Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İran için 2025 zor kararlar yılı olacak

Yayınlanma

“Geçtiğimiz bir yıl içinde İran’da gördüğümüz olaylar, bir Avrupalının bütün hayatı boyunca yaşayacağı olaylardan daha fazlaydı.” Bu cümleyi birkaç ay önce bir İranlının X (eski Twitter) sayfasında okumuştum. İlginç şu ki son İran seyahatimde bir taksi şoförü de tam olarak aynı cümleyi söyledi ve haber okumaktan artık yorulduğundan bahsetti.

Gerçekten de İran, geçtiğimiz bir yıl içinde öyle olağanüstü günler yaşadı ki bu yıl, ülke için son birkaç on yılın en uzun yılı olarak nitelendirilebilir. İranlıların 2024 yılında yaşadığı her bir olay, herhangi bir ülke için başlı başına tarihi bir dönüm noktası sayılabilirdi. Ancak İran, 2024 yılında bu olayların hepsini bir arada yaşadı.

Belki de 2024 yılının en önemli özelliği, yaşanan problemlerin en ufak bir çözüm olmadan 2025 yılına devrediliyor olmasıdır. Bu durum, İranlıların gelecek yıl 2024’ten daha sakin bir yıl geçirip geçiremeyeceklerini belirsiz kılıyor.

Peki, İran’ın geçtiğimiz yıl yaşadığı en önemli olaylar hangileriydi:

İç Siyaset:

Meclis Seçimleri:

1 Mart 2024 tarihinde İran İslam Cumhuriyeti’nin 12. Meclis seçimleri yapıldı ve beklendiği üzere muhafazakarlar Meclis’te çoğunluğu elde etmeyi başardı. Bu seçim, oy kullanma hakkına sahip bireylerin sadece %40’ının katıldığı bir seçimle sonuçlandı ve İslam Cumhuriyeti siyasi tarihinde en düşük katılım oranını kaydetti. Bu olay, İnkılap sonrası İran siyasi tarihi açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Muhalifler bu durumu, İran’ın mevcut siyasi sisteminden halkın uzaklaştığının bir sembolü olarak değerlendirirken, iktidar yanlıları bunu İran halkının hükümete bir protesto mesajı olarak yorumladı.

Anayasa Koruma Konseyi’nin, reformistlerden ve hatta eleştirel muhafazakarlardan birçok Meclis adayını diskalifiye etmesi ve onların seçimlere katılmasını engellemesi, bu siyasi tepkilerin ana nedeni olarak görüldü. Bunun yanında, ekonomik durumun kötü olması da bir diğer neden olarak değerlendirildi.

Pek çok kişi, 12. Meclis’in, dönemin Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin hükümetiyle en uyumlu ve iş birliği yapacak şekilde tasarlandığını düşünüyordu. Büyük şehirlerde seçmen katılımının son derece düşük olması, buna karşılık küçük şehirlerde daha fazla katılım olması, İran toplumunun siyasi sosyolojisindeki değişimlerin göstergesi olarak yorumlandı.

Uzmanlar Meclisi Seçimi:

Meclis seçimleriyle eş zamanlı olarak, İran halkı, altıncı dönem Uzmanlar Meclisi (Meclis-i Hobregan) seçimleri kapsamında, Anayasa Koruma Konseyi tarafından adaylıkları onaylanmış 88 müctehidi seçti.

Uzmanlar Meclisi, İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın 107. maddesine göre, liderin seçilmesi, görevden alınması ve liderin davranışlarının denetlenmesi sorumluluğunu üstlenen “nitelikli” fakihlerden oluşmaktadır. Her dönemi 8 yıl süren bu meclis, liderin davranışlarını denetleme ve mevcut liderin vefatı durumunda bir sonraki lideri seçme görevini üstlendiği için bu dönem, özel bir önem taşımaktadır.

Birçok kişi, Ayetullah Ali Hamaney’in yaşı göz önüne alındığında, İran İslam Cumhuriyeti’nin bir sonraki liderinin altıncı dönem Uzmanlar Meclisi üyeleri tarafından seçilme olasılığının yüksek olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle, bu dönemin Uzmanlar Meclisi seçimleri önceki dönemlere göre daha büyük bir önem arz etmektedir.

Belki de bu önemden dolayı, Uzmanlar Meclisi temsilcilerinin adaylıklarını onaylama görevine sahip olan Anayasa Koruma Konseyi, bu dönemde oldukça sıkı bir eleme süreci yürütmüş ve İran’ın eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani gibi, daha önce Uzmanlar Meclisi’nde birkaç dönem temsilcilik yapmış kişilerin adaylıklarını reddetmiştir.

Bu sıkı denetimin, Uzmanlar Meclisi’nde daha uyumlu bir yapı oluşturarak, gelecekteki liderin seçimi sırasında en az tartışma ve anlaşmazlık yaşanmasını sağlama amacıyla gerçekleştirildiği düşünülmektedir.

Cumhurbaşkanının Ölümü:

19 Mayıs günü, tüm haber ajansları, İran ve Azerbaycan Cumhurbaşkanlarının katılımıyla gerçekleşen Kız Kalesi ortak sınır barajının açılışının ardından iki komşu ülke arasındaki siyasi soğukluğun sona erdiği yönünde analizler yaparken, aniden “Cumhurbaşkanının helikopterinin acil inişi” haberi gündeme düştü.

Bir saat sonra, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve beraberindeki heyetin iletişim hattının koptuğu anlaşıldı. Helikopterde bulunan diğer isimler arasında Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Doğu Azerbaycan Valisi Malik Rahmati, Doğu Azerbaycan eyaleti Vali-Fakih temsilcisi Seyyid Muhammed Ali Al-i Hâşim, Cumhurbaşkanlığı Koruma Birliği Komutanı ve üç pilot bulunuyordu.

Kurtarma operasyonları, yoğun ormanlık alanlar ve kötü hava koşulları (yağmur ve yoğun sis) nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştı. Farklı insansız hava araçlarının, arama kurtarma ekiplerinin ve eğitimli arama köpeklerinin kullanıldığı bu süreçte, Cumhurbaşkanı ve beraberindeki ekibin durumu hakkında kesin bilgi alınması 15 saat sürdü. Sonunda, ertesi sabah Cumhurbaşkanının ölüm haberi doğrulandı.

Cumhurbaşkanının ölümü, onun İran’ın gelecekteki lider adaylarından biri olarak görüldüğü ve birçok kişinin yeni Meclisin hükümetine tam destek verecek şekilde tasarlandığını düşündüğü bir dönemde gerçekleşti.

Ölüm olayı, bir yandan Gazze’de yaşanan olaylar nedeniyle İran ve İsrail arasındaki gerilimlerin giderek tırmandığı bir dönemde dış politikada belirsizliklere yol açarken, diğer yandan Cumhurbaşkanına yönelik bir suikast ihtimalini gündeme getirdi. Resmi devlet raporları, helikopter kazasının ana nedeninin yoğun sis ve kötü hava koşulları olduğunu açıklasa da, kamuoyu şu sorularla ilgili ikna olmadı: Neden üç helikopterden sadece Cumhurbaşkanını ve Dışişleri Bakanını taşıyan helikopter düştü ve düşen helikopterin yeri neden 15 saatte bulunamadı?

Erken Cumhurbaşkanlığı Seçimi:
İbrahim Reisi’nin vefatının ardından, İran Anayasası’nın 131. maddesi uyarınca, “Cumhurbaşkanının ölümü, istifası, hastalığı veya görevden alınması gibi durumlarda, geçici Cumhurbaşkanlığı Konseyi en geç elli gün içinde yeni Cumhurbaşkanının seçilmesini sağlamakla yükümlüdür ve bu süre içinde Cumhurbaşkanlığı yetkilerini referandum hariç üstlenir” hükmüne dayanarak, Cumhurbaşkanlığı seçimleri 6 adayla gerçekleştirildi.

Bu seçim de, Anayasa Koruma Konseyi’nin aday eleme sürecinin gölgesinde yapıldı. Bir reformist aday, 5 muhafazakar adayla yarıştı. Reformist veya ılımlı muhafazakar kanattan tanınmış birçok isim diskalifiye edilerek seçimlere katılma hakkı kazanamadı. Reformist kanattan yalnızca, eski Sağlık Bakanı ve reformist hareketin önde gelen ismi Muhammed Hatemi’nin kabinesinde görev almış Mesud Pezeşkiyan, seçimlere katılmayı başardı.

Pezeşkiyan, seçimlerde %53.6 oy alarak, ultra muhafazakar rakibi Said Celili’yi mağlup etti ve Cumhurbaşkanı seçildi. Kampanya sürecinde ahlak polisinin kaldırılması, ekonomik reformlar ve diplomatik açılım gibi vaatlerle dikkat çekti.

Reformist hareket, Meclisteki muhafazakar temsilcileri, halkın düşük katılımıyla seçilmiş bir azınlık temsilcisi olarak değerlendirirken, Pezeşkiyan’ın Cumhurbaşkanlığına desteğini sürdürüyor. Ancak seçim sonuçlarına göre Pezeşkiyan, halkın yalnızca %25’lik bir kesiminden doğrudan destek alabilmiştir. Pezeşkiyan hükümetinin başarı veya başarısızlık değerlendirmesini başka bir yazıda ele alacağız.

Süregelen Ekonomik Kriz:
2024 yılında İran, önceki yıllarda olduğu gibi ekonomik krizle mücadele etmeye devam etti. Ulusal para biriminin değeri bir yıl içinde %100 oranında düştü ve enflasyon oranı -Merkez Bankası verilerine göre- %40 civarında seyretmeye devam etti. Bu durum, İran ekonomisinde kronik bir hastalığa dönüşmüş durumda. 2020 yılından 2024 yılının sonuna kadar İran’ın ulusal para biriminin değeri 1 dolar karşısında 13 bin tümen iken 89 bin tümen seviyesine düştü. Başka bir deyişle, İranlılar son 5 yılda paralarının %600’den fazla değer kaybettiğini gördü ve bu kaybın önemli bir kısmı son bir yıl içinde gerçekleşti. En kaygı verici nokta ise, bu durumun iyileşeceğine dair kimsenin bir umut taşımamasıdır.

Ulusal para biriminin değer kaybı, buna bağlı olarak enflasyon ve kontrolsüz fiyat artışları, halkın memnuniyetsizliğini artırmış ve bu memnuniyetsizlik zamanla daha da derinleşmiştir.

Enerji Krizi:
Bu yılın yaz aylarından itibaren İran’da önemli bir konu haline gelen ve son haftalarda gündemin ilk sıralarında yer alan bir diğer mesele ise enerji kıtlığı ve ülkenin elektrik ve gaz altyapısının ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalmasıdır. İran, bu yaz sık sık elektrik ve su kesintileriyle, kış aylarında ise tekrar eden elektrik kesintileriyle karşı karşıya kaldı. Elektrik üretim santrallerinin standartlara uygun çalışmaması nedeniyle hava kirliliği de bu enerji krizinin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve çevresel krizlere yol açtı ve açıyor.

Uzmanlar, ülkenin enerji sektörüne yönelik altyapı yatırımlarının eksikliğini, özellikle son yıllardaki ağır yaptırımlar ve hükümet yetkililerinin kötü yönetimini bu durumun başlıca nedeni olarak değerlendiriyor. Bu sorunun önümüzdeki yıl daha da karmaşık hale gelmesi ve önemli sosyal ve siyasi sonuçlar doğurması muhtemeldir.

Sivil Özgürlüklerde İyileşme:
Reformist bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesiyle ve geçtiğimiz yıl İran’da başörtüsü meselesiyle ilgili önemli protestoların yaşanmış olması göz önüne alındığında, 2024 yılında kadınların giyim tarzıyla ilgili devlet baskılarının belirgin şekilde azaldığı gözlemlendi. Son haftalarda, geçen yıl engellenmiş bazı popüler mesajlaşma uygulamalarının erişime açılması da sivil özgürlüklerde bir iyileşme olduğuna işaret etmektedir.

Dış Politika:

2024 yılı boyunca İran’ın dış politikası büyük ölçüde Gazze Savaşı’nın etkisi altında kaldı. Yılın ilk aylarında İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarının şiddetlenmesi ve bu operasyonların eşi görülmemiş bir soykırıma dönüşmesi, çatışmaların uzun vadeli olacağını ve bu durumun İran için de sonuçlar doğuracağını gösterdi.

Savaşın uzamasıyla birlikte İran’daki analizler iki ana gruba ayrıldı: Birinci grup, İran’ın İsrail’in savaş tuzağına düşmemesi gerektiğini savunuyordu. Bu gruba göre, İsrail, İran’ı provoke ederek Gazze’deki savaşını savunmasız Gazze halkıyla bir yüzleşme olmaktan çıkarıp İran’la bir çatışmaya dönüştürmeye çalışıyordu. Böylece İsrail, Gazze’deki soykırım suçlarını göz ardı ettirebilir ve kendisini mağdur göstererek ABD ve Avrupa’dan bir uluslararası koalisyonun desteğini kazanabilirdi. Bu grup, İran’ın İsrail’le minimum düzeyde bir çatışmaya girmesi gerektiğini ve İsrail’in İran’ı daha geniş bir savaşa çekmesine izin verilmemesi gerektiğini savundu. Bu yaklaşımı benimseyenler, İran’ın mevcut ekonomik zorluklarını, halkın hükümete olan memnuniyetsizliğini, Cumhurbaşkanının ölümü ve iç siyasi değişiklikleri, olası petrol altyapısına yönelik saldırıları ve İran’ın ana gelir kaynaklarının kesilmesini savaştan uzak durmanın ana nedenleri olarak gördüler.

İkinci grup ise, İsrail’in İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu yok etmeye karar verdiğini ve İran’ın İsrail’e ağır darbeler vurması gerektiğini savunuyordu. Bunlara göre, Eğer İran, İsrail’e karşı ciddi bir tepki vermezse, gelecekte bu savaşın bedelini çok daha ağır bir şekilde ödeyecekti. Bu grup, İsrail’e ağır darbeler indirildiği takdirde İran’ın stratejik olarak ölüm ve yaşam arasında bir tercih yaptığını, ancak İsrail’le çatışmadan kaçınmanın gelecekte kaçınılmaz bir çöküşe yol açacağını düşünüyordu. Bu grup, İran’ın İsrail’e karşı sert darbeler vurabileceğini, İran’ın balistik füze saldırılarındaki teknolojik kapasitesini gösterdiğini ve nükleer stratejisini değiştirerek atom bombası üretimi ve testine yönelmesiyle İsrail’e karşı önemli bir caydırıcılık sağlayabileceğini savundu.

Geçen yılki olaylara bakıldığında, İran’ın birinci grubun görüşünü seçtiği ancak İsrail’e karşı bazı saldırılardan da geri durmadığı görülmektedir.

İran’ın dış politikasındaki son bir yılın en önemli gelişmelerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

İsrail’e Karşı İlk Askeri Operasyon: İran ve İsrail arasındaki çatışma, son birkaç on yıldır güvenlik düzeyinde veya vekil gruplar aracılığıyla sürdürülmekteydi. Ancak, nihayet 14 Nisan 2024 tarihinde İran, İsrail’in Şam’daki İran Konsolosluğu’na düzenlediği saldırıya yanıt olarak doğrudan bir füze operasyonu gerçekleştirdi. Bu operasyon, “Va’de-i Sadık 1” olarak adlandırıldı. Söz konusu operasyon, İran ve İsrail arasında gerçekleşen ilk doğrudan yüzleşme, dünyanın en büyük İHA saldırısı ve İran’ın tarihindeki en büyük füze saldırısı olarak nitelendirildi.

Va’de-i Sadık Operasyonu’nda İran, 300’den fazla İHA ve füze fırlatarak Filistin’in İsrail işgali altındaki topraklarını hedef aldı. Bu füzelerden bazılarının, İsrail’in savunma sistemlerini aşarak, Noatim Hava Üssü gibi önemli askeri hedeflere isabet ettiği söylenildi.

Operasyon, İsrail’in 1 Nisan 2024’te Şam’daki İran Konsolosluğu’na düzenlediği saldırıya bir yanıt olarak gerçekleştirildi. İran Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı, bu operasyonun sebebinin, İsrail’in İran’ın kırmızı çizgilerini aşması ve Şam’daki İran Konsolosluğu’na saldırması olduğunu açıkça belirtti. İsrail’in bu saldırısında, İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü’ne bağlı üst düzey komutanlardan biri olan Muhammed Rıza Zahidi dahil olmak üzere yedi kişi hayatını kaybetti.

İran’ın Birleşmiş Milletler’deki temsilciliği, bu askeri operasyonun BM Şartı’nın 51. maddesi uyarınca meşru müdafaa hakkı çerçevesinde gerçekleştirildiğini belirtti.

Birçok uzman, bu operasyonun İsrail’e zarar vermekten ziyade, İran’ın İsrail’in füze savunma sistemlerini aşabilme kapasitesini ve İsrail’e doğrudan bir darbe vurma yeteneğini göstermek amacı taşıdığını ifade etti.

Tahran’da Heniye Suikastı:
Hamas’ın siyasi büro başkanı ve liderlerinden biri olan İsmail Heniye, 31 Temmuz 2024 tarihinde saat 01:37’de Tahran’da, kendisine eşlik eden korumasıyla birlikte İsrail tarafından suikasta uğradı. Heniye, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın yemin törenine katıldıktan sonra, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’ne ait bir konaklama merkezine döndüğü sırada suikast düzenlendi.

Bu olay, İran güvenlik servisleri için büyük bir güvenlik felaketi olmasının yanı sıra, İsrail’in tüm olası kırmızı çizgileri aşması anlamına geliyordu. Bu suikast, İran için ciddi bir itibar kaybı olarak değerlendirildi.

Va’de-i Sadık 2 Operasyonu:
1 Ekim 2024’te İran, İsrail’e karşı ikinci bir füze saldırısı olan Va’de-i Sadık 2 Operasyonu’nu gerçekleştirdi. Bu saldırı, İsmail Heniye’nin Tahran’da suikasta uğramasının ardından iki ay sonra ve İsrail’in Hizbullah’ın komuta merkezine yönelik artan saldırılarının ardından düzenlendi. Özellikle Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, Hizbullah Güney Cephesi Komutanı Ali Kerki ve Devrim Muhafızları Operasyon Başkan Yardımcısı Abbas Nilfurşan’ın ölümüne yol açan bir hava saldırısından dört gün sonra gerçekleştirildi.

Operasyon kapsamında, Tahran, Kaşan, Tebriz, Şiraz ve Kirmanşah çevresindeki bölgelerden 200 balistik füze, hipersonik Feth ve Hayberşiken füzeleri fırlatıldı.

Bu operasyon, İran’ın İsrail’e karşı gerçek bir güç gösterisi olarak değerlendirildi ve İran toplumunda önemli bir ulusal birlik yarattı. İranlılar, siyasi ve ideolojik bağlılıklarından bağımsız olarak, bu operasyonu ulusal onurlarını savunma eylemi olarak gördüler.

İsrail’in İran’a Saldırısı:
26 Ekim 2024’te İsrail, “Tevbe Günleri Operasyonu” adıyla İran’a üç dalga halinde hava saldırısı düzenledi. Bu saldırılar gece boyunca ve şafak vaktine kadar İran’ın birkaç eyaletinde devam etti ve İran yetkililerine göre oldukça sınırlı hasarlara yol açtı. İsrail, bu saldırıların, İran ve vekil gruplarının “aylarca süren sürekli saldırılarına” ve İran’ın Ekim 2024’te İsrail’e düzenlediği füze saldırısına bir yanıt olduğunu belirtti. Bu operasyonda İran’ın hava savunma kuvvetlerinden 4 kişi hayatını kaybetti.

Bu saldırı, İran’da görünürde büyük bir yıkıma yol açmasa da, İsrail’in ilk kez İran topraklarına doğrudan askeri bir saldırı düzenlemesi nedeniyle, İran-İsrail çatışmasının tarihinde yeni bir sayfa olarak değerlendirildi.

Nükleer Çıkmazın Devamı:
İran ve İsrail arasındaki çatışmalar, İran’ın nükleer meselesine olan ilgiyi gölgede bıraksa da İran, tehlikeli bir gerçekle karşı karşıya: 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2231 sayılı kararıyla kabul edilen ve 10 yıllık geçerliliği olan anlaşmaya göre, İran’ın nükleer anlaşmayı ihlal ettiği tespit edilirse, 5+1 Komisyonu tarafından BM Güvenlik Konseyi’ne bildirilmesi durumunda, herhangi bir daimi üyenin talebi üzerine önceki BM yaptırımları 60 günlük bir süreçte otomatik olarak geri getirilebilecek.

Avrupa ülkeleri ve ABD, nükleer anlaşmanın 10 yıllık süresinin sona ermesine yaklaşırken, İran’ı nükleer taahhütlerini ihlal etmekle suçlamaya çalışmakta ve böylece İran’ı küresel güvenlik için bir tehdit olarak gösterip BM yaptırımlarını geri getirmek istemektedir. İran dışişleri bakanı Abbas Irakçi, birkaç hafta önce bu durumu İran için potansiyel bir kriz olarak tanımladı ve bunun İran için ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulundu. (Önümüzdeki aylarda “Trigger Mechanism” veya “Snapback” olarak bilinen otomatik yaptırım mekanizması hakkında çok daha fazla şey duyacağımızı şimdide söylemek zor bir tahmin değil.)

Bu durum, ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturmasıyla daha karmaşık bir hal alacaktır.

Bölgesel Konumun Zayıflaması:
İsrail, Lübnan’da sahada kayda değer bir ilerleme sağlayamamış ve geri çekilmek zorunda kalmış olsa da, Hizbullah liderlik kadrosuna yönelik suikastlarla Lübnan direnişine ve dolayısıyla İran’a ağır bir stratejik darbe vurmayı başardı. Bunun ardından Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın siyasi sahneden çekilmesi ve İran karşıtı grupların Suriye’de iktidara gelmesi, İran’ın Hizbullah’a olan kara bağlantısını kesmesi ve Hamas, İslami Cihad ve diğer direniş gruplarına yönelik lojistik destek hattını zayıflatması anlamına geldi. Bu gelişmeler, İran’ın bölgesel konumunu zayıflatarak İran’ı bölgesel politikalarını ciddi şekilde gözden geçirmeye zorlamakta ve zorlamaya devam edecektir.

2024 yılı genelinde, İran iç politikada her ne kadar olaylarla dolu bir yıl geçirmiş olsa da büyük bir kriz yaşamadan yılı geride bırakmayı başardı. Ancak dış politikada, İran şiddetli krizlerle karşı karşıya kaldı; bu krizler, İran’ın bölgesel ve uluslararası politikalarının gelecekte dönüşmesine neden olacak. Bu politik değişim, İran ile bağlantılı bazı grupların eylemlerinde de değişiklik anlamına gelecek ve bu durum, bölgesel dinamiklerde yeni gelişmeleri beraberinde getirecektir.

2025 yılı, İran için şüphesiz ki zorlu ve dalgalı bir yıl olmakla beraber zor kararlar yılı olacak.

GÖRÜŞ

Trump’ın Gazze planının ardındaki gerçekler ve daha derin motivasyonlar

Yayınlanma

Yazar

7 Şubat’ta, ABD Başkanı Trump Gazze’nin yeniden inşasıyla ilgili en son açıklamasını yaparak, ABD’nin Gazze’de bir yatırımcı olacağını ancak harekete geçmek için acele etmeyeceğini ve önceliğinin Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile görüşmek olduğunu belirtti. Bu açıklama, Trump’ın daha önce dile getirdiği “Gazze’yi boşaltma” ve “Gazze’yi devralma” duruşlarına bir ek olarak düşünülebilir. Trump’ın Gazze’nin geleceğine yönelik vizyonu rastgele ya da sistemsiz bir planlamadan kaynaklanmıyor gibi görünüyor. İlk amacı Gazze’deki insani felaketi kapsamlı bir şekilde ele almak olabilir, ancak bu vizyon esasen İsrail’in aşırı sağ güçlerinin tutumunu yansıtmakta ve İsrail’in çıkarlarına ve ABD-İsrail özel ilişkisine gösterdiği olağanüstü önemi vurgulamaktadır. Bu durum, Trump’ın ilk dönemindeki politikalarının bir devamı niteliğindedir.

Trump, 25 Ocak’tan itibaren, Beyaz Saray’a dönüşünden itibaren, farklı zaman ve mekanlarda Gazze’nin geleceğiyle ilgili bir dizi “yeni fikir” ortaya attı. O gün, Las Vegas’tan Miami’ye giderken, Air Force One uçağında gazetecilere, “Gazze’yi boşaltma” planını resmi olarak önereceğini ve Gazze’yi “bir yıkım alanı” olarak tanımladığını söyledi. 30 Ocak’ta, Trump bir kez daha Mısır ve Ürdün’ün Gazze’den göç eden kişileri kabul edeceğini belirtti.

4 Şubat’ta İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra Trump, ABD’nin Gazze’yi “devralacağını” ve bu bölgede çalışacağını medyaya açıkladı. “Gazze’yi sahiplenip oradaki tüm tehlikeli patlamamış bombaları ve diğer silahları temizleyeceğiz, hasar görmüş evleri yıkacağız ve bölge halkına sınırsız istihdam ve konut sağlayacak bir ekonomik kalkınma projesi yaratacağız,” dedi.

Trump, Gazze’nin on yıllardır “ölüm ve yıkımın simgesi” haline geldiğini ve ölüm ve acı çeken Filistinliler tarafından yeniden inşa edilmemesi gerektiğini söyledi. Gazze’deki Filistinlilerin, “insani değerlere sahip diğer ülkelere” taşınması gerektiğini savundu. ABD’nin Gazze’ye asker göndermeye hazır olup olmadığı sorulduğunda, Trump bu olasılığı dışlamadı ve ABD’nin Gazze’yi “uzun süre sahiplenebileceğini” ifade etti.

Netanyahu, Trump’ın önerisini büyük bir coşkuyla övdü ve bunu “alışılmadık düşünme biçimlerini kırmaya ve taze fikirler sunmaya istekli” olarak tanımladı. Ayrıca, bunun “duyduğu ilk iyi fikir” olduğunu söyledi ve “araştırmaya, uygulamaya ve tamamlamaya değer olduğunu” belirtti. Netanyahu, “Gazze’yi boşaltmanın” ABD askerlerini gerektirmediğini de ekledi. 6 Şubat’ta, İsrail’in Channel 14 kanalı, Netanyahu’nun ABD ziyareti sırasında açık bir şekilde, “Suudi Arabistan’da bir Filistin devleti kurulabilir; orada çok fazla toprakları var,” dediğini aktardı.

Aynı gün, İsrail’in aşırı sağ figürlerinden Savunma Bakanı Katz, Gazze’deki halkın, kendilerini kabul etmek isteyen herhangi bir ülkeye göç etmelerine izin verecek bir plan hazırlaması için İsrail Savunma Kuvvetleri’ne talimat verdiğini açıkladı. Bu planın deniz, kara ve hava çıkış noktalarını kapsadığı bildirildi. Katz, Gazze halkının özgürce göç etme hakkına sahip olması gerektiğini ve bunun tüm dünyada yaygın bir uygulama olduğunu savundu.

Gözlemciler, Trump’ın seçim kampanyası sırasında Filistinlilere “sempati duyan” bir yaklaşımla “Gazze’yi boşaltma” önerisini dile getirdiğini belirtti. Trump, Gazze’yi “adeta bir yıkım alanı, neredeyse her şey yok edilmiş, insanlar ölüyor” şeklinde tanımlamıştı. Bu nedenle, ABD’nin bazı Arap ülkeleriyle işbirliği yaparak, bu insanları yerleştirecek konutlar inşa etmeyi ve onların barış içinde yaşamalarını sağlamayı umduğunu söylemişti.

ABD medyasına göre, bu girişimin arkasındaki kişi, George Washington Üniversitesi’nde ekonomi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Joseph Pelzman. Trump’ın talebi üzerine Pelzman, Temmuz 2024’te Trump ekibine sunulan bir Gazze yeniden inşa planı hazırladı. Bu planın özü, Gazze’nin nüfusunun tamamen yer değiştirilmesi, bölgenin temizlenmesi ve sıfırdan yeniden inşa edilmesiydi. Ancak, bu ekonomik plan yalnızca Gazze’nin ekonomik ve sosyal iyileşmesine odaklanıyormuş gibi görünse de, uluslararası siyaset ve jeopolitik çatışma bağlamında, bu öneri masum bir girişim olmaktan uzaktır. Aksine, bu plan, Gazze’nin geleceği ve Filistin sorununun çözümü konusundaki karmaşık bir oyunun parçasıdır. Aynı zamanda, İsrail’in aşırı sağ güçlerinin, iki devletli çözümü reddeden ve Filistin sorununu sıfır toplamlı ve tek taraflı bir şekilde çözmeye yönelik tarihsel hesapları ve mevcut önerileriyle uyumludur.

Trump, Beyaz Saray’a döndükten sonra, “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” planlarını hızla gündeme getirdi ve bu planlar İsrail yetkilileri tarafından coşkuyla desteklendi. Bu durum, Trump’ın Gazze’deki 2 milyondan fazla Filistinlinin trajik durumuna sempati duyuyor gibi görünmesine rağmen, aslında İsrail’in aşırı sağ güçlerinin desteklediği “Büyük İsrail” planını teşvik ettiğini göstermektedir. Sonuç olarak, bu girişim dünya kamuoyundan büyük bir kınama dalgasıyla karşılaştı.

Trump’ın önerisi, yalnızca Birleşmiş Milletler Şartı’nı, uluslararası hukuku ve insancıl hukuk ilkelerini ihlal etmekle kalmayıp, Filistinli yerlilerin sürekli ikamet, yaşam ve kalkınma haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir. Dahası, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi BM üyesi ülkelerin egemenliğini açıkça çiğnemektedir. Bu durum, masumların çıkarlarını feda ederek bencil çıkarları tatmin eden bir haydut mantığını yansıtmaktadır.

Görünürde, bir yıldan fazla süren acımasız savaştan sonra Gazze Şeridi insan yaşamı için gerçekten de elverişsiz: Yaklaşık 50.000 Filistinli öldü, 100.000’den fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı, halkın %90’ı yerinden edildi, evlerin %92’si savaş nedeniyle zarar gördü, 36 hastanenin hiçbiri tam anlamıyla çalışamaz durumda, çoğu bölge harabeye dönüştü ve altyapının büyük bir kısmı yok edildi. BM’nin ilgili kurumlarına göre, savaş enkazı yaklaşık 50 milyon ton olup, tamamen temizlenmesi 25 yıl sürebilir. Gazze’nin yeniden inşası için 40 ila 50 milyar dolar, hatta 80 yıl gerekebilir.

Ancak, “yeryüzündeki cehennem” olan Gazze’nin nasıl yeniden inşa edileceği, ABD veya İsrail tarafından değil, Filistinliler tarafından BM çerçevesinde belirlenmeli ve uluslararası toplumun kolektif istişaresiyle kararlaştırılmalıdır. Gazze’nin yeniden inşası, “Gazze’yi boşaltma” veya Gazze’nin Filistinli olmayanlar tarafından kontrol edilmesi fikrine dayanmamalıdır. Bu süreç, komşu Arap ülkelerinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü feda etme pahasına olmamalı ve İsrail-Filistin çatışmasını “iki devletli çözümü” gömen bir alternatife dönüştürmemelidir.

Trump’ın sözde yeni önerileri, yalnızca Siyonizmin eski ürünlerinden ibarettir ve “Büyük İsrail” savunucularına destek sağlar. Uzun süredir Siyonistler, “İsrailliler toprağı olmayan bir halktır, Filistin ise halkı olmayan bir toprak” gibi saçma tezleri savunarak Filistinli yerli halkı ata topraklarından çıkarmaya çalışmaktadır.

Bu planlar, Filistin meselesini bir “mülteci sorunu” olarak görerek, Filistin halkını çevredeki Arap ülkelerine empoze etmeyi amaçlamaktadır. Bunun nihai amacı, İsrail halkının huzur içinde yaşamasını sağlamak ve Avrupa’nın Yahudilere yönelik tarihsel baskı ve soykırımlarından kaynaklanan suçluluğunu telafi etmektir. Ancak bu süreç, Filistinlilerin doğal haklarını ve refahlarını feda ederek İsrail’in çıkarlarını önceliklendirir.

Filistinli yerliler için bu durum, yalnızca bir nankörlükle karşılaşmak değil, aynı zamanda başkalarının tarihsel borçlarının bedelini ödemek anlamına gelir.

İsrail’in aşırı sağcı güçleri uzun süredir özellikle Batı Şeria’da Filistin topraklarını zorla ele geçirip, çeşitli bahanelerle yasa dışı yerleşim yerleri kurmaktadır. Bu süreçte yaklaşık 6.000 kilometrekarelik arazi, birbirinden kopuk “leopar desenli” bir duruma getirilmiş, bu da Filistinlilerin yaşam alanlarını ciddi şekilde kötüleştirmiştir. Bunun amacı, Filistinlilerin yaşam koşullarını sürekli kötüleştirerek, onları “kendi isteğiyle” topraklarını terk etmeye ve dünyanın dört bir yanına dağılmaya zorlamaktır. Nihai hedef, tüm Filistin topraklarında İsrail’in tam kontrolünü sağlamaktır.

2023 yılının Ekim ayı ortalarında, İsrail’in eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon, Al Jazeera’ya verdiği bir röportajda, Gazze halkının Mısır’ın Sina Çölü’ne yerleştirilebileceğini söyledi. “Orada sonsuz alan var,” diyerek, “İsrail ve uluslararası toplum, gıda ve temiz suya sahip 10 şehir hazırlayabilir,” ifadelerini kullandı. Associated Press’in haberine göre, İsrail istihbarat ajansları “savaş zamanı önerisi” adı altında buna ilişkin planlar hazırlamıştır. İsrail Başbakanlık Ofisi, bu iddiaları ne doğruladı ne de yalanladı, ancak bu planları “varsayıma dayalı bir kavramsal belge” olarak nitelendirdi.

2024 yılı Ağustos ayında, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Smotrich, Gazze’deki 2 milyondan fazla insanı aç bırakmanın “makul ve ahlaki” olabileceğini ilan etti. Kasım ayında ise, İsrail’in 2025 yılına kadar egemenliğini Batı Şeria’ya genişletmesini umduğunu ifade etti. Başka bir ortamda, Gazze’deki Filistin nüfusunun iki buçuk yıl içinde yarıdan fazlasının azaltılmasını ve bölgenin İsrail kontrolünde “başka bir dünya” haline gelmesini istediğini söyledi.

Uzun süredir İsrail işgali altında, ayrım duvarlarının arkasında ve mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler, evlerinin ellerinden alınmasının getirdiği uzun acıyı çekiyorlar. Şimdi ise, temel yaşam haklarının başkaları tarafından tasarlanıp yönlendirildiği tehlikeli bir gelecekle karşı karşıyalar. İyi niyetli insanlar, İsrail’in aşırı sağcı politikacılarının söylemlerini, Yahudileri yok etmeye yönelik Nazi sloganlarıyla kıyaslamak istemiyor. Ancak, bu ifadelerin Nazilerin Yahudilere yönelik “Nihai Çözüm” planına ne kadar da benzediği dikkat çekiyor!

Trump tarafından temsil edilen Amerikan Evanjelikleri, her zaman inatla Tanrı’nın “Tepedeki Şehir” olan Amerika’yı dünyayı kurtarmak için yarattığına inanmışlardır. Aksi takdirde, Amerika’nın kuruluşundan sonra çok sayıda misyonerin dünya çapında İncil’i yaymaya gitmesini anlamak zor olurdu. Amerikan Evanjelikleri ayrıca, İsrail’in Orta Doğu’da kurulmasını ve yeniden dirilmesini, Tanrı’nın “seçilmiş halkını” Kudüs’teki kutsal topraklara geri döndürmek için gerçekleştirdiği bir “mucize” olarak görmüşlerdir. İsrail’i savunmanın, yalnızca Amerika’nın dünyevi çıkarları açısından değil, aynı zamanda ruhsal yenilenmesi açısından da hayati önemde olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, Amerika’da 1000’den fazla kasabanın İncil’deki yer adlarıyla adlandırılmasını veya Amerika’nın İsrail tarafından “rehin alınmayı” göze alıp tüm dünyayla karşı karşıya gelmesini açıklamak zor olurdu.

Trump, ilk döneminde, olağanüstü bir şekilde İsrail yanlısı ve Yahudi dostu bir değerler dizisi sergiledi: İlk yurtdışı ziyaret onurunu İsrail’e verdi, iki partili hükümetlerin yıllardır süren tabusunu kırarak Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak tanıdı; Filistinlilere yönelik baskılar uyguladı ve ekonomik ile insani yardımları kesti; İsrail’in Suriye’deki Golan Tepeleri üzerindeki sözde “kalıcı egemenlik” iddialarını tanıdı; Filistin ulusal çıkarlarına zarar veren “Yüzyılın Anlaşması”nı ortaya koydu; bazı Arap ülkelerini “barış karşılığında toprak” ilkesini terk etmeye ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye zorladı ya da teşvik etti; ve İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayan İran’a yönelik “maksimum baskı” politikası uyguladı.

Şimdi, Trump’ın “zaferle dönüşüyle,” iki suikast girişiminden sağ kurtulmuş olmasının verdiği “seçilmiş kişi” havası ve ışıltısıyla, daha da tek taraflı İsrail yanlısı politikalar benimsemesi kaçınılmazdır. “Gazze’yi yeniden inşa etme” adı altında, Trump, İsrail’in Filistinlileri zorla yerinden etme politikasını açıkça destekliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından “savaş suçları” nedeniyle aranan Netanyahu ile yüksek profilli görüşmeler yaptı, savaşın askeri-endüstriyel tedarik zincirini simgeleyen altın kaplama çağrı cihazını kabul etti, İsrail askeri ve siyasi liderleri için tutuklama emri çıkaran ICC’ye yaptırımlar uyguladı ve İsrail’e 7 milyar dolardan fazla askeri yardım sağladı.

Bütün bunlar, Trump 2.0’ın Orta Doğu politikasının henüz tamamen açıklanmamış olmasına rağmen, temeli ve başlangıç noktası olarak, İsrail’e sınırsız, koşulsuz ve sonuçları dikkate almaksızın destek vermeye dayandığını gösteriyor. “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi kontrol etme” önerileri abartılı bir retorik veya Filistin’e ve Arap dünyasına baskı yapmaya yönelik bir söylem olabilir ve bunlar temelde gerçekçi değildir. Ancak Trump’ın, önceki ABD yönetimlerinin önerdiği “iki devletli çözümü” desteklemesini beklemek, tamamen hayalci bir düşüncedir.

Muhtemelen Trump 2.0 döneminde İsrail-Filistin çatışması geçici olarak durabilir ve kısmen azalabilir, ancak çatışmanın sistematik bir çözümü hala uzak bir umut olarak kalacaktır. Trump, Arap devletlerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeleri  için İbrahim Anlaşmaları listesini artırma konusunda tehdit ve teşviklerini yoğunlaştıracaktır. Ayrıca İsrail’in aşırı sağcı güçlerini daha da güçlendirecek, Arap dünyasındaki yatıştırma eğilimlerini ödüllendirecek ve hatta İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine büyük çaplı bir saldırı başlatmasını teşvik etme ihtimali bile vardır. Bu, Tahran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ni ve “Şii Hilali”ni tamamen felç etmeyi hedeflerken, Filistin sorununu daha da marjinalleştirecektir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine

Mohandas Karamchand Gandhi (1869-1948), namıdiğer Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi, Hinduizm adına uyguladığı kapsayıcılığı ritüel ile değil, eylem ile yapan belki de ilk “üst kast” Hindu’ydu. Gelecek kuşakların kasttan arınmış olması için kastlar arası evliliği güçlü bir şekilde savundu. Ve İngiliz sömürgecileri tarafından titizlik ile beslenen Hindu-Müslüman ayrımına köprü olma davası uğrunda şehit oldu.

Bhimrao Ramji Ambedkar (1891-1956), namıdiğer Babasaheb (Saygın Baba) Ambedkar, “kast dışı” Dalit (Dokunulmaz/Dışlanmış) olarak doğup ayrımcılığa maruz kalmış, eğitime karşı tabuları yıkarak yurtdışında doktora yapmış ve eşitlikçi bir dünya için mücadeleye liderlik etmek üzere Hindistan’a dönmüş, Hindistan Anayasası’nın taslağının hazırlanmasına öncülük ederek bağımsız Hindistan’ın ilk Hukuk Bakanı olmuş ve daha sonra binlerce takipçisi ile birlikte kast sistemine inanmayan bir inanca, Budizm’e geçmiştir.

1932’de Gandhi ve Ambedkar arasında Planlanmış Kastlar ve Planlanmış Kabileler (alt kastların resmi söylemi) için devlette rezervasyonlar sağlayan bir anlaşmanın ardından Gandhi’ye karşı “üst kast” komplosu başlayacaktı. Bu dönemde tapınaklar ve köy kuyuları Dalitlere açılmış ve Hindistan’da geçici olarak bir Rönesans umutları yeşermişti. Buna öfkelenen üst kastlı bir çete, Gandhi’ye bir dizi suikast girişimi başlattı ve altı başarısız girişimden sonra yedincisi 1948’de amacına ulaştı. “En üst kast” Brahmin (rahip kastı) bir aileden doğan Vinayak Damodar Savarkar “fikir babası” olarak adlandırıldı, ancak destekleyici kanıt eksikliğinden beraat etti. Savarkar 1966’da öldükten sonra kanıtlar Kapoor Komisyonu Raporu’nda ortaya çıkacaktı.

V.D. Savarkar (1883-1966), Hindistan’ı bir Hindu devleti olarak kökten yeniden yapılandırma projesi Hindutva’nın (1923) teorisyeniydi. 1923’te “Essentials Of Hindutva – Hindutva’nın Temelleri” (Bombay: Veer Savarkar Prakashan, 1. basım 1923) adlı eseri, 1928’de “Hindutva: Who Is a Hindu? – Hindutva: Hindu Kimdir?” adı ile yeniden yayınlandı. Bu eser, birçok bakımdan Hindu milliyetçi inancının temel metnidir. Savarkar, Hindu milliyetçiliğinin kendi inşası Hindutva’nın, Hinduların gerçek dini Hinduizm’den daha büyük olduğunu ilan etti.

Hindutva terimi, yani sözcüğün tam anlamı ile “Hinduluk” kavramı 20. yüzyılda icat edildi ve Savarkar tarafından aynı isimli kitabında popüler hale getirildi. 1923’te yayınlanan kitabın orjinal ismi Hinduizm’di ancak başlığı Hindutva sözcüğü yazılı bir kağıt etiket ile örtüldü. Kitap tarih dışı, mantıksız ve çelişkili iddialarda bulunuyor ve Savarkar’ın takipçileri için dahi kafa karıştırıcı olmuş olmalı ki 80 yıl sonra, Hindistan’ın şu anki iktidar partisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP, Hindistan Halk Partisi) Savarkar’ı yüceltmeye başladığı 2003 yılına kadar yalnızca yedi baskı yayınlandı. Savarkar, Hinduizm için en derin antik çağa sahip olduğunu iddia etti; Hindu teriminin Yunanlar, Persler ve Araplardan geldiğini kabul ederken antik Hint destanı Ramayana’yı gerçek tarih olarak ele aldı. Oysa gerçekte Hindu terimi Vedalar, Upanishadlar, Bhagvad Gita veya Smritiler ve Puranalar gibi kutsal metinlerde bulunamaz.

Savarkar, etnik, kültürel ve politik açıdan “Hindu olma niteliğini” tanımlamak için “Hindutva” terimini seçti. Bir Hindunun, Hindistan’ı anavatanı (matrbhumi), atalarının toprağı (pitrbhumi) ve kutsal toprağı (punya bhumi) olarak gören kişi olduğunu savundu. Savarkar’a göre Hindistan, Hinduların toprağıdır çünkü etnik kökenleri Hinttir ve Hindu inancı Hindistan’da ortaya çıkmıştır. Hindistan’da doğan Sihizm, Budizm ve Jainizm gibi diğer inançlar da Savarkar’ın terimleri ile aynı üç kriteri yerine getirdikleri için Hinduizmin varyantları olarak nitelendirildi; ancak Hindistan dışında doğan İslam ve Hristiyanlık değil.

“Peki Hinduizm’i Hindutva’dan nasıl ayırt edeceğiz?”

“Müslüman ve hatta Dalit Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddetin yanı sıra, hepsi Hindu olarak doğan rasyonalist Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddet nasıl açıklanabilir peki?”

Bunu üç nokta ile özetleyelim:

“İlk nokta; Hinduizm hem yerli hem de geçmişten gelen kültürel uygulamaların dinamik bir bileşimidir:”

Hinduizm’in taşa kazınmış veya tanrının eli ile yazılmış bir din olmaktan çok, yerli halkların, bazıları geçici olarak gelen ve diğerleri kalıcı olarak kalan sonsuz bir ziyaretçi akışı ile temas kurması sırasında zamanla evrimleşen kültürlerin bir bileşimi olmasıdır. Senkretizm o kadar karmaşık bir şekilde evrimleşmiştir ki yalnızca bir sömürgeci güç veya böl ve yönet ile ilgilenen bir yönetici elit, akışları deneyebilir ve ayırabilirdi.

“İkinci nokta; Sanatan, Aryan, Vedik, Hindutva ise Brahmanik bir üstünlük projesidir:”

Bu, böl ve yönet fenomenini, diğer ismi ile “kast sistemini” anlatıyor. Sanatan (sözcüğün tam anlamı ile “ebedi” anlamına gelir), Aryan, Vedik, Hindutva, hepsi antik çağ iddialarıdır. Brahminler kast hiyerarşisinin tepesindedir ve 1915’te kurulan siyasi parti Hindu Mahasabha’ya (Hindu Büyük Meclisi) 1930’larda başkanlık eden Savarkar veya Rashtriya Swayamsevak Sangh’a (RSS, Ulusal Gönüllü Organizasyonu) başkanlık eden Keshav Baliram Hedgewar ve Madhav Sadashivrao Golwalkar gibi insanların Brahmin olması kesinlikle tesadüf değildir. Ayrıca Hindu Mahasabha, RSS ve Müslüman Birliği’nin hepsinin 1942 yılında, tam da Hindistan’ın özgürlük mücadelesi zirveye ulaştığı sırada İngilizler ile işbirliği yaparak hükümetler kurduğu da tarihi bir gerçektir.

“Üçüncü nokta; Kast seçkinleri tarafından kontrol edilen bilgi, güçsüzleri hayali şeytanlara karşı bitmeyen bir savaşa dahil eder:”

Brahminler tarihsel olarak kendilerini ve üst kast müttefiklerini iktidarda tutmak için bilgiyi kontrol ederken çalışan çoğunluğun “kirli işleri” yapmasını sağladılar. Bağımsızlık mücadelesi ve laik demokrasinin idealleri bir dereceye kadar iktidar üzerindeki kontrollerini gevşetti, sonrasında ortak bir düşman yaratma hilesi ile kast üstünlüğünü yeniden iddia etme girişimi baş gösterdi. Hindutva düşmanlarını Müslümanlar, Hristiyanlar ve Komünistler olarak sıraladı. Hitler’in “ulusal” gururunu alkışladı ve azınlıklarla başa çıkma konusunda Nazi modelini öne sürdü. Hitler gibi Hindutva da “ırk üstünlüğüne” inandı ve dünya hakimiyeti hayal etti. Söz ile ifade etmeseler de 1948 yılında Gandhi suikastı, listeye yeni bir düşman daha ekledi: Hindutva projesine karşı çıkan Hindular.

Savarkar, zamanın ırk doktrinlerine uygun olarak, Hindutva’yı Hindu “ırkında” bulunan ve doğrudan Hinduizmin belirli ilkeleri ile özdeşleştirilemeyen tanımlanamaz bir nitelik olarak tasarladı. Ancak elbette Hindutva kavramı, Hinduizm inancı ile ilişkili olarak açıklanmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Bu yüzden Savarkar, Hinduizm’in Hindutva’nın yalnızca bir türevi, bir parçası olduğunu iddia etti. Ona göre, din bu yüzden onunla eşanlamlı olmaktan çok, politik fikrin bir alt kümesiydi. Yani Hindutva Hindu dininden daha fazlasıdır ve bir politik felsefe olarak kendini Hindu inancının taraftarları ile sınırlamaz.

Savarkar ayrıca bir Müslümanın veya bir Hristiyanın, Hindistan’da doğmuş olsa dahi, Hindutva’nın üç esasına bağlılık iddia edemeyeceğini savundu: “Ortak bir ulus” (rashtra), “ortak bir ırk” (jati) ve “ortak bir uygarlık” (sanskriti). Hindular, böyle tanımlandıklarında, antik çağlardan beri var olan Hint ulusunu oluşturuyorlardı. Savarkar’ın Hindutva vizyonu, Hindistan’ı, tüm Hint altkıtasına yayılmış ve bölünmemiş Hindistan’da (Akhand Bharat) kök salmış bir “Hindu Rashtra”nın (Hindu Ulusu) canlandırıcı ilkesi olarak görüyordu; bu, Chandragupta ve Ashoka yönetiminde altkıtanın çoğunu kendi toprak kontrolleri altında birleştirmeyi başaran Mauryalar (MÖ 320-MÖ 180) gibi antik hanedanların toprak özlemlerine karşılık geliyordu.

Savarkar için “Hinduluk”, doğru bir şekilde anlaşıldığında, “Hintlik” ile eş anlamlıydı. Savarkar’ın Hindutva fikri, Hindu “ırkının” tüm Varlığını kapsar. Dolayısıyla Hindu “ırkı” ulus fikrine ayrılmaz bir şekilde bağlıydı. Tanımı gereği, onun Hindutva fikri ataları başka yerlerden gelenleri veya toprakları Hindistan dışında olanları dışladı; böylece Hindistan’ın en önemli iki azınlığı Müslümanları ve Hristiyanları referans çerçevesinden çıkardı. Savarkar’ın Hindu Rashtra’sındaki yerlerinin ne olacağı açıkça belirtilmemişti, ancak umut edebilecekleri en iyi şey, Hindistan’da yalnızca müsamaha ile yaşayabilecekleri bir tür ikinci sınıf vatandaşlıktı.

Savarkar, 1939’da kendisine Savitri Devi adını veren Nazi sempatizanı ve Avrupa doğumlu Hindu vaizinin bir kitabına önsöz yazdı. Yunan, Fransız ve İngiliz karışımı bir ebeveynden Maximiani Portas olarak doğan Savitri Devi (1905-1982), diğer kendine özgü inançlarının yanı sıra Adolf Hitler’i Hindu tanrısı Vishnu’nun bir avatarı olarak gören dikkate değer bir figürdü. Kehanetvari bir şekilde “A Warning to the Hindus” (Hindulara Bir Uyarı) başlıklı kitabında Savitri Devi, “Hinduizm Hindistan’ın ulusal dinidir ve Hindu Hindistan’dan başka gerçek bir Hindistan yoktur” iddiasında bulundu. Savarkar, yazara katılarak, “hayatın her alanında, uzun süredir Hindular, onları Moksha (Hindu inancında doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsü Samsara’dan kurtuluş, özgürlük; ruhun Karma döngüsünden, Reenkarnasyon’dan kurtularak ruhsal arayışın nihai hedefi olan bireysel ruh ve İlahi Ruh Brahman bütünleşmesi) dışında hayattaki herhangi bir amaç için hareket etmekten alıkoyan, eylemsizlik üreten düşünceler ile beslendiler” iddiasında bulundu. Ve bu, O’na göre, Hindu Rashtra’nın yüzyıllardır sürekli köleleştirilmesinin nedenlerinden biridir. Advaita felsefesinin (Hindu inancında içsel Benlik, bireysel ruh -Atman- ile mutlak gerçeklik, İlahi Ruh -Brahman- özdeşliği) anlaşılması güç metafiziği Savarkar için değildi; onun ve Savitri Devi’nin ilgilendiği şey, politik güçtü. Savitri Devi için, “örgütlü askeri güç ile yasanın gücü” olarak tanımlanan siyasi güç, dünyadaki her şeydi …

(1. Bölüm sonu)

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 1

Yayınlanma

Yazar

Abhazya’nın nüfusu 250 bin. Ekonomisi yok. Muazzam bir turizm coğrafyası, ancak turizm gelirleri neredeyse sadece, sahilde evi olanların yazın Rusya’dan gelen turistlere kiralamasıyla sınırlı. Dış ticaret Rusya’ya mandalina satışından ibaret. Gene de 1993’te Gürcü savaşından bu yana bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmayı başaran, Kafkasya ölçülerine göre bile fazlasıyla dirençli bir halkı var. Bütçesi 2023’te 12,5 milyar ruble; bunun 5,1 milyar rublesi Rusya tarafından karşılandı. Duma BDT komitesi başkan yardımcısı Konstantin Zatulin kasım ayındaki olayların durulmasının ardından şöyle demişti: “Orada Rusya’nın kendilerini beslemek ve savunmakla yükümlü olduğunu düşünüyorlar. Bunda hem iktidar hem muhalefet hemfikir. … Her isteyen Abhaz Rusya vatandaşı pasaportuna, Rusya vatandaşlarının bütün haklarına sahip. Oysa Abhazya’da Ruslar yabancı sayılıyor ve hiçbir hakları yok.”

Çalkantılı iktidar değişiklikleri zincirinde yeni halka

15 Şubat’ta Abhazya’da devlet başkanlığı seçimleri yapılacak. Seçimlerde 5 aday var: bir Badra Gunma, Adgur Ardzinba, Robert Arşba, Oleg Bartsits, Adgur Hurhumal. Seçimler, birinci turda hiçbir adayın yüzde 50 oy alamaması durumunda en çok oy alan iki aday arasında ikinci tura kalacak. VTsİOM’un son araştırmasına göre seçimlere katılımın yüzde 65 olması bekleniyor; Gunba yüzde 42,3, Ardzinba ise 27,3 alacak. Diğer adaylar yüzde 11,2, 9,6 ve 4,4 olarak sıralanmış. (VTsİOM’un bir önceki araştırmasında Gunma yüzde 32, Ardzinba 15 görünüyordu ve bu anket, sonuçları ve yapılış tarzıyla Abhazya’da özellikle Ardzinba’nın ekibi tarafından Rusya’nın seçimlere müdahalesi olarak değerlendirildi.) İNSOMAR’ın anketi de benzer sonuçlar ortaya koydu.

Dolayısıyla, seçimler büyük ihtimal ikinci tura kalacak; bu durumda yarış Gunma ve Ardzinba arasında geçecek.

Bir erken seçim bu. Onu tetikleyen de kasım ayındaki protestolar oldu. Göstericiler, önceki başkan Aslan Bjaniya yönetiminin Kremlin ile imzaladığı ve onay için parlamentoya gönderdiği yatırım anlaşmasının iptalini istiyorlardı. Öyle de oldu: anlaşma 3 Aralık’ta parlamentoda iptal edildi. Başlıca iddia, bu anlaşmanın Abhazya’nın küçük girişimcisiyle Rusya’nın büyük sermaye gruplarını aynı kefeye koyduğu şeklindeydi. Bu doğru. Rusya başbakan yardımcısı Novak’ın geçtiğimiz hafta anlaşmanın değiştirileceğini açıklaması Rusya’nın bu konuda uzlaşmacı olduğunu gösteriyor. Ancak mesele tamamen bundan ibaret de değil. Aşiret sistemine dayanan bir devlet idaresinde feodalizmi hatırlatan mikro-ekonomiler ve haraç daha işlevseldir; başkası geldiğinde kurallar konacak, denetim artacak, gölge güç odakları işlevsiz kalacak; oysa bugün sahilde 100-150 bin rubleye yazlık kiralanıyor ve bunun karşılığında herkes nasipleniyorsa fazla kurcalamaya ne gerek var?

İktidar yanlıları gösterilerin USAID tarafından fonlandığını ileri sürdüler; kimilerine göre ülkedeki aşiret sistemi olayların derinleşmesine yol açmıştı. Bunu söyleyenler de iktidarla ilişkileri bakımından iki gruba ayrılabilir: bir grup, Bjaniya yönetiminin bütün kilit devlet görevlerine kendi aşiretinin adamlarını geçirdiğini iddia ediyordu, bunlara göre olaylar bu aşiret kayırmacılığının sonucuydu. Diğer bir grup ise özellikle Kan Kvarçiya’nın kendi aşiretini olayları yaygınlaştırmak için kullandığı görüşündeydi; Kvarçiya Rusya yanlıları tarafından özellikle şiddete kayan olaylarla (Sohum’daki hükümet binalarının ele geçirilmesi, Gumista ırmağının üzerindeki ünlü köprünün bloke edilmesi, vb.) ilişkilendirildi. Buna ayrıca, taraflar açıkça ifade etmiyor olsalar bile, ayrılığın biraz da Türkiye’yle ilişkiler üzerinde döndüğünü eklemek gerek.

USAID fonlarıyla ilgili somut bir belge yok; ancak Abhazya’nın sadece Rusya tarafından tanınan bir Karadeniz ülkesi olması, USAID’in kuruluş ve işleyiş mantığı açısından iştah açıcı bir provokasyon alanı olarak görülmüş olabilir; yani bu iddiayı yabana atmamak gerek. Aşiret sisteminin ve Kvarçiya’nın önemine ise az sonra geleceğim.

19 Kasım’da Bjaniya istifasını verdi. Böylece başkan yardımcısı Badra Gunma geçici olarak başkanlık görevini üstlendi, ta ki ocak başında erken başkanlık seçimleri ilan edilip de Gunma da adaylığını koyuncaya kadar. Bunun üzerine, 20 Kasım’da geçici olarak başbakanlığa getirilen Valeriy Branba 10 Ocak’ta bir de geçici devlet başkanlığına atandı. Bu, Branba’nın kariyerindeki ikinci geçici devlet başkanlığı — 2020’de bir önceki büyük krizde de 4 ay geçici devlet başkanlığı yapmıştı.

Abhazya çalkantılı iktidar değişikliklerine alışkın; ancak epey zamandır ilk defa bu değişiklik sadece içeride aşiretler kavgasından değil Rusya ile ilişkilerden de kaynaklanmıştı ve bu durum Rusya’da dikkatlerin Sohum’a çevrilmesine neden oldu. Kimi ölçüsünü şaşırmış tepkiler Sohum’da en olağan şeylerin bile Rusya’ya yorulmasına yol açtı. Mesela aralık başında mandalina yüklü bir kamyon (yüzlerce kamyondan biri) Abhazya çıkışındaki kontrollerde Kaliforniya zararlısı tespit edilerek Rusya’ya sokulmadı; bu olay birkaç gün boyunca Rusya’nın Abhazya’dan mandalina almayı kestiği şeklinde yorumlandı. Aralık ortasında Abhazya hükümeti, muhalefetin başvurusu üzerine, bütçe harcamalarının ortak yapılmasına yönelik Rusya hükümetine yaptıkları başvuruya henüz cevap alamadıklarını açıkladı ve muhalefet bundan da Rusya’nın Abhazya’yı “cezalandırmak” istediği sonucunu çıkardı; oysa uygulama aslında Rusya tarafından olaylardan ve yatırım anlaşması tartışmalarından çok önce, eylül ayında durdurulmuştu. 11 Aralık’ta ilkin bütün ülkede elektriğin kesilmesi, ardından durumu kontrol altına almak için aralıklarla elektrik verilmeye başlanması da Rusya’nın elektrik vermemesine yoruldu. Ancak hükümet 22 Aralık’ta Rusya hükümetinden insani amaçlı elektrik yardımı istedi ve ertesi gün elektrik verilmeye başlandı. “Muhalefet” bunu da Abhazya’nın Rusya açısından vazgeçilmezliğine yordu ve zafer olarak sundu.

Ülkenin enerji sistemi çökmüş durumda. Oysa Kafkasların en büyük hidroelektrik santrali Gürcistan sınırında İnguri ırmağının üzerinde ve bu barajda kapasite olarak yıllık 4430 milyon kilovatsaat elektrik üretiliyor. 1993 mutabakatına göre bunun yüzde 40 Abhazya ve 60 Gürcistan olarak paylaştırılması gerekiyordu, ancak 2016’da Abhazya yüzde 60’ına yakınını çekmeye başlamıştı bile. 2021’in ilk 10 ayında 250 bin nüfuslu Abhazya’nın elektrik tüketimi 3 milyar kilovatsaatti; aynı dönemde 1 milyon 300 bin nüfuslu Tiflis’in elektrik tüketimi bundan 100 milyon kilovatsaat daha azdı. Tüketimin esas nedeni kripto “madenciliği” çiftlikleriydi ve dahası, bu sırada madencilik sözümona yasaklanmıştı. 2022’de barajda üretilen elektriğin yüzde 80’ini Abhazya çekiyordu ve barajda pek çok teknolojik sorun ortaya çıkmıştı.

Adayların seçim vaatleri

Seçim vaatlerinin kalem kalem önemli şeyler olduğunu düşünmüyorum; ancak gene de bu kalemlere bakmak gerek ki adayın pozisyonu daha iyi kavranabilsin. Ardzinba’nın vaatleri üç gruba ayrılmış: devlet idaresi, sosyal siyaset, iktisat siyaseti. İlk grupta kayda değer bir şey yok; ikinci grupta emekli ve Büyük Anavatan Savaşı gazilerine yıllık asgari (sırasıyla yüzde 10 ve 25) zam, başarılı öğrencilere para ödülü, çok çocuklu ailelere bir defalık ödeme gibi vaatler var; benim en çok dikkatimi çeken, genç ailelere ipotek kredisi sözü. Bu, ailelere destek vaadi gibi sunulmuş, oysa belli ki tek amaç, dar gelirli aileler üzerinden bankalara kaynak oluşturmak. Ekonomik vaatler arasında şeffaf bütçe, gereksiz bütçe harcamalarının azaltılması, doğal kaynaklardan elde edilen gelirin yönetilmesi için varlık fonu kurulması, adil vergilendirme gibi genel vaatlerden başka küçük ölçekli işletmelerin teşvikine yönelik maddeler de var; ancak benim en çok dikkatimi çeken, seçim konuşmalarında üç-dört yıl daha sabır isterken seçim vaatlerinde elektrik fiyatlarının yıl sonuna kadar düşürüleceğini ve üç yıllığına sabitleneceğini söylemesi. Bu vaat, ünlü filmin unutulmaz repliğini hatırlatıyor: “Baba, akü komple yok!” Olmayan elektriğin fiyatına dair vaatte bulunmak inanılmaz.

Ardzinba ısrarla enerji krizini Rusya’ya ödemelerin yapılamamış olmasına, bunu da bütçenin boşalmasına bağlıyor. Ancak zaten bütçenin yüzde 40’ını Rusya karşılıyor; 7,5-8 milyon kilovatsaat elektrik ihtiyacının 6 milyonu da Rusya’dan gönderiliyor. Bununla birlikte madencilik meselesini anmaktan kaçınıyor.

Bunba’nın vaatlerinde de sosyal meseleler, küçük ölçekli işletmelerin geliştirilmesi, israfa son verilmesi vb. geniş yer tutuyor; ama iki kilit nokta var: kripto işinin tamamen önlenmesi ve ülke yönetiminde aşiret sistemine son verilmesi. Her ikisinde de bıçakla keser gibi başarı sağlayacağını sanmıyorum. İlki aşiretler arası mücadeleyle ilgili ve sert polisiye tedbirler gerektiriyor artır; ikincisi ise kendisinin de parçası olduğu bu sistemin ürünü. Gene de, Ardzinba ile karşılaştırıldığında çok daha aklıselim bir noktada duruyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English