Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran ve İsrail Stratejilerinde Çatışma ve İslami Cihad’ın Etkisi

Yayınlanma

FKÖ Yönetimi güvenlik birimlerinin bölgedeki direniş gruplarının silahlanmasını  kontrol altına alma çabaları ile İran’ın Ortadoğu’daki siyasi ve güvenlikle ilgili kararlarda kendisinin vazgeçilmez bir unsur olma hedefi arasındaki çelişki şimdilik yönetilemez bir seviyede görünmektedir.

Giriş

İran ve İsrail arasındaki çatışmanın doğası gereği, her ikisinin stratejileri de aynı anda çarpışma ve kesişme unsurları içermekte, bu durum genel olarak tüm Ortadoğu ve özel olarak Filistinliler üzerinde ciddi etkiler bırakmaktadır. Çalışmamız, Filistin meselesinde iki taraf arasındaki çatışmada yaşanan gelişmeleri tartışmayı ve her birinin politikalarını ve bu politikaları yönlendiren hedefleri incelemeyi amaçlamaktadır. Bunu yaparken, İslami Cihad’ın bu karmaşık ilişkiden nasıl faydalanabileceğine dair kapsamlı bir görüş sunmaya çalışacaktır. Bu doğrultuda, çalışmanın bölgedeki siyasi, güvenlik ve stratejik zorlukların daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunması ve İran ile İsrail arasındaki karmaşık ilişkileri ve bunların Filistin’de “İslami Cihad” grubunun rolünün yükselişi üzerindeki etkilerini analiz etmesi beklenmektedir.

Filistin meselesi, Ortadoğu bölgesel denklemlerinin merkezinde yer almaktadır. Zira, Filistin’de yaşanan hemen her gelişme bölgesel rekabetin yoğunlaşmasıyla yakından bağlantılıdır ve köklerini bölgesel ve uluslararası dengelerdeki değişimden almaktadır. Bu bağlamda, hem Filistin-İsrail çatışmasının gerçekliğini ve hem de Filistin’in kendi iç dengelerini etkileyen bir faktör olarak İran ve İsrail arasındaki bölgesel rekabet en önemli dinamiklerden biri haline gelmektedir.

Filistin dosyası, ilk etapta Amerikan-İsrail ortaklığının çıkar hesaplarından bağımsız olmadığı için, en azından öngörülebilir gelecekte, İran ve İsrail arasında Filistin cephesinde “yeni kuralların” kristalleştiğine dair göstergeler belirebilir. Her iki taraf da diğerini bir yandan hasım, diğer yandan potansiyel ortak olarak görüp bu temelde rekabet ederken, Amerikan faktörü de gerektiğinde iki taraf arasındaki  rekabet için bir ritim kontrolörü olarak rol oynamaktadır.

ABD Kontrolündeki İran-İsrail Çatışmaları

Rusya-Ukrayna savaşı, Batı ile Rusya arasında silahlanma alanında yeni bir döneme ve daha tehlikeli  bir seviyeye girerken, bu savaşın yansımaları, yeni dönemde Ortadoğu’daki bölgesel sistemin girdilerinden biri olarak kendini hissettirecektir. Bu savaş, Amerikan yönetimini tüm dünyadaki politikalarında önemli ayarlamalar yapmaya zorladı. Örneğin, Biden idaresi, bir yandan Çin’e yönelik stratejisini yeniden gözden geçirirken, Rusya’ya silah satışında sınırlamalar getirmesi karşılığında Pekin yönetimiyle sükûnet arayışına girebileceğini göstermektedir.

Rusya saldırganlığını dengelemek üzere Ortadoğu’daki politikalarda da ciddi revizyon beklentisi kendini göstermektedir. Şöyle ki, bölge ülkelerini Rusya karşısında kendi yanına çekmek veya en azından tarafsız hale getirmek için farklı dosyaları hızlı bir şekilde çözmekle işe başlayabilir. Bu çerçevede İran ile ilişkilerinde, nükleer güç dosyası ve Tahran yönetiminin Suriye, Irak ve Yemen gibi bölgesel etkisinin sınırları konusunda geçici bir anlaşmaya razı olabilir. Zira ABD, bir yandan Putin’in siyasi iradesini kırmak için Rusya-Ukrayna savaşına yatırımını yoğunlaştırırken, diğer yandan Rusya’ya yardım edebilecek Amerikan muhaliflerinin birleşik bir cephe oluşturmasını bu şekilde garanti edebileceğini düşünmektedir.

ABD, İran’la ilişkilerinde “İsrail” sopasını kullanarak, İsrail’in İran’ı kuzey sınırlarından (Azerbaycan’da)  taciz etmesine ve Suriye’deki İran üslerini vurmasına izin verdi. İran, ABD-İsrail ikilisi ile doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçındığı için karşılık vermedi. Ancak, Tahran yönetiminin nüfuz kullanabileceği kimi gruplar aracılığı ile İsrail’e karşı Lübnan’dan, Suriye’den veya bizzat Filistin içinden karşı bir hamle yapması ihtimali de işgal yönetimini sürekli tetikte tutan bir işlev görmektedir. Bu anlamda İsrail, İran’ın Batı Şeria ve Gazze Şeridi de dahil olmak üzere bölgedeki abartılan nüfuzundan istifade etmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Cenin kentinde yaşanan saldırılarına benzer şekilde İsrail Batı Şeria’daki operasyonlarına bölgesel bir kılıf ve uluslararası bir gerekçe sağlama stratejisi çerçevesinde  İran’ın rolünü kendi çıkarları lehine abartarak Filistin güvenlik ve siyaset kurumları üzerindeki baskısını ve güç birikimi oluşmasını önlemektedir.

Filistin Özerk Yönetimi’ni zaaf içinde gösterme siyasetini de başarılı biçimde uygulayan İsrail işgal yönetimi, İran tehdidini bahane ederek onu şeytanlaştırarak Batılı ülkeleri kendi güvenlik kaygıları etrafında toplamaktadır. Bu da, bölgesel istikrar anlamında Batılıların FKÖ’ye olan güvenini sarsıcı bir rol oynamaktadır.

İran Taktikleri ve İsrail Stratejisi Arasında Batı Şeria

2014 yılında işgalci rejimin Gazze’ye yönelik giriştiği kanlı saldırıya karşı oldukça kararlı ve başarılı bir direniş sergileyen Hamas, bölgesel koşullar bağlamında aslında tüm elverişsiz koşullara rağmen direniş potansiyelini ispatlamıştı. Hatırlanacağı üzere, o tarihlerde Mısır’da Filistin direnişine sempatiyle bakan Muhammet Mursi yönetimi darbeyle devrilmiş ve Hamas yönetimi Suriye’deki devrim sürecinde rejimi desteklemeyi reddettiği için bu ülkedeki tüm destek kanallarını kaybetmişti. Üstelik, Suriye rejimine muhalefeti nedeniyle İran yönetimi tarafından Hamas’a karşı ağır yaptırımlar başlatılmıştı.

Bu gelişmeler ışığında, o tarihten itibaren İran Devrim Muhafızları liderleri tarafından açıklanan yeni stratejinin bir parçası olarak Batı Şeria’nın silahlandırılmasının önemini vurgulayan demeçler artmıştır. Bu demeçlerin zamanlamasına bakıldığında  Batı Şeria’da Hamas’a karşı FKÖ Yönetimi ve İsrail tarafından, ilan edilmemiş, bir savaşın başladığı aynı döneme denk gelmesi oldukça kritik bir döneme işaret ediyordu.

Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistin  iç denklemindeki ağırlığı ele geçirmek üzere ana siyasi rakibi olan Hamas’ı tasfiye etmek için düşmanlık dalgasını kullanma çabasındaydı. Aynı sıralarda İsrail Filistin direnişindeki aktif ve ileri rolü nedeniyle Hamas’ın özellikle Batı Şeria’da yarattığı tehdidi yok etmek için stratejik yeteneklere yatırım yapıyordu.

İşte İran, böylesi bir ortamda krizi fırsata çevirerek, Batı Şeria’da kendisine yakın “İslami Cihad” hareketini destekleme stratejisini devreye sokuyordu. Bu stratejinin en belirgin özelliği olarak, Gazze Şeridi’nde yaşadığı önceki deneyimlere dayanarak, desteğini “İslami Cihad” hareketinin tarihsel olarak en büyük örgütsel ağırlığa sahip olduğu Batı Şeria’nın kuzey bölgelerindeki hücrelere odaklamanın çıkarları açısından daha iyi olacağını düşünmekteydi. Bilindiği gibi Hamas, baştan itibaren Gazze’yi yerel dinamikler ve potansiyel çerçevesinde dış etkilerden uzak ve “İran-İsrail  çatışmasından daha az etkilenecek şekilde tutma” vizyonu çerçevesinde Filistin ulusal direnişine dış müdahaleyi hep reddetmiştir.

Bu vizyonun bir yansıması olarak Hamas, İsrail karşıtı direnişin kendi kararlarını kendilerinin almasını garanti edecek şekilde tüm grupların ortak çalışacağı bir “Direniş Güçleri Ortak Operasyon Odası” kurulması fikrini ortaya atmış ve bunda başarı sağlamıştır. Böylece, Hamas’ın işgal karşıtı mücadeleyi Gazze Şeridi’nde tamamen yerel aktörler eliyle yönetme vizyonunun açıkça uygulamaya geçmiş ve Gazzeli grupların ortak kararı olmadan her hangi eylemin önüne geçilmiş oldu. Kuşkusuz bu durum, Gazze özelinde İran’ın Filistinli gruplardan habersiz kendi destekçileri eliyle operasyon yapmasını önlemiştir.

İran’ın Gazze Şeridi’nde hem Hamas’a hem de İslami Cihat’a desteğini sürdürürken İslami Cihat’a desteğini Batı Şeria’da yoğunlaştırması, İran’ın Gazze Şeridi’nde nüfuz kurma konusunda fazla umutlu olmadığını göstermiştir. Bu aslında, aynı zamanda Hamas gibi operasyonel kabiliyetleri oldukça büyük olan bir gruba yakın ihtiyacı devam ederken her hangi bir sorun yaşamak istememe stratejisiyle yakından ilgilidir.  Batı Şeria’daki bu destek sayesinde İslami Cihad ile ona bağlı grupların bölgedeki varlığı önemli ölçüde güçlendiği söylenebilir. Ancak bu desteği farklı şekillerde kendi lehine kullanmak isteyen aktörler nedeniyle, gelişmelerin tümüyle Filistinliler lehine olduğunu söylemek de zordur.

Öncelikle Hamas’ın ideolojik rakiplerini güçlendirerek direniş grupları cephesinde bir tür çatlak yaratmaya çalışan ve Hamas’ın Batı Şeria’daki etkisini zayıflatmak için fırsat kollayan FKÖ Yönetimi, İran’ın istikrarsızlaştırıcı rolünü gösterip bu sayede kendine daha fazla dış destek devşirmenin yollarını aramaktadır. Benzer şekilde İran’ın bölgede artan nüfuzunun İsrail’e karşı FKÖ yönetimi tarafından verilmiş olan güvenlik taahhütlerinin yerine getirilmesini zorlaştırdığını söyleyerek işgal yönetiminin FKÖ yönetimi üzerindeki baskıları hafifletmesini hedeflemektedir.

Tahran açısından, İslami Cihad’ın Batı Şeria’da artan gücü, İran’ın bölgedeki direniş ekseninin liderliğine ilişkin söyleminin doğrulanması anlamına gelmekte ve şimdilik İran’ın hedeflerine hizmet ediyor görünmektedir. Ancak şu ana kadar İran’ın Batı Şeria’daki güvenlik denklemini değiştirme girişimlerin de umduğu gibi başarılı olduğuna dair bir işaret bulunmamaktadır.

İsrail açısından bakıldığında ise, İran’ın taktiklerini erkenden kontrol altına almış görünen işgal yönetimi, Batı Şeria’ya boyun eğdirmenin, siyasi bir boşluğa ve güvenlik kaosuna itmek de dahil olmak üzere bazı maliyetler gerektireceğini fark etmiştir. İsrail, Filistinlilere kendi devletlerini kurma yolunu açacak olan iki devletli çözüm ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak için, Batı Şeria’ya nihai anlamda boyun eğdirmesi gerektiğini bilmektedir. Bunun için Filistinlilerin uluslararası hukuk tarafından tanınmış haklarını ihlal dahil her türlü kabadayılığa girişmekten çekinmemektedir.

İşgalci İsrail’in belirgin askeri üstünlüğü nedeniyle İran’ın Batı Şeria’da İslami Cihad hareketine verdiği destek karşılığında elde ettiği sonuçlar oldukça sınırlı kalmaktadır. FKÖ Yönetimi güvenlik birimlerinin bölgedeki direniş gruplarının silahlanmasını  kontrol altına alma çabaları ile İran’ın Ortadoğu’daki siyasi ve güvenlikle ilgili kararlarda kendisinin vazgeçilmez bir unsur olma hedefi arasındaki çelişki şimdilik yönetilemez bir seviyede görünmektedir.  İsrail’in böylesi bir durumdan istifade etmeye çalıştığına kuşku yoktur.

Bu bağlamda İslami Cihad’ın son aylarda İsrail ile girmiş olduğu farklı çatışmalardaki tutumu, kendisini Hamas’tan ayıran bir imaj yaratma çabasını da yansıtmaktadır. Hareketin Genel Sekreteri Ziyad El Nakhala’nın temsil ettiği liderlikle birlikte bu çaba daha da yoğunlaşmış ve bu yaklaşım başlı başına bir hedef haline gelmiştir. Son operasyonlarında görüldüğü gibi işgalci İsrail saldırganlığı İslami Cihad’ın Siyonistleri tehdit etme kabiliyetini zayıflatmış olsa da, aynı zamanda Hamas hareketinin Gazze’deki ve belki de tüm Filistin düzeyindeki kararlarına meydan okuma kabiliyetini de güçlendirdi. Bu durum yakın gelecekte Hamas ve İslami Cihad arasındaki ilişkilere yansıması kaçınılmaz görünmektedir. Kimi zaman zorluklar yaşansa da geçmiş yıllardakinden farklı olarak, önümüzdeki dönemde koordinasyon ve uyum sağlama kabiliyetleri açısından ilişkilerini ciddi bir teste tabi tutacaktır.

Gazze Şeridi’nde İran’ın Rolü ve Mısır-Katar Dengesi

Son yıllarda Ortadoğu’da bulunan farklı aktörler İran’ın Filistin dosyasındaki rolü konusunda, duygusal beklentilerden bağımsız daha gerçekçi yaklaşımlar gösterme amaçlı denemeler yapmaktan geri durmamıştır. Örneğin Mısır, İslami Cihad hareketiyle tekil olarak ya da Filistinli grupların tümüyle aynı anda heyetler haline yapılan görüşmeler ışığında, İslami Cihad’a Gazze Şeridi’nin güvenlik ve ekonomik sorumluluğunda daha büyük bir rol verilmesini önermiştir. Bu proje sayesinde pratikte “Gazze dosyasında İran ortaklığı” senaryosunu denemek ve böylece bölgede istikrarı sağlamak gibi bir amaç düşünülmüş olmalıdır. Bu durum Umman  arabuluculuğunda yürütülen Mısır-İran görüşmelerine ilişkin sızan bilgilerden anlaşılmaktadır.

Öte yanda özellikle abluka süreçlerinde yapmış olduğu insani destekler ve arabuluculuk çabaları ile öne çıkan Katar yönetimi de, tüm taraflarla (İran, Mısır, İsrail, Hamas) olan güçlü ilişkileri sayesinde bu çabalarda dikkat çekmektedir. Mevcut durumun daha fazla formüle dönüştürülmesi ihtimali de dahil olmak üzere bu koordinasyonun devamının sağlanmasında Katar’ın oynayacağı roller de önemini korumaktadır.

Bölgesel düzeyde aktörler kendi pozisyonlarını yeniden ayarlamaya çalışırken, Filistinli gruplar da kendi aralarında kontrol ve denge arayışını sürdürmektedir. Hamas ve İslami Cihad hareketleri, geçtiğimiz haftalarda Kahire’de yoğun görüşmelerde bulunarak Gazze özelinde güvenlik ve ekonomik zorlukların hafifletilmesi bağlamında uzun süreli bir ateşkesi müzakere ettiler. Kendi içindeki siyasi istikrarsızlık göz önüne alındığında işgalci İsrail’in yaklaşımı da, Mısır’ın çabaları konusundaki sonuçları görene kadar gerilimi tırmandırmaktan kaçınma yönünde olabilir.

Kahire’nin çabalarında başarı önündeki en önemli engel, Filistin meselesinin en hayati konularından biri olan mahkumlar ve tutuklular dosyasında bir ilerleme sağlanmasıdır. Dolayısı ile işgalci yönetim Filistinli tutsaklar konusunda tatmin edici bir adım atmadığı sürece direniş gruplarının pozisyonu değişmeyecektir. Ancak ateşkes şartlarının tutuklu ve mahkumları da kapsaması halinde, Mısır ekonomisine de fayda sağlayacak ekonomik kolaylıklar karşılığında uzun vadeli bir ateşkese ulaşma girişimleri başarıya  ulaşabilecektir.

Bununla birlikte, işgalci yönetimin Batı Şeria’ya yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ve tırmandırma girişimleri Gazze’de gruplar arasında varılan bu  anlayışı değiştirebilir. Zira Batı Şeria’da ölümler devam ederken Gazze’deki grupların buna sessiz kalması veya tarafsız kalması düşünülemez. Bu da Batı Şeria’da her hangi bir tırmanmanın çok geçmeden Gazze’de etkilerini gösterebileceğini göstermektedir.

Bölgesel ve Uluslararası Zorluklar Karşısında Filistin

Bölgesel ve küresel sahnede Filistin’in durumuna gölge düşüren önemli değişimler yaşanmaktadır. Filistin dosyasının, (İsrail’in)  pozisyonu da dahil olmak üzere İran-Amerikan müzakere/çatışma sarmalının sonuçlarından bağımsız olmayacağı açıktır. Bu nedenle hem İran hem de İsrail, ABD nihai pozisyonunu belirlemeden önce, alabilecekleri en yüksek kazanımı ve avantajı elde etmek için sahada siyasi manevralara girişmektedir.

Oluşmakta olan bölgesel sistemin güvenlik yapısı, Filistin meselesinin bölgesel boyutlarını ilgilendiren yönü itibarıyla ciddi bir zorluk yaratmakta ve Filistinlileri diğer aktörlerin eylemlerinin sonuçlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. İçinde bulunduğu zorluklar itibarıyla Filistinli gruplar, bir yandan herhangi bir bölgesel destekten/çabadan faydalanmak zorunda görünürken, diğer yandan da bu desteğin Filistin halkının yüksek menfaatlerini gözeten ulusal karar üzerindeki olası olumsuz etkilerini sınırlamak zorundadır. Bu konuda en büyük  yük, hangi gruptan olursa olsun Filistinli liderlerin üzerinde bulunmaktadır.

İran’ın İslami Cihad’a olan desteğinde olduğu gibi, Filistinliler, bir yanda “İsrail’in” hayati çıkarlarına yönelik İran saldırganlığı ve hatta propaganda hedeflerine destek oluyor görünmek ama aynı zamanda da kendi direniş kabiliyetlerini geliştirmek arasında bir denge siyaseti yürütmek durumundadır. Filistinlilerin direniş kabiliyetlerini güçlendirmek ve Batı Şeria’daki hukuksuz işgale ve yerleşimci terörüne karşı koyma stratejisi ile İran’ın kendi çıkarlarına dayalı İsrail karşıtlığı arasında bir denge arayışı sürmektedir. İran da dahil olmak üzere her bölgesel aktör, Filistinlilerin hesaplarını dikkate almak zorunda kalmadan öncelikle kendi hedeflerine ulaşmaya çalıştığından, kimi zaman Filistinlilerinki ile çelişen gerekçeleri olabilir. Böyle bir denge politikası, Filistinli direniş güçlerinin, İran’ın Batı Şeria’daki bazı grupları desteklemesini, uluslararası toplumu İran’a karşı kışkırtmak için bir bahane olarak kullanan “İsrail” senaryosuna düşmekten kaçınmasını sağlayacaktır.

İster İran faktörünün gücüyle ister taktiksel saha başarılarıyla olsun, İslami Cihad hareketinin yükselişi, grupların göreceli ağırlıkları haritasında, özellikle de Filistin siyasetinin iki kutbu olan Fetih ve Hamas denklemi üzerinde yansımaları olacağı da kesindir. Bu da ulusal olarak bu gelişmelere iki yoldan  yanıt vermeye hazırlanmak anlamına gelmektedir. Birincisi İslami Cihad liderlerinin meşru isteklerini karşılamak, ikincisi ise Hamas ve Fetih arasındaki uzaklaşma politikasına son vermek.

Mahmut Abbas’ın  ciddi zararlara yol açan ve Filistinlileri neredeyse ulusal bir felaketle karşı karşıya bırakan politikasına rağmen, bir halk bloğu olarak Fetih hareketi, otoritesinin zayıflığına ve siyasi kararlarının ulusal hesaplardan çok İsrail hesaplarına bağlı olmasına rağmen, Abbas’ın iradesine indirgenmekten uzak tutulması gereken önemini korumaktadır. Halen Filistinliler için temsili bir siyasi  ağırlığı bulunduğu ve bölgesel ve uluslararası alanda tanınan yasal bir statüye sahip olduğu için FKÖ tarafından temsil edilen Filistin siyasal meşruiyetinin altını oymayı gerektiren hiçbir Filistin çıkarı mevcut değildir. Dolayısıyla, Filistin halkının yüksek menfaatlerine hizmet edecek şekilde, uzlaşı ya da seçimler yoluyla Filistin iç siyasetini yeniden düzenlemek ve Filistin meşruiyetini inşa  etmek için acil bir yol haritası üzerinde mutabakat sağlanmalıdır.

Filistin içinde böyle bir düzenlemeye ihtiyaç sürerken, dışarıda Mısır ve Katar gibi güçlerle ilişkilerin güçlendirilmesi önemlidir. Filistin dosyasını bölgesel konumunu güçlendirmek için bir kart olarak korumaya çalışan Mısır tarafıyla, sükûnet karşılığında olası ekonomik kolaylıklardan yararlanan Gazze Şeridi’ndeki siyasilerin esnek formüller benimsenmesi önemlidir. Batı Şeria’da olanların Gazze’dekilerden bağımsız olmadığı gerçeğini de göz önünde bulundurarak İsrail’in her hangi bir bölgede elini kolaylaştırmaktan kaçınmak tüm grupların ortak stratejisi olmalıdır.

Sonuç olarak, Filistinli liderler siyasi ilişkilerini gerçekçi bir temelde, bahislerden ve yanlış çıkar hesaplarından uzak bir şekilde çeşitlendirmeyi ihmal etmemeli. Nihayetinde Filistin’in durumu tüm bu dönüşümlerden etkilenmeye devam edecektir. Ancak bir yandan Filistin, kendi ulusal kararlarını alırken bağımsızlığı koruma ama aynı zamanda bölgesel ve uluslararası taraflarla denge ilkesini muhafaza etme siyaseti, orta ve uzun vadede Filistin davasının yararına görünmektedir. Uluslararası ve bölgesel değişim ve dönüşümleri doğru okuyup doğru kararlar alması ve fırsatları değerlendirmesi Filistinlilerin özgürlük, bağımsızlık ve kendi kaderlerini  tayin etme stratejisini hayata geçirmede en önemli unsurdur.

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

AMERİKA

Yaşlı kurtlar sahnede: Biden-Trump münazarası

Yayınlanma

 4 yıl aradan sonra Biden-Trump münazarasından ne beklemeli?

Kavga gürültü geçen dört yılın ardından, kısır döngüsünü kıramayan ABD, yine Biden ve Trump’ın ringe çıkmasını bekliyor. 333 milyon Amerikalı, 81 yaşındaki Biden ve 78 yaşındaki Trump’tan daha genç bir aday bulamamanın üzüntüsüyle ekranların başına geçecek. 2020’deki ilk münazara öncesi yorumları anımsıyorum. Merkez medyadan Twitter’a herkes benzer yorumlar yapıyordu. Uykucu Joe, Trump gibi bir siyaset üstadına nasıl kafa tutacaktı? İki kelimeyi bir araya getiremiyor, sürekli kekeliyor, sahneyi nereden terk edeceğini bile kestiremiyordu. Her mitingi bir stand-up edasında geçen Trump, güç bela ayakta duran Biden’ı rezil eder, makinalı tüfek gibi konuşarak üstünlüğünü tüm Amerikalılara ispatlardı!

Biden da işte onu buradan yakaladı. Zar zor kurabildiği cümleleri sürekli kesen Trump’a tek bir cevap verdi;

“Bir sus be adam!”

Amerikan halkı, o günlerde tünelin ucunda ışığı göremiyordu. Covid-19 salgını devam ediyor ve bitecek gibi de gözükmüyordu. Amerikalılar tıkılıp kaldıkları evlerinde televizyon açıp Trump’ın basın toplantılarında medya mensuplarıyla güreşmesini izlemekten artık yorulmuştu. Biden, onlara “eskiyi” anımsatıyordu. Amerikan istihbaratı, eğlence endüstrisi, Hollywood ve neredeyse tüm ünlü tayfası da dahil olmak üzere Biden’a bir omuz verince vatandaş da yaşlı maşlı demeyip oyunu verdi. Covid günlerini hatırlayın, medeniyetin sonu gelecek diyenler bile vardı! Daha kötü ne olabilirdi ki?

Çok konuşan, kaybedince mızıkçılık yapan Trump gitmiş, merkez medyanın öve öve bitiremediği “yetişkinler” ofise geçmişti. Ancak sonraki dört yıl Amerikalılara hiç de “yetişkinler” yönetiyormuş gibi hissettirmedi. Uluslararası meselelerde yaşanan ve ABD’nin küresel hegemonyasının düşüşe geçmesine yol açan skandallar zaten Trump tarafından defalarca Biden’ın yüzüne vuruldu. Ancak bu münazarada ne konuşulur, öncekilerden farkı ne olur bunu anlatmak isterim.

Söz kesmek yok

Adaylar dört yıl öncekiyle aynı olsa da bu sefer kurallar farklı. ABD’nin başkanlık münazara tarihinin aksine ilk kez seyircisiz bir tartışma yapılacak. Adayların mikrofonları söz hakkı olmadığı süre içinde kapalı olacak. Her lafa müdahil olmasının Trump’a geçen seçimde nasıl kaybettirdiği düşünüldüğünde bu kuralın ona yarayacağını bile söylemek abartı olmaz.

Teknik detayların yanında ne konuşulacak ona bakalım. Bu seçimde Trump’ın en büyük meselesi peşini bırakmayan davaları oldu. Geçtiğimiz aylarda, Amerikan devletinin Başkanları için yasal anlamda kırmızı çizgisinin bir porno yıldızına seçim kampanyası sırasında sus payı vermek olduğunu öğrendik. Ortadoğu’da istediğiniz suçu işleyin, Ukrayna’da bireysel çıkarınız için Amerikan küresel gücünü kullanın ama sakın ha porno yıldızına rüşvet vermeyin, bir anda ABD’nin ilk hüküm giyen başkanı oluverirsiniz.

Neyse…

Biden Trump’ı buradan çok yıpratacaktır. Trump’ın kitlesinde tam tersi etki yaratmasına rağmen Demokrat tarafı yasal sürecin kararsızları Trump’tan uzaklaştıracağını umuyor. Daha davaların da sonu gelmedi.

Trump açısından ise en kolay hedef Biden’ın sağlığı. Mitinglerinde de çokça dalga geçtiği için münazarada önemli bir yer tutacağını söylemek gerekir. Ancak Biden’ı eleştirmek için Trump’ın elinde çok malzemesi var. Demokratların başa geçmesinden sonra patlayan göçmen krizi, Cumhuriyetçi eyaletlerin sınır güvenliği üzerinden çıkan tartışmada Federal hükümetle ters düşmesi, özellikle muhafazakarların sıkça bahsettiği fentanil krizi, abarta abarta paylaşılan büyüme rakamlarına karşın Amerikalıların alım gücünün düşmesi derken iç siyasette Biden’a vuracak çok materyal mevcut. Tabii Trump’ı muhafazakârlar gözünde bir kahraman yapan asıl mesele ırkçılık ve LGBT hakları gibi tartışmalar üzerinden başlayan kültür savaşlarının bir şövalyesi olması. Konu, birkaç cümle dahi olsa yine de münazarada gündeme gelecektir.

Trump İsrail’den vurmayabilir

Benim için tartışmanın en can alıcı noktası İsrail üzerine olacak. 2023’ün başında dahi her anket sonrası bir dil altı almak zorunda kalan Biden’ın başına bir de Hamas-İsrail faciası geldi. Obama döneminden bu yana kavga ettiği Netanyahu hükümetinin katliamları, Biden’ı 2020’de George Floyd protestolarıyla konsolide ettiği ilerici sol gruplarla papaz etmişti. Böylece özellikle seçimin kaderini belirleyen Michigan, North Carolina ve Arizona gibi kilit eyaletlerdeki Müslüman ve ilerici gruplar “sandığa gitmeyeceğiz” demeye başladılar. Bu, Biden için kıyamet senaryosuydu. Anketlere göre 7 geçişken eyaletin 7’sinde de Trump önde. Neredeyse her İsrail katliamı sonrası merkez medya kuruluşları “Biden sinirden kuduruyor” haberi yapsa da ilerici kitleler Biden’ın İsrail’e silah desteğini ikiletmediğini biliyorlar.

Biden’a öfke öyle bir hal aldı ki meşhur kampüs protestolarında karşı karşıya gelen Trumpçılar ve sol gruplar Biden’a tek bir ağızdan hakaret etmeye bile başladılar. Şimdi böylesi komik bir senaryo oluşmuşken Trump nasıl bir strateji izler? Kendi tabanı, eskisi gibi olmasa da hala büyük oranda İsrail destekliyor. Bu durumda Biden’a ne şekilde vuracak? “İsrail’e yeterince destek vermiyorsun, ben olsam neler neler veririm” dese belki de sol ilerici gruplar “beterin beteri var” korkusuyla yine Biden’ın arkasında saf tutabilirler. Trump, kendi kitlesindeki İsrail karşıtı “Hristiyan Milliyetçisi” kitleye de güvenerek Biden’ı “senin yüzünden katliam oluyor” diyerek eleştirebilir. Ancak bu sefer de zaten son yıllarda pek ziyaret etmediği Evanjelist grupları kızdırma ihtimali var. Trump için en mantıklısı zaten zor durumdaki rakibini İsrail konusunda “ellememek”. Ancak Trump, her zaman en mantıklısını yapmaz.

Faciaya dönüşen Afganistan çekilmesi, Doların eski albenisini kaybetmesi, Cumhuriyetçilerin bıktığı Ukrayna desteği Trump’ın vurmaktan çekinmeyeceği konular olacak. Demokratlar “Ukrayna savaşını bitirmek için plan ne?” sorusuna hep “ne kadar gerekirse destekleyeceğiz” diye yanıt verdiler. Ancak bu yanıt, geçtiğimiz yıl “gücümüz yettiğince destekleyeceğiz” halini aldı. Trump, Biden’ı Ukrayna meselesindeki plansızlık üzerinden illa ki yıpratacaktır.

Son olarak Trump’ın azla vazgeçmeyeceği konu Biden’ın meşhur oğlu olacaktır. İkircikli Ukrayna ilişkileri, Lap-top meselesi, kamuoyunda büyük tartışmalar yaratan yaşam şekli derken Hunter Biden da Trump gibi suçlu bulundu. Hayır hayır, babasının Başkan Yardımcısı otoritesini Ukrayna devleti üzerinde baskı kurmak için kullanmasından değil, hem uyuşturucu kullanıp hem de silah sahibi olduğu için. Amerikan devletinin kırmızı çizgileri pek ilginç değil mi?

Özetle, anketlere bakarak “tamam seçim bitti” yorumlarına karşıyım. Ben de birçokları gibi Trump’ı şu an için epey avantajlı görüyorum. Ancak seçime daha uzun zaman var. Bu süre zarfında yaşanacak gelişmelerin seçimin kaderini değiştirmesi çok şaşırtıcı olmaz. Bu değişimin sebebi belki münazara performansı, belki yasal gelişmeler, belki de güvenlik tehdidi olabilir. Neticede Trump’ın gelmesini açıkça ulusal güvenlik sorunu olarak gören çokça Amerikalı var. Bu Amerikalıların bir kısmı da ABD’nin karar alma noktalarında oturuyorlar.

Heritage Foundation’ın zamanında Reagan için de hazırladığı “muhafazakâr dönüşüm rehberi” yeni adı “Project 2025” ile Trump için hazırlandı. Bu rehberle Trump’ın koltuktaki ilk gününden itibaren muhafazakârlar, kaybettiklerine inandıkları Amerikan bürokrasisini geri alacaklar. Bunun için neredeyse birkaç yıldır örgütlenmeye başladılar. Tüm eyaletlerde ve Federal yapıda karar alıcıları muhafazakâr olarak atayacaklar.  Vaatlerinin yüzde 20’sini bile yapabilmeleri demek ABD kurumlarındaki Demokrat nüfuzunu etkisiz kılmaya yetebilir. Bu yüzden Demokratlar için bu seçimi kaybetmek, 2016’daki gibi Beyaz Saray’ı kaybetmek değil, komple devleti kaybetmek olacaktır.

Bugün, Trump’ın dönüşüne büyük bir hazırlık var. Avrupa bile kendini buna hazırlıyor. Ancak Pentagon’dan ABD istihbaratına, devlet içinde güçlü konumda bulunan Demokratların yenilgiyi sakince kabulleneceğini sanmıyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English