SÖYLEŞİ
İsrail’in Haaretz gazetesi yazarı Levy: Netanyahu gidecek, Benny Gantz gelecek
Yayınlanma
Yazar
Esra Karahindiba
İsrailli gazeteci ve yazar Gideon Levy, Harici’ye konuştu. ‘Netanyahu artık bir sihir yapmadıkça sağ seçmenleri kazanamaz ve kazanamayacak’ diyen Levy, Benny Gantz’ın liderliğinde merkez-sağ bir hükümetin kurulacağı öngörüsünde bulundu.
İsrail’in 7 Ekim’de Hamas’ın saldırılarına karşılık verme gerekçesiyle Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırılarda en az 7 bin 700’ü çocuk, 5 bin 150’si kadın olmak üzere 18 bini aşkın Filistinli öldürüldü.
Filistinli sivillere yönelik şiddetli ve kanlı saldırıları sonrası İsrail yönetimi uluslararası kamuoyunda desteğini kaybetmeye başladı. Ancak Netanyahu yönetimi sadece dışarıda değil, ülke içinde de güven kaybı ile karşı karşıya. Muhalefet lideri Yair Lapid, önceki gün yaptığı konuşmada Netanyahu’nun “halkın çoğunluğunun, güvenlik ve ekonomik sistemin güvenini kaybetmiş, dünyanın güvenini yitirmiş bir başbakan” olduğunu söyledi. Ülkede son yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, insanların sadece yüzde 27’si Netanyahu’nun başbakanlık makamına uygun olduğunu düşünüyor.
İsrail’in Haaretz gazetesi yazarı ve gazetenin editörler kurulu üyesi Gideon Levy, Netanyahu’nun Gazze planları, İsrail seçimleri ve çatışma çözümü üzerine gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘Gazze yeniden işgal edilecek’
*Biden yönetimi, savaştan sonra yeniden canlanan Filistin Yönetimi’nin Gazze’yi yönetmesini istiyor ancak Netanyahu bunu kabul etmeyeceklerini söyledi. “Savaştan sonra Gazze İsrail’in sorumluluğu altında askerden arındırılmalıdır” dedi. Bunun anlamı ne? Netanyahu hükümetinin Gazze için gerçekçi bir planı var mı? ABD ile bu anlaşmazlık hesaplaşmaya dönüşür mü?
Her ikisinin cevabı da çok açık. Netanyahu’nun İsrail Savunma Kuvvetleri’ni (IDF) -Allah bilir ne zamana kadar- orada tutmak dışında Gazze’de bir planı yok. Ve Amerikalılar bu konuda hiçbir şey yapmayacak. Şimdi seçim yılına gidiyoruz. Biden, Netanyahu’yu zorlamak konusunda fazla ileri gitmeyecek ve korkarım ki IDF uzun bir süre Gazze’de kalacak, bu da eğitim ve diğer kurumları yürütmek için herhangi bir Filistinli kukla atansa bile Gazze’yi yine işgal altında tutmak anlamına geliyor ve bu yüzden nihai durumda, Gazze yeniden işgal edilecek.
‘Netanyahu sağ seçmeni kazanamayacak’
*Netanyahu’nun siyasi hayatının bittiğine inanıyor musunuz? Savunma Bakanı Yoav Galant, Netanyahu’dan sonra başbakan olabilecek isimlerden biri olarak öne çıkıyor. İsrail siyasetinin sağa kayma ivmesinin devam edeceğini mi düşünüyorsunuz yoksa bambaşka bir sürpriz mi bekliyorsunuz?
Kamuoyunda ivme sağa doğru kayıyor. Ama sıra seçimlere geldiğinde Netanyahu artık bir sihir yapmadıkça sağ seçmenleri kazanamaz ve kazanamayacak. Çünkü ona yönelik hayal kırıklığı ve öfke çok geniş. Yani, ağırlıklı olarak Benny Gantz’ın liderliğinde merkez-sağ bir hükümetin kurulacağını tahmin ediyorum. Galant, Netanyahu’nun yerini alamayacak çünkü onun siyasi temeli yok. Bu savaşın biteceği an, Galant’ın kariyerinin de biteceği an olacaktır. Çünkü onun hiçbir siyasi arka planı yok. Dolayısıyla görünürde daha iyi görülecek çünkü merkezi bir hükümet olacak ama kamuoyu daha aşırı sağa yakın. Bu gerçekten korkutucu.
‘İsrail’de aşırı sağdan dönüş yok’
*1990’lı yıllarda İsrail ile Filistin arasında barış anlaşmasının zemininin oluştuğunu biliyoruz. Ancak bugün İsrail siyaseti çok fazla sağa kaydı. Bu değişimi nasıl açıklıyorsunuz? Bunun geri dönüşü yok mu?
Şu anda buna geri dönüş yok çünkü sol asla bunun için ciddi bir program önermiyor. Hiçbir zaman planlanmamıştı. Sol da, sağ gibi devam eden işgali destekliyor. Ama bunu daha yumuşak bir şekilde yapmak istiyorlar. Bu bir plan değil, bir gündem değil, bir alternatif değil. Sağcı hükümetin alternatifi yoktu. Ve hâlâ alternatif yok. Ve o günler bir daha asla geri gelmeyecek. Hayır. Ayrıca İzak Rabin’in 1990’larda barış için ne kadar çaba gösterdiğine dair de şüphelerim var. Barış için bir şeyler yaptı ama yeterince değil. Şimon Peres de aynıydı. Kendisiyle 4 yıl boyunca çalıştım.
‘İsrail sınırları uzun zaman önce aştı’
*İsrail’in 7 Ekim’e tepki olarak Gazze’de devam eden saldırılarını İsrail’in “meşru müdafaa hakkı” ile açıklamak mümkün mü? İsrail kamuoyu, ordunun Gazze’deki saldırılarını destekliyor mu? Ölenlerin sayısı 17 bine yaklaştı. Kamuoyu araştırmaları ne diyor?
Maalesef kamuoyu bunu tamamen destekliyor. Kamuoyu Gazze’de olup bitenlerden haberdar değil. Televizyonlar, gazeteler Gazze’de olup bitenlere dair hiçbir şey göstermiyor. Ve İsrailliler bunu daha az umursayamazdı. Dolayısıyla bu hükümet bu korkunç savaşı sürdürebilir. Evet, Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısına İsrail’in tepki verme meşru hakkı vardı. Ancak bu kendini savunma hakkının da sınırları olmalı. İsrail bu sınırları uzun zaman önce aştı. 7 bini çocuk olmak üzere yaklaşık 20 bin Filistinlinin öldürülmesi, her türlü adil tepkinin sınırlarını aştı.
*İsrail’in propaganda amacıyla bazı görüntüler hazırladığı yönündeki iddiaları doğrulayabilir misiniz?
Hayır. Kesinlikle değil.
*BBC, CNN ve TRT World bazı görüntülerin sahte olduğunu iddia etti. Mesela Netanyahu Elon Musk’a çevreyi gösterirken bir beşikte kurşunlar vardı. Ancak aynı beşiğin daha önceki görüntülerinde kurşun yoktu. İsrail propaganda biriminin bunu yapabileceğini düşünüyor musunuz?
Bunu yapabilirler. Belki bazı detayları kurguluyorlardır. Katliamdan iki gün sonra bütün bu yerlerdeydim. Her şeyi gözümle gördüm. Olanlar hakkında şüphe uyandırmaya başlamak, Filistinlilere yardım etmeye yönelik herhangi bir çaba için bile gerçekten yıkıcı olur. Çünkü Hamas’ın korkunç, barbarca bir saldırısı gerçekleştirdiğine şüphe yok. Bazı detaylar propaganda amacıyla veya Elon Musk için uydurulmuş olsa da temelde barbarca bir saldırıydı. Cesetleri gördüm. Yanan evleri gördüm. Her şeyi gördüm. Gerçekten çok berbattı.
‘İsrailliler gerçeği görmek istemiyor’
*Gazze’de olup bitenlerin medyada gösterilmediğini söylediniz. İsrail yaptıklarını saklıyor mu?
Saklamıyorlar. İsrailliler bunu görmek istemiyor. Kimse saklamıyor. İnsanlar bunlarla uğraşmak istemiyor. Yıllardır İsrailliler, işgalin suçlarına maruz kalmıyor çünkü İsrailliler aynada kendilerini görmek istemiyor. Televizyon kanalları ve gazetelerin hepsi ticari. Yani insanları memnun etmek istiyorlar. Bu sadece otosansürdür. Bizim gazetelerimiz elinden geldiğince fazlasını gösterebilir. İnsanlar görmek istemediği için göstermiyorlar. İşte sorun bu.
‘İki devletli çözüm gerçekçi değil’
*Netanyahu gibi Galant’ın da iki devletli çözüm konusunda olumlu bir açıklaması yok. İsrail’in iç dinamikleri dikkate alındığında iki devletli çözümü gerçekçi buluyor musunuz?
Ne yazık ki değil. Batı Şeria’da 700 bin Yahudi yerleşimci varken Filistin devletine yer yok. Bunun farkına varıp nehir ile deniz arasında tek demokratik devletten bahsetmeye başlasak iyi olur. Uzun vadeli demokrasi ve eşitlik için tek çözüm budur. Filistinliler ve İsrailliler bunu unutuyor. Ben iki devletli çözüme yer görmüyorum çünkü 700 bin Yahudi yerleşimci var.
*Beyaz Saray Sözcüsü John Kirby, “Gazze halkının acısını dindirmek için ABD kadar çaba gösteren başka bir ülke söyleyebilir misiniz?” dedi. Bu demeci yorumlayabilir misiniz?
Amerikalılar? Hayır. Amerikalılar Filistinlilere sadece sözde hizmet ediyor. Sadece konuşuyorlar.
‘Türkiye’nin İsrail üzerinde bir nüfuzu yok’
*Türkiye’nin barış için garantörlük önerisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 7 Ekim öncesi atılan ‘normalleşme’ adımları dikkate alındığında İsrail-Türkiye ilişkileri Mavi Marmara ve ‘bir dakika’ olayından sonraki döneme mi dönüyor?
Bakın Türkiye, Katar, Mısır gibi devletler ve diğerleri çok verimli olabilir. Ancak İsrail’e karşı bir nüfuzları yok. Bunu gerçekten yapabilecek tek devlet Amerika Birleşik Devletleri ve beraberinde Avrupa Birliği’dir. Ve gerekeni yapmayacaklar. İsrail’e baskı yapmaları gerekiyor; gerçeği değiştirmek için bir şeyler yapmak için sadece sözlerle değil eylemlerle de baskı yapmaları gerekiyor. Ve ne yazık ki Mavi Marmara sonrası tarihlere döneceğimizden çok korkuyorum. Ama o günlerden de çıkacağımızı düşünüyorum çünkü İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkiler temelde kesişiyor. Pek çok ortak nokta var. Her ikisi de Orta Doğu’da Arap olmayan devletler. Her ikisi de demokrasi. Her ikisi de Orta Doğu’daki tek demokrasi. Ortadoğu’da başka gerçek demokrasi yok. Türkiye’nin oynayacağı çok önemli bir rol var ama hiçbir zaman ana oyuncu olamaz çünkü İsrail üzerinde nüfuzu yok. Yalnızca ABD gerçekten bir şeyler yapabilir ama hiçbir şey yapmazlar.
*Türk halkının belli bir kesimi İsrail’i boykot ediyor ama makro ticaret devam ediyor. Erdoğan’ın sert açıklamaları İsrail’de nasıl yankı buluyor?
Haberlerde çıkıyor. Onu yine İsrail’den nefret eden, Hamas’ın suçlarından bahsetmeyen biri olarak etiketliyorlar. Erdoğan’ın çok samimi olduğuna inanıyorum. Kendisini TRT World Forum’da konuşurken duydum. Söylediklerine inandığını görüyorum. Sorun şu ki, Hamas’ın eylemleri hakkında tek kelime bile söylemiyor. Çünkü Hamas Gazze’deki halkına yönelik hiçbir hazırlık yapmadı. Barınakları yok, hastaneleri yok, hiçbir şeyleri yok. Hiçbir hazırlık yapılmadan böyle bir savaşa girmek suçtur.
*Hamas’ın saldırısının durup dururken gerçekleşmediğini söyleyen Guterres’in açıklamasına ne diyorsunuz?
Tabii ki durup dururken gerçekleşmedi. Ne demek istiyorsunuz? Bunu yalnızca İsrail propagandası inkâr edebilir. Elbette bu, kuşatılmış işgalin çok güçlü olduğu bir bağlamda gerçekleşti. Guterres’in söylediklerini tamamen destekliyorum.
‘Hamas’ın suçlarını da konuşmalıyız’
*O halde birileri Hamas’ı suçlamıyorsa, bunun nedeni aynı zamanda İsrail’in suçlarının da olması olabilir mi?
İsraillilerin suçlarını konuşmalıyız. Bütün dünya İsrail’in suçlarını konuşuyor zaten. Ama onların o kibbutzlara* gelip insanları, çocukları, yaşlıları katlettiklerini, yüzlerce insanı kaçırdıklarını, yüzlerce sivili katlettiklerini, ayrıca tecavüz ettiklerini inkâr edemezsiniz, anladığım kadarıyla Hamas bunu inkar ediyor. Korkunç şeyler yaptılar. Bunlar konuşulmalı. Bu, İsrail’in şu anda yaptığını yapmaya hakkı var anlamına gelmiyor.
*Tecavüz iddialarıyla ilgili somut bir kanıt var mı?
Evet, giderek daha fazla kanıt oluşuyor. Tanıklıklar var. Bakın Ruanda’da katliam olduğunda kimse kanıt istemedi. Bunu gören kadınların ifadeleri var. Bildiğim kadarıyla videoları da var. Gazze’de tamamen kanlar içinde çıplak bir kadının çekildiği en az bir video var. Kanıt var ve daha fazla kanıt olacak. Eminim.
*Hamas’ın yayınladığı görüntüler, kadın rehinelerin Hamas militanlarına karşı çok dostane davrandığını ve militanların da onlara aynı şekilde yaklaştığını gösteriyor. Sizce bu insanlar neden “çak” yapmak veya onlara sarılmak gibi kameralara bu kadar olumlu bir görüntü veriyorlardı?
Bilmiyorum. Zor zamanlar geçirdiklerini söylediklerini biliyorum. Ve iyi durumda serbest bırakılmaları tesadüf değil. Rehinelerin geri kalanı hakkında hiçbir fikrim yok. Belki Hamas rehineleri tutma konusunda çok insanidir. Ama 7 Ekim Cumartesi günü korkunç şeyler yaptılar.
* Kibbutz: Sözcük Modern İbranice “toplanma” anlamına gelen qibbus’tan gelir. Modern İsrail’de aile üyelerinin sahip olduğu kolektif bir çiftlik veya yerleşim yeri; Çocuklar kolektif olarak yetiştirilir.
İlginizi Çekebilir
-
Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak
-
G7 bildirisinin hedefinde İran var
-
NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı
-
İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
-
ABD, nükleer silahların Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmasını desteklemiyor
-
Tesla, Trump yönetimini misilleme vergilerine ‘maruz kaldığı’ konusunda uyardı
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
4 hafta önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
4 hafta önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
4 hafta önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu

Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak

G7 bildirisinin hedefinde İran var

NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı

İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
Çok Okunanlar
-
AVRUPA3 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi