GÖRÜŞ
İran ve İsrail Stratejilerinde Çatışma ve İslami Cihad’ın Etkisi
Yayınlanma
Yazar
Sadeq Abu AmerFKÖ Yönetimi güvenlik birimlerinin bölgedeki direniş gruplarının silahlanmasını kontrol altına alma çabaları ile İran’ın Ortadoğu’daki siyasi ve güvenlikle ilgili kararlarda kendisinin vazgeçilmez bir unsur olma hedefi arasındaki çelişki şimdilik yönetilemez bir seviyede görünmektedir.
Giriş
İran ve İsrail arasındaki çatışmanın doğası gereği, her ikisinin stratejileri de aynı anda çarpışma ve kesişme unsurları içermekte, bu durum genel olarak tüm Ortadoğu ve özel olarak Filistinliler üzerinde ciddi etkiler bırakmaktadır. Çalışmamız, Filistin meselesinde iki taraf arasındaki çatışmada yaşanan gelişmeleri tartışmayı ve her birinin politikalarını ve bu politikaları yönlendiren hedefleri incelemeyi amaçlamaktadır. Bunu yaparken, İslami Cihad’ın bu karmaşık ilişkiden nasıl faydalanabileceğine dair kapsamlı bir görüş sunmaya çalışacaktır. Bu doğrultuda, çalışmanın bölgedeki siyasi, güvenlik ve stratejik zorlukların daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunması ve İran ile İsrail arasındaki karmaşık ilişkileri ve bunların Filistin’de “İslami Cihad” grubunun rolünün yükselişi üzerindeki etkilerini analiz etmesi beklenmektedir.
Filistin meselesi, Ortadoğu bölgesel denklemlerinin merkezinde yer almaktadır. Zira, Filistin’de yaşanan hemen her gelişme bölgesel rekabetin yoğunlaşmasıyla yakından bağlantılıdır ve köklerini bölgesel ve uluslararası dengelerdeki değişimden almaktadır. Bu bağlamda, hem Filistin-İsrail çatışmasının gerçekliğini ve hem de Filistin’in kendi iç dengelerini etkileyen bir faktör olarak İran ve İsrail arasındaki bölgesel rekabet en önemli dinamiklerden biri haline gelmektedir.
Filistin dosyası, ilk etapta Amerikan-İsrail ortaklığının çıkar hesaplarından bağımsız olmadığı için, en azından öngörülebilir gelecekte, İran ve İsrail arasında Filistin cephesinde “yeni kuralların” kristalleştiğine dair göstergeler belirebilir. Her iki taraf da diğerini bir yandan hasım, diğer yandan potansiyel ortak olarak görüp bu temelde rekabet ederken, Amerikan faktörü de gerektiğinde iki taraf arasındaki rekabet için bir ritim kontrolörü olarak rol oynamaktadır.
ABD Kontrolündeki İran-İsrail Çatışmaları
Rusya-Ukrayna savaşı, Batı ile Rusya arasında silahlanma alanında yeni bir döneme ve daha tehlikeli bir seviyeye girerken, bu savaşın yansımaları, yeni dönemde Ortadoğu’daki bölgesel sistemin girdilerinden biri olarak kendini hissettirecektir. Bu savaş, Amerikan yönetimini tüm dünyadaki politikalarında önemli ayarlamalar yapmaya zorladı. Örneğin, Biden idaresi, bir yandan Çin’e yönelik stratejisini yeniden gözden geçirirken, Rusya’ya silah satışında sınırlamalar getirmesi karşılığında Pekin yönetimiyle sükûnet arayışına girebileceğini göstermektedir.
Rusya saldırganlığını dengelemek üzere Ortadoğu’daki politikalarda da ciddi revizyon beklentisi kendini göstermektedir. Şöyle ki, bölge ülkelerini Rusya karşısında kendi yanına çekmek veya en azından tarafsız hale getirmek için farklı dosyaları hızlı bir şekilde çözmekle işe başlayabilir. Bu çerçevede İran ile ilişkilerinde, nükleer güç dosyası ve Tahran yönetiminin Suriye, Irak ve Yemen gibi bölgesel etkisinin sınırları konusunda geçici bir anlaşmaya razı olabilir. Zira ABD, bir yandan Putin’in siyasi iradesini kırmak için Rusya-Ukrayna savaşına yatırımını yoğunlaştırırken, diğer yandan Rusya’ya yardım edebilecek Amerikan muhaliflerinin birleşik bir cephe oluşturmasını bu şekilde garanti edebileceğini düşünmektedir.
ABD, İran’la ilişkilerinde “İsrail” sopasını kullanarak, İsrail’in İran’ı kuzey sınırlarından (Azerbaycan’da) taciz etmesine ve Suriye’deki İran üslerini vurmasına izin verdi. İran, ABD-İsrail ikilisi ile doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçındığı için karşılık vermedi. Ancak, Tahran yönetiminin nüfuz kullanabileceği kimi gruplar aracılığı ile İsrail’e karşı Lübnan’dan, Suriye’den veya bizzat Filistin içinden karşı bir hamle yapması ihtimali de işgal yönetimini sürekli tetikte tutan bir işlev görmektedir. Bu anlamda İsrail, İran’ın Batı Şeria ve Gazze Şeridi de dahil olmak üzere bölgedeki abartılan nüfuzundan istifade etmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Cenin kentinde yaşanan saldırılarına benzer şekilde İsrail Batı Şeria’daki operasyonlarına bölgesel bir kılıf ve uluslararası bir gerekçe sağlama stratejisi çerçevesinde İran’ın rolünü kendi çıkarları lehine abartarak Filistin güvenlik ve siyaset kurumları üzerindeki baskısını ve güç birikimi oluşmasını önlemektedir.
Filistin Özerk Yönetimi’ni zaaf içinde gösterme siyasetini de başarılı biçimde uygulayan İsrail işgal yönetimi, İran tehdidini bahane ederek onu şeytanlaştırarak Batılı ülkeleri kendi güvenlik kaygıları etrafında toplamaktadır. Bu da, bölgesel istikrar anlamında Batılıların FKÖ’ye olan güvenini sarsıcı bir rol oynamaktadır.
İran Taktikleri ve İsrail Stratejisi Arasında Batı Şeria
2014 yılında işgalci rejimin Gazze’ye yönelik giriştiği kanlı saldırıya karşı oldukça kararlı ve başarılı bir direniş sergileyen Hamas, bölgesel koşullar bağlamında aslında tüm elverişsiz koşullara rağmen direniş potansiyelini ispatlamıştı. Hatırlanacağı üzere, o tarihlerde Mısır’da Filistin direnişine sempatiyle bakan Muhammet Mursi yönetimi darbeyle devrilmiş ve Hamas yönetimi Suriye’deki devrim sürecinde rejimi desteklemeyi reddettiği için bu ülkedeki tüm destek kanallarını kaybetmişti. Üstelik, Suriye rejimine muhalefeti nedeniyle İran yönetimi tarafından Hamas’a karşı ağır yaptırımlar başlatılmıştı.
Bu gelişmeler ışığında, o tarihten itibaren İran Devrim Muhafızları liderleri tarafından açıklanan yeni stratejinin bir parçası olarak Batı Şeria’nın silahlandırılmasının önemini vurgulayan demeçler artmıştır. Bu demeçlerin zamanlamasına bakıldığında Batı Şeria’da Hamas’a karşı FKÖ Yönetimi ve İsrail tarafından, ilan edilmemiş, bir savaşın başladığı aynı döneme denk gelmesi oldukça kritik bir döneme işaret ediyordu.
Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistin iç denklemindeki ağırlığı ele geçirmek üzere ana siyasi rakibi olan Hamas’ı tasfiye etmek için düşmanlık dalgasını kullanma çabasındaydı. Aynı sıralarda İsrail Filistin direnişindeki aktif ve ileri rolü nedeniyle Hamas’ın özellikle Batı Şeria’da yarattığı tehdidi yok etmek için stratejik yeteneklere yatırım yapıyordu.
İşte İran, böylesi bir ortamda krizi fırsata çevirerek, Batı Şeria’da kendisine yakın “İslami Cihad” hareketini destekleme stratejisini devreye sokuyordu. Bu stratejinin en belirgin özelliği olarak, Gazze Şeridi’nde yaşadığı önceki deneyimlere dayanarak, desteğini “İslami Cihad” hareketinin tarihsel olarak en büyük örgütsel ağırlığa sahip olduğu Batı Şeria’nın kuzey bölgelerindeki hücrelere odaklamanın çıkarları açısından daha iyi olacağını düşünmekteydi. Bilindiği gibi Hamas, baştan itibaren Gazze’yi yerel dinamikler ve potansiyel çerçevesinde dış etkilerden uzak ve “İran-İsrail çatışmasından daha az etkilenecek şekilde tutma” vizyonu çerçevesinde Filistin ulusal direnişine dış müdahaleyi hep reddetmiştir.
Bu vizyonun bir yansıması olarak Hamas, İsrail karşıtı direnişin kendi kararlarını kendilerinin almasını garanti edecek şekilde tüm grupların ortak çalışacağı bir “Direniş Güçleri Ortak Operasyon Odası” kurulması fikrini ortaya atmış ve bunda başarı sağlamıştır. Böylece, Hamas’ın işgal karşıtı mücadeleyi Gazze Şeridi’nde tamamen yerel aktörler eliyle yönetme vizyonunun açıkça uygulamaya geçmiş ve Gazzeli grupların ortak kararı olmadan her hangi eylemin önüne geçilmiş oldu. Kuşkusuz bu durum, Gazze özelinde İran’ın Filistinli gruplardan habersiz kendi destekçileri eliyle operasyon yapmasını önlemiştir.
İran’ın Gazze Şeridi’nde hem Hamas’a hem de İslami Cihat’a desteğini sürdürürken İslami Cihat’a desteğini Batı Şeria’da yoğunlaştırması, İran’ın Gazze Şeridi’nde nüfuz kurma konusunda fazla umutlu olmadığını göstermiştir. Bu aslında, aynı zamanda Hamas gibi operasyonel kabiliyetleri oldukça büyük olan bir gruba yakın ihtiyacı devam ederken her hangi bir sorun yaşamak istememe stratejisiyle yakından ilgilidir. Batı Şeria’daki bu destek sayesinde İslami Cihad ile ona bağlı grupların bölgedeki varlığı önemli ölçüde güçlendiği söylenebilir. Ancak bu desteği farklı şekillerde kendi lehine kullanmak isteyen aktörler nedeniyle, gelişmelerin tümüyle Filistinliler lehine olduğunu söylemek de zordur.
Öncelikle Hamas’ın ideolojik rakiplerini güçlendirerek direniş grupları cephesinde bir tür çatlak yaratmaya çalışan ve Hamas’ın Batı Şeria’daki etkisini zayıflatmak için fırsat kollayan FKÖ Yönetimi, İran’ın istikrarsızlaştırıcı rolünü gösterip bu sayede kendine daha fazla dış destek devşirmenin yollarını aramaktadır. Benzer şekilde İran’ın bölgede artan nüfuzunun İsrail’e karşı FKÖ yönetimi tarafından verilmiş olan güvenlik taahhütlerinin yerine getirilmesini zorlaştırdığını söyleyerek işgal yönetiminin FKÖ yönetimi üzerindeki baskıları hafifletmesini hedeflemektedir.
Tahran açısından, İslami Cihad’ın Batı Şeria’da artan gücü, İran’ın bölgedeki direniş ekseninin liderliğine ilişkin söyleminin doğrulanması anlamına gelmekte ve şimdilik İran’ın hedeflerine hizmet ediyor görünmektedir. Ancak şu ana kadar İran’ın Batı Şeria’daki güvenlik denklemini değiştirme girişimlerin de umduğu gibi başarılı olduğuna dair bir işaret bulunmamaktadır.
İsrail açısından bakıldığında ise, İran’ın taktiklerini erkenden kontrol altına almış görünen işgal yönetimi, Batı Şeria’ya boyun eğdirmenin, siyasi bir boşluğa ve güvenlik kaosuna itmek de dahil olmak üzere bazı maliyetler gerektireceğini fark etmiştir. İsrail, Filistinlilere kendi devletlerini kurma yolunu açacak olan iki devletli çözüm ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak için, Batı Şeria’ya nihai anlamda boyun eğdirmesi gerektiğini bilmektedir. Bunun için Filistinlilerin uluslararası hukuk tarafından tanınmış haklarını ihlal dahil her türlü kabadayılığa girişmekten çekinmemektedir.
İşgalci İsrail’in belirgin askeri üstünlüğü nedeniyle İran’ın Batı Şeria’da İslami Cihad hareketine verdiği destek karşılığında elde ettiği sonuçlar oldukça sınırlı kalmaktadır. FKÖ Yönetimi güvenlik birimlerinin bölgedeki direniş gruplarının silahlanmasını kontrol altına alma çabaları ile İran’ın Ortadoğu’daki siyasi ve güvenlikle ilgili kararlarda kendisinin vazgeçilmez bir unsur olma hedefi arasındaki çelişki şimdilik yönetilemez bir seviyede görünmektedir. İsrail’in böylesi bir durumdan istifade etmeye çalıştığına kuşku yoktur.
Bu bağlamda İslami Cihad’ın son aylarda İsrail ile girmiş olduğu farklı çatışmalardaki tutumu, kendisini Hamas’tan ayıran bir imaj yaratma çabasını da yansıtmaktadır. Hareketin Genel Sekreteri Ziyad El Nakhala’nın temsil ettiği liderlikle birlikte bu çaba daha da yoğunlaşmış ve bu yaklaşım başlı başına bir hedef haline gelmiştir. Son operasyonlarında görüldüğü gibi işgalci İsrail saldırganlığı İslami Cihad’ın Siyonistleri tehdit etme kabiliyetini zayıflatmış olsa da, aynı zamanda Hamas hareketinin Gazze’deki ve belki de tüm Filistin düzeyindeki kararlarına meydan okuma kabiliyetini de güçlendirdi. Bu durum yakın gelecekte Hamas ve İslami Cihad arasındaki ilişkilere yansıması kaçınılmaz görünmektedir. Kimi zaman zorluklar yaşansa da geçmiş yıllardakinden farklı olarak, önümüzdeki dönemde koordinasyon ve uyum sağlama kabiliyetleri açısından ilişkilerini ciddi bir teste tabi tutacaktır.
Gazze Şeridi’nde İran’ın Rolü ve Mısır-Katar Dengesi
Son yıllarda Ortadoğu’da bulunan farklı aktörler İran’ın Filistin dosyasındaki rolü konusunda, duygusal beklentilerden bağımsız daha gerçekçi yaklaşımlar gösterme amaçlı denemeler yapmaktan geri durmamıştır. Örneğin Mısır, İslami Cihad hareketiyle tekil olarak ya da Filistinli grupların tümüyle aynı anda heyetler haline yapılan görüşmeler ışığında, İslami Cihad’a Gazze Şeridi’nin güvenlik ve ekonomik sorumluluğunda daha büyük bir rol verilmesini önermiştir. Bu proje sayesinde pratikte “Gazze dosyasında İran ortaklığı” senaryosunu denemek ve böylece bölgede istikrarı sağlamak gibi bir amaç düşünülmüş olmalıdır. Bu durum Umman arabuluculuğunda yürütülen Mısır-İran görüşmelerine ilişkin sızan bilgilerden anlaşılmaktadır.
Öte yanda özellikle abluka süreçlerinde yapmış olduğu insani destekler ve arabuluculuk çabaları ile öne çıkan Katar yönetimi de, tüm taraflarla (İran, Mısır, İsrail, Hamas) olan güçlü ilişkileri sayesinde bu çabalarda dikkat çekmektedir. Mevcut durumun daha fazla formüle dönüştürülmesi ihtimali de dahil olmak üzere bu koordinasyonun devamının sağlanmasında Katar’ın oynayacağı roller de önemini korumaktadır.
Bölgesel düzeyde aktörler kendi pozisyonlarını yeniden ayarlamaya çalışırken, Filistinli gruplar da kendi aralarında kontrol ve denge arayışını sürdürmektedir. Hamas ve İslami Cihad hareketleri, geçtiğimiz haftalarda Kahire’de yoğun görüşmelerde bulunarak Gazze özelinde güvenlik ve ekonomik zorlukların hafifletilmesi bağlamında uzun süreli bir ateşkesi müzakere ettiler. Kendi içindeki siyasi istikrarsızlık göz önüne alındığında işgalci İsrail’in yaklaşımı da, Mısır’ın çabaları konusundaki sonuçları görene kadar gerilimi tırmandırmaktan kaçınma yönünde olabilir.
Kahire’nin çabalarında başarı önündeki en önemli engel, Filistin meselesinin en hayati konularından biri olan mahkumlar ve tutuklular dosyasında bir ilerleme sağlanmasıdır. Dolayısı ile işgalci yönetim Filistinli tutsaklar konusunda tatmin edici bir adım atmadığı sürece direniş gruplarının pozisyonu değişmeyecektir. Ancak ateşkes şartlarının tutuklu ve mahkumları da kapsaması halinde, Mısır ekonomisine de fayda sağlayacak ekonomik kolaylıklar karşılığında uzun vadeli bir ateşkese ulaşma girişimleri başarıya ulaşabilecektir.
Bununla birlikte, işgalci yönetimin Batı Şeria’ya yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ve tırmandırma girişimleri Gazze’de gruplar arasında varılan bu anlayışı değiştirebilir. Zira Batı Şeria’da ölümler devam ederken Gazze’deki grupların buna sessiz kalması veya tarafsız kalması düşünülemez. Bu da Batı Şeria’da her hangi bir tırmanmanın çok geçmeden Gazze’de etkilerini gösterebileceğini göstermektedir.
Bölgesel ve Uluslararası Zorluklar Karşısında Filistin
Bölgesel ve küresel sahnede Filistin’in durumuna gölge düşüren önemli değişimler yaşanmaktadır. Filistin dosyasının, (İsrail’in) pozisyonu da dahil olmak üzere İran-Amerikan müzakere/çatışma sarmalının sonuçlarından bağımsız olmayacağı açıktır. Bu nedenle hem İran hem de İsrail, ABD nihai pozisyonunu belirlemeden önce, alabilecekleri en yüksek kazanımı ve avantajı elde etmek için sahada siyasi manevralara girişmektedir.
Oluşmakta olan bölgesel sistemin güvenlik yapısı, Filistin meselesinin bölgesel boyutlarını ilgilendiren yönü itibarıyla ciddi bir zorluk yaratmakta ve Filistinlileri diğer aktörlerin eylemlerinin sonuçlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. İçinde bulunduğu zorluklar itibarıyla Filistinli gruplar, bir yandan herhangi bir bölgesel destekten/çabadan faydalanmak zorunda görünürken, diğer yandan da bu desteğin Filistin halkının yüksek menfaatlerini gözeten ulusal karar üzerindeki olası olumsuz etkilerini sınırlamak zorundadır. Bu konuda en büyük yük, hangi gruptan olursa olsun Filistinli liderlerin üzerinde bulunmaktadır.
İran’ın İslami Cihad’a olan desteğinde olduğu gibi, Filistinliler, bir yanda “İsrail’in” hayati çıkarlarına yönelik İran saldırganlığı ve hatta propaganda hedeflerine destek oluyor görünmek ama aynı zamanda da kendi direniş kabiliyetlerini geliştirmek arasında bir denge siyaseti yürütmek durumundadır. Filistinlilerin direniş kabiliyetlerini güçlendirmek ve Batı Şeria’daki hukuksuz işgale ve yerleşimci terörüne karşı koyma stratejisi ile İran’ın kendi çıkarlarına dayalı İsrail karşıtlığı arasında bir denge arayışı sürmektedir. İran da dahil olmak üzere her bölgesel aktör, Filistinlilerin hesaplarını dikkate almak zorunda kalmadan öncelikle kendi hedeflerine ulaşmaya çalıştığından, kimi zaman Filistinlilerinki ile çelişen gerekçeleri olabilir. Böyle bir denge politikası, Filistinli direniş güçlerinin, İran’ın Batı Şeria’daki bazı grupları desteklemesini, uluslararası toplumu İran’a karşı kışkırtmak için bir bahane olarak kullanan “İsrail” senaryosuna düşmekten kaçınmasını sağlayacaktır.
İster İran faktörünün gücüyle ister taktiksel saha başarılarıyla olsun, İslami Cihad hareketinin yükselişi, grupların göreceli ağırlıkları haritasında, özellikle de Filistin siyasetinin iki kutbu olan Fetih ve Hamas denklemi üzerinde yansımaları olacağı da kesindir. Bu da ulusal olarak bu gelişmelere iki yoldan yanıt vermeye hazırlanmak anlamına gelmektedir. Birincisi İslami Cihad liderlerinin meşru isteklerini karşılamak, ikincisi ise Hamas ve Fetih arasındaki uzaklaşma politikasına son vermek.
Mahmut Abbas’ın ciddi zararlara yol açan ve Filistinlileri neredeyse ulusal bir felaketle karşı karşıya bırakan politikasına rağmen, bir halk bloğu olarak Fetih hareketi, otoritesinin zayıflığına ve siyasi kararlarının ulusal hesaplardan çok İsrail hesaplarına bağlı olmasına rağmen, Abbas’ın iradesine indirgenmekten uzak tutulması gereken önemini korumaktadır. Halen Filistinliler için temsili bir siyasi ağırlığı bulunduğu ve bölgesel ve uluslararası alanda tanınan yasal bir statüye sahip olduğu için FKÖ tarafından temsil edilen Filistin siyasal meşruiyetinin altını oymayı gerektiren hiçbir Filistin çıkarı mevcut değildir. Dolayısıyla, Filistin halkının yüksek menfaatlerine hizmet edecek şekilde, uzlaşı ya da seçimler yoluyla Filistin iç siyasetini yeniden düzenlemek ve Filistin meşruiyetini inşa etmek için acil bir yol haritası üzerinde mutabakat sağlanmalıdır.
Filistin içinde böyle bir düzenlemeye ihtiyaç sürerken, dışarıda Mısır ve Katar gibi güçlerle ilişkilerin güçlendirilmesi önemlidir. Filistin dosyasını bölgesel konumunu güçlendirmek için bir kart olarak korumaya çalışan Mısır tarafıyla, sükûnet karşılığında olası ekonomik kolaylıklardan yararlanan Gazze Şeridi’ndeki siyasilerin esnek formüller benimsenmesi önemlidir. Batı Şeria’da olanların Gazze’dekilerden bağımsız olmadığı gerçeğini de göz önünde bulundurarak İsrail’in her hangi bir bölgede elini kolaylaştırmaktan kaçınmak tüm grupların ortak stratejisi olmalıdır.
Sonuç olarak, Filistinli liderler siyasi ilişkilerini gerçekçi bir temelde, bahislerden ve yanlış çıkar hesaplarından uzak bir şekilde çeşitlendirmeyi ihmal etmemeli. Nihayetinde Filistin’in durumu tüm bu dönüşümlerden etkilenmeye devam edecektir. Ancak bir yandan Filistin, kendi ulusal kararlarını alırken bağımsızlığı koruma ama aynı zamanda bölgesel ve uluslararası taraflarla denge ilkesini muhafaza etme siyaseti, orta ve uzun vadede Filistin davasının yararına görünmektedir. Uluslararası ve bölgesel değişim ve dönüşümleri doğru okuyup doğru kararlar alması ve fırsatları değerlendirmesi Filistinlilerin özgürlük, bağımsızlık ve kendi kaderlerini tayin etme stratejisini hayata geçirmede en önemli unsurdur.
İlginizi Çekebilir
-
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
-
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
-
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
-
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
-
ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da
-
Çin’in en büyük bankalarından biri, Rusya’ya yapılan yuan transferlerini engellemeye başladı
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
GÖRÜŞ
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
Yayınlanma
5 gün önce12/11/2024
Yazar
Sadeq Abu AmerHalkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.
Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.
Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.
Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.
Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.
Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.
İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.
“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.
Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.
Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.
GÖRÜŞ
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
Yayınlanma
6 gün önce11/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.
2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.
Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.
Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.
Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.
Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.
ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.
Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.
Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.
Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.
Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.
Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.
Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.
ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.
Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.
İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.
Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.
Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.
Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.
Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.
Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.
7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.
ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.
Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA5 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi