Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail ile ‘milliyetçi-muhafazakâr enternasyonal’ arasındaki ilişki

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, İsrail’in iktidardaki Likud partisinin hem ideolojik, hem de hukuk teorisi düzeyinde Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan “Milli Muhafazakârlık” akımı ile benzerliklerini vurgulaması açısından özel bir önemi hak ediyor. Macar lider Viktor Orban’ın popülerleştirdiği “illiberal demokrasi” kavramı, İsrail’deki “sağcı” siyonist akımları tanımlamak için de kullanılıyor. Bu akımlar, batı düşüncesindeki evrenselci akımlara, örneğin Rousseau’ya karşı, partikülarist fikirleri, örneğin Edmund Burke gibi Fransız Devrimi’ne düşman isimleri öne çıkarıyor. Makalede görüşlerine yer verilen Edmund Burke Vakfı Başkanı Yoram Hazony’nin İsrail’in “kendine özgü oluşuna” yaptığı vurgu bu nedenle tesadüf değildir. Avrupa’daki milliyetçi-muhafazakâr partilerin Likud ve siyonizm ile kurduğu yakın ilişkinin bir örneği, yakın zamanda Madrid’deki VOX etkinliğinde de görülmüştü. Evrenselcilik-partikülarizm tartışması, tekrar Trump’lı bir dünyaya doğru giderken, daha da önem kazanacak gibi görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler bize aittir.


İsrail’in illiberal demokrasisi sağ için bir modele nasıl dönüştü?

Suzanne Schneider
Dissent
Bahar 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Gazze’de Filistinlilerin kitlesel kıyıma uğradığı ve açlığa terk edildiği bir ortamda, İsrail’i sadece bir yıl önce saran siyasi dramı göz ardı etmek zor olmasa gerek. Hatırlanacağı üzere, Aralık 2022’de iktidarı devralan Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümet, hükümet karşıtı protesto dalgasına yol açan bir dizi adli ve idari reform önermişti. Endişeli gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve önde gelen Amerikan Yahudi örgütleri demokrasinin gerilemesine ilişkin kaygı verici uyarılarda bulunmuştu. Görünüşe göre İsrail, illiberal Macaristan olmaya doğru ilerliyordu.

Bu çerçeveleme hiçbir zaman tam olarak ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için sokakları adımlarken, çoğu işgali ele almayı, hatta bu gerçeği kabul etme fikrini dahi reddetti. Yahudi ve Filistinli İsrailliler için eşit olmayan bir vatandaşlık sistemini sürdüren ve kontrol ettiği topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle haklarından mahrum bırakan bir ülke, açıkça demokrasinin geleneksel tanımına uymuyor. Ancak küresel sağın yandaşları arasında revaçta olan alternatif bir demokrasi fikri var: Bu, ayrımcılık yapma ve ulusun ihtiyaçlarını genel olarak bireylerin, özel olarak da azınlıkların ihtiyaçlarından üstün tutma hakkı üzerine inşa etmiş bir demokrasi. İsrail’de uzun süredir egemen olan ve Yahudi devletinin destekçilerinin şimdi dünyanın dört bir yanındaki illiberal liderler için bir şablon olarak sunduğu, demokrasinin işte bu versiyonudur.

İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların dolaşımını teşvik eden yeni kurumsal iletişim ağlarının marifetiyle Siyonist sağ, ulusal tikelcilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuna yasal ayrımcılık hakkını ekleyerek ideolojik bir çap ve küresel tanınırlık elde etmeye başladı. İlliberal demokrasinin şampiyonları hem liberalizme hem de faşizme karşı saygıdeğer bir alternatifi temsil ettiklerini iddia ediyorlar; oysa siyasi vizyonları –daha iyi bir ifadeyle– “etno-otoriter” olarak tanımlanabilir. Nitekim İsraillilerin geçtiğimiz yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sırasında deneyimlemeye başladıkları gibi, düşmanların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen devletler eninde sonunda kendi halklarını yutmaya meyillidir.

Hamas’ın 7 Ekim’deki dehşet verici saldırılarının ardından İsrail’in dünyayı kasıp kavuran misilleme harekâtı, ona duyulan yaygın uluslararası sempatiyi rekor bir sürede kınamaya dönüştürmeyi başardı. Bu satırların yazıldığı sırada çoğu kadın ve çocuk 32,000’den fazla Filistinli öldürüldü, yüz binlercesi de açlığın eşiğine geldi, ancak İsrail’in kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırabildi ne de Gazze’de tutulan rehinelerin tamamını serbest bıraktırabildi. Gelinen noktada ABD Senatosu Çoğunluk lideri Chuck Schumer gibi sadık İsrail destekçileri bile artık açıktan tereddüt etmeye başlayarak Senato kürsüsünden Benjamin Netanyahu’yu devirmek için seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar.

Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun süredir geliştirdiği sıcak ilişkilerin kritik bir noktada durduğunu söylemek gerek. Bunlar, Macaristan’ın Viktor Orbán’ı gibi devlet başkanlarını da içeren- resmi devletlerarası ilişkiler değil sadece, İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa, hatta Hindistan ve Filipinler gibi “Küresel Güney” ülkelerindeki siyasal muadilleri arasında kurulan yakınlıklar da demek aynı zamanda. Örneğin, Schumer’ın azarlamasına yanıt olarak Netanyahu, eski Meclis Başkanı John Boehner’in isteği üzerine 2015’te Kongre’ye yaptığı konuşmanın bir yansıması olarak, doğrudan Senato Cumhuriyetçilerine hitap etti.

Muhtemel ki Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyoncu Jerry Falwell arasında 1980’lerde kurulan karşılıklı avantajlı ilişkiyle başlayan Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da İsrail sağı, Yahudi devletinin kendine özgü illiberal markasını küresel bir model olarak ancak son yıllarda takdim ediyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini, bireysel hak ve özgürlükleri merkezine alan liberal anayasal modele bir alternatif olarak yücelterek ona yeni bir yorum getirdiler. The Virtue of Nationalism [Milliyetçiliğin Fazileti] kitabı yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde yazdığı gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, şu anda Batı’da moda haline gelen radikal Batı siyasi düşüncesinin belirli bir kolu tarafından izin verilen tek ‘siyaseten doğru’ anayasadır.” Bu tehlikeli gelenek, diye devam ediyor Hazony, “İsrail’de derin izler bıraktı. Ve beraberinde, İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘vatandaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillendirilene kadar meşru olmayacağı şüphesini doğurdu.” Hazony için, İsrail’in demokratik noksanı bir kusur değil, onun kendine has bir özelliği, ya da başka bir ifadeyle liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model demek.

İsrail’in dünyada yazılı bir anayasası olmayan dört ülkeden biri olması dikkat çekicidir. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtilmişti, ancak ne Birinci Knesset ne de ondan sonra gelenler düzinelerce girişime rağmen bunu yapmaya hiç yanaşmadı. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçelerle bir anayasa kabul edilmesine sürekli bir biçimde karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı bir konuşmada “İsrail devletinin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevleri olduğunu biliyordum” diyordu: “Dolayısıyla, anayasa ve yasalar konusunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna da vardım.”

Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, devletin prosedürel unsurlarını (“ulusun temsilcilerinin nasıl seçildiği, yetkilerinin neler olduğu, hükümetin nasıl seçildiği, hükümetin nasıl toplandığı” gibi) detaylandırmakla sınırlı bir anayasaydı. Diğer bir deyişle, sıradan çoğunluk yönetimi yoluyla kaldırılamayacak temel haklar ve yasal korumalar öngören liberal-demokratik anayasal modele katı bir biçimde karşı çıkıyordu. Benzer şekilde, yüksek yargı makamının yargısal bir denetim yapabilmesi fikrini de reddetti ve “Anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için hiçbir mantıklı neden yoktur” diye yazdı. Son olarak, yasal eşitlik konusuna üstü kapalı değinse de bunu reddedecekti: “Fransız anayasası eşitlik ve kardeşlikten bahsediyor, ancak herhangi bir yaptırım yok. Eğer bir insan gerçekte diğeriyle eşit değilse, bu yöndeki bir ifadenin hiçbir anlamı yoktur. Bu olsa olsa güzel bir slogandır.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin gerçek eşitlikle aynı şey olmadığını biliyor ve anlıyor, ancak retorik kaydırmayı tercih ediyordu: Eğer liberal demokrasiler ikincisini garanti edemiyorsa, neden birincisiyle uğraşsınlardı ki?

Ben-Gurion, Kasım 1947’den 1949 baharına kadar çeşitli şekillerde devam eden ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil aynı zamanda yaklaşık 750,000 Filistinlinin sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına ya da ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150,000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Ancak bu faktörlerin onun liberal anayasal modelleri reddetmesine nasıl yol açtığını görmek çok da zor olmasa gerek.

1948 sonbaharında, daha önce Özgür İrlanda Devleti tarafından kabul edilen anayasa üzerine bir çalışma yayımlamış olan Leo Kohn adlı Almanya doğumlu bir Siyonist, böylesi bir seçenek üzerinde son rötuşları yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; siyasi makamlarda ve istihdamda eşit yurttaşlık ilkelerine uygunluk ve buna bağlı siyasi haklar tesis edecek ve “kamusal amaçlar dışında” arazi veya mülkün kamulaştırılmasını yasaklayacaktı. Kısacası bu, Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı.

Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturan Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. Evini terk edip de 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında düşman topraklarına (çoğunlukla Filistin Mandası’nı kapsayan bölge) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelik, evleri ve mülkleri büyük ölçüde kamulaştırdı – tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkan, (57.000 aile konutu içeren) 25.000 bina ve ülkedeki tüm verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı”. Bu, orta ve kuzey Celile’yi ele geçirmek için yapılan ve Filistin köylerinde yaklaşık bir düzine katliamla desteklenen bir başka sürgün turunu içeren askeri bir harekât olan Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gelmişti. Bir biçimde yerinde kalmayı başaran Arap sakinler ise 1966’ya kadar sürecek olan örfi idareye tabi tutulacaktı.

Filistin topraklarını istimlak ederek kurulan bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Arap azınlığı düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetim sistemine tabi tutan bir devlet, kanun önünde eşit korumayı nasıl sağlayabilirdi? Tüm bunlar, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan bir yerleşimci devlet içinde asla halledilemezdi. Ben-Gurion bu noktayı son derece açık biçimde dile getirmişti: “Bir halk demokrasisinde ya da başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan rafine kişilerin iyi yönetimi altında olmaktansa, kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”

Kuruluşunu takip eden birkaç on yıl boyunca İsrail’in demokrasi noksanlığı bir biçimde geçiştirilebildi. Hikâyeye göre Yahudi devleti şiddetin hâkim olduğu bir bölgede yaşıyordu ve diğer demokrasilerin pek de sık karşılaşmadığı kimi sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, yargısız gözaltılar ve ev yıkımları gibi insan hakları ihlalleri “kalıcı bir olağanüstü hal”in gereğiydi. Ancak İsrail’in Mısır ve Ürdün ile barış anlaşmaları imzalaması, Suriye ile müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu mazeret git gide zayıflamaya başladı. Dahası, Menachem Begin hükümetinin 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp yasal ve sosyal eşitliği benimsemenin zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları besledi. FKÖ ile Oslo Anlaşmaları sonrası nihayetlenen bir dizi müzakerenin ardından, İsrail’in sonunda olağanüstü halden kurtulup Kohn’un on yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye geçebileceğine dair umutlar hiç de azımsanacak gibi değildi.

Ne var ki bu özlem gerici bir hareketlenmeyi doğurdu. 1990’ların ortalarına gelindiğinde İsrail toplumu iki geniş siyasi kampa bölünmüştü: Statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” -bireysel hakları güçlendirmek için yargıyı kullanan bir çift 1992 Temel Yasası- destekleyenler ve gittikçe yükselen Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçiliği, yerleşimciliği ve kalıcı eşitsizliği benimseyenler.

Liberal-demokrat kamp kendini 1978’den 2006’ya kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapan ve 1995’ten itibaren başyargıç olan Aharon Barak’ın içtihatlarıyla yakından özdeşleştirdi. Barak, İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm, ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk ile bozulabiliyordu– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyordu. Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğu fikrindeydi.

Örneğin, Ka’adan ile İsrail Arazi İdaresi arasındaki 2000 tarihli ünlü davada mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğu yönünde karar vermişti. Eşitlik ilkesine başvuran Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararına atıfta bulunarak “‘ayrı ama eşit politikasının’ ‘doğası gereği eşitsiz’ olduğunu” ileri sürmüştü. Pratikte Mahkeme, devletin gücünü kısıtlamada oldukça zayıf kalmıştır, ancak Ka’adan gibi yüksek profilli davalar, mahkemeyi Yahudi halkının düşmanı olarak gören İsrail sağı tasvirini beslemiştir.

Hazony 2015 yılında anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak ‘geleneksel İsrail’ kavramını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya yerinden etmek” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliği ile demokrasi arasında bir çelişki olduğunu savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında ilerleme kaydetmeye başladı -eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi bazıları İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu apaçık savunmaya istekliydi.”

Bu pencereden bakıldığında, 1992 Temel Yasaları Siyonist siyasi gelenekte bir kırılma anlamına geliyor: “İsrail hukukunun temel amacının eşitlik (güvenlik, özgürlük, Yahudi halkının refahı ve diğer değerlerin değil) olduğunu açıkça belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde, kararın İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Yasası’na ve “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağı belirtiliyor.

İkinci İntifada sırasında mahkemelerin İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemenin gücünü azaltmak için çeşitli girişimler başlatmasıyla daha da hız kazandı. Bu çabanın anahtar noktasını, pek çoğu devletin laik Aşkenaz elitinden gelen mahkeme atamalarının niteliğini dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Shaked 2019’da eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde nasıl bir “muhafazakâr devrime” yol açtığıyla övünmekteydi (bugün, yorumcular Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların tam sayısını tartışsa da bu sayının toplam on beş yargıçtan beş ile yedi arasında olduğu konusunda bir uzlaşı var). Macaristan’dan ithal edilen bir şey olmaktan çok uzak olan 2023 yargı “reformu” paketi, İsrail’in ölü doğmuş liberal demokrasisi karşısında on yıllardır süren bu mücadelenin zirve noktasıydı.

Orbán ve Netanyahu arasındaki karşılıklı hayranlık ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve İsrail’de maliye bakanlığı görevini yürüten Netanyahu, sol ve liberal eleştirmenlere karşı duydukları ortak antipati nedeniyle birbirlerine daha sıkı bağlandılar. Orbán’ın meydan okuyan Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak olarak değil, aynı zamanda bir model olarak gördüğü de biliniyor. Andras Dezso’nun ifadeleriyle, “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud zaten kardeş partiler olarak görülüyordu.”

Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36 tarafından yayımlanan raporunda ortaya koyduğu gibi, bu ortaklık hem ideolojik hem de stratejik olmasının yanı sıra her iki tarafa da önemli avantajlar sağlamıştır. Macaristan Orta Doğu politikasını radikal bir şekilde değiştirmiş ve AB’nin ateşkes kararlarını ve yaptırımlarını (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda) defalarca veto ederek İsrail’in en sadık Avrupalı müttefiki haline gelmişti. Yine Orbán İsrail’in Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nden oluşan ve hepsi de zamanla güvenilir müttefikler haline gelen daha geniş Vişegrad Grubu ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olmuştu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesinde -Macar liderin 2019’da Donald Trump ile yapacağı görüşmenin ayarlanmasında büyük rolü vardı- ve antisemitizm suçlamalarını savuşturmasında büyük destekçisiydi. Likud ayrıca ideolojik olarak kendisine epey yakın olan Chabad-Lubavitch hareketinin Macaristan’da kendine bir yer edinmesine ve Orbán hükümetine tüm gücüyle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuruna dönüşmesinde etkili olacaktı.

Ama belki de tüm bunların içinde en kayda değer olanı, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol-liberal eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemiş olmasıydı. Yahudi-Amerikalı muhafazakâr siyasi stratejistler Arthur Finkelstein ve George Birnbaum Macaristan’ın Soros karşıtı yürüttüğü kampanyaların baş mimarlarıydı. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına yardımcı olmadan önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak adını duyurmuştu. Sonrasında ise Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. 2008 yılında Orbán yeniden seçime girmeye karar verdiğinde, Netanyahu onu Soros’u “düşman kuklacı” olarak gösteren komplocu fikri geliştiren Finkelstein ile tanıştırdı. İsrail’in Macaristan büyükelçisi 2017’de bu kampanyayı eleştirdiğinde—bu hareket Likud’u epey şaşırtmış gibiydi—açıklamasını geri çekmek zorunda kalacaktı.

Likud 2015 yılında iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlanması için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in yükselişi sonrası yaşanan mülteci krizinin ortasında, “İslamofobi”, Macaristan-İsrail bağını güçlendiren önemli bir etmen oldu. Wertzberger’e göre bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, yani Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma doğurdu. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi ve iki ülke aniden kendilerini aynı sayfada bulunca, Macaristan için İsrail’in pozisyonlarını desteklemek öncesinden çok daha kolay hale geldi.

Hatta Macaristan’ın göçmenleri dışarıda tutmak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye istediği bile bildirildi.

Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın merkezinde, devletin temeli olarak etnik homojenliğe duyulan saplantı yatıyor. Sağcı bir İsrailli yorumcu ve Orbán’ın gözde üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi Gadi Taub’un geçen yıl attığı bir tweet’e belirttiği gibi, “Bugün Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “Göç Batı Avrupa’nın durumunu geri dönülmez hale getirdi. Nüfusları -Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünü- karıştırmak işe yaramayacaktır.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda bariz sonuçlar doğurmakla birlikte, kan bağından başka şeylerle birbirine bağlı çok etnili devletler olasılığına da ciddi şekilde darbe vurmaktadır. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre, bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır -sivil kimlik, ırksallaştırılmış ulusal birime ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizm’i, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’ın Hindutva ideologlarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için çekici kılan işte bu argümandır.

Tüm bunların yanında İsrail’in yerel hikayesini küresel sağ ile ilişkilendirmede kilit rol oynayan yeni kurumlar da ortaya çıkmış oldu. Bunlar arasında 2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federalist Toplum ile iş birliği içinde kurulan İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu, Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu türden kurumlar, yeniden yapılandırılan Heritage Foundation ve Fidesz tarafından finanse edilen Danube Institute ve MCC gibi yurt dışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak konferanslar, yayınlar ve lobi faaliyetlerinde iş birliği yaparken, çalışanlar ve üyeleri ise küresel bir sandalye kapmaca oyunu oynuyor.

Bu fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl dolaştığını anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi profesörü ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı yürüttüğü kampanyada, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkmış ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunmuştu. Son zamanlarda hem MCC’de hem de Budapeşte’deki 2022 CPAC konferansında bu bağlamda konuşmalar yaptı. 2023 yılında, Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi şiddet türlerine karşı mücadele etmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi politikası olan İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae (“mahkeme dostu”) görüşü sundu; ayrıca Netanyahu hükümetinin onaylamayacağını açıkladığı bu sözleşmeye karşı İsrail’de birtakım yasal argümanlar geliştirdi. Sadece iki kıtada oynamakla da yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar hareketini (BDS veya BDS Hareketi) suç sayan eyalet ve federal yasaların hazırlanmasına da yardımcı oldu.

Bu küresel kurumlar, siyasetçiler ve aydınlar ağı, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironiye işaret ediyor: Onlar yeni enternasyonalistler ve sınırlar ötesi siyasi koordinasyon açısından solu çok geride bırakıyorlar.

Orbán 2019 yılında Hazony’i Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisi tarafından duyurulan görüşme detaylarına göre, “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar”, “milliyetçiliğin, ulusların kendi kaderlerini bağımsız olarak belirlemeleri, geleneklerini korumaları ve ulusal çıkarlarını herhangi bir dış müdahale olmaksızın hayata geçirme arzusuna dayanan en iyi yönetim biçiminin temel ilkesini oluşturduğunu göstermiş oldu.

Hazony’nin çalışması en iyi haliyle, muhtemelen sağcı politikacılar ve hükümetler tarafından zaten oluşturulmuş olan uygulamalara saygın bir teorik soyağacı oluşturmaya dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Açıkça İsrail bağlamından alınmış olan bu muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel aklına” meydan okumakta ve “evrensel haklar hakkında yanıltıcı teoriler üreten” uluslararası örgütlerin kararlarını reddetmektedir. İsrail uzun süredir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony ise bu meydan okumaya, bu tür kurumları ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştirerek bunlara ideolojik bir içerik kazandırıyor. Yani sorun artık sadece evrensel insan haklarının umutsuzca soyut (Edmund Burke’ün baktığı yerden) ya da pratikte iktidarsız (Hannah Arendt’e göre) olması değil, çok daha kötücül bir şeye dönüşmüş olmasıdır: Halklara düşmanlık.

İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanları” kategorisinin ne denli geniş olduğunu gösterdi: Öyle ki bu kategori artık birçok kişi için yenidoğan bebekler, yabancı yardım kuruluşu çalışanları ve gazetecileri de -binlerce kurbanla birlikte- içermektedir. Yüksek Mahkeme İsrail’de savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onayladı. Kararda “Gösteri ve toplanma hakkına verilen yüksek statüye rağmen, bu konuda dengelemelerin yapıldığı karmaşık bir gerçeklik içindeyiz” deniliyor. Yani aslında Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” bugünün “karmaşık gerçekliğine” kadar, İsrailli liderler epey uzun bir zamandır demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını [ve hatta olamayacağını] savunuyorlar.

7 Ekim, hem sürekli olağanüstü hâl rejimi içinde yaşamanın sınırlarını gözler önüne serdi hem de gerçekten demokratik bir İsrail’i kurabilmek için neredeyse hayal dahi edilemez bir siyasi yeniden yönlendirme gerektiğini. Kısa bir süre için dahi olsa mümkün gibi görünen liberal-demokratik model, iki devletli bir çözümün uygulanmasına bağlıydı ancak bu çözüm gelinen noktada uygulanabilir bir barış planından ziyade zombi diplomasisini andırıyor. Yarım asır önce Menachem Begin tarafından önerilen özerklik planına benzer bir planın -yerel özerklik için bir mekanizma sağlayacak, ancak ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı verecek ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek- uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması, bu aşamadan çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. İlliberalizmdeki bu yenilik gerçekleşirse, dünyanın bunu izleyeceğine hiç şüphe yok -bazılarımız dehşet içinde, bazılarımız ise hayranlıkla…

DÜNYA BASINI

Rusya basını, İsviçre’deki Ukrayna barış konferansını nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Yazar

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçen hafta cuma günü Ukrayna’da barış için şartlarını ortaya koydu; İsviçre’de düzenlenen Ukrayna konferansında ise ufukta hızlı bir çözüm görünmüyor ve Fransa’da aşırı sağın zaferi, Paris ile Kiev ilişkilerini riske atıyor.

Pazartesi günü Rusya’daki gazete manşetlerinin başında, İsviçre’nin Bürgenstock tatil beldesinde düzenlenen zirve geldi.

Vedomosti: Putin barış girişimini ortaya koydu

“Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 14 Haziran’da Rusya Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda Ukrayna ile ateşkes şartlarını açıkladı. Moskova, Ukrayna’nın Rusya’nın dört yeni bölgesinden askerlerini çekmesi ve yeni toprak düzeninin uluslararası anlaşmalarda tanınması halinde derhal ateşkes yapmaya hazır olacak. Putin, müzakerelerin başlayabilmesi için tüm yaptırımların kaldırılması ve Kiev’in NATO’ya katılmayı unutması gerektiğini söyledi. Rusya’nın Ukrayna ile barış anlaşması yapma çabaları, askerlerini Kiev’den çekmesine rağmen Mart 2022 sonunda başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Genel Direktörü İvan Timofeyev, Vedomosti‘ye yaptığı açıklamada Putin’in son barış taleplerinin eskisinden daha sert olduğunu ve yeni siyasi ortamı yansıttığını dile getirdi. Ancak Rusya Devlet Başkanı’nın planının oldukça adil göründüğünü belirten uzman, gelecekteki herhangi bir barış önerisinin bu kadar hoş olmayacağını yineledi.

Timofeyev, ‘Moskova Kiev’in bu talepleri kabul etmeyeceğini çok iyi anlasa da, Rusya ordusu savaş alanında başarı gösterirse gelecekteki bir barış planı daha da sert şartlar içerebilir’ dedi.

Askeri Bilimler Akademisi üyesi Sergey Sudakov da aynı fikirde. Sudakov’a göre Devlet Başkanı’nın Ukrayna birliklerinin Rusya’nın dört bölgesinden çekilmesi yönündeki talebi, Kiev’i destekleyen ABD ve onun askeri-siyasi müttefiklerine bir sinyaldi.

Siyasi analist Aleksey Makarkin ise Putin’in sinyalinin Batı’ya değil, küresel Güney’e olduğunu savunuyor. Batı, mevcut angajman çizgisi dahilinde bir ateşkes fikrine sıcak bakıyor. Uzman, ‘sahadaki durumun’ tanınması halinde Rusya’nın çatışmalara son vermeyi kabul edeceğini açıkladı ve ‘İstanbul müzakereleri sadece iki Donbass cumhuriyetinin tanınmasıyla ilgiliydi, şimdi ise Moskova 2022 referandumunun sonucunun da tanınmasında ısrar ediyor’ diye ekledi.

Putin’in Ukrayna’nın NATO’ya katılımıyla ilgili talebine gelince, ittifaka katılım teklifi 2019’dan beri ülkenin anayasasında yer alıyor ve Kiev 2020’de ittifakın gelişmiş fırsat ortağı birlikte çalışabilirlik programına katılırken, geçtiğimiz temmuz ayında işleri koordine etmek için Ukrayna-NATO Konseyi kuruldu.

Vedomosti‘ye konuşan Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (IMEMO) Dmitriy Ofitserov-Belskiy, Ukrayna parlamentosu Verhovna Rada’nın da ülkenin NATO dışında kalması için Anayasa’da değişiklik yapabileceğini ifade etti. Ofitserov-Belskiy, ‘Rusya için en iyi senaryo Ukraynalılar tarafından yapılacak bir halk oylaması olacaktır, zira bu kararın geri alınması zor olacaktır ve Batı tarafından saygı gösterilmesi gerekecektir’ diye konuştu.”

Putin, barış görüşmeleri için koşulları açıkladı: Ukrayna, Rusya’ya bağlanan bölgelerden tamamen çekilmeli

Kommersant: İsviçre’deki Ukrayna konferansı çatışmanın sona ermekten uzak olduğunu gösteriyor

“Ukrayna tarafından İsviçre’nin ev sahipliğinde başlatılan barış konferansı, bazı önemli istisnalar dışında, forum katılımcılarının çoğunluğu tarafından imzalanan bir bildiri ile noktalandı. Bildiri, Ukrayna’nın barış formülündeki on maddeden üçünü içermekle birlikte, barışa yönelik herhangi bir özel adım ortaya koymuyor; bunlar henüz formüle edilmedi.

Mayıs ayından bu yana üzerinde çalışılan belge birkaç kez değişikliğe uğradı ve foruma katılan 92 ülkeden 79’u tarafından imzalandı. İsviçre Federal Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan açıklamaya göre Ermenistan, Bahreyn, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Ürdün, Libya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Tayland, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mauritius belgeyi imzalamayı reddetti. Mauritius katılımcılar listesinde yer almazken toplantıya ada ülkesinden bir heyet katıldı. Etkinliğe katılan uluslararası kuruluşlar arasında Rusya’nın üyesi olmadığı Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu bildiriyi imzalarken AGİT, Birleşmiş Milletler ve Amerikan Devletleri Örgütü imzalamayı reddetti.

Belgede, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden bahsedilmesi Kiev açısından büyük önem taşıyordu. Ukraynalı lider Vladimir Zelenskiy, toplantının ardından düzenlediği basın toplantısında Rusya’nın toprak bütünlüğüne saygı göstermesi halinde ülkesinin ‘yarın gibi erken bir tarihte’ barış görüşmelerine hazır olacağını ifade etti. Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Genel Direktörü İvan Timofeyev, Kommersant‘a verdiği demeçte ‘Bildiri, Ukrayna’nın tutumunu oldukça belirsiz de olsa sağlamlaştırdığı için siyasi bir ağırlığa sahip. Şu anda kağıt üzerinde ve daha sonra buna atıfta bulunacaklar’ dedi.

Ancak Ukrayna’nın bildirideki tutumu, Rusya’nın, Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından zirve öncesinde formüle edilen tutumuyla çelişiyor. Ukraynalı lider ve onu destekleyen hükümetler ülkenin toprak bütünlüğü konusunda BM Tüzüğüne atıfta bulunurken Putin BM Tüzüğünün halkların kendi kaderini tayin hakkından bahseden 1. Maddesinde yer alan 1. Fıkraya atıfta bulunuyor. Moskova, Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin yanı sıra Zaporojye ve Herson oblastlarının Rusya’ya katılmadan önce bağımsızlıklarını ilan ederek kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullandıklarında ısrar ediyor. Şimdi de Rusya, barış müzakerelerine başlamanın bir koşulu olarak Ukrayna birliklerinin bu dört bölgeden tamamen çekilmesini talep ediyor.

Dolayısıyla Ukrayna ve Rusya’nın tutumları hala birbirinden son derece uzak ve bu da hızlı bir çözüm için çok az umut bırakıyor. Siyaset bilimci Samuel Charap, Kommersant‘a verdiği mülakatta ‘Bu noktada görüşmeyi reddediyorlar, bu yüzden başka neler olabileceği konusunda iyi bir fikrimiz yok’ diye konuştu.”

İzvestiya: Fransa’da aşırı sağın kazanması Paris-Kiev ilişkilerini kötüleştirebilir

“Fransa’da önümüzdeki parlamento seçimlerinde Ulusal Birlik’in kazanması halinde, Ukrayna’ya destek Paris için daha zorlu hale gelebilir. Bununla birlikte, partinin muhaliflerinin yüksek sesli konuşmalarına rağmen Fransa’nın yakın zamanda dış politikasında toptan bir değişiklik görmeyeceğini söyleyen Moskova Devlet Üniversitesi’nde kamu hukuku doktoru ve misafir profesör olan Karine Bechet-Golovko, ‘Fransa, Ukrayna’yı desteklemekten vazgeçebilir’ dedi.

Bechet-Golovko, ‘Seçmenler [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron’a karşı oy kullanmaya hazır. Eğer Ulusal Birlik parlamentoda çoğunluğu ele geçirirse Jordan Bardella başbakan olabilir ama kendisi Ukrayna yanlısı bir siyasetçi. Ukrayna’yı desteklerken Rusya ile savaşa karşı çıkıyor. Radikal bir küreselleşmeci olan Macron’un aksine ılımlı bir küreselleşmeci olduğu için bu durum Moskova’nın işine yarayacaktır. Bu da Ukrayna’ya olan desteği yavaşlatabilir’ ifadelerini kullandı.

Bardella’nın kabinenin başına geçmesi halinde ülke, Macron’un muhalefetten bir başbakanla birlikte hareket etmek zorunda kalacağı bir durumla karşı karşıya kalacak. Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (MGIMO) Uluslararası Eğilimler Analizi Laboratuvarı (LITRA) araştırmacılarından Aleksey Çihaçov, İzvestiya‘ya yaptığı açıklamada Beşinci Cumhuriyet bu durumu daha önce de yaşamış olsa da, Macron’un merkezcileri temsil etmesi ve Bardella’nın aşırı sağcı bir siyasetçi olması nedeniyle buradaki dinamiğin tuhaf olacağını kaydetti: ‘Onun [Bardella] Macron’dan tek büyük farkı, ilkinin çıtayı yükseltmeye istekli olmaması. Macron 2024 yılı boyunca Fransa’nın Ukrayna’ya asker gönderebileceğini söylerken, Bardella için böyle bir senaryo kabul edilemez.’

Her halükarda, Ulusal Birlik’in muhtemel zaferi Batı’nın Kiev’e verdiği desteğin zayıfladığına işaret edebilir ki Ukraynalı yetkililer de bunun farkında gibi görünüyor: 11 Haziran’da Federal Meclis’te konuşan Ukrayna lideri, Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin Rusya yanlısı söylemlerini ‘tehlikeli’ olarak nitelendirmişti.

Viktor Orban liderliğindeki Macar hükümeti Ukrayna’daki savaşa net bir şekilde karşı çıkmaya devam ediyor. Macaristan Başbakanına göre Avrupa seçimleri, Fransız parlamentosunun feshedilmesi, Belçika hükümetinin istifası ve Alman iktidar partisinin seçimlerde ikinci sırada yer almasının da gösterdiği gibi, halklarını çatışmayı desteklemeye zorlayan Avrupa hükümetlerinin kaybettiğini gösterdi.”

New York Times, Rusya ile Ukrayna arasındaki İstanbul anlaşmasının metnini yayımladı

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Julius Evola: Yeni Sağ’ın favori filozofu

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın yenilmesine rağmen, emperyalist düşünceye sirayet eden faşist eğilimler şu ya da bu kılıklarda savaş sonrası Avrupa ve ABD’de ortaya çıkmaya devam etti. İtalya’da Mussolinici neofaşistlerin ilham perisi Julius Evola, gerek 20. yüzyıl başındaki antidemokratik düşüncenin, gerekse de iki savaş arasındaki faşist hareketlerin temel eğilimlerini düşüncesinde barındırır: Kast sistemi sevgisi ile kitle “hayvanına” karşı doğu dinleri; demokrasiye ve sosyalizme duyulan nefret; eşitlik fikrine karşı aristokratik imtiyazlara övgü… Evola şimdi, 100 yıl sonra tekrar ortaya çıkan “batı dünyasının çöküşü” anlatısını benimseyen Yeni Sağ’ın en önemli filozoflarından biri olarak kendini gösteriyor: Evola’nın gelenek, ırk ve modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi üzerine yazdıkları, Yeni Sağ’a ilham vermeyi sürdürüyor.


Julius Evola: Aşırı sağın favori filozofu “süperfaşist” yeni bir nesli radikalleştiriyor

Christopher Harding
Unherd
8 Haziran 2024

25 Kasım 1970’te, büyük Japon romancı ve oyun yazarı Yukio Mişima, Japonya Öz Savunma Kuvvetleri Doğu Komutanlığı’nın Tokyo kışlasının komutanıyla bir randevu için geldi. Ziyaretinde kendisine eşlik eden dört kişinin yardımıyla Mişima, komutanı bir sandalyeye bağladı ve ardından savaş sonrası Japonya’ya kin kusmak için onun balkonuna çıktı. Aşağıda şaşkın askerlerden oluşan bir kalabalık, Mişima’nın, vatandaşlarını ekonomik refah peşinde koşarken “ulusun ilkelerini unutmakla, yerel ruhlarını kaybetmekle, özü düzeltmeden önemsiz olanın peşinden gitmekle [ve] kendilerini manevi boşluğa sürüklemekle” suçlayarak bilfiil darbe çağrısında bulunduğunu duydu.

Mişima’nın konuşmasına ve ardından gelen intihar ritüeline (komutanın ofisinde karnına bir samuray kılıcı saplamış, ardından yoldaşlarından biri kafasını kesmişti) çoğu Japon’un verdiği tepki şaşkınlık ve üzüntüden ibaretti. Hem Japonya’da hem de dünya çapında başkaları Mişima’nın mesajının yankı bulduğunu fark etti.

Bunların arasında, o sıralarda 70’li yaşlarının başında olan İtalyan filozof Julius Evola da vardı. Japonya’nın faşist teokrasisinin “mucizesi” olarak gördüğü şeyin 25 yıl önceki çöküşüyle hayal kırıklığına uğrayan Evola, Mişima’nın son eyleminde, ülkesinin önce savaş sonrası işgalci, sonra da eşitsiz bir ittifakın ortağı olarak ABD tarafından içine atıldığı müreffeh uykudan uyanması için cesur bir çağrı görmüştü.

1898’de Roma’da doğan Julius Evola, Batı dünyasını içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için ilham almak üzere sık sık Asya’ya baktı. Bu konuda pek de alışılmadık değildi. Goethe’den Coleridge’e kadar pek çok romantik, Hint tiyatrosunda ve felsefesinde Avrupa’nın kaybetmiş gibi göründüğü bir derinlik ve canlılık buldu. Ve 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Japonya bir ilham kaynağı haline geldi: insanları ve manzarası, resimleri ve tahta baskıları, kaligrafisi ve kimonosu, Zen Budizmi ve çay seremonisi.

Fakat bu ilginin büyük bir kısmı ruhani ve estetik yenilenmeye odaklanırken, Evola’nın Asya ile olan ilişkisi ruhani olanla siyasi olanın iç içe geçmesiyle tanımlanıyordu. Zen ya da Hindistan’ın Vedanta felsefesine ilgi duyan pek çok Batılının kişisel politikaları, özellikle savaş sonrası dönemde ilericiliğe doğru kayarken, Evola aşırı sağın önde gelen düşünürlerinden biriydi ve fikirleri Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’ndaki (kendisinin istediğinden daha az ölçüde de olsa) figürlere ve daha sonra savaş sonrası dünyadaki pek çok kişiye ilham verdi.

“Doğu”nun barış ve sevgi çağrışımları arasında genellikle göz ardı edilse de, Asya fikirleri ve uygulamaları, özünde elitizm, ırkçılık ve çatışma olan Batı ideolojilerini desteklemek için kullanılmıştır. Bu durum, yorumcunun ilk etapta Batı yaşamında neyin yanlış ya da eksik olduğunu düşündüğüne bağlıydı. Modern Batının 20. yüzyıldaki pek çok eleştirmeni yakın geçmişe ve endüstriyel kapitalizmin Avrupa’nın doğasına ve ruhuna verdiği zarara odaklanırken, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yazarların daha da geriye, Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılmasının felaketi olarak gördükleri şeyin ötesine, İskandinav mitinin, eski Alman folklorunun ve İmparatorluk Roma’sının diyarlarına uzandıklarını görebiliriz. Bu ilgi alanlarını, moderniteyle mücadelede ve kaybolan değerleri ve insani yetenekleri geri kazanmada ek ilham kaynakları olarak okült ve Doğu düşüncesine yönelik araştırmalarla birleştirmeyi başardılar.

Almanya’da, ülkenin kültürel ve ırksal köklerini arayışında ortaya çıkan tema, Almanların o zamanlardan beri yabancılaştığı hayat dolu, barışçıl, pastoral bir geçmişti. Wilhelm ve Jacob Grimm kardeşler tarafından derlenen ve yayınlanan peri masallarında, Alman köylü yaşamı mutlu ve sağlıklı, fakat sürekli olarak şiddet yanlısı yabancıların (cadılar, vampirler ve şeytanlar) tehdidi altında tasvir ediliyordu. Hindistan bu goblenin içine pastoral bir cennet olarak –Alman filozof Johann Gottfried Herder “kendilerini en masum yiyeceklerle, sütle, pirinçle, ağaçların meyveleriyle, anavatanlarının dağıttığı sağlıklı otlarla besleyen nazik Hindulardan” övgüyle söz ediyordu– ve uzun zaman önce, Almanların haklı olarak soyundan geldiklerini iddia edebilecekleri bir Aryan medeniyetinin sözde yuvalarından biri olarak dokunmuştu. Nazi ideologlarının elinde tüm bunlar, çökmüş, vampir Slavlar ve Yahudilerle karşı karşıya gelen, şimdi ve burada bir Ari ırk dramına dönüştü.

İtalya’da, Evola’nın Batının çöküşüne dair özel hissi, aristokrat Sicilyalı geçmişi ve genç bir adam olarak gündelik hayatın boşluğunu aşma özlemiyle yaşadığı deneyim tarafından şekillendirildi. 1917’de gönüllü olarak orduya katıldı ve savaştan sonra Dadacı resim ve şiire yönelmeden önce kısa bir süre aktif hizmet gördü. Üniversitede mühendislik okudu ama akademinin burjuva geleneklerinin kendisine göre olmadığını iddia ederek eğitimini tamamlamadı.

Katolik yetiştirilme tarzını reddeden Evola, halüsinojenler, büyü ve Budizm ve Taoizm’den anladıklarıyla aradığı aşkınlığı tattı. Budist kutsal metinlerini okuması, 1922’de intihara meyilli olduğu bir dönemde ona yardımcı oldu ve Lao Tzu’nun öğretilerinde Evola, “Mutlak Birey” olarak adlandırdığı şeye dönüşmenin yolunu buldu. Bu, kişinin güçlü, amaca yönelik ve maddi ve kültürel kısıtlamalardan özgür hale geldiği “büyülü, parlak bir aşılmazlık” haliydi.

Fransız filozof René Guénon, küresel tarihi kozmik bir amaç doğrultusunda okuyarak Evola’nın fikirlerinin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Guénon, gerçekliğin geri kalanının kendisinden kaynaklandığı “Mutlak” hakkındaki ilkel hakikatlerin, dünyanın dini gelenekleri içindeki hünerli kişiler aracılığıyla çağlar boyunca aktarıldığını iddia etti. Bu hakikatlerin modern Batıda materyalizm, akıl ve ilerlemeye aşırı vurgu yapılması nedeniyle kaybolduğunu ileri sürdü. Bununla birlilkte bu hakikatler Hindistan gibi yerlerde, özellikle de Herder ve Goethe gibi Alman Romantikleri tarafından da çok sevilen Vedanta felsefe okulunda hala bulunabiliyordu. Guénon, “Doğu doktrinleri” aracılığıyla ilkel hakikatler konusunda eğitilmiş ruhani entelektüellerden oluşan yeni bir elit görmeyi ve Batıyı kutsalı merkezine alan bir medeniyet olarak yeniden kurmayı umuyordu.

Guénon’un fikirleri ve programı, Latince tradere’den gelen ve bir nesilden diğerine “aktarılan” bir şeyi –bu durumda bilgeliği ve dünyada var olmanın belirli bir yolunu– ima eden “Gelenekselcilik” olarak adlandırıldı. Evola hareket içinde önemli bir ses haline geldi, fakat Guénon’un aksine onun Aryan-Germenler ve Romalılardan oluşan gelecekteki ruhani elit vizyonu büyük ölçüde Nietzsche’nin Übermensch idealine borçluydu.

Evola, insanlık içindeki hiyerarşinin kozmosun düzeninin bir parçası olduğuna inanıyordu. Bu hiyerarşi fiziksel, ırksal ve toplumsal biçimler alır, fakat kökleri ruhani alemde yatar. Bazıları –kendisi de dahil olmak üzere– ruhani bir elitin içinde doğar ve bilgelikte ilerlemek ve Mutlak’a daha da yaklaşmak için çeşitli zorlu ruhani ve fiziksel disiplinleri kullanmalıdır.

Evola’ya göre Avrupa’nın son yüzyıllardaki trajedisi, bu kozmik hiyerarşinin sürekli olarak altının oyulmasıydı. İktidar, aristokrasiden burjuvaziye ve son olarak da demokratik imtiyazın genişletilmesi yoluyla kitlelere, giderek daha düşük seviyelere geçmişti. Bundan büyük ölçüde Hıristiyanlığı sorumlu tutuyordu. İmparatorluk Roma’sı, gerçek kozmik düzenin Hıristiyanlıktan çok daha yakın bir yansımasıydı. Evola’nın “proleter maneviyatı” olarak adlandırdığı Hıristiyanlığın yükselişi, parçalanma ve düzensizlik güçleri için bir zafere işaret ediyordu. Evola, bunu Hinduların kozmik zaman döngüsünün en alt noktasında –Kali Yuga ya da Karanlık Çağ– yaşadığımız fikrinde o kadar iyi ifade edildiğini bulmuştur ki, bu terimi belki de en iyi bilinen eserinin başlığına dahil etmiştir: Modern Dünyaya Karşı İsyan: Kali Yuga’da Siyaset, Din ve Toplumsal Düzen (1934).

Evola’nın radikal elitizmi Budizm’den aldığı ilhamı şekillendirmiştir. Batılı yazarlar 19. yüzyılın sonlarından itibaren tarihsel Buda’yı çeşitli şekillerde Viktoryen bir centilmen, Asyalı bir Mesih, yetenekli bir psikolog ve Hindistan’ın kast sistemini reddeden öncü bir demokrat olarak tasavvur etmişlerdir. Buna karşın Evola, Buddha’nın kshatriya (savaşçı) kastının bir üyesi olarak asil kökenlerini vurgulamıştır. Evola’ya göre Buda –ya da The Doctrine of Awakening’de [Uyanış Öğretisi] (1943) ondan bahsettiği şekliyle “Prens Siddhattha”– aydınlanmasına yol açan çileciliğe girişmek için gereken gücü bu soylu doğumdan almıştır.

Buda’nın başarıları Evola için aynı zamanda bir “kan ve ruh” meselesiydi. Budizm’i bir Aryan doktrini, Platon ve Romalı Stoacılar gibi öne çıkan figürlerin yer aldığı “kadim Aryo-Akdeniz dünyasının” dehasının bir ifadesi olarak görüyordu. Zen’e de büyük hayranlık duyuyordu. Evola’ya göre burada ciddi bireysel çaba, usta-çırak etkileşimi ve Japonya’nın “savaşçı soyluluğu” ile güçlü bağlarla karakterize edilen bir yol vardı. Samuraylar uzun yüzyıllar boyunca güçlerini aktarabilmiş ve değerlerini bütün bir halka aşılayabilmişlerdi. Ne yazık ki Zen, aralarında D.T. Suzuki’nin de bulunduğu ve onu modern Batı düşüncesi ve kaygılarıyla ilişkilendirmeye çok hevesli olan öğretmenler tarafından Batıya tanıtılmıştı. Evola’ya göre sonuç, ruhani gerçekler yerine psikolojiyle –aşkınlık ve Mutlak Birey’in uyanışı yerine kişisel gelişimle– ve aydınlanmanın herkes için mevcut olduğu şeklindeki yanlış yönlendirilmiş eşitlikçi fikirle ilgilenmek olmuştur.

Nihayetinde Evola ne İtalya’nın Faşistlerine ne de Almanya’nın Nazilerine Gelenekselci projeyi kabul ettirebildi, çünkü Gelenekselcilik içindeki derin elitizm onu popülist aşırı milliyetçilik için uygunsuz bir ortak haline getiriyordu. Ne var ki savaş sonrası dünyada etkili olmaya devam etti. 1949-50 yıllarında İtalyan neo-faşistlerin, bazıları Evola ile bağlantılı olan bir dizi bombalama girişiminin ardından tutuklandı ve Faşizmi yüceltmek ve Faşist Parti’nin yeniden canlanmasını teşvik etmekle suçlandı. 1951’deki duruşmasında Evola, Mussolini’nin Faşist Partisi ile herhangi bir bağlantısı olduğunu reddetti (hiçbir zaman bu partiye katılmamıştı), fakat faşizmi demokrasiye karşı olmak şeklinde tanımlayanların Dante Alighieri’yi de kınayacağını ve Evola’nın kendisinin de bir “süperfaşist” olarak görülebileceğini söyledi.

Evola beraat etti, ancak İtalya’daki neo-faşistlerin birçoğu Evola’nın yazılarını överken ve Evola’yı Roma’daki evinde ziyaret ederken, Evola’nın fikirlerinden esinlenen terör saldırılarında sorumluluğu olup olmadığı konusunda sorular devam etti. Bu sorular özellikle İtalya’nın “Kurşun Yılları” sırasında ve sonrasında gündeme geldi: 1969’dan 1988’e kadar süren bu dönemde Sol ve Sağ’daki aşırılık yanlıları binlerce saldırı düzenledi ve 400’den fazla kişiyi öldürdü.

Evola’nın eserlerinin satışları 2010’ların ortalarında Donald Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon’ın hayranı olduğunu açıklamasıyla artış gösterdi. Evola’nın Bannon’ın Yahudi-Hıristiyan değerleri ve serbest piyasa savunuculuğuna ayıracak pek vakti olmazdı. Fakat Evola’nın kalıcı cazibesinin bir kısmı, moderniteye karşı ortaya koyduğu büyük ambalajlı davada yatıyor gibi görünüyor: şu anda yanlış insanlar yönetimde ve doğru insanlar sadece tarihe değil, ırksal-biyolojik, ahlaki ve hatta kozmik düzenin bir kombinasyonuna sahipler. Algoritma güdümlü öfke çağındaki sempatik okuyucular –haklı, edimsel ya da ikisinin bir kombinasyonu– Evola’nın açık sözlü özgüveninden ve şovenizminden yararlanabilir ve ayrıntıları seçebilirler. Çağdaş hayranları arasında Macaristan’ın Jobbik’i ve Yunanistan’ın Altın Şafak’ı gibi Sağ ve aşırı Sağ Avrupa siyasi partileri bulunuyor. Ayrıca Evola’nın, etkili Bronz Çağı Manifestosu’nun (2018) yazarı Bronze Age Pervert gibi yazarlar üzerinde de etkili olduğu görülüyor.

Bu hafta sonu yapılacak Avrupa seçimleri, Evola’nın son yıllarında beslediği neo-faşistlerle aynı demografik yapıya sahip, radikal değişim arayışındaki hoşnutsuz genç erkeklerin aşırı sağ partilere olan desteğin artmasına yardımcı olduğu yönündeki korkuların odak noktası haline geldi. Avrupa’nın sağ partileri kendi aralarında bazı konularda ayrışıyor: ekonomik özgürlükçülere karşı korumacılar, Putin yanlılarına karşı Putin karşıtları gibi. Fakat göç ve kültür savaşı konularında pek çok ortak noktaları ve Evola’nın gelenek, ırk, modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi ve siyasetin teknokratik bir tamirat değil, büyük bir kurtuluş projesi olduğu yönündeki düşüncelerinden alabilecekleri pek çok şey var – bir ülkeyi ya da bir bütün olarak Avrupa’yı “kurtarma” ihtiyacının artık siyasi retorikte ne kadar sık dile getirildiğine tanık olun.

Asya’nın modern Batı üzerindeki etkisinin daha yumuşak, daha çekinik tarafının hayranları bu noktada çok rahat olmamalıdır. Asya’ya özgü fikir ve uygulamaların Evola için cazibesi, birçok açıdan Beat, hippiler ve daha genel olarak farkındalık, yoga ve sağlıklı yaşamın çağdaş uygulayıcıları için cazibesine benzemektedir. Bize söylendiğine göre bu fikirler, lekelenmiş kültürlerimizin ve hastalıklı kurumlarımızın ötesinde, gelişmiş bir görme netliği sunuyor. Kişiyi sadece daha fazla bilgi biriktirmenin ötesine taşımayı ve bunun yerine zihin, beden ve ruh olarak dönüştürmeyi vaat ediyorlar. Yoganın sizi bir faşiste dönüştürme riski taşıdığını söylemek biraz abartılı olur. Fakat sağlıklı yaşamın sosyal medyada nasıl göründüğüne bir bakın –gücü, esnekliği, odaklanmayı, canlılığı, metanetli sakinliği ve üstünlük duygusunu yüceltiyor– ve birdenbire burada da 20. yüzyılın karanlık tarafları o kadar da uzak görünmüyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrailli yazardan rehine operasyonu yorumu: İsrail yıllardır hastaydı şimdi ise ölü

Yayınlanma

Deneyimli İsrailli gazeteci ve yorumcu Gideon Levy, İsrail’in yüzlerce sivili katlederek gerçekleştirdiği rehine kurtarma operasyonu sonrası İsrail’de yapılan zafer yorumlarına ve coşkuya itiraz ediyor. Aşağıda tam metnini okuyacağınız köşe yazısında İsrail toplumu adına özeleştiri yapıyor ve soruyor “Vicdansız bir toplum hayatta kalabilir mi?”

***

İsrail “vicdan-ektomi” geçirdi. Vicdansız bir toplam hayatta kalabilir mi?

Gideon Levy

Vicdanı olmayan bir toplum var olabilir mi? Vicdan ortadan kaldırıldıktan sonra bir devlet işlevini sürdürebilir mi? Vicdan, kalp ya da beyin gibi hayati bir organ mıdır, yoksa onsuz da yaşanabilen dalak ya da safra kesesi gibi mi? Belki de tiroid gibidir: Onun yerine geçecek bir hormon aldığınız sürece onsuz da yaşayabilirsiniz? Bu sorular, ülkenin 7 Ekim 2023’te tam bir vicdan ameliyatı geçirmesinden sonra her İsrailli tarafından sorulmalı. İsrail o zamandan beri vicdansız. Şimdilik hayatta gibi görünüyor.

İsrail’in son birkaç ayda geçirdiği süreç, ancak vicdanından kopuş olarak tanımlanabilir. Yıllardır hastaydı; şimdi ise ölü. Sayısız açıklama ve gerekçe var, ancak soru tüm gücüyle ortada duruyor: Bir toplum nasıl olur da vicdanı olmadan zaman içinde varlığını sürdürebilir?

İsrail, 7 Ekim akşamı, o günün getirdiği tüm vahşetle birlikte kendi kendine şöyle dedi: Vicdanla işimiz bitti. Şu andan itibaren sadece biz varız, başka kimse yok. Şu andan itibaren sadece güç var, başka bir şey yok. Bizim için binlerce ölü çocuk, ölü anneleri, tam yıkım veya açlık, sefalet içindeki insanların sürülmesi ya da topyekûn terör uygulanması yok.

Artık İsrail’i fedakârlığı, maruz kaldığı ceza, çektiği acılar ve cesareti dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Son günler bunun kesin kanıtını ortaya koymuştur. Sonuç olarak, artık ahlaki sorulara yer kalmadı. O duygu gitti.

Geçen cumartesi dört rehinenin kurtarılmasının ardından İsrail’de patlak veren coşku haklı, insani, kapsamlı ve çok dokunaklıydı. Bu coşkuya eşlik eden körlük ise ulusal vicdanın yok oluşunu kanıtlıyordu.

Hamas yönetimindeki Gazze Sağlık Bakanlığına göre sadece kurtarma operasyonunun yapıldığı gün, Nuseyrat Mülteci Kampında 274 kişi öldü ve 698 kişi de yaralandı. Ambulans, özel araç ve eşek arabalarının yüzlerce yaralıyı ve cesedi Deyr Belah’taki tamamen dolmuş hastaneye taşıdığı görüntüler, savaşın en zor görüntüleri arasındaydı.

İsrail bunları gizlemeyi, hafızasından silmeyi, varlığını inkâr etmeyi seçti; sanki gizlendiklerinde ve görmezden gelindiklerinde bunlar yaşanmamış gibi. İsrail kendini sevince boğdu; bütün hafta boyunca- gerçekten de cesur olan operasyona, gerçekten de cesur olan kurtarıcı askerlerin cesaretine, öldürülen ve operasyona adı verilen subaya- övgü şarkıları sürekli tekrarlandı ve operasyon sırasında Nuseyrat’ta başka neler olduğuna dair tek bir kelime bile edilmedi.

Kanal 12 Haberlerinden Daphna Liel operasyonu “mükemmel” olarak tanımlarken ne demek istiyor? 300 ölümün mükemmel olduğunu mu? Peki bin kişi öldürülmüş olsaydı, Liel yine de operasyonun mükemmel olduğunu düşünür müydü? On binlerce ceset Liel’in mükemmellik sınırını aşar mıydı? İsrailliler için çizgiyi aşan sayı ne olurdu? Nuseyrat’a atılan bin bomba soru işaretleri yaratır mıydı? Bu çok şüpheli.

Sınır Polisi Komutanı Tümgeneral Itzhak Brik, rehineleri kurtaran kahraman güçlerin “cerrahi” bir operasyon gerçekleştirdiklerini ve “değerler” tarafından yönlendirildiklerini söylerken neyi kastediyor? Değerler tarafından yönlendirilmeyen bir şekilde insanları öldürmek neye benzer? 300 ölü “cerrahi” bir operasyon mudur? Soykırım amaçlı öldürme neye benzer? Kimse aksini söylemediğinde ya da bu tür ifadeleri düzeltmediğinde, kimse çekincelerini dile getirmediğinde ya da ülkenin plajlarındaki kitlelerin sevincini gölgelememek için bir soru işareti bile eklemediğinde, burada çok yanlış bir şey var demektir.

Açıkçası bu dokunaklı kurtarma olayı kutlanmalıydı. İsrailliler aylardır yaşadıkları ve henüz bitmemiş olan cehennemde bir anlık sevinci hak ediyorlar. Ancak Filistinlilerin ödediği bedeli görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz, her ne kadar bu bedelin kaçınılmaz ve hatta tamamen haklı olduğuna inananlar olsa da.

Dört rehinenin kurtarılması ve vatandaşların bir anlık sevinci adına on binlerce insanın canlarıyla, bedenleriyle, ruhlarıyla ve mallarıyla ödediği bedeli bu kadar bariz bir şekilde görmezden gelen bir toplum, hayati bir şeyden yoksundur. Bu, vicdanını kaybetmiş bir toplumdur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English