Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran yeni cumhurbaşkanını seçti: Komplocular nerede?

Yayınlanma

Geçtiğimiz cuma günü (5 Temmuz) ikinci turu yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde elli üçten fazla oy alan Mesut Pezeşkiyan cumhurbaşkanı seçildi. Bu yazı yayımlandığı sırada kabinesini oluşturmuş olabilir. Bir önceki Cumhurbaşkanı Reisi ve dışişleri bakanı Abdullahiyan’ın helikopter kazasında hayatlarını kaybetmelerinin ardından İran anayasasına göre başlayan seçim süreci oldukça şeffaf, renkli görüntülerle ve çoğu zaman olduğu gibi muhafazakâr ve reformcu denilen iki aday arasında sonuçlandı. Ve ‘reformcu’ aday Pezeşkiyan ipi göğüsledi.

Kısacası ortada tuhaf, anlaşılamayan veya bizdeki komplo teorisyenlerine olağanüstü malzeme sağlayacak herhangi bir şey yok; zira, reformcu diye anılan/tanınan bir aday ilk defa cumhurbaşkanı seçilmiyor. Önce 1997 ile 2005 yılları arasında Muhammed Khatemi sonra da Hasan Ruhani cumhurbaşkanlığı görevlerini (2013-2021) ikişer dönem seçilerek yerine getirmişlerdi. Hatta İran’a ilk gittiğimde Khatemi’nin dışişleri bakanı Kemal Kharazi’nin lütfedip beni kabul ettiğini, İran dış politikasında yapmaya çalıştıkları düzenlemeleri ve bilhassa Türkiye ve Mısır’la ilişkilerini geliştirmek istediklerini, Orta Doğu’nun bu üç büyük ülkesinin bir araya gelerek bir siyasi diyalog mekanizması kurmalarının ne kadar önemli olduğunu/olacağını konuştuğumuzu hala hatırlarım.

O KADAR KOMPLO TEORİSİNE NE GEREK VARDI?

Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, Reisi ve Abdullahiyan’ın ölümü üzerinde Türkiye’de televizyonlarda günlerce sürdürülen komplo teorileriyle ne veya neler anlatılmak istenmiş veya analiz (!) edilmek istenmişti? Bu soruyla uğraşmanın Türkiye-İran ilişkilerini daha iyi anlamaya veya şimdilerde reformcu bir cumhurbaşkanının özellikle bölgemize ilişkin dış politikasının nasıl şekilleneceğine ışık tutacak bir katkısı olmayacağı ortada; ancak Türkiye’deki komplocu kafaları deşifre etmek açısından bir nebze önemi var.

O günlerde üretilen ve gizemli söz ve yazılarla takdim edilen komplo teorilerine göre bu iş bir kaza olamazdı. Koskoca bir cumhurbaşkanı bu kadar eski model bir helikoptere neden binmişti/bindirilmişti? Oysa aynı helikopterleri daha önceki muhafazakâr veya reformcu cumhurbaşkanları da kullanmışlardı. Ne olabilirdi ki? Fakat öyle değildi veya öyle basit olmamalıydı. Bizim komploculara göre, bu işi dini lider Hamaney Devrim Muhafızları Ordusu üzerinden yaptırmış olmalıydı ve muhtemelen baskıcı bir rejim kurmak için bu yola gitmişti.

Oysa Reisi ve Abdullahiyan muhafazakâr kanadın temsilcileri olarak, İran sistemi içinde dini lidere daha yakın tarafta yer almaktaydılar. Vay efendim Reisi başlangıçtan itibaren dini liderin adayı olarak seçime katılmış, kazanmış, cumhurbaşkanı olmuş ama şimdilerde yaşlı dini liderin yerine gözünü dikmişti. Onun için ortadan kaldırılması gerekiyordu ve gereken yapıldı; çünkü dini lider kendi yerine oğlunu getirmekten yanaydı. Oysa oğlu İran anayasasına göre dini lideri seçecek kurulun üyesi bile değildi. Üstelik daha baskıcı bir rejim kurmak veya şimdiden birisini muhtemel dini lider olarak belirlemek ne İran anayasasına göre mümkün ne de muhtemeldi. İşte sonuçta muhafazakâr Reisi yerine yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini reformcu aday kazandı.

TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ KOMPLOLARI

Komplo teorileri ve teorisyenleri ilk bakışta mantıklı gibi görünen ama biraz bilgiyle ele alındığında tel tel dökülen tezleriyle pek çok konuda olduğu gibi Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesinin önünde de engeller yaratma çabalarına hemen hemen hiç son vermeden devam ederler. Geçenlerde bir Amerikan dergisinin verdiği haberi (!) köpürttükçe köpürttüler. Middle East Eye dergisi İran’ın PKK/PYD’’ye onlarca gelişmiş dron, tanksavar ve başka silahlar ile bunların mühimmatını verdiğini yazmıştı. Ve Türkiye’deki komplo teorisyenleri bir anda üzerine atılıp, İran’ın Suriye’de karşımızda olduğunu anlatmaya çalıştılar. Muhtemelen yaklaşmakta olan Türkiye-Suriye uzlaşmasını engellemeye çalışıyorlardı.

Oysa haberi ne Türk ne de başka güvenlik kaynakları teyit ediyordu; ama bu propaganda özellikle sosyal medyada ve bazı hükümet yanlısı gazetelerde boy boy yer aldı. Mevcut şartlarda Amerika ve İsrail ile adeta kıran kırana bir mücadele içindeki İran’ın Türkiye’yi hemen karşısına almasına sebep olacak böyle bir işe neden girişeceğinin mantıklı bir izahı yok/olamaz. Fakat komplo teorisyenleri için bunun bir önemi yok.

YENİ DÖNEMDE ANKARA-TAHRAN İLİŞKİLERİ

Bunları bir tarafa bırakacak olursak Pezeşkiyan döneminde Türkiye-İran arasındaki ilişkilerin daha da gelişmemesi için hiçbir sebep yok. Suriye konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Suriye Devlet Başkanı Esad’ın verdiği mesajlarla başlaması beklenen normalleşme süreci de istenilen ölçüde hızla gelişirse bunun Ankara-Tahran ilişkileri üzerinde ayrıca olumlu etkiler yaratacağına hiç şüphe olamaz. Sonuçta İran da tıpkı Rusya gibi, Suriye’deki savaşın Şam hükümetinin başarısını/zaferini teyit edecek bir diplomatik sonuca ulaştırılmasını ister/istiyor. Hatta Türkiye-Suriye normalleşme sürecinde Rusya gibi aktif olmayı da arzu edebilir. Bunda bizim ulusal çıkarlarımız açısından önemli bir sorun olmasa gerektir. Neticede İran ile Suriye’ye barış götürmeyi amaçlayan Astana Platformu’nda birlikte yer alıyoruz.

İran ile ilgili olarak çoğu spekülatif hatta manipülasyon amaçlı olarak yayılan haberlerin (!) bir kısmı da Zengezur Koridoru ile ilgili. Aslında bu noktada haberlere gerçeklik atfedilmesini sağlayacak kısmî bazı doğrular var(dı). Örneğin İkinci Karabağ Savaşı’nın başlangıcında (2020 yılı Eylül-Ekim) o zamanki reformcu İran yönetiminin Dışişleri Bakanı Zarif Azerbaycan’ın başarısını istemez gibi sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarla bir an evvel çatışmalara son verilmesi ve savaş öncesi duruma geri dönülmesi çağrısı yapmıştı. Fakat bunun böyle olmayacağını görüp özellikle Rusya’nın Türkiye ile yakın ilişkileri dolayısıyla Ermenistan’a yardım etse bile bu işe sonuna kadar asılmayacağını anlayınca kademeli bir şekilde pozisyon değiştirdi ve Azerbaycan’ın ezici ve kesin zaferiyle sonuçlanan yeni durumu kabullendiklerini gösterdi.

Reisi-Abdullahiyan muhafazakâr yönetimi İkinci Karabağ Savaşı ile ortaya çıkan yeni durumu kabul etmeyecekmiş gibi başlangıçta yaptığı açıklamalarına Moskova’nın bu konuda kendileriyle aynı görüşte olmadığını bir süre sonra görünce nihayet vererek taleplerinin Zengezur Koridoru’nun güç kullanılarak açılmasını ve bu yolla Ermenistan ile İran arasındaki toprak sınırının ortadan kaldırılmasına muhalefet şekline dönüştürdü.

Bu sorun da 2023 yılı yazında Azerbaycan’ın yaptığı nokta operasyon ile büyük ölçüde aşılmış oldu; çünkü o harekât ile Ermenistan’da Paşinyan’ın barış girişimlerini baltalamaya çalışan aşırılıkçı gruplar Azerbaycan kuvvetleri tarafından Karabağ’dan sökülerek atıldı. Geriye Azerbaycan ile Ermenistan arasında barış antlaşmasının imzası ve bunun bir parçası olarak da Ermenistan’ın egemen toprakları üzerinden açılacak Zengezur Koridoru kaldı ki, buna Tahran’ın itiraz etmesi zaten beklenemez. Ayrıca etmediğini defalarca açıkladı. Helikopter kazasında ölen Reisi Aliyev ile iki devlet arasındaki sınırda var olan ancak önceki yıllarda Ermenistan işgali dolayısıyla kullanılamayan bir köprü açılışı için ortak poz vermişlerdi kameralara.

İRAN VE BATI İLİŞKİLERİ

İran’ın Batı ile ilişkilerinde reformcu bir cumhurbaşkanı ve kabinesi özellikle şimdilerde çok önemli bir fark yaratabilir mi? Bir önceki dönemde Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Dışişleri Bakanı Cevat Zarif Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesi – Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa – ve Almanya ile yapılan uzun görüşmelerin sonucunda kamuoyunda Nükleer Anlaşma diye bilinen bir uzlaşmaya imza atarak (2015) önemli bir fark yaratmış görünüyorlardı. Fakat Trump döneminde Netanyahu’nun zorlamasıyla Amerika’nın bu anlaşmadan tek taraflı olarak geri çekilmesi, buna şiddetle karşı çıkan diğer beş ülkenin alternatif bir politika geliştirememeleri ve haklı olarak bütün bunlara tepki gösteren İran’ın nükleer silah yapmaya uygun nitelikte uranyum zenginleştirmeye başlaması bütün süreci tersine çevirdi.

Pezeşkiyan yönetiminin bu konuda Amerika ve Batı nezdinde önemli politika değişiklikleri yapılmasına yol açacak adımlar atabilmesi pek mümkün görünmüyor. Zaten çok kutuplu dünya sisteminin başlangıcı olan Ukrayna Savaşının başından itibaren İran’ın Rusya’nın müttefiki gibi hareket etmesi de böyle bir ihtimali ortadan kaldırıyor. Kaldı ki, Gazze’de yaklaşık on aydır soykırımsal bir etnik temizlik yapmakta olan İsrail’in onayı olmadan herhangi bir Amerikan yönetiminin İran ile yeni bir sayfa açmak istemesi pek de olası değil.

Bu şartlarda geriye İran ile savaş senaryoları kalıyor ki, Beyaz Saray’a gelmesi muhtemel bir Trump yönetiminin İsrail ile birlikte İran’a karşı bir savaş ihtimali söz konusu olabilir. Ukrayna’daki savaşa destek vermeyerek sonlandırması muhtemel bir Trump’ın Amerikan Derin Devleti’ne karşı İsrail lobisinin desteğini almak istemesi halinde – ki, birinci döneminde İsrail lehine attığı birçok adımın bundan dolayı olduğu açıktı – böyle bir politikaya yönelebilir mi?

Orta Doğu’daki her şeyi yerinden oynatacak böyle bir senaryo muhtemel bir İsrail-Hizbullah savaşının sonucu olarak ve Trump gelmeden de karşımıza çıkabilir. Bütün bu senaryolarda yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın geniş çaplı politika değişikliklerine gitmesi ihtimali neredeyse sıfır mertebesinde; çünkü ne karşısında bu tür açılımlara karşılık verecek bir Batı dünyası var ne de bunlar sadece kendisinin karar verebileceği alanlar. Her halükârda Dini Lider Hamaney ile birlikte hareket etmek zorunda. Dolayısıyla İran bir yandan Direniş Ekseni Güçlerine verdiği destekle İsrail’e karşı aktif politikasını sürdürürken öte yandan da zamanın kendi lehine işlediği doğru varsayımı üzerine inşa ettiği doğrudan savaştan kaçınma politikası arasındaki tercihler arasında gidip gelmeye devam edecek görünüyor.

GÖRÜŞ

İngiltere’de İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi Hindistan’la ilişkileri nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

İngiltere’deki erken seçimlerin ardından yeni Başbakan Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi’nin ezici zaferi, ülkenin ilk İngiliz-Hint kökenli başbakanı Rishi Sunak liderliğindeki Muhafazakar Parti’nin beş ayrı başbakanla 14 yıllık iktidarını sonlandırdı. Peki bunun Hindistan’daki yankıları nasıl? İngiltere’de Muhafazakarların ve İşçi Partisi’nin iki ülke ilişkilerine etkisi nasıl olmuştur? İkili ilişkilerde kritik gündemler nelerdir? İşçi Partisi’nin dönüşüyle ikili ilişkilerde öngörüler umut vadediyor mu? Gelin, bu soruların yanıtlarının izini sürelim.

***

Üç yıl görevde kalan Muhafazakar Başbakan Boris Johnson’ın ardından görev süresinin yalnızca 50. gününde başbakanlıktan istifasını sunan eski Muhafazakar Dışişleri Bakanı Liz Truss’ın sonrasında yine Muhafazakarların seçtiği eski Maliye Bakanı Sunak’a çoğu İngilizin ülkeyi zorlu ekonomik süreçten çıkaracağına ilişkin inancı zaten yoktu ama hem Hint kökenli olması hem de Hindu inancına derinden bağlı olması nedeniyle onun Ekim 2022’de İngiltere başbakanlık koltuğuna oturması özellikle Hindistan’da büyük heyecan yaratmıştı. Hatta Hint medyasında profesyonel Hint lobiciliği sayesinde o koltuğa oturtulduğuna yönelik sansasyonel iddialara dahi tanık olmuştuk. Ancak bu artık eski bir konu ve ilgililer o tarihte bu konuya ilişkin başka bir platformda yazılmış bir değerlendirmeme bir göz atabilirler.

Doğrusu Sunak’ın görev süreci zor bir başlangıç yaptı. Başbakan olduğunda, selefi Truss’tan kriz içindeki bir ekonomiyi devraldı. İyi bir ekonomik iyileşme planına sahip biri olarak Muhafazakarların tüm parlatma çabalarına karşın Sunak, İngiliz toplumunun pek çoğu tarafından dile getirilen 2024 genel seçimlerine ulaşsa dahi halk tarafından seçilme başarısını elde edemeyeceğine yönelik söylemleri haklı çıkardı. Ancak İşçi Partisi’nin genel seçimlerdeki genel zaferine karşın İngiltere’nin kuzeyindeki Richmond ve Northallerton’daki koltuklarını korumayı başardı. Ayrıca bu kez İngiliz seçimleri, Hint kökenli adayların yüksek bir temsiliyetini gördü ve İşçi Partisi, kazanan Hint kökenli adayların en fazla olduğu parti oldu. Zafer kazanan Hint-İngiliz adayların toplam sayısı -12’si Sih (ve tamamı İşçi Partisi’nden) olmak üzere- 28, bu sayı son Avam Kamarası’nda 15’ti (8’si İşçi, 7’si Muhafazakar); bunlardan büyük çoğunluğu (19) İşçi Partisi’nden geliyor ve 12 Sih milletvekili ile İngiltere, önemli bir Punjab diasporasına ev sahipliği yapan ve 18 Sih milletvekiline sahip olan Kanada’dan sonra ikinci sırada yer alıyor.

Muhafazakarların İkili İlişkilere Katkısı

Muhafazakarlar, İngiltere ve Hindistan arasındaki bağların olumlu bir şekilde yeniden yönlendirilmesine başkanlık etti. Parti, İngiltere’nin sömürgeci geçmiş yüklerinin bazılarından kurtularak, İngiliz politikasını Pakistan ve Keşmir faktörlerinden arındırdı ve angajmanı daha geniş bir Hint-Pasifik çerçevesine yerleştirdi. 2020’de resmileşen Brexit’in ardından Hindistan’ın İngiltere’nin dış ve ticaret politikasında ve Küresel İngiltere hedeflerinde oynadığı kilit rol ile karakterize edilen Hint-İngiliz ortaklığı gelişmeye başladı. Bağlar, Johnson’ın görev süresi sırasında 2022’de kapsamlı stratejik ortaklığa yükseltildi ve yeşil dönüşümden savunmaya yeni teknolojilerden deniz güvenliğine kadar ikili ilişkilerin genel dönüşümü için buna 2030 yol haritası eşlik etti. Göç ve Hareketlilik Anlaşması, iki tarafın yasadışı göçün zorluğuyla başa çıkmasına ve Hint yeteneklerin İngiltere’ye akışını kolaylaştırmasına yardımcı oldu. Ancak tüm sorunlar çözülmedi. Özellikle Delhi, Khalistan (Sih ayrılıkçılığı) gündemi başta olmak üzere İngiltere’deki Hindistan karşıtı faaliyetler konusunda kaygılı olmaya devam ediyor. Ayrıca ikili ilişkilerde profesyonel hareketlilik konusu, eski Başbakan Sunak’ın göç karşıtı politikaları nedeniyle henüz hala istenilen düzeyde değil.

Ticaret ve Güvenlik Gündemi

Ticaret açısından ikili ilişkilerde en önemli konu serbest ticaret anlaşması üzerine yıllar boyunca yürütülmekte olan müzakereler. Olumlu nokta: İki partili desteğe sahip ve İşçi Partisi hükümetinde de desteğin sürdürülmesi planlanıyor. İki ülke arasında gerçekleşecek bir serbest ticaret anlaşması 2030’a kadar ikili ticareti ikiye katlamayı hedefliyor; şu anda yaklaşık 40 milyar sterlin olan ikili ticaret Hindistan’ın tekstil, giyim ve mücevher sektörlerine fayda sağlıyor. Yine de Hindistan’ın otomobiller ve İskoç viskilerinde yüzde 100-150’ye kadar çıkabilen yüksek tarifelerinde indirim konusu ve İngiltere’nin, İngiliz ekonomisinin yüzde 80’ini oluşturan hizmet sektörü için Hindistan pazarına daha fazla erişim arzusu gibi anlaşmazlıklar devam ediyor. Ayrıca Hindistan yetenekli profesyonelleri için daha fazla hareketlilik istiyor; bu, göçmen karşıtı bir platformda Brexit’i savunan Muhafazakarlar için esasen politik olarak tartışmalı bir konuydu. Dolayısıyla yeni gelen İşçi Partisi hükümeti, hareketlilik ile ilgili konularda taviz vermek için daha iyi bir konumda olabilir.

Öte yandan, Hint-Pasifik’in gelişen stratejik manzarası İngilizlerin Hint Okyanusu’na yönelmesine yol açtı. Bu, İngiltere’nin Hint-Pasifik eğilimini güçlendiren ve Hindistan gibi benzer düşünen ortaklarla kurallara dayalı bir düzeni desteklemek için işbirliğini vurgulayan ülkenin Entegre İnceleme Yenileme 2023 politika belgesi ile belgelendi. Bu sayede her iki ülkenin ortak askeri tatbikatlar, gelişmiş deniz birlikte çalışabilirliği ve deniz alanı farkındalığı, terörle mücadele ve insani yardım ve afet yardımı faaliyetlerinde işbirliği yoluyla deniz varlığını artırmasına, dolayısıyla iki ülkenin Hint-Pasifik’teki stratejik angajmanının artmasına yol açtı. İngiltere, bölgeye İngiliz Uçak Gemisi Grubu gibi varlıklar konuşlandırmanın yanı sıra, Gurugram’daki Hindistan Donanması Bilgi Füzyon Merkezi’ne de katıldı. Ancak, 2030’a kadar Hint-Pasifik’te en fazla angaje olan Avrupa gücü olma ve savunma harcamalarını GSYİH’nın yüzde 2,5’ine çıkarma planlarına karşın İngiliz kapasitesi ve kaynakları hakkında soru işaretleri çok. İşçi Partisi’nin Muhafazakarlar tarafından başlatılan Hint-Pasifik eğilimini sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda da henüz belirsizlik var. Dahası, Avrupa’daki Amerikan angajmanının azalması, İngiltere’nin bir Avrupa-Atlantik güvenlik sağlayıcısı rolüne odaklanmasını gerektirebilir ve bu da Hindistan gibi ortaklarla kolektif bir yaklaşımı Hint-Pasifik istikrarı için daha da önemli hale getirir.

Savunma bağlamında Hindistan Savunma Bakanı Rajnath Singh’in Ocak 2024’te İngiltere’ye yaptığı ziyaret, 22 yıl sonra bu türde ilk kez gerçekleşen bir ziyaret olması nedeni ile ikili savunma bağları için son derece önemliydi ve ortaklığın 2023’te 2+2 mekanizmasına yükseltilen güvenlik ve savunma ayağına ivme kazandırdı. Bu ziyaret, iki ülke Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin farklı duruşlarını kabul etmiş olsalar dahi ikili savunma bağlarının resetlenmesi anlamına geliyordu. Çünkü Hindistan savunma bakanlarının İngiltere’ye uzun süreli ziyaretinin olmamasının nedenleri vardı: Hindistan’ın güveni, silah ve ekipman anlaşmalarının bozulması, İngiltere’nin Çin ile ilişkilerinin “altın çağı” hakkındaki kaygılar ve Keşmir anlaşmazlığı konusunda Pakistan eğilimi gibi sorunlar vardı. Ve bu son kaygı, İngiltere’deki Keşmir yanlısı bağımsızlık hareketlerinin ve Khalistan yanlısı aşırılıkçılığın faaliyetleri tarafından daha da kötü durumdaydı.

Bu nedenle Hindistan, İngiltere yerine Fransa, İsrail, Rusya ve Amerika ile savunma bağlarını derinleştirme yoluna gitti. İngiltere ile son büyük silah anlaşması, Temmuz 2010’da dönemin Başbakanı David Cameron’ın Hindistan ziyareti sırasında gerçekleşmiş ve BAE Systems’ın Hawk pilot eğitim uçağının ikinci partisi için 1,1 milyar dolar tutarında bir anlaşma imzalanmıştı. Ancak, Hindistan’ın son on yıldaki savunma alımlarının yalnızca yüzde 3’ü İngiltere’den geldi. Bu, özellikle Hindistan’ın savunma üretim sektörünü gelişmiş teknolojiyi paylaşarak güçlendirmek ve ayrıca Hindistan’ın Rus donanımına olan bağımlılığını azaltmasını sağlamak için ihracat lisanslama kurallarını kolaylaştırmak gibi somut endüstriyel işbirliğindeki açığı ortaya koyuyor.

İşçi Partisi’nin Hindistan’daki Yankısı

İşçi Partisi’nin iktidara dönüşü, ikili ilişkiler bağlamında Hindistan’da bazı çevreleri kaygılandırabilecek olsa da aslında iyimser olmak için de nedenler var. 1990’ların sonlarında dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Robin Cook’un İşçi Partisi’nde destek bulan “etik dış politika” söylemi, Keşmir konusunda Pakistan ve Hindistan arasında bir arabuluculuk teklifiyle birleşince iki ülke bağları sarsılmıştı. O dönem Hindistan Başbakanı Inder Kumar Gujral bu teklifi reddederek İngiltere’yi “üçüncü sınıf bir güç” olarak nitelemişti. Dahası, 2010’ların ortalarından itibaren Jeremy Corbyn yönetimindeki İşçi Partisi, parti için önemli bir oy bankası oluşturan İngiltere’nin Müslüman toplumuna hitap etmek için Keşmir’e defalarca atıfta bulunması nedeni ile yaygın olarak Hindistan’a karşı düşmanca algılanıyordu. Ve belki de Hindistan için en kötüsü, Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin Eylül 2019’da bölgede insani kriz olduğunu ilan eden ve uluslararası gözlemcilerin Keşmir’e konuşlandırılması ve Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını talep etmesi çağrısında bulunan bir acil durum önergesi geçirmesiydi.

Ancak parti, Keir Starmer liderliğinde kendisini yeniden oluşturdu. Starmer, Hindistan diasporası ile yaptığı görüşmelerde ve kamuoyuna yaptığı konuşmada, Keşmir’in bir iç sorun olduğunu ve yalnızca Hindistan ile Pakistan arasında çözülebileceğini belirtti. Dahası, İşçi Partisi’nin Hindistan ile ve 2021 nüfus sayımına göre sayıları 1,8 milyon olan (bunların yaklaşık bir milyonu Hindu) ve  İngiliz ekonomisine yüzde 6’dan fazla katkıda bulunan İngiliz-Hint topluluğu ile daha yakın bir ilişki arayışında olacağını, iki ülke ilişkilerini Muhafazakarlar tarafından atılan temeller üzerine inşa etme niyetini belirtti. Seçim öncesinde Kingsbury’deki Swaminarayan Tapınağı’nda İngiliz Hindularının çıkarlarını koruma sözü ile bulunuyordu. Burada, “Hindufobiye kesinlikle yer yok” diyen Starmer, İşçi Partisi’nin Hindistan ile yeni bir stratejik ortaklık kuracağını ifade etti. Ancak yenilenen İşçi Partisi 1,2 milyonluk Pakistan diasporası dahil diğer azınlıkları da göz ardı edemez. Ayrıca İngiltere merkezli Khalistan grupları, Hindistan karşıtı bir gündemi zorlamak için yeni hükümete lobi yapmaya devam edecektir.

Son Sözler

Dönemin Hindistan Başbakanı Gujral’ın İngiltere’yi “üçüncü sınıf bir güç” olarak tanımladığını söylemiştik; ancak yanılıyordu. Gujral’ın bu nitelemeyi yaptığı 1990’ların ortalarında, İngiltere’nin GSYİH’sı Çin ve Hindistan’ın toplamından daha yüksekti. Ve bugün, Hindistan İngiltere’den biraz daha büyük bir ekonomiye sahip olabilir ama kişi başına düşen gelire bakılırsa, makasın çok açık olduğu görülecektir; 3,5 trilyon dolarlık ekonomide bu sayı Hindistan’da 3 bin dolardan az iken İngiltere’de 50 bin dolar. Doğrusu Delhi, İngiltere’nin Hindistan için “göreceli önemini” hala hafife alıyor ama aslında yine yanılıyor. Bugün Hindistan Rusya’ya yaptığı ihracatın neredeyse altı katını İngiltere’ye yapıyor; yaklaşık 30 milyar dolar. İngiltere Amerika ve Çin’in çok gerisinde olmasına karşın önde gelen bir orta güç. P5, G7 ve Five Eyes üyesi olan İngiltere küresel çapta büyük bir etkiye sahip. Finansal nüfuzu, teknolojik derinliği ve küresel erişimi, sıkı bir Hint-İngiliz ortaklığında öncelikle Hindistan için avantaj sağlar.

İngiltere’nin Ukrayna’ya verdiği güçlü desteğe karşın Hindistan’ın Rusya ile olan bağları Hint-İngiliz ilişkilerinde zaten önemli bir sürtüşme yaratmadı ve bunun aksi yönde değişmesine ilişkin bir öngörü de yok. Bir zamanlar ikili ilişkileri gölgeleyen Pakistan ve Khalistan sorunları gibi tarihi sorunlar da giderek marjinalleştiriliyor. Özellikle korumacı Amerikan ve Çin eğilimindeki küresel bağlamda, Avustralya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Avrupa Serbest Ticaret Birliği bloğu ile ticaret anlaşmalarına yeni bir yaklaşım izleyen Modi hükümetinin üçüncü görev süresi ve seçim sonrası İngiltere’de daha fazla siyasi istikrar olasılığı ile serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin artık meyve vereceği beklentisi de oldukça yüksek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Çin’in Orta Doğu’daki arabuluculuk diplomasisi: İsteklilik, yetenek ve yöntemler

Yayınlanma

YE Zhangxu
(Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde araştırma görevlisidir)

Ekonomik reformlara odaklanan ÇKP 20. Merkez Komitesi Üçüncü Genel Kurulu’ndan kısa bir süre sonra, Çin bir kez daha Orta Doğu’da diplomasi alanında yeni başarılar elde etti. Çin’in daveti üzerine Filistinli gruplar 21-23 Temmuz tarihleri arasında Pekin’de bir uzlaşma diyaloğu düzenledi. Diyalogun ardından El Fetih ve Hamas’ın da aralarında bulunduğu 14 grup, Filistin’deki bölünmüşlüğün sona erdirilmesi ve ulusal birliğin güçlendirilmesine ilişkin ‘Pekin Deklarasyonu’nu imzaladı. Geçen yıl Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasının teşvik edilmesiyle karşılaştırıldığında, bu kez Filistin-İsrail çatışmasının çözümü için büyük önem taşıyan Filistin devleti içinde uzlaşmanın teşvik edilmesi söz konusudur.

Başarılı bir arabuluculuk diplomasisinin Çin’in bu bölgedeki uluslararası itibarını daha da artıracağı yadsınamaz, ancak diğer yandan Çin’in proaktif diplomatik yaklaşımını vurgulamakta ve dış dünyaya Çin’in Orta Doğu’da arabuluculuk diplomasisi yürütme isteğini, yeteneğini ve yöntemlerini göstermektedir.

Çin arabuluculuk diplomasisi yürütmeye ne kadar istekli?

Geçmişte uzun bir süre boyunca Çin ekonomik yapılanmaya odaklanmış ve Orta Doğu meselelerine katılımı ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve diğer ülkeler ya da uluslararası örgütlere kıyasla çok daha az olmuştur. Çin ekonomisinin yükselişi büyük ölçüde diplomaside de bir yükselişi beraberinde getirmiştir, bu da Çin’in Orta Doğu meselelerine katılma isteğinin de arttığı anlamına gelmektedir. Ancak Batı medyası bunu genellikle Çin’in uluslararası ilişkilerdeki stratejik hırsı olarak yansıtmaktadır. Aslında Çin’in Orta Doğu’daki güvenlik yönetişimi ve çatışma yönetimine katılımı eşitlik ve karşılıklı fayda gibi iyi niyetlere dayanmaktadır.

Çin için diplomasinin başlangıç noktası hala ulusal çıkarları korumaktır. Bir yandan da Çin’in petrol güvenliğini korumaktır. Orta Doğu ülkelerinden petrol ithal etmeye başladığı 1993 yılından bu yana Çin’in Orta Doğu’daki petrol ve gaz kaynaklarına olan talebi artmaya devam etmiştir ve uzun bir süre daha yüksek büyüme talebini sürdürmeye devam edecektir. Bu nedenle, Orta Doğu’da barış ve istikrarı teşvik etmek Çin’in enerji güvenliğini sağlamaktır. Öte yandan, Çin ve Orta Doğu arasındaki ekonomik kalkınmayı teşvik etmektir. Başkan Xi Jinping tarafından 2013 yılında önerilen Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) şu anda Orta Doğu’daki tüm ülkeleri kapsamaktadır ve ülkelerin büyük çoğunluğu da KYG ile işbirliği yapmak için ilgili ekonomik kalkınma stratejilerine sahiptir. Güvenlik ve kalkınma olarak özetlenebilecek bu iki unsurun Çin’in yükselişinin önemli “sırrı” olduğu da söylenebilir. Sorumluluk sahibi büyük bir ülke olarak Çin, uzun süredir çalkantılı olan Orta Doğu bölgesindeki güvenlik ve kalkınma taleplerini derinden anlamaktadır.

Buna ek olarak, Çin-ABD rekabetinin daha geniş bağlamı açısından bakıldığında, ABD’nin Çin’in Orta Doğu meselelerine müdahalesini sürekli olarak abartması “büyük güçlerin güç boşluğunu” doldurmak içindir; Çin ise kendisini ABD’nin bu bölgedeki kışkırtmalarından ayırmak için bir dizi etkili diplomatik arabuluculuk yoluyla Küresel Güvenlik Girişimi’ni uygulamayı ummaktadır.

Çin arabuluculuk diplomasisi yürütme konusunda ne kadar yetenekli?

Yaygın çatışmalara sık sık arabulucular eşlik etmektedir. Daha önce hem Suudi Arabistan ve İran hem de Filistinli gruplar bölge dışı büyük güçlerin ve bölge ülkelerinin arabuluculuğunu kabul etmiş ancak çoğu zaman kayda değer bir ilerleme kaydedememiştir. Başarılı Suudi-İran uzlaşması ve Filistin iç uzlaşması vakaları, Çin’in hem yumuşak hem de sert güç perspektifinden Orta Doğu’da bağımsız olarak arabuluculuk diplomasisi yürütebileceğini kanıtlamaktadır.

Sert güç açısından Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesidir ve dünyada hem askeri hem de ekonomik gücün ön saflarında yer almaktadır. Ancak güç ve hegemonyaya vurgu yapan ABD’nin aksine Çin’in dış politikası hem askeri hem de ekonomik alanda barış ve işbirliğine öncelik vermektedir. Askeri alanda Çin, BM barışı koruma fonlarına en fazla katkıda bulunan ikinci ülke olmasının yanı sıra Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında en fazla barışı koruma personeli gönderen ülkedir. Ekonomik alanda Çin, Orta Doğu’daki çoğu ülkenin neredeyse en büyük ticaret ortağıdır ve KYG aracılığıyla Orta Doğu’da altyapı, yenilenebilir enerji ve diğer sektörlerdeki yatırımlarını artırmaktadır.

Yumuşak güç açısından, Çin’in Orta Doğu meselelerine katılımı nispeten geç başlamış olsa da, arabuluculuk diplomasisi yürütme konusunda Batılı ülkelere göre iki avantajı var. Birincisi, Çin Orta Doğu ülkeleriyle ilgili olarak sömürgeci bir tarihin yükünü taşımıyor, bunun yerine eski çağlardan günümüze İpek Yolu boyunca bir medeniyet alışverişi tarihi var. İkincisi, Çin’in dış politikası, Çin’in Orta Doğu’daki tüm ülkelerle iyi ilişkiler sürdürmesini ve çeşitli çatışmalarda taraf tutmamasını sağlayan “Uyum En Değerli Şeydir” şeklindeki kadim bilgeliği miras almıştır.

Çin’in arabuluculuk diplomasisinin başarılı yöntemleri nelerdir?

Uzun süredir ciddi anlaşmazlıkların yaşandığı Suudi Arabistan-İran ve Filistinli gruplar arasında uzlaşma sağlamak kolay değildir. İyi niyet ve güçlü kabiliyetlerin yanı sıra Çin’in etkili yöntemlere de ihtiyacı var ve bunlardan bazılarının çok önemli olduğuna inanıyorum:

Birincisi, doğru zamanlamayı seçmek. Pekin’deki Suudi-İran görüşmelerinden önce her iki ülke de müzakere etmeye istekliydi ve ilgili ülkelerin arabuluculuğunda çok sayıda temas turu gerçekleştirmişti. Çin de bir ölçüde bu eğilime uygun hareket etti. Filistin meselesiyle ilgili olarak, son 9 aydır devam eden Gazze çatışması Hamas ve diğer gruplara ciddi zarar verdi ve sorunun çözümünün anahtarının Çin tarafından uzun süredir uluslararası topluma savunulan “iki devletli çözüm” olduğunun giderek daha fazla farkına varıyorlar. “İki devletli çözüme” ulaşmanın öncülü iç uzlaşmadır.

İkincisi, arabuluculuk yapılan taraflara tamamen saygı duymak. Çin’in dış politikadaki temel ilkelerinden biri içişlerine karışmamaktır. Bu temelde Çin, ABD’nin alışılagelmiş “sert arabuluculuğu” ile keskin bir tezat oluşturan istişare ve diyalog yoluyla barış görüşmelerinin teşvik edilmesini savunmaktadır. “Pekin Deklarasyonu” ile ilgili dikkat çekici bir nokta, geçmişte Filistin iç uzlaşısının ağırlıklı olarak Hamas ve El Fetih’e odaklanmış olması, ancak bu kez deklarasyonun 14 Filistinli siyasi grup tarafından imzalanmış olmasıdır. Bu durum Çin’in etnik politikasına çok benzemektedir; yani sayıları az olduğu için bazı etnik azınlıklara gösterilen ilgi göz ardı edilmemektedir.

Üçüncüsü, pratik çözümler önermek. Arabuluculuk diplomasisi yürütmeden önce Çin, Orta Doğu’daki sıcak nokta sorunlarını farklı düzeylerde ele almak için Çin çözümleri önermiştir. Makro düzeyde, ortak geleceğe sahip küresel bir topluluk kavramı ve “üç büyük küresel girişim” bulunmaktadır. Özel düzeyde ise Çin, Orta Doğu’da barış ve istikrarın gerçekleştirilmesine yönelik beş maddelik bir öneri, Suriye meselesinin siyasi çözümü için dört maddelik bir öneri ve Filistin ve İsrail için “iki devletli çözümün” uygulanmasına yönelik üç maddelik bir düşünce ortaya koymuştur. Daha da önemlisi, ‘Pekin Deklarasyonu’nun imza töreninde Dışişleri Bakanı Wang Yi, devam eden Gazze çatışmasına ilişkin ’üç adımlı” bir Çin girişimi önerdi. Bu girişimler ve politikalar sadece Orta Doğu toplumunda geniş kabul görmekle kalmadı, aynı zamanda Çin’in Orta Doğu güvenlik yönetişimine katılımı için de bir kılavuz oluşturdu.

Daha önce de belirtildiği gibi, Orta Doğu her zaman uluslararası arabuluculuk için bir odak noktası olmuştur. Suudi Arabistan ile İran ve Filistinli gruplar arasında uzlaşmanın teşvik edilmesi süreci sorunsuz olmamıştır. Pek çok ülke doğal olarak arabuluculuk diplomasisi yoluyla uluslararası statülerini yükseltmeyi ummaktadır, ancak isteklilik başka bir şeydir, kapasite ve yöntemler başka bir şeydir ve Çin her üçüne de sahiptir. ‘Pekin Deklarasyonu’nun imzalanmasından sonra uluslararası toplum, özellikle de Orta Doğu, olumlu bir değerlendirme yaptı, ancak yine de ihtiyatlı bir şekilde bakmamız gerekiyor. Orta Doğu meselesini araştıran birçok Çinli akademisyenin de belirttiği gibi, uzlaşma tek bir deklarasyonla kalıcı olarak çözülemez. Deklarasyonun kalıcı canlılığının nasıl korunacağı da üzerinde düşünmeye değer.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English