesi, İran’ın bölgesel deniz kolektif güvenlik fikrinin bir adım daha ilerlemesini sağladı ve diplomatik inisiyatifin de kısmen genişlediğini gösterdi.

İran’ın diplomasisi yeni bir yön kazanmış durumda ve Suudi Arabistan’ın son zamanlardaki hızlı diplomatik değişimiyle de bağlantılı. İsrail’in saldırgan politikası, Gazze’deki ateşkesi reddetmesi, Filistin ve Lübnan halklarının çektiği derin acılar, Arap lideri olarak kendini gören Suudi Arabistan üzerinde büyük bir iç ve dış baskı oluşturdu. Bu sebeple Suudi Arabistan, sadece ABD ile askeri ittifak müzakerelerini süresiz ertelemekle kalmadı, aynı zamanda İsrail ile ilişkilerin normalleşme sürecini de askıya aldı. Bunun yanı sıra, 1982 yılından beri savunduğu ve yaklaşık yarım asırdır sürdürdüğü “toprak karşılığında barış” ilkesine geri döndü; iki devletli çözümün uygulanması ve Filistin’in bağımsızlığının sağlanması gerektiğini vurgulayarak, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ancak bu şekilde mümkün olabileceğini belirtti.

Suudi Arabistan, bu şekilde ABD’nin İsrail’e yönelik tek taraflı desteğine karşı duyduğu memnuniyetsizliği ifade ediyor ve “İsrail öldürürken ABD’nin bıçak uzatması” modeline karşı öfkesini dile getiriyor. Aynı zamanda, Filistinlilere, Lübnanlılara ve hatta tüm Arap ve İslam dünyasına büyük güç sorumluluğunu ve yükümlülüğünü göstermeye çalışıyor. Bu açıdan, Suudi Arabistan ile İran yeni bir barış rekabetine girmiş durumda.

İran, Pers milletinin ve Şii inancının ön planda olduğu bir non-Arab ülke olarak, Filistin’in kurtuluşu bayrağını yüksek tutarak, birçok Arap olmayan aktörü Orta Doğu çatışmalarında yeni bir başrol oynamaya yönlendirdi. Bu rol değişimi, İsrail ile uzlaşma arayışındaki Arap ülkelerini “büyük çıkarlar, küçük ahlak” ikilemine sokmakta ve bu durum, Arap dünyasının siyasi güç dengesini derinlemesine sarsmaktadır. Bu da, Arap dünyasının genel istikrarı ve siyasi geleneği açısından olumsuz sonuçlar doğurmakta ve nihayetinde Suudi Arabistan gibi ABD müttefiklerinin temel çıkarlarına zarar verme potansiyeli taşımaktadır.

İran, “direniş eksenini” harekete geçirerek İsrail ile yedi cephede karşı karşıya gelerek, beş önceki Orta Doğu savaşlarından farklı bir “altıncı Orta Doğu savaşı” başlatıyor. Bu durum, İsrail’in ana rakipleri, karar alma merkezleri ve “fırtına merkezi”ni Kahire ve Şam’dan Tahran’a kaydırarak jeopolitik merkezini belirgin bir şekilde değiştirdi. Stratejik olarak, İran’ın bölgedeki süper güç statüsünü yükseltti ve Hazar Denizi’nden Kızıldeniz’e kadar olan coğrafi etkisini güçlendirdi. Bu büyük ölçekli değişim ve dönüşüm, Suudi Arabistan’ın İran’ın jeopolitik haritayı yeniden şekillendirmesini pasif bir şekilde kabul etmesindense, aktif olarak katılmayı ve birlikte şekillendirmeyi seçmesini sağladı; yani menüdeki yemek olmaktansa, sofrada oturmaya karar verdi.

İran ile Suudi Arabistan arasında yapısal çatışmalar var; bu çatışmalar arasında mezhepsel, etnik, siyasi sistem, ulusal strateji ve dış politika farklılıkları ile bölgesel statü ve İslam söyleminde rekabet bulunuyor. Bu durum, son 40 yıldır ilişkilerin gergin olmasına, sık sık çatışmalara ve hatta birden fazla kesintiye neden oldu. Bu çatışmaların kökeninde ise her iki tarafın içsel farklılıkları olduğu kadar, Soğuk Savaş ve sonrası dış güçlerin rekabeti de yer alıyor. “Arap Baharı”ndan “Arap Kışı”na kadar on yılı aşkın süren şiddetli çatışmalar, İran-Suudi çatışmasını daha da derinleştirerek zirveye taşıdı; nihayetinde, her iki taraf da sınırlı güçleriyle aşırı yüklenmeden dolayı uzlaşma ve barış arayışına gitti.

Geleneksel büyük güçlerin etkisinin azalması, Orta Doğu ülkelerinin kendi bağımsızlık ve güçlendirme bilincini artırdı; bu durum, İran ve Suudi Arabistan’ın durum değerlendirmesi yaparak, geçmiş düşmanlıkları tamamen bir kenara bırakmasını, aktif bir şekilde birbirlerine yaklaşmasını sağladı. Bu barışın sağlanmasında Çin’in arabuluculuğu önemli bir rol oynadı.

Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne uzanan bu yeni Orta Doğu savaşında, İran ile Suudi Arabistan arasındaki Filistin-İsrail çatışmasını çözme konusundaki çok farklı ve hatta zıt duruşlar ve gizli oyunlar hâlâ devam etse de, iki ülke zorlu testlerden geçerek akıllıca çatışmalardan kaçınmayı başardı. Bu, yalnızca uzlaşmayı, işbirliğini ve istikrarı korumakla kalmadı; aynı zamanda stratejik güvenin derinleşmesine ve olumlu etkileşimin artmasına da katkı sağladı. Bu, çalkantılı Orta Doğu için kesinlikle sevindirici bir iyimserlik belirtisi ve desteklenmeye değer.

Ancak, günümüzde İsrail’in “yedi cephede savaş” yürütmesinin doğrudan kıvılcımı, Filistin-İsrail çatışmasıdır. Büyük ölçekli ve çok uluslu sivil toplumsal aktörlerin dahil olduğu “altıncı Orta Doğu savaşının” en kısa sürede ateşkesle sonuçlanmasının anahtarı, Gazze’deki çatışma ateşini söndürmektir. Orta Doğu’da kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması ise, İsrail ile Filistin, Lübnan ve Suriye arasındaki toprak anlaşmazlıklarının köklü bir şekilde çözülmesine bağlıdır. Bu, köklü “Büyük İsrail” hayallerinden, orman kanunları anlayışından ve güç kullanma inancından kurtulmayı gerektirir.

Aynı şekilde, uzun süreli bir sıcak nokta olan İran da anlamalıdır ki, on yıllardır süregelen karmaşık ilişkiler, “Pers zekâsı”nı yansıtsa da, jeopolitik hiçbir şekilde geçim kaynağı olamaz. “Pers zekâsı”, hem başkalarına hem de kendine fayda sağlayacak ve barışa dayalı bir kazan-kazan durumu arayışında olmalıdır. Ulusal çıkarları yükseltmek ve büyük güç statüsü elde etme çabası, barış, gelişim ve refah yönündeki eğilimle uyumlu olmalı, özellikle de kendi halkına fayda sağlamalıdır.

Bugün, Orta Doğu’daki Arap ve İslam ülkeleri arasında İsrail ile barış içinde yaşama eğilimi giderek yaygınlaşırken, İran geçmişe sıkı sıkıya tutunarak, İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını kabul etmeyi reddetmekte; bu da onu ABD ve Batı dünyasıyla gergin bir karşıtlık durumuna sürüklemekte. Bu durum, uzun süreli abluka ve yaptırımlar nedeniyle, kendi halkının acı çekmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu çatışmalarının gerilimini, jeopolitik ilişkilerin kırılganlığını ve bölgesel yönetimin parçalanmasını artırıyor. Sonuç olarak, bu durum, İsrail’de aşırı sağcı güçlerin güçlenip sağlam bir halk desteği kazanmasına zemin hazırlıyor. Bu da “toprak karşılığında barış” ve “iki devletli çözüm” önerilerinin bir türlü hayata geçememesine neden oluyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

GÖRÜŞ

Lübnan ve İsrail ateşkesi, “Direniş Ekseni” için “domino etkisi” başlatmayabilir

Yayınlanma

Yazar

27 Kasım’da İsrail ve Lübnan bir ateşkes anlaşmasına vardı ve bu anlaşma yerel saatle sabah 10:00’da resmen yürürlüğe girdi. ABD ve Fransa’nın arabuluculuğunda gerçekleştirilen bu anlaşma, önemli bir barış başarısı olarak değerlendiriliyor ve dünya kamuoyu tarafından geniş ölçüde memnuniyetle karşılandı. “Direniş Ekseni” üyeleri olan Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran da bu anlaşmayı onayladı. Bu yazı yazıldığı sırada yalnızca Suriye ve Irak Halk Seferberlik Güçleri, “Direniş Ekseni” üyeleri olarak henüz resmi bir tutum sergilemedi.

Lübnan-İsrail ateşkesi, bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Orta Doğu Savaşı”na bir barış umudu getirdi. En azından bu savaşın kuzey cephesi olan “Üçüncü Lübnan Savaşı,” daha belirgin bir geçici ateşkes aşamasına girdi. Hizbullah’ın ateşkese uyma taahhüdüyle birlikte, Lübnan’ın güneyinden kaçan binlerce sivil evlerine dönmeye başladı. Aynı şekilde, savaşın etkilerinden korunmak için kuzey İsrail’e kaçan siviller de yavaş yavaş geri dönüyor.

Ancak, bu ateşkesin İsrail’in “yedi cepheli savaşı”ndaki diğer cephelerde de ateşkeslere yol açacağını ya da Hizbullah’ın geri çekilmesinin “Direniş Ekseni”nin ilk “domino taşı” olarak düşüşünü işaret ettiğini söylemek fazla iyimser olabilir. Aksine, Orta Doğu’da kapsamlı ve kalıcı barış, onlarca yıl boyunca ulaşılması zor bir hedef olarak kalabilir.

Ateşkes anlaşması kapsamında, taraflar ateşkesin ardından 60 gün içinde İsrail’in Lübnan topraklarından kademeli olarak çekilmesi, Hizbullah’ın Litani Nehri’nin güneyine yani iki ülke sınırından 30 kilometre uzağa dönmemesi kararlaştırıldı. Lübnan’ın güneyi, Lübnan hükümet güçleri tarafından devralınacak ve Birleşmiş Milletler barış gücüyle birlikte güvenliği sağlamak için çalışılacak. Bu, 2006’daki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının uygulanması anlamına geliyor.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, ateşkesi kabul etmelerinin İran’la mücadeleye odaklanmak, uzun süreli savaştan yorgun düşen askerleri dinlendirmek ve Hamas’ı izole etmek amacı taşıdığını ifade etti. Netanyahu, ABD ile anlaşma sağladıklarını ve Hizbullah ateşkes anlaşmasını ihlal ederse İsrail ordusunun hemen askeri operasyonlara devam edeceğini belirtti. Hizbullah ise İsrail’i ağır şekilde zayıflattığını ve zafer kazandığını ilan etti.

Lübnan-İsrail ateşkesi, birçok faktörün birleşimiyle ve Lübnan-İsrail uzun süreli aralıklı çatışma döngüsünün doğal sonucu olarak ortaya çıktı. En önemli faktörler arasında, “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın süresi ve etkisinin önceki beş savaşı aşması, özellikle Filistinliler dahil sivillere verilen zararların dünya kamuoyunda yoğun baskı oluşturması bulunuyor. Çatışmanın tüm tarafları kayıplar yaşadı ve kazanan yok. İsrail, hem iç hem de dış meselelerde benzeri görülmemiş bir kriz yaşarken, Lübnan’ın altyapısının yarısı savaş nedeniyle yok oldu ve Hizbullah ciddi şekilde zayıfladı.

ABD’deki Demokrat yönetim, İsrail’i kararlı bir şekilde desteklerken, yaklaşmakta olan Cumhuriyetçi yönetim, “Direniş Ekseni” üzerinde daha fazla baskı oluşturmayı amaçlıyor. “Direniş Ekseni”nin lideri İran, bir yıllık çatışmalar ve iki doğrudan karşılaşmanın ardından savaşın daha da tırmanmasını istemiyor.

Lübnan-İsrail ateşkesi, İsrail’in “kuzey seferini” sonlandırdığı ve işgal altındaki Filistin topraklarına yeniden odaklandığı anlamına geliyor. İsrail, bu bölgelerdeki “enkaz gerilla savaşı”nı sona erdirmeyi, tutuklu asker ve sivilleri kurtarmayı, gelecekteki güvenlik düzenlemelerini planlamayı ve Hamas’ın hızla yeniden güçlenmesini önlemeyi hedefliyor. Aynı zamanda, Husiler ve Halk Seferberlik Güçleri’nden gelen tacizlerle, İran’la süregelen “gölge savaşı” ve ara sıra doğrudan askeri çatışmalarla başa çıkması gerekiyor. Ayrıca, İsrail içindeki siyasi istikrarsızlık ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkında verdiği tutuklama emirleri gibi benzeri görülmemiş diplomatik krizlerle uğraşıyor.

“Direniş Ekseni” başlangıçta, Filistin direnişine destek vermek amacıyla birleşik bir İsrail karşıtı cephe oluşturmuş ve kendi ateşkeslerini Gazze’deki ateşkes şartına bağlamıştı. Ancak, Hizbullah liderliğinin ağır kayıplar vermesi, güney Lübnan’daki altyapılarının yıkılması ve askeri kaynaklarının tükenmesi nedeniyle ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı.

İsrail’in 2006’daki “İkinci Lübnan Savaşı” senaryosunu tekrarlayarak, tüm Lübnan halkını cezalandırmak suretiyle Hizbullah’ı ateşkese zorladığı görülüyor. Ancak bu ateşkes, 17 yıl süren kuzey huzurunu yeniden sağlayabilecek mi? Bu oldukça belirsiz, çünkü Şebaa Çiftlikleri’nin 22 kilometrekarelik egemenlik anlaşmazlığı hala çözülmedi ve bu durum potansiyel bir çatışma sebebi olarak kalmaya devam ediyor.

Sonuç olarak, Lübnan-İsrail ateşkesi, geçici bir savaş molasıdır ancak kalıcı barışın bir garantisi değildir. Bu durum, İsrail-Filistin çatışmasının yalnızca bir taraflar arası mücadeleden çıkıp, çok daha geniş coğrafi ve politik dinamiklerle birleşmesine yol açmıştır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Amerikan dış politikasında Trump sarkacı –  NEOCON mu MAGA mı?

Yayınlanma

Trump’ın belki de en çekici yanı herkesin “kendine özel” bir Trump’ının olması. “Bataklığı kurutacağım” diyor ve müesses nizam karşıtından oy alıyor. “Zengine vergiyi kısacağım” diyor zenginden destek topluyor. Bir andan İsrail’e sınırsız destek vereceğini söylüyor, diğer yanda Araplara gidip “Gazze savaşını ben bitireceğim” diyor. İşin en ilginç tarafı bu söylemlerin tamamı karşılık buluyor. Herkesi üzmekten korkan ve kimseye bir şey söyleyemeyen demokratların aksine her kesime bu şekilde ulaşmayı başarıyor.

Bu kişiselleştirilebilen Trump deneyimi muhafazakarları bir kez daha iktidara taşıdı. Tabii bahsettiğim sadece seçmene yönelik bir mesele değil. Yeni dönem kabinesi belli oldukça benzer bir denklem dış politikada da mevcut. Bazısı Marco Rubio atamasını görüp “Bak işte bu adam Neoconlara çalışıyor!” yorumunu yaparken bazısı da Tulsi Gabbard’ı göstererek “İşte aradığımız izolasyoncu Trump!” diye seviniyor. Ancak Trump’ın yeni dönem şifreleri iki kelime üzerine kurulu; Denge ve itaat. Kabineye seçilen kişiler, Cumhuriyetçi parti içerisindeki iki kanadı da memnun etmeleri ancak daha önemlisi Trump’a koşulsuz sadakat göstermeleri için seçildiler.

Bunun başlıca sebebi Trump’ın elde ettiği büyük zafer. 2016’ının aksine bu seçimde elde edilen mutlak zafer sayesinde Trump’ın politikalarının tartışılması epey zor gözüküyor. Dahası, 2022 ara seçimlerinde pek iyi sonuç elde edemeyen MAGA kitlesi, sonradan partiyi öyle bir baskıladı ki kamuoyu gözünde Neocon olarak tanınan Nicki Haley ya da Mike Pence gibi isimler ön seçim sürecinde yok olup gittiler. Hatta seçim sonrası anladık ki partinin Cheney’ler gibi eski topraklarının muhafazakâr kamuoyunda pek bir karşılığı kalmamış. Tüm bunlar MAGA hareketini yeni kabinede de dominant taraf yapıyor.

Ancak bu denge politikasında MAGA’nın ağır basmasına karşı argümanlar da var. Mesela Pete Hegseth gibi Trump kabinesinin üyelerinin Ukrayna meselesinde “desteğe devam” sinyalleri vermesi partinin Neocon kanadının yeni hükümette kuvvetli olabileceği algısını yaratmıştı. Ancak mesele bundan biraz daha kompleks.

Ukrayna’da Barış Rüzgarı

Ukrayna Savaşı’nın üçüncü yılı ibre iyice Rusya’ya dönerken gözler Trump’ın en büyük vaadi olan “birinci günde barış getirme” planına çevrildi. Tabii kabine üyelerinin Ukrayna demeçleri hala kafaları karıştırıyor. Peki Trump’ın Ukrayna politikası ne olacak?

Trump’ın politikalarında en çok önemsediği meselelerden birisi bireysel estetiğidir. Hamlelerinin kendisiyle ilgili oluşturduğu görüntü keskin olarak pozitif olmalıdır. Mesela Biden’ın Afganistan rezaletini Trump kabullenemez. Bu açıdan estetiği başka siyasetçilere nazaran daha fazla önemser. İşte Ukrayna’da da Rusya’nın bütün Ukrayna’yı yuttuğu bir ortam Trump’ı hiç iyi göstermeyecektir. Eğer başarılı bir barış süreci geçirmek isteniyorsa Ukrayna masaya zayıf ve isteksiz müttefiklerle oturamaz. Trump’ın oğlu Donald Trump Jr. ne kadar Zelenski’ye “1 aylık harçlığın kaldı” dese de Trump yönetimi böylesi bir tutum alamaz. Eğer iki türlü de Ukrayna’ya destek kesilecekse Rusya neden barış için görüşsün ki? ABD, gerçekçi bir barış anlaşması için görüşmelerin sonuç vermemesi halinde silah desteğine devam edeceği izlenimini yaratması gerekiyor. Trump beğense de beğenmese de başına geçtiği ülke Ukrayna Savaşı’nda bir taraf. Bu nedenle barış isteğiyle savaş çanlarının dengesini iyi tutturması gerekecek.

Sahadaki durum Ukrayna’nın aleyhine doğru gidiyor. Askere alım yaşı 25’e düşürülmesine rağmen insan gücü sorunları çözülmedi. ABD, Ukrayna’ya 18’e kadar düşürülmesi için çağrı yapıyor. Ancak 18-25 yaş aralığı Ukrayna’nın en küçük demografisi. Askere alınmaları demek Ukrayna’nın önümüzdeki yıllardaki demografik krizini büyütecek. Dahası, rotasyona giremeyen Ukraynalı tugaylarda firar krizi var. 2024 Ocak ve Ağustos ayları arasında 45 bin 543 Ukraynalı asker firar etti. 2022’den bu yana toplam firar sayısı ise 81 bin 167. Yani savaş boyunca yaşanan firarların yarısı son 8 ayda gerçekleşti. Bunlar tabii “mimimum” sayılar. Ukrayna’nın kaydını tutabildiği firarlar. Gerçek sayıyı bilmek zor.

Bunların yanında Ukrayna’nın Kursk macerası iyiye gitmiyor. Rus ordusunun panikle asker kaydırmasını beklerken elde ettikleri Rus toprağını korumak için kendi birliklerini kaydırmak zorunda kaldılar. Bu sayede Rusların Donbass’taki ilerleyişi hızlandı. Rusya, 490 kilometre kare ile savaşın ilk ayı hariç en çok toprak elde ettiği ayı geçirdi. Tam da bu yüzden Trump’ın Ukrayna’ya kesin olarak desteği bitirmesi barış görüşmelerinde elini zayıflatacaktır. Trump, insan gücü sorununu çözmüş bir Ukrayna’yı barış masasında tercih edecektir.

Suriye’de benzer denklem

Son üç gündür dünya Suriye’deki muhalif grupların Halep taarruzu karşısında şokta. Taarruz Suriye İç Savaşı’nda 4 yılı aşkın süre ağır çatışmalara sahne olan Suriye’nin en büyük ikinci kenti olan Halep’in kısa sürede ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Halep’in yanı sıra Suriye Milli Ordusu (SMO) kentin doğusundaki Kuveyrez hava üssünü ele geçirerek YPG-PKK unsurlarının kontrolünde bulunan Tel Rıfat bölgesinin etrafını sardı.

İşte böylesi bir kaotik ortamın Suriye’de oluşması “Trump döneminin ayak sesleri” olarak görülebilir. Cumhuriyetçilerin Başkanlık için hazırlık programı olan Project 2025’te “YPG ile ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi” gibi ifadelerin yanı sıra Trump’ın Suriye’den çekilme arzusu da bu ihtimali yükseltiyor. Ancak ben bu gelişmelerin Trump dönemi dış politikasından bağımsız olduğu kanaatindeyim. Trump, henüz koltuğa dahi oturmadığı gibi öncelediği iç politika meseleleri var. Özellikle Pentagon ve istihbarat kuruluşlarında Demokrat nüfuzunu azaltmaya çalışacak.

Geçtiğimiz yıllarda Atlantik Konseyi üyesi Rich Outzen ve George W. Bush dönemi güvenlik danışmanı Dov Zakheim ile yaptığım röportajlarda Türkiye’nin Suriye’ye yapacağı operasyonlar için “Fırat’ın batısı ABD’yi rahatsız etmez” ifadelerini çokça duydum. Bugün oluşan denklemi daha çok İran, Suriye ve Türkiye arasında değerlendirmek gerekir. Bölgedeki yeni ABD politikalarını gözlemlemek için biraz daha zamana ihtiyaç var.

Sonuç olarak Trump dış politikasını önümüzdeki yıllarda MAGA ve Neocon dengesi içinde gidip gelen bir sarkaç olarak görmekte fayda var. Sarkacın hangi yöne doğru gideceğini ise Pentagon’dan ziyade Trump’ın iki dudağının arası belirleyecek. Bu nedenle diğer ülkeler ABD ile ilişkileri konusunda Trump’ın “huyuna” gitmeye çalışacaklar. Demiştim ya herkesin kendine has bir Trump’ı var… Bakalım önümüzdeki dört yıl bize kaç farklı Trump gösterecek!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Bir Hint dizisi: “Geceyarısı Özgürlük”

Yayınlanma

“Geceyarısı Özgürlük”

14 Ağustos 1947’de gece yarısı Hindistan 200 yılı aşkın süren İngiliz sömürge yönetiminden özgürlüğüne kavuştu. Özgür bir Hindistan’ın doğuşu bir kutlama anı olabilirdi ancak Hindistan, Hindistan ve Pakistan olarak bölününce bölünmenin karanlığı ile gölgelendi …

Ya Nehru yerine Sardar Patel ilk Başbakan olarak seçilmiş olsaydı? Ya Gandhi ilk görüşmelerinde Jinnah’ı küçümsemeseydi? Ya Nehru ve Patel, Jinnah barış istediğinde ona daha açık olsalardı? Ya Nehru, Lord Mountbatten’ın, Hindistan’ın son Valisi’nin ve İngilizlerin niyetleri konusunda daha seçici olsaydı? Ya Patel, Gandhi’nin ulusal birliği korumak için Jinnah’a Başbakanlık koltuğu teklif etme isteğini kabul etseydi? Ve sorular böylece devam ediyor…

Bugün bu köşede bir dizi incelemesi ile karşınızdayım. Hindistan’ın abonelik tabanlı dijital yayın platformu SonyLIV’in 15 Kasım’da yayına giren “Geceyarısı Özgürlük” dizisi, 1975 tarihli çok satan bir romandan uyarlanan bir dönem draması ve Hindistan’ın Bağımsızlık ve Bölünme yolculuğunu konu alırken Hindistan’ın özgürlük mücadelesinin acı dolu son ayağını ekrana taşıyor. Hint yapımcı ve yönetmen Nikkhil Advani’nin ismini ve hikayesini Larry Collins ve Dominique Lapierre’in kitabından alan ve orijinal ismi “Freedom At Midnight” olan web dizisi şimdilik her biri 37-43 dakika uzunluğunda 7 bölümden oluşan 1. sezona sahip. 2005’te Fransa’da yaşamını kaybeden Amerikalı yazar Larry Collins ve 2022’de 91 yaşında vefat eden Fransız meslektaşı Dominique Lapierre’in 1975’te yayınlanan Geceyarısı Özgürlük kitabı, Hindistan’ın özgürlük mücadelesinin son ayağını, yani 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını ve ardından 1948’de Mahatma Gandhi’nin suikastını anlatıyor.

Geceyarısı Özgürlük dizisinin çerçevesi oldukça geniş, ancak ana anlatı yalnızca iki yılı kapsıyor ve Bölünme ayaklanmaları sırasında yeni bağımsızlığını kazanan Hindistan’ın belirsiz geleceği ile son buluyor. Hindistan’ın özgürlük mücadelesi hakkında bolca film çekilmiş, bunlardan yalnızca 3 tanesi devrimci özgürlük savaşçısı Bhagat Singh hakkında. Ve Geceyarısı Özgürlük ana akıma bağlı kalmayı seçerek kapsamını çoğunlukla Hindistan’ın Bağımsızlığı ve Bölünmesi arasındaki iki yılla sınırlamış: Lord Mountbatten’ın bağımsızlıktan yalnızca birkaç ay önce Hindistan’ın Valisi olarak görev yaptığı dönemle başlıyor, 1944’teki Gandhi-Jinnah görüşmelerinin olaylarını takip ediyor ve Mahatma Gandhi’nin suikastından hemen önce perdeleri stratejik olarak indiriyor.

Bize, Vali Evi’nde ve Hindistan Ulusal Kongresi’nin genel merkezinde kapalı kapılar ardında neler yaşandığına dair içeriden birinin anlatımını sunuyor; tüm karmaşıklıklara, uzlaşmalara, küçük zaferlere ve ideolojik çatışmalara ışık tutuyor.

Gandhi, Nehru ve Patel

Diziyi izlemek, modern Hindistan ve Pakistan’ın yaratıcıları Gandhi, Nehru, Patel, Jinnah ve Mountbatten’ın milyonların kaderleri hakkında tartıştıklarını bir cam duvardan görmek gibi. Ayrıntılar yoğun ancak hikaye anlatımı sürükleyici bir gerilim olmaktan çok, yumuşak bir drama. Belki de bu gerilimi vermek içindir mi ki dizinin hemen her sahnesinde bir saatin tik tak sesini duyabilirsiniz. Bölünmenin ateşli savunucuları Müslüman Birliği ve Hindistan Ulusal Kongresi tarafından temsil edilen acılı muhalifleri için saat işliyor.

Sömürge yönetiminin son ayları kaçınılmaz olarak Hindistan’ın dini çizgiler üzerinden bölünmesine yol açtı.  Tarihi drama, Hindistan’ın bağımsızlığına yol açan olayları, Bölünme’nin gerçekliği ile gölgelenmiş bir şekilde anlatıyor. Hindistan’ın bağımsızlığına giden zorlu dönemi tasvir eden Geceyarısı Özgürlük politik manzarayı keşfederken hikayesine nüfuz eden metaforik bir dil olarak politik tonu benimsiyor ve anlatı küçük, sembolik ayrıntılarda gelişiyor. Örneğin, günlük görseller daha derin anlamlar kazanıyor: Sardar Patel tarafından çaya yarı batırılmış bir bisküvi ülkenin bölünmesinin kaçınılmaz oluşunu sembolize ediyor, Mahatma Gandhi’nin duvardaki yana doğru eğilmiş fotoğraf çerçevesi yaklaşan çatışmaya işaret ediyor, Gandhi’nin saatini kaybetmesi ve Patel ile Nehru’nun labirentvari geniş Vali sarayında kaybolması politik kaosun ortasında desteği veya daha çok kişinin yolunu kaybetmesinin metaforu haline geliyor.

Dizi, 1946’da Mahatma Gandhi’nin “Eğer Hindistan bölünecekse bu benim cesedim üzerinden olacaktır” demesi ile başlıyor. Çok geçmeden Hindistan’ın bölünmesinin ve bağımsız Hindistan’ın şiddetli doğuşunun acı dolu bir anlatımını sunmaya geçiyor. Sizi Hindistan’ın bağımsızlığı için savaşan ve 77 yıl önce milyonlarca Hint’in kaderini şekillendiren kararlar alan Hint liderler ile aynı odaya yerleştiriyor. Önce Bağımsızlıktan önceki yıldaki olayların kronolojisi kapsamlı bir şekilde ortaya konuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda kan kaybeden İngilizler, Hindistan’ı terk etmek için acele ediyor. Gandhi’nin vaftiz babası olduğu ve Nehru’nun ve Sardar Patel’in önderlik ettiği Kongre ile Jinnah’ın Müslüman Birliği arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Anlaşmazlığın konusu? Birleşik mi yoksa bölünmüş bir Hindistan mı? Mohammed Ali Jinnah’ın liderliğindeki Müslüman Birliği, Jinnah’ın Kongre liderliğindeki bir Hindistan’da kaybolacağından korktuğu onuru Müslümanlara verecek ayrı bir toprak talebinden geri adım atmayacak. Dizi, kurucu babaların bağımsız, modern bir ulusun hangi yöne gitmesi gerektiğini tartıştığı ve görüştüğü Hindistan tarihindeki belirli bir zamanı araştırıyor. Birden fazla ideolojinin çatışması var: Jinnah’ın ayrılıkçılığı, Nehru’nun birleştiriciliği, Patel’in pragmatizmi ve Gandhi’nin prensipleri. Bir tartışmada herkes haklı olduğunda ilginç bir drama ortaya çıkıyor, ancak dizi bundan yararlanmıyor ve daha çok olayların sırasını haritalamakla ilgileniyor. Belirli olayların derinliklerine iniyor ancak bir bütün olarak bir araya gelmeyi başaramıyor.

Bu, Hindistan Ulusal Kongresi’nin ve/veya Tüm Hindistan Müslümanları Birliği’nin ve onların liderleri Jawaharlal Nehru ve Muhammad Ali Jinnah’ın inatçılığı mıydı? Mahatma Gandhi Hindistan’ın bölünmesini durdurabilir miydi? İngilizler bir kez daha böl-yönet politikasını mı kullandı? Son Genel Vali ve eşi Lord Louis Mountbatten ve Edwina Lady Mountbatten bunda ne kadar rol oynadı? …

Bunun bir belgesel olmadığını söyleyeyim: Altı kişilik bir yazar ekibinin senaryosu ile çalışan yönetmen Nikkhil Advani yedi bölümlük diziyi bir tarih dersinden bekleyebileceğinizden daha ilgi çekici ve anlamlı bir deneyim haline getirmek için bazı “yaratıcı özgürlükler” almışlar. Buna ayrıca belirli bir figüre takıntılı biyografik bir dizi olmaması da yardımcı oluyor. Kitlesel şiddet, ölüm, dehşet verici zulüm, açlık, hastalık ve evsizlik… Hepsi Hindistan’ın bağımsızlığına eşlik etti VE dizide asgari düzeyde temsil ediliyor VE senaryolarda genellikle sepya tonlarında görünüyorlar, yani kan dökülmesinin rahatsız edici bir görüntüsü olmadan.

Drama neredeyse tamamen ayrıntılı konuşmalara, toplantılara, tartışmalara, konuşmalara, kararlara, açıklamalara ve yoğun diyaloglara dayanıyor ve dönem sahnelemesinin büyük bir kısmı iç mekanlarda: büyük odalarda, koridorlarda ve ofislerde. En etkili sahnelerden biri, Nehru, Patel ve Maulana Azad gibi Kongre liderleri ile dolu bir odada düzenlenen kritik bir toplantı ile Jinnah ve meslektaşları ile dolu bir odada yapılan toplantı arasındaki geçişler. Az ışıklı odalarda yapılan sohbetler, Kuzey ve Doğu Hindistan sokaklarında çıkan ortak yangınlarla karşılaştırılıyor. Diyaloglar ve performansların duygusal akorlar ile etkili bir uyum sergilediği görülüyor. Örneğin aşağıdaki satırlara bir göz atın:

“Eğer Hindistan bölünecekse bu benim cesedim üzerinden olacaktır”

veya

“Sıradan bir adam, hükümetlerin yıllardır başaramadığı değişimi gerçekleştirebilir”

veya

“Bu insanlar Hindu olmadan önce Punjablı veya Bengallidir.”

Son dizede örneklendiği üzere diyaloglar, karakterlerinin zihinlerine dair içgörüler sunarken kimlik ve aidiyetin karmaşık etkileşimini özetleyen evrensel gerçekler olarak yankılanıyor, çağın daha büyük ikilemlerine değinerek tarihi ve duygusal derinlik yansıtıyor. Tarihsel hikayelerin olayı budur: Gerçeğe bağlı kalmaları gerekir ama aynı zamanda ilgi çekici bir izleme deneyimi sunmaları gerekir; ilgi çekici kısımlar özenle seçilebilir, ancak ihmal edilenler genellikle ihmal edilir ve “yaratıcı özgürlükten” yararlanılabilir. Ancak dizide ana akım Bollywood’un eğilimli olduğu türden abartılı bir gösteriş pek görülmüyor (Kİ bu bence diziye olumlu bir katkı sağlamış) ama dizinin trajediye karşı tutumunda ikna edicilik daha az hissediliyor, ara sıra Bollywood tarzı süslemelerde kayboluyor ama ciddi tartışmalarla kurtarılıyor.

Dizinin ana karakterleri arasında, sürekli olarak Kongre Partisi lideri Jawaharlal Nehru ile pazarlık eden, onun ilkeleri ile partisinin idealleri arasında kalan Kraliçe Victoria’nın torununun torunu Lord Mountbatten; yalnızca iki seçenek gören (“Ya Hindustan bölünecek ya da yok edilecek”) Müslüman Birliği lideri Mohammed Ali Jinnah ve bağımsız bir Hindistan’ın nasıl ilerleyeceği konusunda birleşik Hindistan hayalinden vazgeçen Mahatma Gandhi yer alıyor. 1989 doğumlu Hint aktör Siddhant Gupta Hindistan’ın ilk Başbakanı Jawaharlal Nehru rolünde oyunculuk yeteneği üzerine büyük övgü alsa da bence asıl öne çıkan performans Mohammed Ali Jinnah rolü ile 58 yaşındaki Hint aktör Arif Zakaria’dan geliyor; Pakistan’ı yaratmak gibi tek bir vizyonu olan Müslüman Birliği’nin kararlı lideri olarak son derece ikna edici bir performans. Ayrıca Gandhi rolündeki Chirag Vohra ve Hindistan’ın ilk içişleri bakanı Sardar Vallabhbhai Patel rolündeki Rajendra Chawla’nın da güçlü performansları var.

Sardar Patel tıpkı Hindistan özgürlük mücadelesinde olduğu gibi gösterinin de jokeri. Doğum yıldönümü Hindistan’da Ulusal Birlik Günü olarak kutlanan Sardar Patel ironik bir şekilde Pakistan fikrine ya da Bölünme fikrine teslim olan ilk liderlerden biri olarak gösteriliyor. O bir milliyetçi ama aynı zamanda bir realist, pragmatizmi sıklıkla köklü milliyetçiliği ile çelişen bir lider.

Benzer şekilde sosyalizm ve laikliğin sembolü olarak bilinen Jawaharlal Nehru, ülke çapındaki şiddetli isyanlara karşın idealist duruşundan uzun süre vazgeçmiyor. Nehru’ya hayat veren oyuncu son derece genç görünse dahi ona modern havayı veriyor; onu kusursuz İngilizce konuşan ve kusursuz takım elbiseler giyen, ancak yalnızca ulusu değil, aynı zamanda yaşadığı idealleri de derinden önemseyen yetenekli bir avukat olarak gösteriyor ama aynı zamanda otuzlu yaşların ortalarında biri olarak ellili yaşlarının sonlarında birini oynadığı gerçeğinden de tam olarak kaçamıyor.

Dizi, Gandhi hakkında yeni şeyler de gösteriyor: Hindistan özgürlük mücadelesinde şiddetsizliğin öncüsü olmasına karşın aynı zamanda şiddeti sineye çekmek konusunda inatçı bir yeteneğe sahip; şiddet ona değil, başkalarına yönelik ve Elbette kan dökülmesi onu derinden etkiliyor ancak Gandhi’nin vizyonu şiddete karşı hoşgörüsüzlüğünden daha güçlü. Genç ve ham bir Gandhi’den yaşlı ve bilge bir Ulusun Babası’na dönüşümü ikna edici.

Tüm bunların yanı sıra dizi Jinnah’ı Pakistan hayalini gerçekleştirmek için Tüberküloz teşhisini nasıl sakladığını veya kız kardeşi Fatima ile etkileşimlerini göstererek insani olarak gösterilmesine yönelik bir girişim var, ancak bu hızla söndürülüyor ve onu çoğunlukla Gandhi’ye karşı kıskançlık ile motive olan sert ve kötü bir adam olarak görüyoruz.  Yani Jinnah’ın tasvirinde fark edilebilir bir önyargı var, kurnazlık ve soğukkanlı hesaplamaların bir karışımı gibi görünen bir önyargı: Dizi ayrı bir Müslüman bölgesi talebini incinmiş egolardan kaynaklandığını tasvir ediyor ve tüm resim asla gösterilmiyor gibi görünüyor. Yani Jinnah, kişiliği pipo içmeye, öksürmeye, kaşlarını çatmaya, güllerini haşin şekilde budayan soğuk-takıntılı birine ve “Ben Müslümanların tek sözcüsüyüm” diye sızlanmaya indirgenmiş, genel hatları ile karikatürize edilmiş bir karakter.

Ve bazı sahneler, Jinnah dışında hiç kimse suçlu değilmiş gibi sempati uyandıran histrioniklere uzanıyor. Şiddet tek taraflı hissediliyor ve genellikle Müslüman olmayanlar maruz kalıyor. Özellikle dizi bu dönemde Hindu Mahasabha’nın aktivitelerinden kaçınıyor ve yalnızca Gandhi’nin suikastını haber veren son sahnede onlara değiniyor. Yani Rashtriya Swayamsewak Sangh ve Hindu Mahasabha son bölümün son anına kadar resmin dışında. Hindu aşırılıkçıların Gandhi’ye karşı komplosu, artan şiddete tepki olarak gösteriliyor. Dizinin Gandhi’nin inancından biri tarafından öldürülmesi ile nasıl başa çıkacağını görmek için sanırım ikinci sezon bekleniyor… Bu arada bu ihtiyatlı yaklaşım Hindistan’daki aşırı Hindu milliyetçiliğinin hakim olduğu mevcut siyasi iklimden kaynaklanıyor olabilir…

Geceyarısı Özgürlük oyuncu kadrosu yüzlerce kişiden oluşuyor ama dizi iktidarın devri için yapılan müzakereleri yöneten bir avuç erkek ve bir iki kadına odaklanıyor; bu müzakereler, kaçınılmaz olarak çok fazla gerginlik ve gitgeller ile dolu, yavaş ve sancılı bir süreç. Dizinin bir eksik veya hatalı yönü, her bir önemli dramatik kişiliğin dram ve çatışma yaratmak amacı ile belirli bir düşünce çizgisini temsil eden bir ideolojik blok içine yerleştirilmesi: Gandhi bilge, Nehru birleşik bir Hindistan fikrine kendini adamış bir idealist, Patel kolu kurtarmak için bir eli kesmenin sorun olmadığına inanan bir pragmatist ve Jinnah Müslümanlar için ayrı bir ulusun yılmaz bir taraftarı; YANİ Dizi, bu olağanüstü adamların insani tutarsızlıklara yenik düşmeleri için fazla bir alan sunmuyor. Ancak Nehru, Patel ve Gandhi arasındaki kısa, dostça şakalaşmalar ve karakterler arasındaki samimi sohbetler, büyük siyasi figürlerin sonuçta insan olduğunu güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Yine de derin insani nitelikleri görmek mümkün olabiliyor: Nehru’nun kırılganlıkla renklendirilmiş naif idealizmini, Gandhi’nin dingin ama duygusal ustalığını, Patel’in pragmatik keskinliğini, Jinnah’ın kararlı meydan okumasını ve Lord Louis Mountbatten’ın diplomatik karmaşıklığını görüyoruz.

Sanki bir sorun da dizinin temposu: Bazı kişisel sahneler uzatılmış gibi hissedilirken bazı önemli olaylar aceleye getirilmiş gibi. Yedi bölümden oluşan ilk sezon Hindistan’ı bölmenin bilgeliği hakkında gevşek ve gereksiz tartışmalar içeriyor, dördüncü bölüme kadar Hint ileri gelenler ve İngiliz yetkililer Pakistan’a olan talebi tartışıyorlar. Beşinci bölümden itibaren tempo, Mountbatten’ın Hindistan siyasi danışmanı VP Menon’un katılımı ile artıyor; Menon, Patel’in içerideki adamı oluyor ve tartışmayı Kongre’nin lehine çevirmeye yardımcı oluyor. Britanya’nın kötü şöhretli “Böl ve Yönet” politikasından bahsedilmesine karşın Mountbatten sempatik bir şekilde tasvir edildiği görülüyor. Ancak dizi geçtiği döneme ilişkin bağlam sağlamak için geçmiş olaylardan kesitlere de akıllıca yer veriyor. Ayrıca anlatıdaki bir kusur da kadın karakterlerin yeterince kullanılmaması, Fatima Jinnah ve Lady Mountbatten gibi figürler büyük bir vaat ile tanıtılırken anlatının kenarlarına itiliyor.

Ve bu arada dizinin kast seçiminde belki de beklenebileceği üzere Hindistan’ın A takımı yıldızları denilebilecek üst kulvar oyuncuları göremiyorsunuz, söze konu önemli tarihi figürleri özen ve güven ile ete kemiğe büründüren oyuncular var sahnede; hepsi oynadıkları liderlere tam olarak benzemese de gerçekten de canlandırdıkları adamlar olduklarına inanmanızı sağlamayı bir ölçüde başarabiliyor. Film yapımcısı büyük yıldızların dünyasından uzaklaştığı için övülse de dizi için yarattığı topluluk aslında hem isabetli hem de ıskalı. Örneğin bazı sahnelerde diyalogların anlatıda oluşan gerilimi dağıtmak için kasıtlı olup olmadığını veya gerçek konuşmalar olup olmadığını söylemek zor; bu daha çok Patel ve Nehru senaryolarında hissediliyor. Nehru-Patel ilişkisinin dinamikleri daha dikkatli bir şekilde araştırılabilirdi: Her ikisinin de devam eden toplumsal şiddete bir çözüm olarak Bölünme konusunda anlaştığı doğru olsa da neredeyse her konuda anlaşamıyorlardı; yani Patel’in Nehru’ya defalarca “Haklıymışsın, Jawahar” demiş olması pek olası değil gibi ki aksine, tam tersi gerçeğe daha yakın olabilir. Ya da Örneğin Gandhi performansında trajedinin ya da acının yansıtılması biraz daha hissedilebilir olabilirdi, yani hissediliyor ancak bu his bölümlere iyi serpiştirilmemiş. Ve genel performanslara bakınca, konuştuklarında diyaloglarının ağırlığını ve ciddiyetini hissetmiyorsunuz ki bu belki de dizinin en büyük zayıflığı. Ayrıca olaylar insanlardan daha öncelikli tutuluyor ve sonuç olarak her şeyin nasıl gerçekleştiğini biliyoruz ama nedenleri belirsiz kalıyor. Bazı sahnelerde gerilim dolu bir arka plan müziğinin korkunç derecede aşırı kullanılması da olayları dramatize etmede aşırıya kaçıldığı hissiyatı veriyor. Ve dizi bilmediğiniz bir tarihi anlatmayı da vaat ediyor Ama izlediğim yedi bölümde de kamuoyuna açıklanmayan önemli bir olay yaşanmıyor ki bu, çoğunlukla bilinen bir tarih.

Ölümcül derecede hasta ama kararlı bir karakter olan Jinnah’ı canlandıran Zakaria dışında, önemli liderleri canlandıran diğer karakterler açıkçası pek de etki bırakmıyor.

Bir de özgürlüğün elde edilmesinin bedeli hakkındaki soru, tekrar tekrar isyanları göstererek kutuplaştırıcı duyguları sömürücü bir şekilde körüklüyor.

Ve dizinin imgelerinde ince bir tek taraflılık var: Her isyan sahnesinde takke takan erkekler ellerinde kılıçlarla veya sopalarla sokaklarda yürüyüş yaparken veya burka giymiş kadınlar “Lad ke lenge Pakistan (Pakistan için savaşacağız)” diye bağırırken görülüyor, Sih kadınlar kendilerini Müslüman erkeklerden kurtarmak için ateşe atlarken gösteriliyor, Hindular bir Müslüman kalabalığı tarafından yakılırken alevler Tanrıça Durga’nın bir putunun önünde dans ediyor…

Yine de tarihi dramaların daha çok propaganda aracı olduğu bir zamanda Geceyarısı Özgürlük sansasyonalizmden uzak durmaya çalışıyor gibi, çoğu dönem dizisinin aksine bilinçli olarak bugüne hitap etmeye çalışmıyor. Yönetmen Nikkhil Advani, Hindistan topraklarında bölünmenin dehşeti ortaya çıkmadan hemen önce gösteriyi “Vaishnav jan to tene kahiye je, peer paraayi jaani re” (İyi bir insan, başkalarının acısını bilen kişidir) şarkısı ile kapatıyor. Yine de dizi, yalnızca Hindistan’ın bölünmesinin bir anlatımı değil; aynı zamanda insan ruhunun akıl almaz zorluklar karşısındaki direncinin bir keşfi: Tarihin karmaşıklıklarının tasvirinde, özgürlüğün değerli olsa da çoğu zaman ölçülemeyecek kadar pahalı bir bedelle geldiğine dair dokunaklı bir hatırlatma sunuyor. Bu arada Advani ikinci bir sezon olacağını duyurdu: Bölünme gibi bir konu tek bir web dizisinde ele alınamazdı zaten ki bu nedenle çatışmalar henüz doruğa ulaşmadı…

Son Sözler

Her şeye karşın bir sezonu, 7 bölümü tek bir günde soluksuz izledim. Ancak asıl söylemek istediğim, özellikle Gandhi senaryoları cidden vurucuydu; özellikle 3. (Satyagraha) bölüm …

Aynı ulusun, aynı toplumun, nasıl düşmanlaştığını,

Bölünme mantalitesinin zihinlerde nasıl vücut bulduğunu

son derece dramatik ve acımasızca ortaya koyuyor …

Belki de uluslar hem kendi tarihlerinden (zaten ders almalı ANCAK) hem de başkalarının tarihlerinden ders alarak yol almalıdır,

diye de düşündürdü izlerken …

Ve söylemeden geçemeyeceğim, başlangıçtan itibaren asıl yüklenicinin Gandhi olmasına karşın -yani İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi için iradeyi ve birliği sağlama çabaları ve bunu sağlayabilme başarısını da dizideki geçmiş kesitlerde izlemişken- aynı Gandhi’nin nasıl kenarda kaldığını veya açıkçası nasıl kenara itildiğini de çok ince bir biçimde anlatıyor dizi … Ve onu bekleyen hazin sonu da haber veriyor dizi kapanışta … Ve bu anlamda beni en çok etkileyen/duygulandıran karakter Gandhi karakteriydi …

“Umut dağıtabilir misin?”

Gandhi’nin (Nehru’ya soruyor) bir repliği.

“Aklın korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu, bilginin özgür olduğu, dünyanın dar iç duvarları ile parçalara ayrılmadığı, sözcüklerin hakikatin derinliklerinden çıktığı, yorulmak bilmeyen çabanın kollarını mükemmelliğe doğru uzattığı, aklın berrak akışının özgürlük cennetine doğru yolunu kaybetmediği yerde, Tanrım, ülkem uyansın!”

Gandhi’nin dua repliği.

Ve son Gandhi repliği ile sonlandırayım:

“Bir ağaç kökünden kesildiğinde nereye düştüğünün bilincini kaybeder. Ama köklerinden kopardığımız insanlardır, Maulana! Onlar da bilinçli olmayı bırakacaklar!”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English