Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail ile ‘milliyetçi-muhafazakâr enternasyonal’ arasındaki ilişki

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, İsrail’in iktidardaki Likud partisinin hem ideolojik, hem de hukuk teorisi düzeyinde Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan “Milli Muhafazakârlık” akımı ile benzerliklerini vurgulaması açısından özel bir önemi hak ediyor. Macar lider Viktor Orban’ın popülerleştirdiği “illiberal demokrasi” kavramı, İsrail’deki “sağcı” siyonist akımları tanımlamak için de kullanılıyor. Bu akımlar, batı düşüncesindeki evrenselci akımlara, örneğin Rousseau’ya karşı, partikülarist fikirleri, örneğin Edmund Burke gibi Fransız Devrimi’ne düşman isimleri öne çıkarıyor. Makalede görüşlerine yer verilen Edmund Burke Vakfı Başkanı Yoram Hazony’nin İsrail’in “kendine özgü oluşuna” yaptığı vurgu bu nedenle tesadüf değildir. Avrupa’daki milliyetçi-muhafazakâr partilerin Likud ve siyonizm ile kurduğu yakın ilişkinin bir örneği, yakın zamanda Madrid’deki VOX etkinliğinde de görülmüştü. Evrenselcilik-partikülarizm tartışması, tekrar Trump’lı bir dünyaya doğru giderken, daha da önem kazanacak gibi görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.


İsrail’in illiberal demokrasisi sağ için bir modele nasıl dönüştü?

Suzanne Schneider
Dissent
Bahar 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Gazze’de Filistinlilerin kitlesel kıyıma uğradığı ve açlığa terk edildiği bir ortamda, İsrail’i sadece bir yıl önce saran siyasi dramı göz ardı etmek zor olmasa gerek. Hatırlanacağı üzere, Aralık 2022’de iktidarı devralan Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümet, hükümet karşıtı protesto dalgasına yol açan bir dizi adli ve idari reform önermişti. Endişeli gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve önde gelen Amerikan Yahudi örgütleri demokrasinin gerilemesine ilişkin kaygı verici uyarılarda bulunmuştu. Görünüşe göre İsrail, illiberal Macaristan olmaya doğru ilerliyordu.

Bu çerçeveleme hiçbir zaman tam olarak ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için sokakları adımlarken, çoğu işgali ele almayı, hatta bu gerçeği kabul etme fikrini dahi reddetti. Yahudi ve Filistinli İsrailliler için eşit olmayan bir vatandaşlık sistemini sürdüren ve kontrol ettiği topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle haklarından mahrum bırakan bir ülke, açıkça demokrasinin geleneksel tanımına uymuyor. Ancak küresel sağın yandaşları arasında revaçta olan alternatif bir demokrasi fikri var: Bu, ayrımcılık yapma ve ulusun ihtiyaçlarını genel olarak bireylerin, özel olarak da azınlıkların ihtiyaçlarından üstün tutma hakkı üzerine inşa etmiş bir demokrasi. İsrail’de uzun süredir egemen olan ve Yahudi devletinin destekçilerinin şimdi dünyanın dört bir yanındaki illiberal liderler için bir şablon olarak sunduğu, demokrasinin işte bu versiyonudur.

İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların dolaşımını teşvik eden yeni kurumsal iletişim ağlarının marifetiyle Siyonist sağ, ulusal tikelcilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuna yasal ayrımcılık hakkını ekleyerek ideolojik bir çap ve küresel tanınırlık elde etmeye başladı. İlliberal demokrasinin şampiyonları hem liberalizme hem de faşizme karşı saygıdeğer bir alternatifi temsil ettiklerini iddia ediyorlar; oysa siyasi vizyonları –daha iyi bir ifadeyle– “etno-otoriter” olarak tanımlanabilir. Nitekim İsraillilerin geçtiğimiz yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sırasında deneyimlemeye başladıkları gibi, düşmanların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen devletler eninde sonunda kendi halklarını yutmaya meyillidir.

Hamas’ın 7 Ekim’deki dehşet verici saldırılarının ardından İsrail’in dünyayı kasıp kavuran misilleme harekâtı, ona duyulan yaygın uluslararası sempatiyi rekor bir sürede kınamaya dönüştürmeyi başardı. Bu satırların yazıldığı sırada çoğu kadın ve çocuk 32,000’den fazla Filistinli öldürüldü, yüz binlercesi de açlığın eşiğine geldi, ancak İsrail’in kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırabildi ne de Gazze’de tutulan rehinelerin tamamını serbest bıraktırabildi. Gelinen noktada ABD Senatosu Çoğunluk lideri Chuck Schumer gibi sadık İsrail destekçileri bile artık açıktan tereddüt etmeye başlayarak Senato kürsüsünden Benjamin Netanyahu’yu devirmek için seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar.

Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun süredir geliştirdiği sıcak ilişkilerin kritik bir noktada durduğunu söylemek gerek. Bunlar, Macaristan’ın Viktor Orbán’ı gibi devlet başkanlarını da içeren- resmi devletlerarası ilişkiler değil sadece, İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa, hatta Hindistan ve Filipinler gibi “Küresel Güney” ülkelerindeki siyasal muadilleri arasında kurulan yakınlıklar da demek aynı zamanda. Örneğin, Schumer’ın azarlamasına yanıt olarak Netanyahu, eski Meclis Başkanı John Boehner’in isteği üzerine 2015’te Kongre’ye yaptığı konuşmanın bir yansıması olarak, doğrudan Senato Cumhuriyetçilerine hitap etti.

Muhtemel ki Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyoncu Jerry Falwell arasında 1980’lerde kurulan karşılıklı avantajlı ilişkiyle başlayan Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da İsrail sağı, Yahudi devletinin kendine özgü illiberal markasını küresel bir model olarak ancak son yıllarda takdim ediyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini, bireysel hak ve özgürlükleri merkezine alan liberal anayasal modele bir alternatif olarak yücelterek ona yeni bir yorum getirdiler. The Virtue of Nationalism [Milliyetçiliğin Fazileti] kitabı yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde yazdığı gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, şu anda Batı’da moda haline gelen radikal Batı siyasi düşüncesinin belirli bir kolu tarafından izin verilen tek ‘siyaseten doğru’ anayasadır.” Bu tehlikeli gelenek, diye devam ediyor Hazony, “İsrail’de derin izler bıraktı. Ve beraberinde, İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘vatandaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillendirilene kadar meşru olmayacağı şüphesini doğurdu.” Hazony için, İsrail’in demokratik noksanı bir kusur değil, onun kendine has bir özelliği, ya da başka bir ifadeyle liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model demek.

İsrail’in dünyada yazılı bir anayasası olmayan dört ülkeden biri olması dikkat çekicidir. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtilmişti, ancak ne Birinci Knesset ne de ondan sonra gelenler düzinelerce girişime rağmen bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçelerle bir anayasa kabul edilmesine sürekli bir biçimde karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı bir konuşmada “İsrail devletinin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevleri olduğunu biliyordum” diyordu: “Dolayısıyla, anayasa ve yasalar konusunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna da vardım.”

Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, devletin prosedürel unsurlarını (“ulusun temsilcilerinin nasıl seçildiği, yetkilerinin neler olduğu, hükümetin nasıl seçildiği, hükümetin nasıl toplandığı” gibi) detaylandırmakla sınırlı bir anayasaydı. Diğer bir deyişle, sıradan çoğunluk yönetimi yoluyla kaldırılamayacak temel haklar ve yasal korumalar öngören liberal-demokratik anayasal modele katı bir biçimde karşı çıkıyordu. Benzer şekilde, yüksek yargı makamının yargısal bir denetim yapabilmesi fikrini de reddetti ve “Anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için hiçbir mantıklı neden yoktur” diye yazdı. Son olarak, yasal eşitlik konusuna üstü kapalı değinse de bunu reddedecekti: “Fransız anayasası eşitlik ve kardeşlikten bahsediyor, ancak herhangi bir yaptırım yok. Eğer bir insan gerçekte diğeriyle eşit değilse, bu yöndeki bir ifadenin hiçbir anlamı yoktur. Bu olsa olsa güzel bir slogandır.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin gerçek eşitlikle aynı şey olmadığını biliyor ve anlıyor, ancak retorik kaydırmayı tercih ediyordu: Eğer liberal demokrasiler ikincisini garanti edemiyorsa, neden birincisiyle uğraşsınlardı ki?

Ben-Gurion, Kasım 1947’den 1949 baharına kadar çeşitli şekillerde devam eden ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil aynı zamanda yaklaşık 750,000 Filistinlinin sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına ya da ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150,000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Ancak bu faktörlerin onun liberal anayasal modelleri reddetmesine nasıl yol açtığını görmek çok da zor olmasa gerek.

1948 sonbaharında, daha önce Özgür İrlanda Devleti tarafından kabul edilen anayasa üzerine bir çalışma yayımlamış olan Leo Kohn adlı Almanya doğumlu bir Siyonist, böylesi bir seçenek üzerinde son rötuşları yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; siyasi makamlarda ve istihdamda eşit yurttaşlık ilkelerine uygunluk ve buna bağlı siyasi haklar tesis edecek ve “kamusal amaçlar dışında” arazi veya mülkün kamulaştırılmasını yasaklayacaktı. Kısacası bu, Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı.

Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturan Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. Evini terk edip de 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında düşman topraklarına (çoğunlukla Filistin Mandası’nı kapsayan bölge) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelik, evleri ve mülkleri büyük ölçüde kamulaştırdı – tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkan, (57.000 aile konutu içeren) 25.000 bina ve ülkedeki tüm verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı”. Bu, orta ve kuzey Celile’yi ele geçirmek için yapılan ve Filistin köylerinde yaklaşık bir düzine katliamla desteklenen bir başka sürgün turunu içeren askeri bir harekât olan Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gelmişti. Bir biçimde yerinde kalmayı başaran Arap sakinler ise 1966’ya kadar sürecek olan örfi idareye tabi tutulacaktı.

Filistin topraklarını istimlak ederek kurulan bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Arap azınlığı düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetim sistemine tabi tutan bir devlet, kanun önünde eşit korumayı nasıl sağlayabilirdi? Tüm bunlar, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan bir yerleşimci devlet içinde asla halledilemezdi. Ben-Gurion bu noktayı son derece açık biçimde dile getirmişti: “Bir halk demokrasisinde ya da başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan rafine kişilerin iyi yönetimi altında olmaktansa, kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”

Kuruluşunu takip eden birkaç on yıl boyunca İsrail’in demokrasi noksanlığı bir biçimde geçiştirilebildi. Hikâyeye göre Yahudi devleti şiddetin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu ve diğer demokrasilerin pek de sık karşılaşmadığı kimi sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, yargısız gözaltılar ve ev yıkımları gibi insan hakları ihlalleri “kalıcı bir olağanüstü hal”in gereğiydi. Ancak İsrail’in Mısır ve Ürdün ile barış anlaşmaları imzalaması, Suriye ile müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu mazeret git gide zayıflamaya başladı. Dahası, Menachem Begin hükümetinin 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp yasal ve sosyal eşitliği benimsemenin zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları besledi. FKÖ ile Oslo Anlaşmaları sonrası nihayetlenen bir dizi müzakerenin ardından, İsrail’in sonunda olağanüstü halden kurtulup Kohn’un on yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye geçebileceğine dair umutlar hiç de azımsanacak gibi değildi.

Ne var ki bu özlem gerici bir hareketlenmeyi doğurdu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde İsrail toplumu iki geniş siyasi kampa bölünmüştü: Statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” -bireysel hakları güçlendirmek için yargıyı kullanan bir çift 1992 Temel Yasası- destekleyenler ve gittikçe yükselen Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçiliği, yerleşimciliği ve kalıcı eşitsizliği benimseyenler.

Liberal-demokrat kamp kendini 1978’den 2006’ya kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapan ve 1995’ten itibaren başyargıç olan Aharon Barak’ın içtihatlarıyla yakından özdeşleştirdi. Barak, İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm, ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk ile bozulabiliyordu– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğu fikrindeydi.

Örneğin, Ka’adan ile İsrail Arazi İdaresi arasındaki 2000 tarihli ünlü davada mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğu yönünde karar vermişti. Eşitlik ilkesine başvuran Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararına atıfta bulunarak “‘ayrı ama eşit politikasının’ ‘doğası gereği eşitsiz’ olduğunu” ileri sürmüştü. Pratikte Mahkeme, devletin gücünü kısıtlamada oldukça zayıf kalmıştır, ancak Ka’adan gibi yüksek profilli davalar, mahkemeyi Yahudi halkının düşmanı olarak gören İsrail sağı tasvirini beslemiştir.

Hazony 2015 yılında anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak ‘geleneksel İsrail’ kavramını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya yerinden etmek” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliği ile demokrasi arasında bir çelişki olduğunu savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında ilerleme kaydetmeye başladı -eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi bazıları İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu apaçık savunmaya istekliydi.”

Bu pencereden bakıldığında, 1992 Temel Yasaları Siyonist siyasi gelenekte bir kırılma anlamına geliyor: “İsrail hukukunun temel amacının eşitlik (güvenlik, özgürlük, Yahudi halkının refahı ve diğer değerlerin değil) olduğunu açıkça belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde, kararın İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Yasası’na ve “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağı belirtiliyor.

İkinci İntifada sırasında mahkemelerin İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemenin gücünü azaltmak için çeşitli girişimler başlatmasıyla daha da hız kazandı. Bu çabanın anahtar noktasını, pek çoğu devletin laik Aşkenaz elitinden gelen mahkeme atamalarının niteliğini dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Shaked 2019’da eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde nasıl bir “muhafazakâr devrime” yol açtığıyla övünmekteydi (bugün, yorumcular Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların tam sayısını tartışsa da bu sayının toplam on beş yargıçtan beş ile yedi arasında olduğu konusunda bir uzlaşı var). Macaristan’dan ithal edilen bir şey olmaktan çok uzak olan 2023 yargı “reformu” paketi, İsrail’in ölü doğmuş liberal demokrasisi karşısında on yıllardır süren bu mücadelenin zirve noktasıydı.

Orbán ve Netanyahu arasındaki karşılıklı hayranlık ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve İsrail’de maliye bakanlığı görevini yürüten Netanyahu, sol ve liberal eleştirmenlere karşı duydukları ortak antipati nedeniyle birbirlerine daha sıkı bağlandılar. Orbán’ın meydan okuyan Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak olarak değil, aynı zamanda bir model olarak gördüğü de biliniyor. Andras Dezso’nun ifadeleriyle, “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud zaten kardeş partiler olarak görülüyordu.”

Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36 tarafından yayımlanan raporunda ortaya koyduğu gibi, bu ortaklık hem ideolojik hem de stratejik olmasının yanı sıra her iki tarafa da önemli avantajlar sağlamıştır. Macaristan Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde değiştirmiş ve AB’nin ateşkes kararlarını ve yaptırımlarını (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda) defalarca veto ederek İsrail’in en sadık Avrupalı müttefiki haline gelmişti. Yine Orbán İsrail’in Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşan ve hepsi de zamanla güvenilir müttefikler haline gelen daha geniş Vişegrad Grubu ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olmuştu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesinde -Macar liderin 2019’da Donald Trump ile yapacağı görüşmenin ayarlanmasında büyük rolü vardı- ve antisemitizm suçlamalarını savuşturmasında büyük destekçisiydi. Likud ayrıca ideolojik olarak kendisine epey yakın olan Chabad-Lubavitch hareketinin Macaristan’da kendine bir yer edinmesine ve Orbán hükümetine tüm gücüyle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuruna dönüşmesinde etkili olacaktı.

Ama belki de tüm bunların içinde en kayda değer olanı, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol-liberal eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemiş olmasıydı. Yahudi-Amerikalı muhafazakâr siyasi stratejistler Arthur Finkelstein ve George Birnbaum Macaristan’ın Soros karşıtı yürüttüğü kampanyaların baş mimarlarıydı. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına yardımcı olmadan önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak adını duyurmuştu. Sonrasında ise Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. 2008 yılında Orbán yeniden seçime girmeye karar verdiğinde, Netanyahu onu Soros’u “düşman kuklacı” olarak gösteren komplocu fikri geliştiren Finkelstein ile tanıştırdı. İsrail’in Macaristan büyükelçisi 2017’de bu kampanyayı eleştirdiğinde—bu hareket Likud’u epey şaşırtmış gibiydi—açıklamasını geri çekmek zorunda kalacaktı.

Likud 2015 yılında iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlanması için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in yükselişi sonrası yaşanan mülteci krizinin ortasında, “İslamofobi”, Macaristan-İsrail bağını güçlendiren önemli bir etmen oldu. Wertzberger’e göre bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, yani Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma doğurdu. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi ve iki ülke aniden kendilerini aynı sayfada bulunca, Macaristan için İsrail’in pozisyonlarını desteklemek öncesinden çok daha kolay hale geldi.

Hatta Macaristan’ın göçmenleri dışarıda tutmak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye istediği bile bildirildi.

Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın merkezinde, devletin temeli olarak etnik homojenliğe duyulan saplantı yatıyor. Sağcı bir İsrailli yorumcu ve Orbán’ın gözde üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi Gadi Taub’un geçen yıl attığı bir tweet’e belirttiği gibi, “Bugün Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “Göç Batı Avrupa’nın durumunu geri dönülmez hale getirdi. Nüfusları -Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünü- karıştırmak işe yaramayacaktır.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda bariz sonuçlar doğurmakla birlikte, kan bağından başka şeylerle birbirine bağlı çok etnili devletler olasılığına da ciddi şekilde darbe vurmaktadır. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre, bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır -sivil kimlik, ırksallaştırılmış ulusal birime ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizm’i, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’ın Hindutva ideologlarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için çekici kılan işte bu argümandır.

Tüm bunların yanında İsrail’in yerel hikayesini küresel sağ ile ilişkilendirmede kilit rol oynayan yeni kurumlar da ortaya çıkmış oldu. Bunlar arasında 2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federalist Toplum ile iş birliği içinde kurulan İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu, Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu türden kurumlar, yeniden yapılandırılan Heritage Foundation ve Fidesz tarafından finanse edilen Danube Institute ve MCC gibi yurt dışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak konferanslar, yayınlar ve lobi faaliyetlerinde iş birliği yaparken, çalışanlar ve üyeleri ise küresel bir sandalye kapmaca oyunu oynuyor.

Bu fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl dolaştığını anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi profesörü ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı yürüttüğü kampanyada, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkmış ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunmuştu. Son zamanlarda hem MCC’de hem de Budapeşte’deki 2022 CPAC konferansında bu bağlamda konuşmalar yaptı. 2023 yılında, Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi şiddet türlerine karşı mücadele etmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi politikası olan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae (“mahkeme dostu”) görüşü sundu; ayrıca Netanyahu hükümetinin onaylamayacağını açıkladığı bu sözleşmeye karşı İsrail’de birtakım yasal argümanlar geliştirdi. Sadece iki kıtada oynamakla da yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketini (BDS veya BDS Hareketi) suç sayan eyalet ve federal yasaların hazırlanmasına da yardımcı oldu.

Bu küresel kurumlar, siyasetçiler ve aydınlar ağı, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironiye işaret ediyor: Onlar yeni enternasyonalistler ve sınırlar ötesi siyasi koordinasyon açısından solu çok geride bırakıyorlar.

Orbán 2019 yılında Hazony’i Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisi tarafından duyurulan görüşme detaylarına göre, “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar”, “milliyetçiliğin, ulusların kendi kaderlerini bağımsız olarak belirlemeleri, geleneklerini korumaları ve ulusal çıkarlarını herhangi bir dış müdahale olmaksızın hayata geçirme arzusuna dayanan en iyi yönetim biçiminin temel ilkesini oluşturduğunu göstermiş oldu.

Hazony’nin çalışması en iyi haliyle, muhtemelen sağcı politikacılar ve hükümetler tarafından zaten oluşturulmuş olan uygulamalara saygın bir teorik soyağacı oluşturmaya dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Açıkça İsrail bağlamından alınmış olan bu muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel aklına” meydan okumakta ve “evrensel haklar hakkında yanıltıcı teoriler üreten” uluslararası örgütlerin kararlarını reddetmektedir. İsrail uzun süredir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony ise bu meydan okumaya, bu tür kurumları ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştirerek bunlara ideolojik bir içerik kazandırıyor. Yani sorun artık sadece evrensel insan haklarının umutsuzca soyut (Edmund Burke’ün baktığı yerden) ya da pratikte iktidarsız (Hannah Arendt’e göre) olması değil, çok daha kötücül bir şeye dönüşmüş olmasıdır: Halklara düşmanlık.

İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanları” kategorisinin ne denli geniş olduğunu gösterdi: Öyle ki bu kategori artık birçok kişi için yenidoğan bebekler, yabancı yardım kuruluşu çalışanları ve gazetecileri de -binlerce kurbanla birlikte- içermektedir. Yüksek Mahkeme İsrail’de savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onayladı. Kararda “Gösteri ve toplanma hakkına verilen yüksek statüye rağmen, bu konuda dengelemelerin yapıldığı karmaşık bir gerçeklik içindeyiz” deniliyor. Yani aslında Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” bugünün “karmaşık gerçekliğine” kadar, İsrailli liderler epey uzun bir zamandır demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını [ve hatta olamayacağını] savunuyorlar.

7 Ekim, hem sürekli olağanüstü hâl rejimi içinde yaşamanın sınırlarını gözler önüne serdi hem de gerçekten demokratik bir İsrail’i kurabilmek için neredeyse hayal dahi edilemez bir siyasi yeniden yönlendirme gerektiğini. Kısa bir süre için dahi olsa mümkün gibi görünen liberal-demokratik model, iki devletli bir çözümün uygulanmasına bağlıydı ancak bu çözüm gelinen noktada uygulanabilir bir barış planından ziyade zombi diplomasisini andırıyor. Yarım asır önce Menachem Begin tarafından önerilen özerklik planına benzer bir planın -yerel özerklik için bir mekanizma sağlayacak, ancak ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı verecek ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek- uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması, bu aşamadan çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. İlliberalizmdeki bu yenilik gerçekleşirse, dünyanın bunu izleyeceğine hiç şüphe yok -bazılarımız dehşet içinde, bazılarımız ise hayranlıkla…

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English