Bizi Takip Edin

Dünya Basını

İsrail’in göçmen işçi zulmü

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’de tarım alanında çalışan yabancı işlerin yaşadıkları zorluklar ve uğradıkları zorbalıklara odaklanıyor. Tarımsal işgücü büyük oranda Filistinli nüfusa dayanan İsrail, 7 Ekim sonrası bu işgücünün İsrail’e girişini yasakladı. Büyük çiftliklerin zarar etmeye başlaması nedeniyle işgücü açığını kapatmak için denizaşırı ülkelerden işçi alımına başladı. Ancak İsrail’e gelen göçmen işçiler kendilerine vaat edilenden çok farklı bir manzarayla karşılaşıyor:

***

İsrail Filistinli çiftçilerin yerini doldurmak istiyor

Yeni gelen Hintli işçiler istismarın yaygın olduğunu söylüyor.

Joshua Yang

Geçen aralık ayında Mahesh Odedara, evinden binlerce mil uzakta ve savaş halindeki yabancı bir ülkede beş yıl boyunca yaşamak ve çalışmak üzere bir sözleşme imzaladı. Hindistan’ın batısındaki Porbandar kentinden 30 yaşında bir çiftçi olan Odedara, İsrail’deki bir çiftlikte çalışmanın risklerinin farkındaydı. Ancak Odedara’nın sözleşmesi ona düzenli, sekiz saatlik bir iş günü, İsrail yasalarına göre güçlü işçi hakları ve aylık 5.571 şekel (1.500 $) maaş vaat ediyordu ki bu Odedara’nın Porbandar’da kazandığından çok daha fazlaydı. Bu teklif geri çevrilemeyecek kadar iyiydi.

İsrail çiftliklerinin Odedara gibi tarım işçilerine çok ihtiyacı var. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısının ardından İsrail hükümeti, İsrail’in tarımsal işgücünün kritik bir bileşeni olan on binlerce Filistinli işçinin ülkeye girişini yasakladı. Kış başında çiftlikler bir “insan gücü krizi” ile karşı karşıya kaldı. Hükümet politikasının değişeceğine dair bir işaret olmadığından, çiftçiler ayakta kalabilmek için Hindistan, Malavi ve Sri Lanka gibi ülkelerden binlerce yabancı işçi ithal etmeye yöneldi.

Başlangıçta Odedara’nın beklentileri yüksekti. Yeni kazandığı maaşla, ailesine destek olmak için her ay eve yüzlerce dolar gönderebilecekti; bu para aynı zamanda aile çiftliği için ekipman satın almaya da gidebilirdi. Odedara bir gün Porbandar’da kendisine bir ev bile satın alabileceğini umuyordu.

Ancak İsrail’e vardıktan kısa bir süre sonra Odedara, işverenlerinin sözleşmesini yerine getirmeye pek niyetli olmadıklarını fark etti. Odedara İsrail’in kuzeyindeki bir çiftçi topluluğu olan Ahituv’da, 11-12 saatlik yorucu vardiyalarla ürün topladı; hafta sonları çalışmaya zorlandı ve kendisine yasal saatlik asgari ücretin çok altında ödeme yapılacağı söylendi. Ay sonunda ise kendisine hiç ödeme yapılmadı -Odedara’nın patronu, maaşının nedenini açıklamadan iş bulma kurumuna gönderildiğini bildirdi.

(Yorum için ulaşılan Odedara’nın eski işvereni, Odedara’nın kendisi için çalıştığını reddetti; ancak, aynı işveren için çalıştığını belirten başka bir göçmen işçi, Odedara’nın çalışma koşulları ve eksik ücretlerle ilgili iddialarını doğruladı. İş bulma kurumu yorum talebine yanıt vermedi.)

Çiftliklerin Odedara gibi işçilerine sağladığı konutlar da yaşanamaz durumdaydı. Odedara sekiz gün boyunca çalıştığı Khatsav’da, tahta kalaslardan ve sac levhalardan yapılmış derme çatma bir odada uyudu; banyosu toprak zeminli açık bir barakadaki tuvaletti ve duşta sıcak su yoktu. İlk birkaç ay içinde Odedara yaklaşık 25 kilo verdi.

Her ne kadar şanslı olanlardan biri sayılsa da Odedara şimdi İsrail’e geldiği için “gerçekten pişman” olduğunu söylüyor: Odedara’nın kardeşi Bharat, İsrail’de dört yıl boyunca hasta bakıcı olarak çalışmış ve sonunda ona çok daha iyi çalışma koşullarına sahip bir çiftlikte iş bulabilmiş.

Yine de Odedara’nın Ahituv ve Khatsav’da yaşadıkları istisna sayılamaz. Bharat’a göre, istismar ve yasadışı işgücü uygulamaları yaygın. “Tarım için gelen tüm yeni insanlarla tanışıyordum. Onlarla konuşuyordum ve herkesin sorunu aynıydı” diyor Bharat: “Maaşları için, hakları için, temel gereksinimleri için mücadele etmek zorundalar. Kimse onlara yardım etmiyor. Çaresiz durumdalar.”

Çiftçilik İsrail’in ulusal kimliğinin temelini oluştursa da ülkenin tarım sektörü on yıllardır İsrailli olmayan işgücüne dayanıyor. 1967 yılında İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi ele geçirmesinin ardından hükümet bu bölgelerde yaşayanları İsrail ekonomisine entegre etmeye karar verdi. Tel Aviv Üniversitesi’nde İsrailli işgücü üzerine çalışan sosyolog Adriana Kemp, o zamandan beri “Filistinliler İsrail işgücünün ayrılmaz bir parçası oldu” diyor. “Bu kadar çok sayıda Filistinliden olmadan tarım ya da inşaat gibi sektörlerden bahsedemezsiniz.”

Kemp, 1990’lara gelindiğinde -Filistinli militanların şiddet olaylarının ardından- İsrail’in “denizaşırı göçmen işçilere kapıyı açma olasılığının gündeme geldiğini söyledi: “İşte o zaman farklı ülkelerden [işçi] getirmeye başladılar.” Ancak yine de Filistinliler sayıca fazlaydı; 2021’de on binlerce Filistinli işçi İsrail’in toplam tarımsal işgücünün dörtte birini oluşturuyordu.

Ardından 7 Ekim geldi. Gazze’den gelen tarım işçilerinin Hamas savaşçılarına istihbarat sağladığını iddia eden İsrail hükümeti, yaklaşık 20.000 Filistinli tarım işçisinin ülkeye yeniden girişini yasakladı. (İsrail iç güvenlik servisi o zamandan beri bu bulguya kısmen itiraz etti). Aynı dönemde, 2012 İsrail-Tayland ikili anlaşması nedeniyle daha önce İsrail’deki en büyük denizaşırı işçi nüfusu olan yaklaşık 7.800 Taylandlı işçi, en az 39’unun Hamas saldırısında öldürülmesinin ardından kaçtı.

Tarım sektörü neredeyse bir gecede tüm yabancı işgücünün üçte birinden fazlasını kaybetti. Savaşın ilk haftalarında İsrailli gönüllüler zor durumdaki çiftçilere yardım etmek için devreye girse de çiftlikler zarar etmeye başladı. Kasım ayına gelindiğinde, İsrail hükümeti işgücünü yenilemek için yeni bir göçmen programı aracılığıyla 5.000 kadar denizaşırı işçinin ülkeye girişine izin vereceğini açıkladı.

Bu planı ilk duyduğunda Orit Ronen’in ilk aklına gelen bunun “büyük bir karmaşaya” yol açacağı oldu. Tel Aviv merkezli bir işçi hakları sivil toplum kuruluşu olan Kav LaOved’de çalışan Ronen, mevcut sömürü göz önüne alındığında yeni gelenlerin ne kadar savunmasız olacağının farkındaydı. Ronen ayrıca birçok çiftliğin işçileri barındırmak için yeterli altyapıya sahip olmadığını da biliyordu, çünkü çiftliklerin önceki Filistinli işçileri Batı Şeria ya da Gazze’den gelip gidiyordu.

Ronen endişelenmekte haklıydı. Binlerce yeni işçinin İsrail’e gelmeye başladığı aralık ayı başından bu yana Kav LaOved, kötü muameleye maruz kaldıklarını bildiren 300’den fazla işçiden bilgi ve yardım talebi aldı. Odedara ve diğerlerinin maruz kaldığı koşullar İsrail çalışma yasalarına göre açıkça yasadışı. Ancak Ronen, daha önce de uygulanmayan iş kanunun 7 Ekim saldırısından bu yana “daha az” uygulandığını söyledi.

İsrail hükümetinin iş kanununun uygulanmasından sorumlu kurumu olan Nüfus ve Göçmenlik İdaresi (PIBA) görüşme taleplerine yanıt vermedi. PIBA sözcüsü Sabine Haddad bir e-postada “Yabancı işçiler için çağrı merkezimiz var, burada sorunu tam olarak açıklayabilirler ve kontrol edilirler” diye yazdı.

Bharat, göçmen işçilerin misilleme korkusuyla PIBA’nın çağrı merkezine başvurmaktan çekindiklerini, işverenlerin işçilere “Eğer dediğimiz gibi çalışmazsanız sizi Hindistan’a geri göndeririz dediklerini” söyledi: “İşverenler bunu yapamazlar. Ben bunu biliyorum ama [işçiler] bilmiyor. Onlar yeni.” (İsrail yasaları, işçilerin işten çıkarılmaları halinde yeni bir iş bulmak için 90 gün boyunca ülkede kalmalarına izin veriyor).

Sınır dışı edilme tehdidi özellikle güçlü çünkü çoğu işçi İsrail’e gitmeden önce ödedikleri yüksek ücretler nedeniyle beş yıllık sözleşmeleri süresince İsrail’de mahsur kalmış durumda. Odedara’nın durumunda, Hindistan’daki bir acente kendisinden el altından 6.300 dolar istemiş ve Odedara da bunu ailesinin birikimleriyle ödemiş.

Bu ücretler yeni bir olgu değil, ancak emek savunucusu örgütler, 2012 yılında İsrail ve Tayland’ın Taylandlı göçmen işçiler için yıkıcı ücretleri ortadan kaldıran ikili bir anlaşma yapmasıyla büyük bir zafer kazandı. Böyle bir hüküm içermeyen 7 Ekim sonrası göç planı bu ilerlemeyi geri almakla tehdit ediyor. Ronen, “Özellikle Hindistan’dan gelen [işçiler] komisyonculara binlerce dolar ödüyorlar” dedi: “Onlar için bu çok büyük bir mesele ve bu onları çok savunmasız hale getiriyor.”

Ve bir de savaş var. Hindistan’ın güneyindeki Kerala eyaletinden 29 yaşındaki Melbin Paul, Lübnanlı militan grup Hizbullah’ın 7 Ekim’den bu yana neredeyse her gün roket fırlattığı İsrail-Lübnan sınırına yakın bir kümes hayvanı çiftliğinde çalışmak üzere görevlendirildi.

Paul, 4 Mart sabahı bir badem ağacını budarken kafasını kaldırdığında bir füzenin doğrudan kendisine ve işçi arkadaşlarına doğru geldiğini gördü. “Kaçmak için zaman yoktu” dedi. Bir Hizbullah tanksavar füzesi olan mermi “göz açıp kapayıncaya kadar” etkisini gösterdi. Paul’un arkadaşı 31 yaşındaki Kerala yerlisi Pat Nibin Maxwell anında öldü. Maxwell’den birkaç metre uzakta duran Paul’un vücudunun sağ tarafında on santim büyüklüğünde şarapnel yaraları vardı.

Tel Aviv Üniversitesi’nde bir işçi hakları derneği yöneten Avukat Michal Tadjer, “Savaştan önce de Gazze Şeridi yakınlarında çalışan tarım işçilerinin yaralanması ya da ölmesi çok yaygındı” dedi. Maxwell, son on yılda roket ateşiyle öldürülen en az yarım düzine tarım işçisinden biri.

İran’ın 13 Nisan’da İsrail’e yönelik saldırılarının ardından Hindistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’deki vatandaşlarına kendilerini Hindistan Büyükelçiliğine kaydettirmeleri ve “hareketlerini asgari düzeyde kısıtlamaları” çağrısında bulundu. Bu uyarı, yeni işçilerin güvenlik durumu hakkında onlarca yıldır İsrail’de bulunan Filistinli işçilerden ya da Taylandlı göçmenlerden çok daha az bilgiye sahip olduğunu gösteriyor.

Paul ve arkadaşları, çiftliklerinin Ekim ayı ortasında Margaliot sakinlerinin tahliye ettiği kapalı bir askeri bölgede olduğunu hiç duymamışlardı. Paul, “İsrail’e ilk kez geliyorum. Ateşin ve savaşın nerede olduğunu [bilmiyordum]” dedi.

Ancak göçmen işçi sömürüsünün boyutları yakında daha da kötüleşebilir. Ronen’e göre Kasım ayından bu yana 3.000’e yakın tarım işçisi geldi; çiftlikleri tam işgücü kapasitesine ulaştırmak için 8.000 ila 12.000 işçiye daha ihtiyaç var. Önümüzdeki aylarda 10.000 Sri Lankalı işçinin İsrail’e getirilmesi için ayrı bir anlaşma yapılmış durumda. Bunu muhtemelen daha fazla karmaşa izleyecek.

Filistinli işgücünü kaybetmenin derin güvenlik sonuçları da olacak. 7 Ekim’den önce İsrail’deki Filistinli işçilerin geliri Filistin Yönetimi’nin GSYİH’sinin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyordu. İsrail iç güvenlik servisi aylardır Batı Şeria’daki Filistinli işçilerin İsrail’e geri alınması çağrısı yapıyor ve Batı Şeria’da giderek kötüleşen ekonomik koşulların daha fazla istikrarsızlığa ve şiddete yol açacağı uyarısında bulunuyor. Ancak İsrail hükümetindeki sağcı bakanlar, ne pahasına olursa olsun Filistinli iş gücünden geri dönmesini kabul etmeyerek yasağı kaldırmayı reddetti.

İşçiler için, aldıkları maaşlar evlerinde kazanabilecekleri kıt miktarların çok üstünde. Odedara için yapılacak çok iş var: Mevcut işinin koşulları, önceki görevlerine göre önemli oranda iyileşse de hala sözleşmesinde belirtilenin altında ödeme alıyor ve bir de önceki eksik maaşlarını alma meselesi var. Bharat, Odedara’nın “bir çözüm bulacağını” söyledi: “Burada kalmak istiyor ama daha iyi koşullarda, böyle değil.”

Ne olursa olsun, 7 Ekim sonrası yeni gelenler 2029’a kadar İsrail’de kalacak; yani en azından önümüzdeki beş yıl boyunca, Filistinli işçilere yönelik yasak kaldırılsa bile pek çok Filistinli tarım işçisinin geri dönecek bir işi olmayacak.

Görünen o ki kesin olan tek şey İsrail’in, işgücü için kendi nüfusunun ötesine bakmaya devam etmek zorunda kalacağı. Kemp, “İsrail, Filistinli olsun ya da olmasın, tarımda uzun süredir vatandaş olmayan işgücüne dayanıyor. Bu yapısal bağımlılık ortadan kalkmayacak” dedi.

Dünya Basını

Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.

Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:

***

Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde

Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.

Yuval Yoaz / Times of Israel

Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.

Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.

FT: İsrail anayasal krizin eşiğinde

Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.

Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.

Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.

Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.

Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.

Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.

Yüksek Mahkeme, Şin-Bet kararına itirazları dinledi

Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.

Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:

  • Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
  • Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
  • Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
  • Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
  • Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.

Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.

Netanyahu’dan yargı kararını tanımama sinyali

Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.

Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:

Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.

İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.

Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.

Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.

Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.


Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor

David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.

Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.

Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.

Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.

Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.

Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.

Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur.  Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.

Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.

Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.

Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.

Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.

Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.

Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.

Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.

Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.

Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.

Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.

Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.

Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English