Dünya Basını
İsrail ile ‘milliyetçi-muhafazakâr enternasyonal’ arasındaki ilişki

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, İsrail’in iktidardaki Likud partisinin hem ideolojik, hem de hukuk teorisi düzeyinde Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan “Milli Muhafazakârlık” akımı ile benzerliklerini vurgulaması açısından özel bir önemi hak ediyor. Macar lider Viktor Orban’ın popülerleştirdiği “illiberal demokrasi” kavramı, İsrail’deki “sağcı” siyonist akımları tanımlamak için de kullanılıyor. Bu akımlar, batı düşüncesindeki evrenselci akımlara, örneğin Rousseau’ya karşı, partikülarist fikirleri, örneğin Edmund Burke gibi Fransız Devrimi’ne düşman isimleri öne çıkarıyor. Makalede görüşlerine yer verilen Edmund Burke Vakfı Başkanı Yoram Hazony’nin İsrail’in “kendine özgü oluşuna” yaptığı vurgu bu nedenle tesadüf değildir. Avrupa’daki milliyetçi-muhafazakâr partilerin Likud ve siyonizm ile kurduğu yakın ilişkinin bir örneği, yakın zamanda Madrid’deki VOX etkinliğinde de görülmüştü. Evrenselcilik-partikülarizm tartışması, tekrar Trump’lı bir dünyaya doğru giderken, daha da önem kazanacak gibi görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.
İsrail’in illiberal demokrasisi sağ için bir modele nasıl dönüştü?
Suzanne Schneider
Dissent
Bahar 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Gazze’de Filistinlilerin kitlesel kıyıma uğradığı ve açlığa terk edildiği bir ortamda, İsrail’i sadece bir yıl önce saran siyasi dramı göz ardı etmek zor olmasa gerek. Hatırlanacağı üzere, Aralık 2022’de iktidarı devralan Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümet, hükümet karşıtı protesto dalgasına yol açan bir dizi adli ve idari reform önermişti. Endişeli gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve önde gelen Amerikan Yahudi örgütleri demokrasinin gerilemesine ilişkin kaygı verici uyarılarda bulunmuştu. Görünüşe göre İsrail, illiberal Macaristan olmaya doğru ilerliyordu.
Bu çerçeveleme hiçbir zaman tam olarak ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için sokakları adımlarken, çoğu işgali ele almayı, hatta bu gerçeği kabul etme fikrini dahi reddetti. Yahudi ve Filistinli İsrailliler için eşit olmayan bir vatandaşlık sistemini sürdüren ve kontrol ettiği topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle haklarından mahrum bırakan bir ülke, açıkça demokrasinin geleneksel tanımına uymuyor. Ancak küresel sağın yandaşları arasında revaçta olan alternatif bir demokrasi fikri var: Bu, ayrımcılık yapma ve ulusun ihtiyaçlarını genel olarak bireylerin, özel olarak da azınlıkların ihtiyaçlarından üstün tutma hakkı üzerine inşa etmiş bir demokrasi. İsrail’de uzun süredir egemen olan ve Yahudi devletinin destekçilerinin şimdi dünyanın dört bir yanındaki illiberal liderler için bir şablon olarak sunduğu, demokrasinin işte bu versiyonudur.
İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların dolaşımını teşvik eden yeni kurumsal iletişim ağlarının marifetiyle Siyonist sağ, ulusal tikelcilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuna yasal ayrımcılık hakkını ekleyerek ideolojik bir çap ve küresel tanınırlık elde etmeye başladı. İlliberal demokrasinin şampiyonları hem liberalizme hem de faşizme karşı saygıdeğer bir alternatifi temsil ettiklerini iddia ediyorlar; oysa siyasi vizyonları –daha iyi bir ifadeyle– “etno-otoriter” olarak tanımlanabilir. Nitekim İsraillilerin geçtiğimiz yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sırasında deneyimlemeye başladıkları gibi, düşmanların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen devletler eninde sonunda kendi halklarını yutmaya meyillidir.
Hamas’ın 7 Ekim’deki dehşet verici saldırılarının ardından İsrail’in dünyayı kasıp kavuran misilleme harekâtı, ona duyulan yaygın uluslararası sempatiyi rekor bir sürede kınamaya dönüştürmeyi başardı. Bu satırların yazıldığı sırada çoğu kadın ve çocuk 32,000’den fazla Filistinli öldürüldü, yüz binlercesi de açlığın eşiğine geldi, ancak İsrail’in kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırabildi ne de Gazze’de tutulan rehinelerin tamamını serbest bıraktırabildi. Gelinen noktada ABD Senatosu Çoğunluk lideri Chuck Schumer gibi sadık İsrail destekçileri bile artık açıktan tereddüt etmeye başlayarak Senato kürsüsünden Benjamin Netanyahu’yu devirmek için seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar.
Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun süredir geliştirdiği sıcak ilişkilerin kritik bir noktada durduğunu söylemek gerek. Bunlar, Macaristan’ın Viktor Orbán’ı gibi devlet başkanlarını da içeren- resmi devletlerarası ilişkiler değil sadece, İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa, hatta Hindistan ve Filipinler gibi “Küresel Güney” ülkelerindeki siyasal muadilleri arasında kurulan yakınlıklar da demek aynı zamanda. Örneğin, Schumer’ın azarlamasına yanıt olarak Netanyahu, eski Meclis Başkanı John Boehner’in isteği üzerine 2015’te Kongre’ye yaptığı konuşmanın bir yansıması olarak, doğrudan Senato Cumhuriyetçilerine hitap etti.
Muhtemel ki Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyoncu Jerry Falwell arasında 1980’lerde kurulan karşılıklı avantajlı ilişkiyle başlayan Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da İsrail sağı, Yahudi devletinin kendine özgü illiberal markasını küresel bir model olarak ancak son yıllarda takdim ediyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini, bireysel hak ve özgürlükleri merkezine alan liberal anayasal modele bir alternatif olarak yücelterek ona yeni bir yorum getirdiler. The Virtue of Nationalism [Milliyetçiliğin Fazileti] kitabı yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde yazdığı gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, şu anda Batı’da moda haline gelen radikal Batı siyasi düşüncesinin belirli bir kolu tarafından izin verilen tek ‘siyaseten doğru’ anayasadır.” Bu tehlikeli gelenek, diye devam ediyor Hazony, “İsrail’de derin izler bıraktı. Ve beraberinde, İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘vatandaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillendirilene kadar meşru olmayacağı şüphesini doğurdu.” Hazony için, İsrail’in demokratik noksanı bir kusur değil, onun kendine has bir özelliği, ya da başka bir ifadeyle liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model demek.
İsrail’in dünyada yazılı bir anayasası olmayan dört ülkeden biri olması dikkat çekicidir. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtilmişti, ancak ne Birinci Knesset ne de ondan sonra gelenler düzinelerce girişime rağmen bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçelerle bir anayasa kabul edilmesine sürekli bir biçimde karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı bir konuşmada “İsrail devletinin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevleri olduğunu biliyordum” diyordu: “Dolayısıyla, anayasa ve yasalar konusunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna da vardım.”
Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, devletin prosedürel unsurlarını (“ulusun temsilcilerinin nasıl seçildiği, yetkilerinin neler olduğu, hükümetin nasıl seçildiği, hükümetin nasıl toplandığı” gibi) detaylandırmakla sınırlı bir anayasaydı. Diğer bir deyişle, sıradan çoğunluk yönetimi yoluyla kaldırılamayacak temel haklar ve yasal korumalar öngören liberal-demokratik anayasal modele katı bir biçimde karşı çıkıyordu. Benzer şekilde, yüksek yargı makamının yargısal bir denetim yapabilmesi fikrini de reddetti ve “Anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için hiçbir mantıklı neden yoktur” diye yazdı. Son olarak, yasal eşitlik konusuna üstü kapalı değinse de bunu reddedecekti: “Fransız anayasası eşitlik ve kardeşlikten bahsediyor, ancak herhangi bir yaptırım yok. Eğer bir insan gerçekte diğeriyle eşit değilse, bu yöndeki bir ifadenin hiçbir anlamı yoktur. Bu olsa olsa güzel bir slogandır.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin gerçek eşitlikle aynı şey olmadığını biliyor ve anlıyor, ancak retorik kaydırmayı tercih ediyordu: Eğer liberal demokrasiler ikincisini garanti edemiyorsa, neden birincisiyle uğraşsınlardı ki?
Ben-Gurion, Kasım 1947’den 1949 baharına kadar çeşitli şekillerde devam eden ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil aynı zamanda yaklaşık 750,000 Filistinlinin sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına ya da ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150,000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Ancak bu faktörlerin onun liberal anayasal modelleri reddetmesine nasıl yol açtığını görmek çok da zor olmasa gerek.
1948 sonbaharında, daha önce Özgür İrlanda Devleti tarafından kabul edilen anayasa üzerine bir çalışma yayımlamış olan Leo Kohn adlı Almanya doğumlu bir Siyonist, böylesi bir seçenek üzerinde son rötuşları yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; siyasi makamlarda ve istihdamda eşit yurttaşlık ilkelerine uygunluk ve buna bağlı siyasi haklar tesis edecek ve “kamusal amaçlar dışında” arazi veya mülkün kamulaştırılmasını yasaklayacaktı. Kısacası bu, Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı.
Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturan Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. Evini terk edip de 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında düşman topraklarına (çoğunlukla Filistin Mandası’nı kapsayan bölge) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelik, evleri ve mülkleri büyük ölçüde kamulaştırdı – tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkan, (57.000 aile konutu içeren) 25.000 bina ve ülkedeki tüm verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı”. Bu, orta ve kuzey Celile’yi ele geçirmek için yapılan ve Filistin köylerinde yaklaşık bir düzine katliamla desteklenen bir başka sürgün turunu içeren askeri bir harekât olan Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gelmişti. Bir biçimde yerinde kalmayı başaran Arap sakinler ise 1966’ya kadar sürecek olan örfi idareye tabi tutulacaktı.
Filistin topraklarını istimlak ederek kurulan bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Arap azınlığı düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetim sistemine tabi tutan bir devlet, kanun önünde eşit korumayı nasıl sağlayabilirdi? Tüm bunlar, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan bir yerleşimci devlet içinde asla halledilemezdi. Ben-Gurion bu noktayı son derece açık biçimde dile getirmişti: “Bir halk demokrasisinde ya da başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan rafine kişilerin iyi yönetimi altında olmaktansa, kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”
Kuruluşunu takip eden birkaç on yıl boyunca İsrail’in demokrasi noksanlığı bir biçimde geçiştirilebildi. Hikâyeye göre Yahudi devleti şiddetin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu ve diğer demokrasilerin pek de sık karşılaşmadığı kimi sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, yargısız gözaltılar ve ev yıkımları gibi insan hakları ihlalleri “kalıcı bir olağanüstü hal”in gereğiydi. Ancak İsrail’in Mısır ve Ürdün ile barış anlaşmaları imzalaması, Suriye ile müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu mazeret git gide zayıflamaya başladı. Dahası, Menachem Begin hükümetinin 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp yasal ve sosyal eşitliği benimsemenin zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları besledi. FKÖ ile Oslo Anlaşmaları sonrası nihayetlenen bir dizi müzakerenin ardından, İsrail’in sonunda olağanüstü halden kurtulup Kohn’un on yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye geçebileceğine dair umutlar hiç de azımsanacak gibi değildi.
Ne var ki bu özlem gerici bir hareketlenmeyi doğurdu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde İsrail toplumu iki geniş siyasi kampa bölünmüştü: Statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” -bireysel hakları güçlendirmek için yargıyı kullanan bir çift 1992 Temel Yasası- destekleyenler ve gittikçe yükselen Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçiliği, yerleşimciliği ve kalıcı eşitsizliği benimseyenler.
Liberal-demokrat kamp kendini 1978’den 2006’ya kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapan ve 1995’ten itibaren başyargıç olan Aharon Barak’ın içtihatlarıyla yakından özdeşleştirdi. Barak, İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm, ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk ile bozulabiliyordu– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğu fikrindeydi.
Örneğin, Ka’adan ile İsrail Arazi İdaresi arasındaki 2000 tarihli ünlü davada mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğu yönünde karar vermişti. Eşitlik ilkesine başvuran Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararına atıfta bulunarak “‘ayrı ama eşit politikasının’ ‘doğası gereği eşitsiz’ olduğunu” ileri sürmüştü. Pratikte Mahkeme, devletin gücünü kısıtlamada oldukça zayıf kalmıştır, ancak Ka’adan gibi yüksek profilli davalar, mahkemeyi Yahudi halkının düşmanı olarak gören İsrail sağı tasvirini beslemiştir.
Hazony 2015 yılında anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak ‘geleneksel İsrail’ kavramını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya yerinden etmek” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliği ile demokrasi arasında bir çelişki olduğunu savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında ilerleme kaydetmeye başladı -eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi bazıları İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu apaçık savunmaya istekliydi.”
Bu pencereden bakıldığında, 1992 Temel Yasaları Siyonist siyasi gelenekte bir kırılma anlamına geliyor: “İsrail hukukunun temel amacının eşitlik (güvenlik, özgürlük, Yahudi halkının refahı ve diğer değerlerin değil) olduğunu açıkça belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde, kararın İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Yasası’na ve “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağı belirtiliyor.
İkinci İntifada sırasında mahkemelerin İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemenin gücünü azaltmak için çeşitli girişimler başlatmasıyla daha da hız kazandı. Bu çabanın anahtar noktasını, pek çoğu devletin laik Aşkenaz elitinden gelen mahkeme atamalarının niteliğini dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Shaked 2019’da eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde nasıl bir “muhafazakâr devrime” yol açtığıyla övünmekteydi (bugün, yorumcular Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların tam sayısını tartışsa da bu sayının toplam on beş yargıçtan beş ile yedi arasında olduğu konusunda bir uzlaşı var). Macaristan’dan ithal edilen bir şey olmaktan çok uzak olan 2023 yargı “reformu” paketi, İsrail’in ölü doğmuş liberal demokrasisi karşısında on yıllardır süren bu mücadelenin zirve noktasıydı.
Orbán ve Netanyahu arasındaki karşılıklı hayranlık ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve İsrail’de maliye bakanlığı görevini yürüten Netanyahu, sol ve liberal eleştirmenlere karşı duydukları ortak antipati nedeniyle birbirlerine daha sıkı bağlandılar. Orbán’ın meydan okuyan Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak olarak değil, aynı zamanda bir model olarak gördüğü de biliniyor. Andras Dezso’nun ifadeleriyle, “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud zaten kardeş partiler olarak görülüyordu.”
Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36 tarafından yayımlanan raporunda ortaya koyduğu gibi, bu ortaklık hem ideolojik hem de stratejik olmasının yanı sıra her iki tarafa da önemli avantajlar sağlamıştır. Macaristan Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde değiştirmiş ve AB’nin ateşkes kararlarını ve yaptırımlarını (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda) defalarca veto ederek İsrail’in en sadık Avrupalı müttefiki haline gelmişti. Yine Orbán İsrail’in Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşan ve hepsi de zamanla güvenilir müttefikler haline gelen daha geniş Vişegrad Grubu ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olmuştu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesinde -Macar liderin 2019’da Donald Trump ile yapacağı görüşmenin ayarlanmasında büyük rolü vardı- ve antisemitizm suçlamalarını savuşturmasında büyük destekçisiydi. Likud ayrıca ideolojik olarak kendisine epey yakın olan Chabad-Lubavitch hareketinin Macaristan’da kendine bir yer edinmesine ve Orbán hükümetine tüm gücüyle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuruna dönüşmesinde etkili olacaktı.
Ama belki de tüm bunların içinde en kayda değer olanı, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol-liberal eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemiş olmasıydı. Yahudi-Amerikalı muhafazakâr siyasi stratejistler Arthur Finkelstein ve George Birnbaum Macaristan’ın Soros karşıtı yürüttüğü kampanyaların baş mimarlarıydı. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına yardımcı olmadan önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak adını duyurmuştu. Sonrasında ise Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. 2008 yılında Orbán yeniden seçime girmeye karar verdiğinde, Netanyahu onu Soros’u “düşman kuklacı” olarak gösteren komplocu fikri geliştiren Finkelstein ile tanıştırdı. İsrail’in Macaristan büyükelçisi 2017’de bu kampanyayı eleştirdiğinde—bu hareket Likud’u epey şaşırtmış gibiydi—açıklamasını geri çekmek zorunda kalacaktı.
Likud 2015 yılında iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlanması için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in yükselişi sonrası yaşanan mülteci krizinin ortasında, “İslamofobi”, Macaristan-İsrail bağını güçlendiren önemli bir etmen oldu. Wertzberger’e göre bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, yani Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma doğurdu. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi ve iki ülke aniden kendilerini aynı sayfada bulunca, Macaristan için İsrail’in pozisyonlarını desteklemek öncesinden çok daha kolay hale geldi.
Hatta Macaristan’ın göçmenleri dışarıda tutmak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye istediği bile bildirildi.
Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın merkezinde, devletin temeli olarak etnik homojenliğe duyulan saplantı yatıyor. Sağcı bir İsrailli yorumcu ve Orbán’ın gözde üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi Gadi Taub’un geçen yıl attığı bir tweet’e belirttiği gibi, “Bugün Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “Göç Batı Avrupa’nın durumunu geri dönülmez hale getirdi. Nüfusları -Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünü- karıştırmak işe yaramayacaktır.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda bariz sonuçlar doğurmakla birlikte, kan bağından başka şeylerle birbirine bağlı çok etnili devletler olasılığına da ciddi şekilde darbe vurmaktadır. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre, bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır -sivil kimlik, ırksallaştırılmış ulusal birime ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizm’i, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’ın Hindutva ideologlarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için çekici kılan işte bu argümandır.
Tüm bunların yanında İsrail’in yerel hikayesini küresel sağ ile ilişkilendirmede kilit rol oynayan yeni kurumlar da ortaya çıkmış oldu. Bunlar arasında 2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federalist Toplum ile iş birliği içinde kurulan İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu, Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu türden kurumlar, yeniden yapılandırılan Heritage Foundation ve Fidesz tarafından finanse edilen Danube Institute ve MCC gibi yurt dışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak konferanslar, yayınlar ve lobi faaliyetlerinde iş birliği yaparken, çalışanlar ve üyeleri ise küresel bir sandalye kapmaca oyunu oynuyor.
Bu fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl dolaştığını anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi profesörü ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı yürüttüğü kampanyada, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkmış ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunmuştu. Son zamanlarda hem MCC’de hem de Budapeşte’deki 2022 CPAC konferansında bu bağlamda konuşmalar yaptı. 2023 yılında, Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi şiddet türlerine karşı mücadele etmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi politikası olan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae (“mahkeme dostu”) görüşü sundu; ayrıca Netanyahu hükümetinin onaylamayacağını açıkladığı bu sözleşmeye karşı İsrail’de birtakım yasal argümanlar geliştirdi. Sadece iki kıtada oynamakla da yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketini (BDS veya BDS Hareketi) suç sayan eyalet ve federal yasaların hazırlanmasına da yardımcı oldu.
Bu küresel kurumlar, siyasetçiler ve aydınlar ağı, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironiye işaret ediyor: Onlar yeni enternasyonalistler ve sınırlar ötesi siyasi koordinasyon açısından solu çok geride bırakıyorlar.
Orbán 2019 yılında Hazony’i Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisi tarafından duyurulan görüşme detaylarına göre, “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar”, “milliyetçiliğin, ulusların kendi kaderlerini bağımsız olarak belirlemeleri, geleneklerini korumaları ve ulusal çıkarlarını herhangi bir dış müdahale olmaksızın hayata geçirme arzusuna dayanan en iyi yönetim biçiminin temel ilkesini oluşturduğunu göstermiş oldu.
Hazony’nin çalışması en iyi haliyle, muhtemelen sağcı politikacılar ve hükümetler tarafından zaten oluşturulmuş olan uygulamalara saygın bir teorik soyağacı oluşturmaya dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Açıkça İsrail bağlamından alınmış olan bu muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel aklına” meydan okumakta ve “evrensel haklar hakkında yanıltıcı teoriler üreten” uluslararası örgütlerin kararlarını reddetmektedir. İsrail uzun süredir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony ise bu meydan okumaya, bu tür kurumları ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştirerek bunlara ideolojik bir içerik kazandırıyor. Yani sorun artık sadece evrensel insan haklarının umutsuzca soyut (Edmund Burke’ün baktığı yerden) ya da pratikte iktidarsız (Hannah Arendt’e göre) olması değil, çok daha kötücül bir şeye dönüşmüş olmasıdır: Halklara düşmanlık.
İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanları” kategorisinin ne denli geniş olduğunu gösterdi: Öyle ki bu kategori artık birçok kişi için yenidoğan bebekler, yabancı yardım kuruluşu çalışanları ve gazetecileri de -binlerce kurbanla birlikte- içermektedir. Yüksek Mahkeme İsrail’de savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onayladı. Kararda “Gösteri ve toplanma hakkına verilen yüksek statüye rağmen, bu konuda dengelemelerin yapıldığı karmaşık bir gerçeklik içindeyiz” deniliyor. Yani aslında Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” bugünün “karmaşık gerçekliğine” kadar, İsrailli liderler epey uzun bir zamandır demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını [ve hatta olamayacağını] savunuyorlar.
7 Ekim, hem sürekli olağanüstü hâl rejimi içinde yaşamanın sınırlarını gözler önüne serdi hem de gerçekten demokratik bir İsrail’i kurabilmek için neredeyse hayal dahi edilemez bir siyasi yeniden yönlendirme gerektiğini. Kısa bir süre için dahi olsa mümkün gibi görünen liberal-demokratik model, iki devletli bir çözümün uygulanmasına bağlıydı ancak bu çözüm gelinen noktada uygulanabilir bir barış planından ziyade zombi diplomasisini andırıyor. Yarım asır önce Menachem Begin tarafından önerilen özerklik planına benzer bir planın -yerel özerklik için bir mekanizma sağlayacak, ancak ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı verecek ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek- uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması, bu aşamadan çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. İlliberalizmdeki bu yenilik gerçekleşirse, dünyanın bunu izleyeceğine hiç şüphe yok -bazılarımız dehşet içinde, bazılarımız ise hayranlıkla…
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını3 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir