Dünya Basını
İsrail’in bölgedeki diplomatik can simidi: BAE

Gazze’ye yönelik saldırıları nedeniyle Orta Doğu coğrafyasında yeniden tecrit olma tehdidiyle karşı karşıya kalan İsrail için BAE ile ilişkiler diplomatik can simidi olmaya devam ediyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, he ne kadar BAE yöneticileri İsrail ile ilişkileri koparma gibi bir düşünceleri olmadığını açıklamasına rağmen BAE vatandaşları arasında artan huzursuzluğa dikkat çekiyor.
***
İsrail’in Arap Ülkeleriyle Bağları Zayıflarken Tutunduğu Tek Dal da Kırılgan
Birleşik Arap Emirlikleri Gazze’deki savaş boyunca İsrail’le bağlarını korudu ancak ABD’nin arabuluculuğunda yapılan anlaşma üzerine inşa edilen bu ilişki İsrail’e yönelik öfkenin artmasıyla baskı altında.
Vivian Nereim
Sadece birkaç yıl önce, Birleşik Arap Emirlikleri’nin pek çok vatandaşı ülkelerinin İsrail ile gelişmekte olan bağları hakkında sıcak konuşmaya istekliydi.
İsrail, ABD’nin aracılık ettiği bir anlaşmayla Emirliklerle ilişkilerini yeni kurmuştu. Ülkeler arası yatırımları yönlendirmek için iş grupları ortaya çıkmıştı. Bir Emirlik vatandaşı ve bir İsrailli kadın Dubai’de bir gökdelenin tepesinde el ele tutuşarak poz verdi. Amerikalı, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrailli yetkililer, İbrahim Anlaşması olarak adlandırılan bu anlaşmanın Orta Doğu’da barışı yayacağını öngörüyorlardı.
Ancak şimdi, İsrail’in Gazze’ye yönelik aylardır süren bombardımanı bölgedeki öfkeyi körüklerken, anlaşmanın Emirlik taraftarlarını bulmak giderek zorlaşıyor.
Bir zamanlar ekonomik bağları öven Emirlikli bir işadamı, Emirlik-İsrail iş konseyinden ayrıldığını ve söyleyecek başka bir şeyi olmadığını söyledi. Bazı Emirlik vatandaşları anlaşmalardan dolayı hayal kırıklığına uğramış olsalar da otoriter hükümetlerinin, muhalifleri tutuklama geçmişini gerekçe göstererek kamuoyu önünde konuşmaktan korktuklarını söylediler. Konuşanlardan biri olan Dubai polis şefi yardımcısı internet üzerinden yaptığı açıklamada Arapların “gerçekten barış istediğini” ve İsrail’in “niyetinin kötü olduğunu kanıtladığını” söyledi.
Analistlere göre ne Emirlikler ne de İsrail bu anlaşmadan vazgeçecek gibi görünmüyor: Diğer Arap ülkeleriyle bağları zayıflayan İsrail için bu anlaşma diplomatik bir can simidi olmaya devam ediyor ve Emirliklere milyarlarca dolarlık ticaret ve Batılı ülkelerde olumlu halkla ilişkiler kazandırdı. Ancak Dubai’deki bir araştırma merkezi olan B’huth’un başkanı Muhammed Baharoon, savaşın mevcut gidişatının anlaşmalar ya da Orta Doğu’nun güvenliği için iyiye işaret olmadığını söyledi.
“Bu bir ortaklık ve eğer ortaklardan biri, borcunu ödemiyorsa bu artık bir ortaklık olmaktan çıkar” dedi.
Gazzeli sağlık yetkililerine göre 30 binden fazla Filistinlinin ölümüne neden olan ve iki milyon kişiyi kitlesel göç, açlık riski ve çöken bir sağlık sistemi ile karşı karşıya bırakan İsrail’in, Gazze’yi bombalaması ve işgali nedeniyle Arap dünyasında İsrail’e ve başlıca müttefiki ABD’ye yönelik öfke keskin bir şekilde arttı.
Savaş, İsrail ile ilişkilerini sürdüren bir avuç Arap lideri, bu ilişkiyi yeniden gözden geçirmeye itti. Ürdün Kasım ayında büyükelçisini geri çağırdı. Mısırlı yetkililer Gazzelilerin Mısır’a akın etmesine yol açacak herhangi bir eylemin onlarca yıllık anlaşmayı tehlikeye atabileceği uyarısında bulundu. İsrail’in Bahreyn, Fas ve Mısır büyükelçileri ise savaşın başladığı 7 Ekim’den bu yana, İsrailli yetkililerin yaklaşık bin 200 kişinin öldüğünü söylediği Hamas liderliğindeki saldırının ardından büyük ölçüde İsrail’de kaldılar.
Diplomatik soğukluk, İsrail’in Emirlikler’deki Büyükelçiliği ve Konsolosluğunu Arap dünyasında tam olarak işleyen tek diplomatik misyonu olarak bıraktı. Devlete ait birkaç havayolu şirketi de uçuşlarını askıya aldı ve Emirlikler, Orta Doğu’da insanların doğrudan İsrail’e uçabildiği tek ülke olarak kaldı.
Baskılara rağmen Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri ilişkileri kesmek gibi bir niyetlerinin olmadığını söylüyor.
The New York Times’a yazılı bir açıklama yapan Birleşik Arap Emirlikleri hükümeti, Birleşik Arap Emirlikleri yetkililerinin İsrail ile olan ilişkilerini Gazzelilere insani yardım girişini kolaylaştırmak ve yaralı Gazzelilerin Birleşik Arap Emirlikleri’ne getirilerek tedavi edilmelerini sağlamak için kullandıklarının altını çizdi.
Hükümet, “BAE, tanık olduğumuz gibi zor zamanlarda diplomatik ve siyasi iletişimin önemli olduğuna inanıyor” dedi.
Şubat ayı sonunda İsrail Ekonomi Bakanı Nir Barkat, 7 Ekim’den bu yana Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret eden ilk İsrailli bakan oldu ve Dünya Ticaret Örgütü’nün bir toplantısına katıldı. Bir röportajında Emirlik yetkilileriyle görüştükten sonra “çok iyimser” olduğunu söyledi.
“Savaş devam ederken biraz hassasiyet var” diyen Barkat, ancak iki ülkenin “ortak çıkarları olduğunu ve İbrahim Anlaşmalarının herkes için son derece stratejik olduğunu” söyledi.
Yine de birçok İsrailli ve Emirlik vatandaşı, anlaşmaların varlığı tehlikede olmasa bile ilişkinin nasıl görüneceğinin kesin olmaktan uzak olduğu görüşünde.
Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrailli teknoloji girişimcileri ve yatırımcılarını bir araya getiren Tech Zone’un kurucularından İsrailli Noa Gastfreund, “İbrahim Anlaşmalarının romantik aşaması bir nevi ortadan kalktı. Artık bunun kolay olmayacağını anlamanın gerçekçi aşamasına geçtik” dedi.
2020’de açıklanan anlaşmalar, Arap ülkelerinin Filistinlilere yönelik muamelesi ve Gazze ile Batı Şeria üzerindeki kontrolü nedeniyle İsrail’i uzun süredir izole ettiği Orta Doğu’ya daha fazla entegrasyon yolunda önemli bir adım olarak özellikle İsrail tarafından arzu ediliyordu.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Başkan Donald J. Trump anlaşmayı bir dönüm noktası olarak selamlarken Birleşik Arap Emirlikleri Başkanı Şeyh Muhammed bin Zayed el-Nahyan kutlamalarını yumuşattı. Netanyahu ve Trump’ın “İsrail’in Filistin topraklarını daha fazla ilhak etmesini durdurmak için” bir anlaşmaya vardıklarını vurguladı.
Sonraki birkaç yıl içinde yüz binlerce İsrailli turist Emirliklere akın etti ve 2022 yılında ülke İsrail ile 2,5 milyar dolarlık ticaret yaptı. Dubai’de bir avuç İsrail restoranı açıldı; bunlardan biri Netanyahu’nun lakabından esinlenerek Cafe Bibi adını aldı.
Ancak Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin genişlemesini ve İsrail’in tarihindeki en sağcı hükümeti kurmasını izleyen hayal kırıklığına uğramış Emirlikler arasında kısa sürede çatlaklar ortaya çıktı.
Netanyahu’nun Emirlikleri ziyaret etme planları hiçbir zaman gerçekleşmedi. Anlaşmalar Umman ya da Katar gibi ülkeleri de kapsayacak şekilde genişletilmedi. Suudi yetkililer İsrail’i potansiyel olarak tanımak için Amerikalı yetkililerle görüşmeler yürütürken anlaşmalara katılmakla ilgilenmiyorlar ve ağır tavizler talep ediyorlar.
Eylül ayında düzenlenen bir konferansta üst düzey bir Emirlik yetkilisi olan Enver Gargaş, İsrail ile ilişkilerinin “zor bir dönemden geçtiğini” söyledi.
Savaş başladığından beri gerilim daha da arttı. Dubai Emniyet Müdür Yardımcısı Dhahi Khalfan, sosyal medyada İsrail’e yönelik ağır suçlamalarda bulundu ve İsrailli liderlerin “saygıyı hak etmediğini” söyledi.
Ocak ayında yazdığı “Tüm Arap liderlerinin İsrail’le ilişkiler konusunu yeniden gözden geçirmelerini umuyorum” başlıklı mektup, çoğu vatandaşın hem saygı hem de korku nedeniyle siyaset hakkında çok az konuştuğu Emirlikler’de alışılmadık derecede açık sözlü bir savunmaydı.
Birçok Emirlik vatandaşı Gazze’deki savaş ya da Emirliklerin İsrail’le ilişkileri konusunda röportaj vermeyi reddetti. Yirmili yaşlarındaki bir Emirlik vatandaşı, sadece ikinci adı olan Salem’i söylemek koşuluyla konuşmayı kabul etti.
Gazze’den ölüm ve yıkım görüntüleri akarken, pırıl pırıl gökdelenler ve özel kahve dükkanları arasında rahat bir yaşam sürdüğü için giderek artan bir bilişsel uyumsuzluk duygusu yaşadığını anlattı. İsrail’le ilişkilerin moral bozucu olduğunu, özellikle de kendisinin ve birçok Emirlik vatandaşının Filistinlileri korumaları gereken kardeşleri olarak görerek yetiştirildiğini söyledi.
Şimdi İbrahim Anlaşmalarının, Emirliklerin Batılı müttefiklerinin gözüne girme çabası olduğuna inanıyor. Ülkesinin değerlerinin satılık olduğu hissine kapıldığını söyledi.
Genel olarak İsrail yanlısı bir araştırma kuruluşu olan Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’ne göre, Emirlik vatandaşlarının anlaşmalara yönelik görüşleri savaştan önce zaten olumsuzdu. Kasım 2022’de Emirlikler’de yapılan ankete katılanların yüzde 71’i anlaşmaların bölgeleri üzerinde “olumsuz” bir etkisi olduğunu söyledi.
Emirlik yetkilileri şu ana kadar savaşa, Gazze’ye yardıma odaklanarak İsrail’e karşı giderek sertleşen söylemler yönelterek ve ateşkes ve bir Filistin devletinin kurulması çağrısında bulunarak karşılık verdi.
Bugüne kadar bir Emirlik yetkilisinden gelen en sert açıklamalar, ülkenin BM temsilcisi Lana Nusseibeh’in Uluslararası Adalet Divanı’na verdiği son ifadede geldi. “İsrail’in Gazze Şeridi’ne ayrım gözetmeksizin yaptığı saldırıları” kınayan Nusseibeh, İsrail’in Batı Şeria’yı işgalinin yasadışı olduğunu savundu ve bunun sonuçlarına katlanılmasını talep etti.
Geçen ay Dubai’de düzenlenen bir konferansta Emirlik hükümetinin Filistin devletine giden “geri dönüşü olmayan” bir yol olmadan Gazze’nin yeniden inşasını finanse etmeye istekli olmadığını da söyledi.
Etkili bir Filistinli sürgün ve Emirlik başkanının yakın danışmanı olan Muhammed Dahlan bir röportajında Arap yöneticilerin Netanyahu’dan soğuduğunu öne sürdü.
Savaştan önce Netanyahu ve Biden yönetimi yetkilileri gözlerini Emirliklerle ilişkilerden daha büyük bir ödüle dikmişlerdi: İsrail’in Suudi Arabistan’la anlaşması.
Akademisyenlere göre bu ihtimal artık giderek daha da uzak görünüyor.
Suudi akademisyen Hesham Alghannam geçen ay bir Suudi dergisinde “İsrail, onunla ilişki kuran herkes için ahlaki bir yük haline geldi” diye yazdı: “Araplar, İsrail’le barışın hâlâ düşünülebilir olsa da artık arzu edilebilir olmadığı sonucuna varmak üzereler.”
Barkat’ın ziyareti sırasında sosyal medyada İsrailli bakan ile Suudi Arabistan Ticaret Bakanı’nın bir etkinlikte kartvizit alışverişinde bulunduklarına dair bir görüntü dolaştı. Suudi hükümeti bu görüşmenin kasıtlı olduğunu hemen yalanladı.
Hükümetten yapılan açıklamada, “Kimliği bilinmeyen bir kişi selam vermek için bakana yaklaştı ve daha sonra kendisini İsrail işgal hükümetinin ekonomi bakanı olarak tanıttı” denildi.
Suudilerin tepkisi sorulduğunda Barkat “bölgede barış isteyen tüm ülkelerle işbirliği yapmayı seviyoruz” dedi.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Dünya Basını1 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?