DÜNYA BASINI
İsrail ile ‘milliyetçi-muhafazakâr enternasyonal’ arasındaki ilişki
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, İsrail’in iktidardaki Likud partisinin hem ideolojik, hem de hukuk teorisi düzeyinde Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan “Milli Muhafazakârlık” akımı ile benzerliklerini vurgulaması açısından özel bir önemi hak ediyor. Macar lider Viktor Orban’ın popülerleştirdiği “illiberal demokrasi” kavramı, İsrail’deki “sağcı” siyonist akımları tanımlamak için de kullanılıyor. Bu akımlar, batı düşüncesindeki evrenselci akımlara, örneğin Rousseau’ya karşı, partikülarist fikirleri, örneğin Edmund Burke gibi Fransız Devrimi’ne düşman isimleri öne çıkarıyor. Makalede görüşlerine yer verilen Edmund Burke Vakfı Başkanı Yoram Hazony’nin İsrail’in “kendine özgü oluşuna” yaptığı vurgu bu nedenle tesadüf değildir. Avrupa’daki milliyetçi-muhafazakâr partilerin Likud ve siyonizm ile kurduğu yakın ilişkinin bir örneği, yakın zamanda Madrid’deki VOX etkinliğinde de görülmüştü. Evrenselcilik-partikülarizm tartışması, tekrar Trump’lı bir dünyaya doğru giderken, daha da önem kazanacak gibi görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.
İsrail’in illiberal demokrasisi sağ için bir modele nasıl dönüştü?
Suzanne Schneider
Dissent
Bahar 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Gazze’de Filistinlilerin kitlesel kıyıma uğradığı ve açlığa terk edildiği bir ortamda, İsrail’i sadece bir yıl önce saran siyasi dramı göz ardı etmek zor olmasa gerek. Hatırlanacağı üzere, Aralık 2022’de iktidarı devralan Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümet, hükümet karşıtı protesto dalgasına yol açan bir dizi adli ve idari reform önermişti. Endişeli gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve önde gelen Amerikan Yahudi örgütleri demokrasinin gerilemesine ilişkin kaygı verici uyarılarda bulunmuştu. Görünüşe göre İsrail, illiberal Macaristan olmaya doğru ilerliyordu.
Bu çerçeveleme hiçbir zaman tam olarak ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için sokakları adımlarken, çoğu işgali ele almayı, hatta bu gerçeği kabul etme fikrini dahi reddetti. Yahudi ve Filistinli İsrailliler için eşit olmayan bir vatandaşlık sistemini sürdüren ve kontrol ettiği topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle haklarından mahrum bırakan bir ülke, açıkça demokrasinin geleneksel tanımına uymuyor. Ancak küresel sağın yandaşları arasında revaçta olan alternatif bir demokrasi fikri var: Bu, ayrımcılık yapma ve ulusun ihtiyaçlarını genel olarak bireylerin, özel olarak da azınlıkların ihtiyaçlarından üstün tutma hakkı üzerine inşa etmiş bir demokrasi. İsrail’de uzun süredir egemen olan ve Yahudi devletinin destekçilerinin şimdi dünyanın dört bir yanındaki illiberal liderler için bir şablon olarak sunduğu, demokrasinin işte bu versiyonudur.
İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların dolaşımını teşvik eden yeni kurumsal iletişim ağlarının marifetiyle Siyonist sağ, ulusal tikelcilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuna yasal ayrımcılık hakkını ekleyerek ideolojik bir çap ve küresel tanınırlık elde etmeye başladı. İlliberal demokrasinin şampiyonları hem liberalizme hem de faşizme karşı saygıdeğer bir alternatifi temsil ettiklerini iddia ediyorlar; oysa siyasi vizyonları –daha iyi bir ifadeyle– “etno-otoriter” olarak tanımlanabilir. Nitekim İsraillilerin geçtiğimiz yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sırasında deneyimlemeye başladıkları gibi, düşmanların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen devletler eninde sonunda kendi halklarını yutmaya meyillidir.
Hamas’ın 7 Ekim’deki dehşet verici saldırılarının ardından İsrail’in dünyayı kasıp kavuran misilleme harekâtı, ona duyulan yaygın uluslararası sempatiyi rekor bir sürede kınamaya dönüştürmeyi başardı. Bu satırların yazıldığı sırada çoğu kadın ve çocuk 32,000’den fazla Filistinli öldürüldü, yüz binlercesi de açlığın eşiğine geldi, ancak İsrail’in kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırabildi ne de Gazze’de tutulan rehinelerin tamamını serbest bıraktırabildi. Gelinen noktada ABD Senatosu Çoğunluk lideri Chuck Schumer gibi sadık İsrail destekçileri bile artık açıktan tereddüt etmeye başlayarak Senato kürsüsünden Benjamin Netanyahu’yu devirmek için seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar.
Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun süredir geliştirdiği sıcak ilişkilerin kritik bir noktada durduğunu söylemek gerek. Bunlar, Macaristan’ın Viktor Orbán’ı gibi devlet başkanlarını da içeren- resmi devletlerarası ilişkiler değil sadece, İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa, hatta Hindistan ve Filipinler gibi “Küresel Güney” ülkelerindeki siyasal muadilleri arasında kurulan yakınlıklar da demek aynı zamanda. Örneğin, Schumer’ın azarlamasına yanıt olarak Netanyahu, eski Meclis Başkanı John Boehner’in isteği üzerine 2015’te Kongre’ye yaptığı konuşmanın bir yansıması olarak, doğrudan Senato Cumhuriyetçilerine hitap etti.
Muhtemel ki Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyoncu Jerry Falwell arasında 1980’lerde kurulan karşılıklı avantajlı ilişkiyle başlayan Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da İsrail sağı, Yahudi devletinin kendine özgü illiberal markasını küresel bir model olarak ancak son yıllarda takdim ediyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini, bireysel hak ve özgürlükleri merkezine alan liberal anayasal modele bir alternatif olarak yücelterek ona yeni bir yorum getirdiler. The Virtue of Nationalism [Milliyetçiliğin Fazileti] kitabı yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde yazdığı gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, şu anda Batı’da moda haline gelen radikal Batı siyasi düşüncesinin belirli bir kolu tarafından izin verilen tek ‘siyaseten doğru’ anayasadır.” Bu tehlikeli gelenek, diye devam ediyor Hazony, “İsrail’de derin izler bıraktı. Ve beraberinde, İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘vatandaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillendirilene kadar meşru olmayacağı şüphesini doğurdu.” Hazony için, İsrail’in demokratik noksanı bir kusur değil, onun kendine has bir özelliği, ya da başka bir ifadeyle liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model demek.
İsrail’in dünyada yazılı bir anayasası olmayan dört ülkeden biri olması dikkat çekicidir. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtilmişti, ancak ne Birinci Knesset ne de ondan sonra gelenler düzinelerce girişime rağmen bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçelerle bir anayasa kabul edilmesine sürekli bir biçimde karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı bir konuşmada “İsrail devletinin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevleri olduğunu biliyordum” diyordu: “Dolayısıyla, anayasa ve yasalar konusunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna da vardım.”
Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, devletin prosedürel unsurlarını (“ulusun temsilcilerinin nasıl seçildiği, yetkilerinin neler olduğu, hükümetin nasıl seçildiği, hükümetin nasıl toplandığı” gibi) detaylandırmakla sınırlı bir anayasaydı. Diğer bir deyişle, sıradan çoğunluk yönetimi yoluyla kaldırılamayacak temel haklar ve yasal korumalar öngören liberal-demokratik anayasal modele katı bir biçimde karşı çıkıyordu. Benzer şekilde, yüksek yargı makamının yargısal bir denetim yapabilmesi fikrini de reddetti ve “Anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için hiçbir mantıklı neden yoktur” diye yazdı. Son olarak, yasal eşitlik konusuna üstü kapalı değinse de bunu reddedecekti: “Fransız anayasası eşitlik ve kardeşlikten bahsediyor, ancak herhangi bir yaptırım yok. Eğer bir insan gerçekte diğeriyle eşit değilse, bu yöndeki bir ifadenin hiçbir anlamı yoktur. Bu olsa olsa güzel bir slogandır.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin gerçek eşitlikle aynı şey olmadığını biliyor ve anlıyor, ancak retorik kaydırmayı tercih ediyordu: Eğer liberal demokrasiler ikincisini garanti edemiyorsa, neden birincisiyle uğraşsınlardı ki?
Ben-Gurion, Kasım 1947’den 1949 baharına kadar çeşitli şekillerde devam eden ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil aynı zamanda yaklaşık 750,000 Filistinlinin sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına ya da ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150,000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Ancak bu faktörlerin onun liberal anayasal modelleri reddetmesine nasıl yol açtığını görmek çok da zor olmasa gerek.
1948 sonbaharında, daha önce Özgür İrlanda Devleti tarafından kabul edilen anayasa üzerine bir çalışma yayımlamış olan Leo Kohn adlı Almanya doğumlu bir Siyonist, böylesi bir seçenek üzerinde son rötuşları yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; siyasi makamlarda ve istihdamda eşit yurttaşlık ilkelerine uygunluk ve buna bağlı siyasi haklar tesis edecek ve “kamusal amaçlar dışında” arazi veya mülkün kamulaştırılmasını yasaklayacaktı. Kısacası bu, Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı.
Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturan Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. Evini terk edip de 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında düşman topraklarına (çoğunlukla Filistin Mandası’nı kapsayan bölge) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelik, evleri ve mülkleri büyük ölçüde kamulaştırdı – tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkan, (57.000 aile konutu içeren) 25.000 bina ve ülkedeki tüm verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı”. Bu, orta ve kuzey Celile’yi ele geçirmek için yapılan ve Filistin köylerinde yaklaşık bir düzine katliamla desteklenen bir başka sürgün turunu içeren askeri bir harekât olan Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gelmişti. Bir biçimde yerinde kalmayı başaran Arap sakinler ise 1966’ya kadar sürecek olan örfi idareye tabi tutulacaktı.
Filistin topraklarını istimlak ederek kurulan bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Arap azınlığı düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetim sistemine tabi tutan bir devlet, kanun önünde eşit korumayı nasıl sağlayabilirdi? Tüm bunlar, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan bir yerleşimci devlet içinde asla halledilemezdi. Ben-Gurion bu noktayı son derece açık biçimde dile getirmişti: “Bir halk demokrasisinde ya da başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan rafine kişilerin iyi yönetimi altında olmaktansa, kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”
Kuruluşunu takip eden birkaç on yıl boyunca İsrail’in demokrasi noksanlığı bir biçimde geçiştirilebildi. Hikâyeye göre Yahudi devleti şiddetin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu ve diğer demokrasilerin pek de sık karşılaşmadığı kimi sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, yargısız gözaltılar ve ev yıkımları gibi insan hakları ihlalleri “kalıcı bir olağanüstü hal”in gereğiydi. Ancak İsrail’in Mısır ve Ürdün ile barış anlaşmaları imzalaması, Suriye ile müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu mazeret git gide zayıflamaya başladı. Dahası, Menachem Begin hükümetinin 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp yasal ve sosyal eşitliği benimsemenin zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları besledi. FKÖ ile Oslo Anlaşmaları sonrası nihayetlenen bir dizi müzakerenin ardından, İsrail’in sonunda olağanüstü halden kurtulup Kohn’un on yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye geçebileceğine dair umutlar hiç de azımsanacak gibi değildi.
Ne var ki bu özlem gerici bir hareketlenmeyi doğurdu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde İsrail toplumu iki geniş siyasi kampa bölünmüştü: Statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” -bireysel hakları güçlendirmek için yargıyı kullanan bir çift 1992 Temel Yasası- destekleyenler ve gittikçe yükselen Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçiliği, yerleşimciliği ve kalıcı eşitsizliği benimseyenler.
Liberal-demokrat kamp kendini 1978’den 2006’ya kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapan ve 1995’ten itibaren başyargıç olan Aharon Barak’ın içtihatlarıyla yakından özdeşleştirdi. Barak, İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm, ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk ile bozulabiliyordu– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğu fikrindeydi.
Örneğin, Ka’adan ile İsrail Arazi İdaresi arasındaki 2000 tarihli ünlü davada mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğu yönünde karar vermişti. Eşitlik ilkesine başvuran Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararına atıfta bulunarak “‘ayrı ama eşit politikasının’ ‘doğası gereği eşitsiz’ olduğunu” ileri sürmüştü. Pratikte Mahkeme, devletin gücünü kısıtlamada oldukça zayıf kalmıştır, ancak Ka’adan gibi yüksek profilli davalar, mahkemeyi Yahudi halkının düşmanı olarak gören İsrail sağı tasvirini beslemiştir.
Hazony 2015 yılında anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak ‘geleneksel İsrail’ kavramını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya yerinden etmek” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliği ile demokrasi arasında bir çelişki olduğunu savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında ilerleme kaydetmeye başladı -eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi bazıları İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu apaçık savunmaya istekliydi.”
Bu pencereden bakıldığında, 1992 Temel Yasaları Siyonist siyasi gelenekte bir kırılma anlamına geliyor: “İsrail hukukunun temel amacının eşitlik (güvenlik, özgürlük, Yahudi halkının refahı ve diğer değerlerin değil) olduğunu açıkça belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde, kararın İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Yasası’na ve “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağı belirtiliyor.
İkinci İntifada sırasında mahkemelerin İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemenin gücünü azaltmak için çeşitli girişimler başlatmasıyla daha da hız kazandı. Bu çabanın anahtar noktasını, pek çoğu devletin laik Aşkenaz elitinden gelen mahkeme atamalarının niteliğini dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Shaked 2019’da eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde nasıl bir “muhafazakâr devrime” yol açtığıyla övünmekteydi (bugün, yorumcular Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların tam sayısını tartışsa da bu sayının toplam on beş yargıçtan beş ile yedi arasında olduğu konusunda bir uzlaşı var). Macaristan’dan ithal edilen bir şey olmaktan çok uzak olan 2023 yargı “reformu” paketi, İsrail’in ölü doğmuş liberal demokrasisi karşısında on yıllardır süren bu mücadelenin zirve noktasıydı.
Orbán ve Netanyahu arasındaki karşılıklı hayranlık ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve İsrail’de maliye bakanlığı görevini yürüten Netanyahu, sol ve liberal eleştirmenlere karşı duydukları ortak antipati nedeniyle birbirlerine daha sıkı bağlandılar. Orbán’ın meydan okuyan Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak olarak değil, aynı zamanda bir model olarak gördüğü de biliniyor. Andras Dezso’nun ifadeleriyle, “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud zaten kardeş partiler olarak görülüyordu.”
Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36 tarafından yayımlanan raporunda ortaya koyduğu gibi, bu ortaklık hem ideolojik hem de stratejik olmasının yanı sıra her iki tarafa da önemli avantajlar sağlamıştır. Macaristan Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde değiştirmiş ve AB’nin ateşkes kararlarını ve yaptırımlarını (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda) defalarca veto ederek İsrail’in en sadık Avrupalı müttefiki haline gelmişti. Yine Orbán İsrail’in Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşan ve hepsi de zamanla güvenilir müttefikler haline gelen daha geniş Vişegrad Grubu ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olmuştu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesinde -Macar liderin 2019’da Donald Trump ile yapacağı görüşmenin ayarlanmasında büyük rolü vardı- ve antisemitizm suçlamalarını savuşturmasında büyük destekçisiydi. Likud ayrıca ideolojik olarak kendisine epey yakın olan Chabad-Lubavitch hareketinin Macaristan’da kendine bir yer edinmesine ve Orbán hükümetine tüm gücüyle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuruna dönüşmesinde etkili olacaktı.
Ama belki de tüm bunların içinde en kayda değer olanı, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol-liberal eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemiş olmasıydı. Yahudi-Amerikalı muhafazakâr siyasi stratejistler Arthur Finkelstein ve George Birnbaum Macaristan’ın Soros karşıtı yürüttüğü kampanyaların baş mimarlarıydı. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına yardımcı olmadan önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak adını duyurmuştu. Sonrasında ise Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. 2008 yılında Orbán yeniden seçime girmeye karar verdiğinde, Netanyahu onu Soros’u “düşman kuklacı” olarak gösteren komplocu fikri geliştiren Finkelstein ile tanıştırdı. İsrail’in Macaristan büyükelçisi 2017’de bu kampanyayı eleştirdiğinde—bu hareket Likud’u epey şaşırtmış gibiydi—açıklamasını geri çekmek zorunda kalacaktı.
Likud 2015 yılında iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlanması için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in yükselişi sonrası yaşanan mülteci krizinin ortasında, “İslamofobi”, Macaristan-İsrail bağını güçlendiren önemli bir etmen oldu. Wertzberger’e göre bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, yani Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma doğurdu. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi ve iki ülke aniden kendilerini aynı sayfada bulunca, Macaristan için İsrail’in pozisyonlarını desteklemek öncesinden çok daha kolay hale geldi.
Hatta Macaristan’ın göçmenleri dışarıda tutmak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye istediği bile bildirildi.
Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın merkezinde, devletin temeli olarak etnik homojenliğe duyulan saplantı yatıyor. Sağcı bir İsrailli yorumcu ve Orbán’ın gözde üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi Gadi Taub’un geçen yıl attığı bir tweet’e belirttiği gibi, “Bugün Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “Göç Batı Avrupa’nın durumunu geri dönülmez hale getirdi. Nüfusları -Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünü- karıştırmak işe yaramayacaktır.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda bariz sonuçlar doğurmakla birlikte, kan bağından başka şeylerle birbirine bağlı çok etnili devletler olasılığına da ciddi şekilde darbe vurmaktadır. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre, bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır -sivil kimlik, ırksallaştırılmış ulusal birime ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizm’i, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’ın Hindutva ideologlarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için çekici kılan işte bu argümandır.
Tüm bunların yanında İsrail’in yerel hikayesini küresel sağ ile ilişkilendirmede kilit rol oynayan yeni kurumlar da ortaya çıkmış oldu. Bunlar arasında 2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federalist Toplum ile iş birliği içinde kurulan İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu, Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu türden kurumlar, yeniden yapılandırılan Heritage Foundation ve Fidesz tarafından finanse edilen Danube Institute ve MCC gibi yurt dışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak konferanslar, yayınlar ve lobi faaliyetlerinde iş birliği yaparken, çalışanlar ve üyeleri ise küresel bir sandalye kapmaca oyunu oynuyor.
Bu fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl dolaştığını anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi profesörü ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı yürüttüğü kampanyada, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkmış ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunmuştu. Son zamanlarda hem MCC’de hem de Budapeşte’deki 2022 CPAC konferansında bu bağlamda konuşmalar yaptı. 2023 yılında, Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi şiddet türlerine karşı mücadele etmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi politikası olan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae (“mahkeme dostu”) görüşü sundu; ayrıca Netanyahu hükümetinin onaylamayacağını açıkladığı bu sözleşmeye karşı İsrail’de birtakım yasal argümanlar geliştirdi. Sadece iki kıtada oynamakla da yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketini (BDS veya BDS Hareketi) suç sayan eyalet ve federal yasaların hazırlanmasına da yardımcı oldu.
Bu küresel kurumlar, siyasetçiler ve aydınlar ağı, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironiye işaret ediyor: Onlar yeni enternasyonalistler ve sınırlar ötesi siyasi koordinasyon açısından solu çok geride bırakıyorlar.
Orbán 2019 yılında Hazony’i Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisi tarafından duyurulan görüşme detaylarına göre, “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar”, “milliyetçiliğin, ulusların kendi kaderlerini bağımsız olarak belirlemeleri, geleneklerini korumaları ve ulusal çıkarlarını herhangi bir dış müdahale olmaksızın hayata geçirme arzusuna dayanan en iyi yönetim biçiminin temel ilkesini oluşturduğunu göstermiş oldu.
Hazony’nin çalışması en iyi haliyle, muhtemelen sağcı politikacılar ve hükümetler tarafından zaten oluşturulmuş olan uygulamalara saygın bir teorik soyağacı oluşturmaya dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Açıkça İsrail bağlamından alınmış olan bu muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel aklına” meydan okumakta ve “evrensel haklar hakkında yanıltıcı teoriler üreten” uluslararası örgütlerin kararlarını reddetmektedir. İsrail uzun süredir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony ise bu meydan okumaya, bu tür kurumları ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştirerek bunlara ideolojik bir içerik kazandırıyor. Yani sorun artık sadece evrensel insan haklarının umutsuzca soyut (Edmund Burke’ün baktığı yerden) ya da pratikte iktidarsız (Hannah Arendt’e göre) olması değil, çok daha kötücül bir şeye dönüşmüş olmasıdır: Halklara düşmanlık.
İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanları” kategorisinin ne denli geniş olduğunu gösterdi: Öyle ki bu kategori artık birçok kişi için yenidoğan bebekler, yabancı yardım kuruluşu çalışanları ve gazetecileri de -binlerce kurbanla birlikte- içermektedir. Yüksek Mahkeme İsrail’de savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onayladı. Kararda “Gösteri ve toplanma hakkına verilen yüksek statüye rağmen, bu konuda dengelemelerin yapıldığı karmaşık bir gerçeklik içindeyiz” deniliyor. Yani aslında Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” bugünün “karmaşık gerçekliğine” kadar, İsrailli liderler epey uzun bir zamandır demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını [ve hatta olamayacağını] savunuyorlar.
7 Ekim, hem sürekli olağanüstü hâl rejimi içinde yaşamanın sınırlarını gözler önüne serdi hem de gerçekten demokratik bir İsrail’i kurabilmek için neredeyse hayal dahi edilemez bir siyasi yeniden yönlendirme gerektiğini. Kısa bir süre için dahi olsa mümkün gibi görünen liberal-demokratik model, iki devletli bir çözümün uygulanmasına bağlıydı ancak bu çözüm gelinen noktada uygulanabilir bir barış planından ziyade zombi diplomasisini andırıyor. Yarım asır önce Menachem Begin tarafından önerilen özerklik planına benzer bir planın -yerel özerklik için bir mekanizma sağlayacak, ancak ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı verecek ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek- uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması, bu aşamadan çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. İlliberalizmdeki bu yenilik gerçekleşirse, dünyanın bunu izleyeceğine hiç şüphe yok -bazılarımız dehşet içinde, bazılarımız ise hayranlıkla…
İlginizi Çekebilir
-
Hamas, Edan Alexander’ı serbest bırakacak
-
İsrail, Suriye’den sonra Lübnan’da da kalıcı işgale hazırlanıyor
-
Witkoff’un yeni ateşkes önerisine Hamas’tan itiraz
-
ABD ve İsrail Filistinlileri Gazze’den sürmek için Afrika’dan yer bakıyor
-
“Diplomatik çözümün” sonu İsrail-Lübnan normalleşmesi mi?
-
ABD-Britanya kavgası: ABD’nin sınır dışı etmek istediği ‘Filistin yanlısı’, İngiliz devleti bağlantılı
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
5 gün önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.
Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor
Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.
İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.
Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.
Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.
Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak
Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.
Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.
Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.
Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.
Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.
Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.
Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.
Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?
Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu
Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.
Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.
Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.
Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.
Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.
Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.
Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.
Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.
Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.
Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.
Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Çevirmenin notu: İktisatçı Michael Roberts’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, Donald Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD ekonomisine vereceği zararı inceliyor. Nitekim, Trump Kanada ve Meksika’ya getirdiği gümrük vergilerinin önemli bir kısmından geri adım atmak zorunda kaldı. ABD Başkanının Kongre konuşmasında bu vergilerin tüketicilerde “küçük bir rahatsızlık” yaratacağı iddiası, gerçeğin bambaşka oluşuyla birlikte boşa düşüyor.
Trump’ın ‘küçük rahatsızlığı’
Michael Roberts
The Next Recession
5 Mart 2025
Görevdeki 100 günün ardından dün ABD Kongresinde konuşan Başkan Donald Trump, ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından ithalata getirilen yeni gümrük vergilerinin “biraz rahatsızlık” yaratacağını iddia etti. Fakat yakında bunun sona ereceğini ve “gümrük vergilerinin Amerika’yı yeniden zenginleştirmek ve Amerika’yı yeniden büyük yapmakla ilgili olduğunu ” söyledi: “Bu gerçekleşiyor ve oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşecek.”
Gerçekten de çok hızlı bir şekilde. Trump dün Kanada ve Meksika’dan ABD’ye ithal edilen mallara %25, Çin’den ithal edilen mallara ise %10 ek gümrük vergisi getirerek Amerika’nın en büyük üç ticaret ortağını önemli ölçüde daha yüksek bariyerlerle karşı karşıya bıraktı. Bu hamleler Pekin’in hemen tepkisini çekti ve Pekin 10 Mart’tan itibaren soya fasulyesi ve sığır etinden mısır ve buğdaya kadar ABD tarım ürünlerine %10-15 gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Kanada da 107 milyar dolarlık ABD ithalatına, 21 milyar dolarlık ithalattan başlamak üzere, derhal gümrük vergisi getireceğini açıkladı. Başbakan Justin Trudeau, “Kanada bu haksız kararın cevapsız kalmasına izin vermeyecektir,” dedi. Ottawa’ya karşı uygulanan vergiler, %10’luk bir tarifeyle karşı karşıya olan Kanada petrol ve enerji ürünleri hariç %25 olarak belirlendi. Kanada, ABD’nin ham petrol ithalatının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor.
Çin ayrıca ABD şirketlerini de hedef alarak on şirketi ulusal güvenlik kara listesine aldı ve diğer 15 şirkete ihracat kontrolü getirdi. Ayrıca ABD’li biyoteknoloji şirketi Illumina’nın gen dizileme ekipmanlarını Çin’e ihraç etmesini yasakladı. Pekin, Trump’ın ilk gümrük vergileri saldırısına yanıt olarak Illumina’yı geçen ay “güvenilmez kuruluşlar” listesine eklemişti.
Planlanan tüm gümrük vergileri ABD’nin gümrük vergisi oranını birkaç hafta içinde %20’nin üzerine çıkaracak ve bu oran Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana görülen en yüksek oran olacak. Joseph Politano’nun da belirttiği gibi, ABD’nin 1,3 trilyon dolarlık ithalatını ya da ABD’ye getirilen tüm malların yaklaşık %42’sini kapsayan bu eylemlerin maliyeti muazzam ya da yaklaşık bir asır önceki meşhur Smoot-Hawley Yasası’ndan bu yana tek başına en büyük tarife artışı.
Gümrük vergileri ABD’de benzin, gübre, çelik, alüminyum, ahşap, plastik ve dahası gibi temel hammaddelerin fiyatlarını artıracak. Özellikle Meksika’dan gelen taze meyve ve sebzeler olmak üzere, bakkaliye ürünlerini bulmak zorlaşacak. Karmaşık entegre Kuzey Amerika tedarik zincirlerine –araçlar, bilgisayarlar, kimyasallar, uçaklar ve daha fazlası– dayanan imalat sektörleri, bu bağlantıların zorla koparılması halinde durma noktasına gelebilir. Üretimin özellikle Çin ve Meksika’da yoğunlaştığı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve beyaz eşyalar için maliyetler artabilir. İhracatçılar artan hammadde maliyetleri, para biriminin değer kazanması ve yaklaşan misilleme gümrük vergileri nedeniyle zarar görecek ve bunların hepsi ABD iktisadi faaliyetlerini azaltacaktır.
Bu tarifelerin toplam maliyeti, ABD’li tüketicilerin ve işletmelerin ithal mal alımları için daha fazla ödeme yapmalarıyla 160 milyar doları bulacak ve daha fazlası da gelecek. Trump’ın salı günü aldığı önlemler, önerdiği önlemlerin yalnızca %40’ını oluşturuyor. Bir sonraki parti uygulamaya konulursa, ithalat maliyetini 600 milyar doların üzerine ya da GSYİH’nin %1,6’sına çıkaracak.
İthal mallara gümrük vergisi koymanın iktisadi argümanlarından biri yerli şirketleri yabancı rekabetten korumak. İthalatın vergilendirilmesiyle yurtiçi fiyatlar nispeten ucuzlar ve vatandaşlar harcamalarını yabancı mallardan yerli mallara kaydırarak yerli sanayiyi genişletir. Fakat bu argümanın çok az ampirik dayanağı vardır. New York Fed yakın zamanda artan gümrük vergilerinin yerli firmalar üzerindeki etkisini analiz etti. Çalışmada şu sonuca varıldı: “Küresel tedarik zincirlerinin karmaşık olması ve yabancı ülkelerin misilleme yapması nedeniyle gümrük tarifelerinin uygulanmasından kazanç elde etmek zordur. Ticaret savaşının açıklandığı günlerde borsa getirilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçlar, firmaların beklenen nakit akışlarında ve reel sonuçlarda büyük kayıplar yaşadığını gösteriyor. Bu kayıplar geniş tabanlı olup, Çin’e maruz kalan firmalar en büyük kayıpları yaşadı.”
Dahası, Danimarkalı iktisatçı Jesper Rangvid’in de gösterdiği gibi, Trump sadece iki taraflı mal ticaretine bakıyor; hizmet ticaretini ve sermaye ile emekten elde edilen kazançları göz ardı ediyor. Öyle ki, ABD’nin en azından Avro bölgesine yaptığı hizmet ihracatından elde ettiği gelir ve bu bölgeye ihraç ettiği sermaye ve işgücü ücretlerinden elde ettiği getiri, mal ticaretindeki iki taraflı açığını telafi etmektedir. Avro bölgesinin ABD ile olan toplam ikili cari işlemler dengesi sıfıra yakındır.
Trump’ın gümrük vergisi yaylım ateşi ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’ bir yana, ABD ekonomisini ve onunla birlikte diğer büyük ekonomileri resesyona sürükleme ihtimaline sahip. Kiel Enstitüsü, AB’nin ABD’ye ihracatının %15-17 oranında düşeceğini, bunun da AB ekonomisinde %0,4 oranında “önemli” bir daralmaya yol açacağını, ABD GSYİH’sinin ise %0,17 oranında küçüleceğini hesaplıyor. AB’nin misilleme gümrük vergileri uygulaması halinde, bu ekonomik zararı iki katına çıkaracak ve enflasyonu 1,5 puan artıracak. Almanya’nın ABD’ye mamul mal ihracatı neredeyse %20 oranında düşerek en kötü darbeyi alacak. Zaman içinde kaybedilen ihracatın tam büyüklüğü belirsiz olsa da (tedarik zincirlerinin yeniden kurulması zaman alacağından), bu vergilerin devam etmesi halinde ABD ile ticaret yapan büyük ekonomilerin GSYİH’lerinde önemli bir düşüş yaratması muhtemel.
ABD imalatı üzerindeki genel etki, ihracat kaybında GSYİH’nin yaklaşık %1’ini bulabilir.
Bu tahminlerden biri. Yale Üniversitesi iktisatçıları daha da ileri gidiyor. Planlanan %25’lik Kanada ve Meksika tarifeleri ile %10’luk Çin tarifelerinin yanı sıra halihazırda yürürlükte olan %10’luk Çin tarifelerinin etkisini modellediler. Bu tarifelerin, efektif ortalama tarife oranını 1943’ten bu yana en yüksek seviyeye çıkaracağını hesapladılar. Yurtiçi fiyatlar mevcut enflasyon oranına göre %1’in üzerinde artacak ki bu da 2024 yılında hane başına ortalama 1.600-2.000 dolar tüketici kaybına eşdeğerdir. ABD’nin reel GSYİH büyümesini bu yıl %0,6 puan düşürecek ve gelecekteki yıllık büyüme oranlarından %0,3-0,4 puan azaltarak yapay zeka infüzyonundan beklenen verimlilik kazanımlarını silecek.
ABD’deki Uluslararası Ticaret Odası [ICC] o kadar endişeli ki, Trump planlarından geri adım atmazsa dünya ekonomisinin 1930’lardaki Büyük Buhran’a benzer bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. ICC Genel Sekreter Yardımcısı Andrew Wilson, “Derin endişemiz, bunun bizi 1930’ların ticaret savaşı bölgesine sokan aşağı doğru bir sarmalın başlangıcı olabileceği,” diyor. Dolayısıyla Trump’ın önlemleri “küçük bir rahatsızlığın” çok ötesine geçebilir .
Yeni gümrük tarifelerinin açıklanmasından önce bile ABD ekonomisinin bir miktar yavaşladığına dair önemli işaretler vardı. Artan ithalat tarifelerinin etkisi resesyon için bir kırılma noktası olabilir. Wall Street de böyle düşünüyordu. Trump gümrük vergisi önlemlerini açıkladığında, Trump’ın seçim zaferinden bu yana ABD borsasında elde edilen tüm kazançlar silindi.
Birkaç hafta içinde ABD ekonomisine ilişkin söylem, ABD ekonomisinin “istisnailiğinden” büyümede ani bir gerilemeye ilişkin endişeye dönüştü. Perakende satışlar, imalat, reel tüketici harcamaları, konut satışları ve tüketici güveni göstergelerinin hepsi son bir iki ay içinde düşüş gösterdi. 2025’in ilk çeyreği için reel GSYİH büyümesine ilişkin konsensüs tahminleri artık sadece yıllık %1,2.
Atlanta Fed’in yakından takip edilen mevcut GSYİH ŞİMDİ izleyicisi ise tam bir daralma öngörüyor.
ABD imalatı bir yıl ya da daha uzun bir süredir durgunluk içinde fakat imalat faaliyetlerine ilişkin son göstergelerde endişe verici olan bir diğer husus da maliyetlerdeki önemli artış. ISM Başkanı Timothy Fiore, “Şirketler yeni yönetimin tarife politikasının ilk operasyonel şokunu yaşarken talep azaldı, üretim dengelendi ve personel çıkarma devam etti. Tarifeler nedeniyle hızlanan fiyat artışı, yeni siparişlerin birikmesine, tedarikçi teslimatlarının durmasına ve imalat envanterinin etkilenmesine neden oldu,” diyor. Yeni siparişler Mart 2022’den bu yana en büyük düşüşü göstererek daralma bölgesine girdi ve üretim keskin bir şekilde yavaşladı. Buna ek olarak, fiyat baskıları Haziran 2022’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı.
Fakat pandeminin sona ermesinden bu yana ABD ekonomisinin sözümona istisnailiği her zaman istatistiksel bir yanılsamaydı. Bir çalışma, birçok Amerikan hanesi için istihdam, ücretler ve enflasyonla ilgili gerçek hikayeyi ortaya koyuyor. İlk olarak, resmi rakamlara göre neredeyse rekor düzeyde düşük olan işsizlik oranı sadece %4,2. Fakat bu rakam, ara sıra iş yapan evsiz insanları da istihdam edilmiş olarak kabul ediyor. İşsizlere yarı zamanlı iş dışında bir iş bulamayanlar ya da yoksulluk ücreti (kabaca 25.000 dolar) alanlar da dahil edilirse, bu oran aslında %23,7. Başka bir deyişle, bugün Amerika’da neredeyse her dört çalışandan biri işlevsel olarak işsizdir. Resmi medyan ücret 61.900 dolar. Fakat işgücündeki herkesi takip ederseniz, yani yarı zamanlı çalışanları ve işsiz iş arayanları dahil ederseniz, medyan ücret aslında yılda 52.300 dolardan biraz fazla. “Medyan ücretle çalışan Amerikalı işçiler, geçerli istatistiklerin gösterdiğinden %16 daha az kazanıyor.” 2023 yılında resmi enflasyon oranı %4,1 idi. Fakat gerçek yaşam maliyeti bunun iki katından daha fazla arttı: tam %9,4. Bu da 2023 yılında satın alma gücünün medyan olarak %4,3 düştüğü anlamına geliyor.
Avrupalı liderlerin Trump’ın gümrük vergisi hamlelerine ve Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemekten açıkça geri çekilmesine cevabı, daha fazla savaş hazırlığı gibi görünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsüne göre, küresel savunma harcamaları geçen yıl 2,2 milyar dolara ulaşarak rekor kırarken, Avrupa’da ise 388 milyar dolara yükselerek ‘soğuk savaş’tan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Financial Times’ın liberal Keynesyen iktisat gurusu Martin Wolf, “Savunma harcamalarının önemli ölçüde artması gerekecek,” diyor. “Bu harcamanın 1970’lerde ve 1980’lerde Birleşik Krallık GSYİH’sinin %5’i ya da daha fazlası olduğunu unutmayın. Uzun vadede bu seviyelerde olması gerekmeyebilir: modern Rusya Sovyetler Birliği değil. Yine de, özellikle ABD’nin çekilmesi durumunda, inşa sırasında bu kadar yüksek olması gerekebilir.”
Bunun bedeli nasıl ödenecek? “Eğer savunma harcamaları kalıcı olarak artırılacaksa, hükümet yeterli harcama kesintisi bulamazsa, ki bu da şüpheli, vergilerin arttırılması gerekir.” Fakat endişelenmeyin, tanklara, askerlere ve füzelere yapılan harcamalar aslında bir ekonomi için faydalıdır, diyor Wolf. “Birleşik Krallık gerçekçi bir şekilde savunma yatırımlarının ekonomik getirilerini de bekleyebilir. Tarihsel olarak savaşlar inovasyonun anası olmuştur.” Wolf daha sonra İsrail ve Ukrayna’nın savaştan elde ettiği kazanımlara ilişkin harika örneklerden bahsediyor: “İsrail’in “startup ekonomisi’ ordusunda başladı. Ukraynalılar şimdi dron savaşında devrim yarattılar.” Savaşın getirdiği yeniliklerin insani maliyetinden bahsetmiyor Wolf: ”Ancak asıl önemli olan nokta, savunmaya önemli ölçüde daha fazla harcama yapma ihtiyacının, her ikisi de doğru olsa da, sadece bir gereklilikten ve sadece bir maliyetten daha fazlası olarak görülmesi gerektiği. Eğer doğru şekilde yapılırsa, bu aynı zamanda iktisadi bir fırsattır.” Yani savaş iktisadi durgunluktan çıkış yolu.
Almanya’nın müstakbel Şansölyesi Friedrich Merz de (son seçimleri kazandıktan sonra) aynı hikayeyi benimsedi. Hükümetin hesaplarını ‘dengelemek’ için herhangi bir ekstra mali harcamaya karşı çıktığı seçim kampanyasından tam bir dönüş yaparak, şimdi Avrupa’nın en büyük ekonomisini canlandırmak ve yeniden silahlandırmak için Almanya’nın ordusuna ve altyapısına yüz milyarlarca dolarlık ekstra fon enjekte etme planını destekliyor. Yeni bir düzenleme ile GSYİH’nin %1’inin üzerindeki savunma harcamaları, hükümetin borçlanmasını sınırlayan “borç freninden” muaf tutularak Almanya’nın silahlı kuvvetlerini finanse etmek ve Ukrayna’ya askeri yardım sağlamak için sınırsız miktarda borçlanmasına izin verilecek. Ayrıca, altyapı için on yıl boyunca sürecek 500 milyar avroluk bir fon oluşturmak üzere bir anayasa değişikliği yapmayı planlıyor. Birdenbire silahlanma ve askeri girişimler için bol miktarda nakit ve borçlanma imkanı ortaya çıktı.
İngiltere’nin planı, dünyanın yoksul ülkelerine yönelik yardım programını keserek ‘savunma’ harcamalarını iki katına çıkarmak. Trump ayrıca ABD’nin dış yardımlarını da dondurdu. Küresel borç 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 318 trilyon dolara ulaştı. Küresel borcun küresel GSYİH’ye oranı son dört yılda ilk kez yükseldi; yani borç nominal GSYİH’den daha hızlı artarak GSYİH’nin %328’ine ulaştı. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), borç yükleri artmaya devam eden yoksul ülkelerin büyük bir baskı altında olduğu uyarısında bulundu. Bu ekonomilerdeki toplam borç 2024 yılında 4,5 trilyon dolar artarak, gelişmekte olan piyasaların toplam borcunu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan GSYİH’nin %245’ine çıkardı. Bu yoksul ekonomilerin birçoğu bu yıl 8,2 trilyon dolarlık rekor bir borcu çevirmek zorunda ve bunun yaklaşık %10’u yabancı para cinsinden; bu da finansmanın kesilmesi halinde hızla tehlikeli bir hal alabilecek bir durum. Yani önümüzde daha fazla savaş ve daha fazla yoksulluk var.

Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu

Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak

G7 bildirisinin hedefinde İran var

NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı

İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
Çok Okunanlar
-
AVRUPA3 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi