GÖRÜŞ
İsyanın ardından
Yayınlanma
Yazar
Hazal Yalın
Vagner isyanı, Lukaşenko’nun devreye girmesiyle bitti.
Başlıca iki görüş dikkatimi çekiyor. Bir grup aşağı yukarı şu tutumda: “Aman canım, orası Rusya, olur böyle şeyler, çok da önemli değil.” Bunun bir başka versiyonu: “Siz Rusya gibi büyük bir ülkede darbenin başarılı olabileceğini mi düşünüyorsunuz?” Diğer grup da kabaca şöyle diyor: “Çok önemli, bu askeri darbe başarılı olursa Kremlin devrilir.”
Ben de çok önemli olduğunu düşünenlerdenim, ancak tamamen başka bir görüş açısıyla.
Darbe girişiminin enformatif engelsizliği
İlkin şunu tekrar belirterek başlamak gerek. Israrla ve birçok defa, Rusya için söylenen ve batıda entelektüel faaliyetin temeli kılınan pek çok iddianın gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüm: Rusya’nın otoriter, totaliter, Rusya halkının savaşçıl (veya savaş kaçkını), Rusya yönetiminin Rus milliyetçisi olduğu iddiaları bütünüyle yanlıştır. Bunlar topluma, devlete, siyasete dair nesnel değil uydurulmuş, çarpıtılmış bakışlardır; tıpkı Sovyetler Birliği döneminde pek revaçta olan (ve bu aralar tekrar pişirilen) “kremlinoloji” gibi sahte bilimlerdir ve kimi zaman ufuk açıcı önermeler sunsalar bile temelleri ciddiye alınmayacak kadar çürüktür.
Gerçekte Rusya toplumu benzeri az görülecek kadar açık bir toplumdur. Milenyumun başında olsa gerek, Reagan’ın hazine müsteşarlarından Paul Craig Roberts de söylemişti bunu. Yaygın entelektüel ve kültürel yozlaşmaya rağmen kimi zaman naif bir enformasyon açlığı dikkat çeker. Mesele, “enformasyon çağında bilginin önünde engel olmadığı” iddiası değil. Kastettiğim, enformasyon akışına ihtiyaç duyanların niceliğinin nitel bir farklılık göstermekte oluşu: batılı toplumlarda “çokyönlülük” daha fazladır ve ondan çoğuna ihtiyaç duyulmaz, ama muhakkak sistem-içidir bu çokyönlülük; Rusya’da ise çokyönlülük ne kadar çok olursa olsun fazlası aranır.
Dünkü olaylar bu gözlemimi doğruladı. Benzerini başka bir yerde bulmanın imkânsız olduğu sürekli ve çokyönlü bir enformatif akış: her dileyen istediği her türden görüşü telegram kanallarında, internet sayfalarında ve hatta televizyon ekranlarında bulabiliyordu ve üstelik, daha sabah saatlerinde hain ilan edilmiş olan Prigojin’in sesli, görüntülü ve yazılı mesajları alabildiğine geniş şekilde yaygınlaşıyordu. Vagnercileri süngü gücüyle yola getirme ve hatta yok etme çağrıları da öyle.
Öngörülemez kendiliğindencilik
Rusya tarihi çoğu zaman kendiliğinden, ani ve öngörülemez kalkışmalarla doludur. Rusya’yı sarsan hemen bütün sosyal, siyasi, askeri vb. hareketler tamamen öngörülemez şekilde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Tek ve büyük bir istisnası vardır: Ekim Devrimi.
Öngörülemezlik, aktörlerin siyasi bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Hayır, tam tersine: aktörler havayı koklayarak ve olası müttefikleriyle manevra alanlarını daraltmayacak ölçüde ilişkiler kurarak eyleme geçerler. Prigojin’in eylemi, bir gün önce Kiev rejimini neredeyse barış meleği ilan etmesine bakılırsa, açık biçimde olası ilişkiler için toprağı eşeleme anlamı taşıyordu. Defteri dürülmüş oligarkların desteği, mevcut oligarkların tuhaf ve anlamlı sessizliği, iktidarın mali kanadının siloviki kanadından farklı olarak Putin’e destek açıklamalarından özenle kaçınması ve hafta sonunu oynaması, Prigojin’in doğru yerden eşelediğine delil sayılmalı.
Putin’in önceki sabahki konuşmasını yorumlarken değinmiştim aslında bunlara.
Bu konuşmadaki “1917” hatırlatması iki şeye işaret ediyor olabilir: şubat devrimi, veya Kornilov ayaklanması.
“Biz tek bir bilim biliriz: tarih bilimini,” diye yazmıştı Marx. Solun tarih bilincini önemli ölçüde kaybetmekte oluşunu çağın en büyük trajedilerinden biri saymalı. 1917 deyince ne şubatı ne temmuzu ne Kornilov’u hatırladılar; akıllarına tek gelen Ekim’di.
Putin’in devrim karşıtlığı biliniyor zaten, oysa konuşmanın bağlamı, ona bundan çok daha fazlasını yüklüyor.
Putin eğer Kornilov’u kastediyor idiyse bunun sağlam bir iç tutarlılığı var, zira temmuz ayaklanmasının ardından Kornilov isyanı, geçici hükümetin çöküşünün gerçek başlangıcı olmuştu. Ama bu durumda Putin, kendisiyle Kerenskiy arasında paralellik kuruyor demektir.
Yok eğer Şubat ayaklanmasını kastettiyse, sorun daha çetrefilli demektir. Şubat, sadece kendiliğinden bir ayaklanmadan ibaret değildir. Ayaklanmanın kendisi devlet iktidarında çoktandır bir dumur halinin ortaya çıktığını gösterir ama onu yaratan ve çarın iktidardan feragat etmesiyle sonuçlanan süreçte, daha 1915’ten beri mayalanan bir iktidar çatışması yatıyordu ve onun da arkasında büyük prensle bir dizi cephe komutanının da dahil olduğu bir komplo vardı. Demek ki burada kastedilen eğer şubat idiyse, sorun çok daha ciddi demektir.
Hangi varsayımın doğru olduğunu tartışmayacağım.
Spiral tarih
Marx’ın çok bilinen sözlerindendir şu: “Hegel bir yerde, dünya çapındaki bütün büyük olayların ve kişilerin denebilir ki iki defa tekrarlandığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde fars olarak.”
Kaç defa tekrar ettiği bir soru işareti; tarihin spiral gelişimiyle ilgilidir bu, her yeni tarihi dönem bir alt segmentin benzer olaylarını yeni, alabildiğine yozlaşmış biçimde tekrar ediyor.
Mussolini 27 Ekim 1922’de Milan’a gitti. Aynı gün Perugia’da Milli Faşist Parti’nin İtalyan halkına “Roma’ya yürüyüşün” başladığına dair çağrısı yayınlandı.[1] Toplam sayısı 10-30 bin arasında tahmin edilen “squadristi” (squad — manga) yürüyüş kolları “quadrumviri” (quattro — dört; yürüyüşün dört lideri) yönetiminde harekete geçtiler. Squadristi silahlanmaya başladı; silahları ya yolları üzerindeki ordu depolarından baskın yoluyla alıyorlardı ya da yerel ordu birlikleri gönüllü veriyordu. Başbakan Luigi Facta ülkenin bir isyanın eşiğinde olduğunu açıkladı ve olağanüstü durum ilanına hazırlandı. 28 Ekim’de kral görüşmeler yaptı; ordunun krala sadakatini açıklamasına rağmen olağanüstü durum ilan etmekten kaçındı ve başbakanı görevden aldı. Mussolini faşistlerin de katılacağı bir koalisyon hükümetine karşı çıktı ve başbakanlık istedi. Squadristi Roma’ya 50 kilometre kadar yaklaşmıştı. 29 Ekim’de kral Mussolini’nin şantajına teslim oldu. 30 Ekim’de Mussolini ve squadristi aşağı yukarı eşzamanlı olarak Roma’ya girdiler. Ordunun ve büyük burjuvazinin desteklediği Mussolini kraldan yetkiyi aldı, faşist hükümet kuruldu. Kral tahtında kaldı, ama içi boş bir kukla, samandan, iktidarsız bir korkuluk olarak.
Prigojin eylemini “yolsuzluk, yalan ve bürokrasiye” karşı “adalet yürüyüşü” diye adlandırdı. Kim karşı çıkabilir böyle bir talebe? Kim karşı çıkabilirdi adalet isteyen karagömleklilere?
Faşist hareket için mükemmel bir slogan seçimi.
Tarih hep olduğu gibi Marx’ı gene haklı çıkardı; Prigojin, eciş bücüş bir Mussolini olarak çıktı sahneye ve eyleminin olası sonuçlarından, yani halkın rızasını alamayıp felakete yuvarlanmaktan korkarak çekildi. Mussolini felaket bataklığının içinden çamura bulanmış da olsa çıkmayı başaran İtalya’yı yükseltme vaadiyle yükselmişti, Prigojin ise felaketin çok uzağındaki Rusya’yı bataklığa sürüklemeye adaydı. Mussolini’nin kaybedecek bir şeyi yoktu, Prigojin’in ise çok şeyi vardı.
Üzerinde durmaktan şimdilik kaçınacağım şu notu da düşmeliyim buraya: hatırlayalım, Jirinovskiy geçen yıl 6 Nisan’da öldü. Jirinovskiy, olası huzursuzlukların çarpıp momentumunun alınacağı bir hava yastığı işlevi görüyordu. Bu ölüm siyasette belli bir boşluk yarattı; onun temsil ettiği küçük burjuva sağcılığının başka bir merkeze kayması için her tür şart hazırdı. Ne kadar iradi olduğu tartışmalıdır kuşkusuz ama eşyanın tabiatı öyleydi ki, Prigojin bu boşluğu doldurabilecek başlıca adaylardan biri olarak belirdi.
Küçük burjuva sağcılığının, aslında kendisini yaratan maddi şartlar düşünüldüğünde solla epey yakın olan bu siyasi eğilimin faşist bir harekete evrilmesi tehlikesi de böylelikle ortaya çıktı.
Neden bastırılmadı? Bir: temel nedenler
Silahlı kuvvetlerin neden Vagnercilere karşı harekete geçmediği sorusu, haklı bir soru. Buna iki farklı pencereden cevap vermek gerek.
İlki, toprak altındaki nedenler.
Ayrıntıya girmeye değer; çünkü dinamikler işlemeye devam ediyor.
Putin 24 Şubat sabahı yaptığı ilk konuşmada, 1941’de olduğu gibi hazırlıksız yakalanmayacaklarını söylemişti. Tam ifadeyi hatırlayalım:
“Sovyetler Birliği’nin geçtiğimiz yüzyıl 1940’ta ve 1941 başında savaşın başlamasını engellemek veya hiç değilse ertelemek için elinden geleni yaptığını tarihten biliyoruz. Bunun için, en son ana kadar potansiyel saldırganı provoke etmemeye çalıştı, kaçınılmaz saldırıyı geri püskürtmeye yönelik hazırlıklar için en zaruri, aşikâr eylemleri hayata geçirmedi veya erteledi. Nihayetinde atılan bütün adımlar ise felaket doğuracak şekilde gecikmişti.”
Demek ki Ukrayna çatışması, aşağı yukarı 2021 kasım ayından itibaren yaklaşan çatışmaya dair bütün yazılarımda değindiğim gibi, bir tür “kış savaşı” sayılıyordu; başka deyişle bu hiç de saldırgan bir savaş olarak mülahaza edilerek planlanmamış, ancak yaklaşan daha büyük bir savaşı önlemenin yegâne vasıtası sayılmıştı.
Demek ki “2014’te başlayan savaşı durdurmak için müdahale ettik” söylemi, doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilir olsa bile gerçek, samimi bir inancı yansıtıyordu. Ancak söylem, doğal olarak, “1941’deki hatayı yapmayacağız, gecikmeyeceğiz” vurgusu da içeriyordu; oysa Putin’in ilk defa geçen güz, cephede yakınlarını kaybeden kadınlarla görüşmesinde itiraf ettiği gibi, gecikmişlerdi.
Bu gecikmenin siyasi bir muhteva taşıdığı ileri sürülebilir; yani denebilir ki: evet ama askeri olarak hazırlıksız yakalanmadık. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Savaş sanayisinin geliştirilmesi, modern silah ve teknoloji çıktıları kuşkusuz hazırlık anlamına gelir; ama ordunun ikmal, lojistik, personel, birlik, komuta organizasyonunda da pek çok sorun ortaya çıktı. Çıkmak zorundaydı; savaşmamış bir ordu savaşmaya başladığında bu sorunların yaşanmasından daha doğal bir şey olamaz.
Sorun şu ki, 1941’de bu sorunlar çok daha büyük bir süratle çözülmüştü, çünkü devlet ve toplum gözeneklerine kadar seferber edilmişti, çünkü edilebilmişti, çünkü devlet, burjuvazinin kâr hırsı karşısında hesap yapmak zorunda değildi. Oysa, mart ayında yazdığım gibi: “… askerlerin teçhizatının sağlanmasına, emir-komuta birliğinin tesis edilmesine, hatta celbi çıkanların görev yerlerine ulaştırılmasına kadar öylesine çok ve zorlukla çözülen problem ortaya çıktı ki, bu dinamik kaçınılmaz olarak Vagner’e aktarıldı.”
Dolayısıyla, kapitalizmin paralı askerlik şirketlerine yönelik genel eğilimine, bunun siyasi çürümenin bir göstergesi olduğuna dair yuvarlak lafların, genel klişelerin bir anlamı yok. Bu klişeler çok şey söylermiş gibi görünüyorlar ama mevcut durumun esasen bir eğilimden değil esasen somut ve yakıcı bir sorundan kaynaklandığını görmüyorlar.
Soldaki “uzmanlar” böyleler. Türkiye’de televizyon ekranlarından düşmeyen sağdaki “uzmanlar” ise vagner diye bir şey olduğunu nihayet öğrenmişler (gerçi neden vagner denildiğini bir türlü öğrenemediler ama öğrenmelerini de beklememek gerek zaten, zira her biri zekâ, tarih ve siyaset küpü, küp ağzına kadar dolu olduğu için fazlasını almıyor); dolayısıyla bu paralı askerlik şirketinin tarihine değinmeye gerek yok.
Yalnız geçerken, işin hukuk tarafına değinmekte yarar var. Anayasaya göre Rusya’da paralı askerlik yasak. Ama müktesebatta boşluk var askeri şirketler paralı askerlik şirketi sayılmıyorlar. Bunlar şirketler hukukuna göre kurulmuş, “özel dedektiflik ve koruma faaliyeti” kapsamında sayılıyor.
Gerçi müktesebatta boşluk, gülünç bir laftır aslında; burjuva hukukunda müktesebat zaten boşluk olsun diye yazılır. Bu boşluk tehdit veya avantaj durumuna göre farklı usullerde kapatılır.
İki: temel nedenler
“Neden böyle oldu?” sorusunun teknik, “konjonktürel” (ama öyle diye önemsiz değil) cevabına gelelim. Dün gün boyunca da birkaç defa vurgulamıştım bunu.
Birincisi, eşyanın tabiatı gereği, esas itibariyle olası bir iç savaşa karşı örgütlenen sömürge ülkelerin orduları dışında hiçbir ordu, içeride bir başka orduyla (düzenli veya gerilla ordusu) karşı karşıya gelme ihtimali üzerine ciddi stratejiler geliştirmez. (Tam da bu durum, aşağı yukarı bütün bir 20’nci yüzyılın ikinci yarısı boyunca sömürge ülkeleri askeri darbeler cenneti kılmıştı.)
İkincisi, mevcut durumda tecrübeli muharip birliklerin herhalde tamamı cephede, sınır bölgelerinde ve üslerde bulunuyorken içeride silahlı bir başka orduya karşı müdahale edebilecek sadece şu güçler kalmış demektir: polis, jandarma, istiharat ve hava kuvvetleri. İkinci ve üçüncüsünün Rusya’daki muadilleri Rosgvardiya, MÇS ve FSB.
Ağır silahlarla donanmış, tanklar ve zırhlılarla ilerleyen, stinger tipi hava savunma silahlarına sahip, yakın zamanda büyük bir savaş tecrübesinden geçmiş profesyonel birlikleri durdurmak, bunların personel mevcudu nispeten az bile olsa, çok zor; belki de hava kuvvetlerinin ağır bombardımanı olmaksızın neredeyse imkânsız. Bunun için ilerlemekte olan düşman ordusunu sivil halktan tecrit etmek gerek. Ama bu da imkânsıza yakın, çünkü olay öyle hızlı gelişmiş ki normal hayat tuhaf, neredeyse gerçeküstü bir seyirle devam ediyor. Demek ki sivil kayıplar kaçınılmaz.
Daha önemlisi, geleni durdurmak değil, fiilen düşmüş bir şehri ele geçirmenin güçlükleri. Üstelik bu şehir, 1919 ve 1942’nin defalarca tekrarlanan tecrübelerinde olduğu gibi, stratejik önem taşıyor; bu şehir güneye açılan kapı. Vagner tarafından bu şehrin hedef alınması, ciddi bir stratejik çalışmaya işaret ediyor, trajik tarihi deneyimleri hatırlatıyor.
En önemlisi ise kitlelerin siyasi konsolidasyonunun sağlanması. Mevcut aşamada bu darbe ordusu idari-beledi organlara müdahale etmemiş. Hatta askeri-kolluk organlarına da müdahale etmemiş. Sadece bunların aldıkları emirleri uygulamalarını fiilen durdurmak veya durduracağını belli etmekle yetiniyor. Üstelik darbe ordusu, cephede muazzam başarılar kazanmış (bu ifade olumlama anlamı taşımıyor) ve bu başarılar kitleler nezdinde büyük saygınlık kazandırmış. Ve dahası, saygınlığı televizyon reklamları, dev bilbordlar, resmi kabullerde övgü dolu konuşmalarla bizzat iktidar pekiştirmiş.
Demek ki çatışmanın hızla alevlenmesinin bütün şartları mevcut, ama kontrollü bir gerginlik altında tutmanın şartları da mevcut.
Çok ciddi, ölümcül sorunlar bunlar. Askeri ve siyasi sonuçlarını kimse kolaylıkla kestiremez. Bu yüzden, gün boyunca özellikle Rusya solundan yapılan değerlendirmelerde çatışmanın zincirleme bir reaksiyon etkisi yaratabileceği, bunun (1) cephede moral çözülmeye yol açabileceği; (2) darbe ordusunu durdurmak için cepheden birlik kaydırmak gerekebileceği; (3) her iki durumda da cephede gerilemeye yol açabileceği; (4) bunun NATO karşısında siyasi yenilgiyle sonuçlanabileceği; (5) siyasi yenilginin içeride kargaşaya neden olabileceği, vb. düşüncelerinin tartışılması tesadüf değil.
Bağımsızlık eğilimleri
Mart ayındaki yazımın esas konusu şuydu (en kaba çizgileriyle özetliyorum yazıyı): Rusya’da önemsiz adamların zaman zaman muazzam önem kazandığı çok olmuştur. Prigojin de bağımsız siyasi bir güç olmaya çalışıyor. Bu eğilim başka yerlerde de güç kazanıyor. Süreç kaçınılmaz olarak tasfiyeyle sonuçlanacaktır.
Kapitalist restorasyon ve onun sonucunda her anlamda lokalize iç savaşlar yaratan 1990’ın altında yatan temel nedenlerden biri, eylül 1989’da SBKP’nin MK plenumuyla yetkilerini birlik cumhuriyetlerine verme kararıydı: “Kararda, Putin’in de alıntıladığı en önemli cümle şudur: ‘Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.’ Herhangi bir hükümetin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin bir başka örneğini daha bulmak güçtür. Her halükârda bu, Sovyet ulusunun parçalanması anlamına gelir.” Bu, Moskova’nın kendi meşruiyetini başkasına devretmesi anlamına geliyordu.
Trajik olduğu kadar ironiktir de: Putin’in deyişiyle “sınırların fiktif, kararların merkezi” olduğu Sovyetler Birliği’nin bir devlet olarak sonunu getiren SBKP’nin bu kararı olmuştur ama çağdaş Rusya’nın birliğini kuran Lenin’i her fırsatta “tarihi Rusya”yı parçalamakla suçlayan Putin’in kapitalist restorasyonun yıkıntısı üzerinde yönetme yöntemi de, özerklik eğilimlerini bastırmaktaki tereddüt olmuştur.
Şimdi bir altüst oluş kaçınılmaz. Öncelikle bağımsızlık eğilimlerini bastıran bir altüst oluş yaşanacak, bu süreç adım adım, ama kararlılıkla işleyecektir. Sözkonusu olan sadece Vagner değil, Vagner benzeri herkes ve her şeydir ve bunlar özellikle yerel iktidar organlarında güçlüler.
Dünkü olaylar açık seçik gösterdi ki merkezi otorite astlar arasında koordinatör işleviyle yetinirse parçalanır; merkezi iktidar, astların bağımsız iradesini bastırıp kendisine bağımlı hale getirmek zorundadır.
[1] Bu olay Türkçeye (ve başka dillere de) “Roma’ya yürüyüş” diye çevrilir, Rusçaya ise “Roma’ya sefer” diye. Belki de İtalyancada “marcia” aynı zamanda bizdeki sefer anlamına geliyordur, bilmiyorum. Ama “sefer”, eylemin ruhunu daha iyi yansıtıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Ukrayna’nın nadir toprak metalleri, ABD ile Kiev arasında pazarlık konusu
-
Rus milyarderler Fridman ve Aven, yaptırımların kaldırılması için Alfa Bank’taki hisselerinden vazgeçti
-
Rusya’nın en büyük bankası, yapay zekâ alanında DeepSeek ile işbirliği yapacak
-
Rusya Soruşturma Komitesi: Göçmenler tarafından işlenen terör suçları arttı
-
Merkel’den Merz’e bir AfD eleştirisi daha
-
Rusya Dışişleri: Ukrayna konusunda Trump ile ‘sert pazarlığa’ hazırız
GÖRÜŞ
Trump’ın meydan okumaları ve Filistinlilerin kritik seçimleri
Yayınlanma
10 saat önce06/02/2025
Yazar
Sadeq Abu Amer
Trump’ın, dikkatle hesaplanmış bir bağlama oturan ve giderek tonu yükselen açıklamaları, rastgele değil, iyi planlanmış bir stratejinin parçası olarak görülmelidir. Amacı, Filistinliler veya bölge devletleri olsun, tüm tarafları zor durumda bırakmaktır; öyle ki herhangi bir taviz, İsrail için ek bir kazanç haline gelsin. Bu bağlamda Washington, Tel Aviv lehine durumu yönetme rolünden kısmen vazgeçerek, Tel Aviv’in bölgesel kazanımlar elde etmesini ve Filistinlilere yönelik saldırgan savaşının hedeflerini başka yollarla tamamlamasını sağlamayı amaçlamaktadır. Bu gelişmelerin ortasında, Filistinliler ateşkes sonrasında belirginleşen ve Filistin davasını iki ana yolun önüne koyan kritik bir yol ayrımıyla karşı karşıyadır.
Bir olasılık, Filistin öncülüğünde bir Filistin devletinin kurulmasını savunan bir girişim yoluyla Filistin varlığını korumak, birliği, ulusal kimliği ve siyasi egemenliği güvence altına almaktır. Bu yol, ulusal bütünlüğü, kurumsal bütünlüğü ve birleşik karar almayı güçlendirirken, Filistin davasını hedef alan nihai tasfiye çabalarına karşı koyma yönündeki bölgesel çerçeveye entegre olacaktır.
Diğer yol ise parçalanmaya ve çökmeye sürüklenmeye yol açmaktadır, zira temizlik projeleri belirli bir sınırla sınırlı değildir, aksine Filistinlilerin kurtuluş özlemlerini ulusal projenin özüne aykırı yönlere itebilir. Bu durum, daha derin bölünmelere, siyasi nihilizme ve Filistin davasının tarihi ve medeniyet derinliğinin aşınmasına yol açarak, nihayetinde onu tarihi haklara ve uluslararası anlaşmalara dayanan meşru bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan ziyade bölgesel güvenlik ve küresel barış için bir yük haline getirecektir.
Bu nihai seçimler, İsrail politikalarının gerçek fıtratı, Amerika’nın tam desteğiyle desteklenerek giderek daha belirgin hale geldikçe şekillenmektedir. Bu gerçeklik, onları uluslararası barış ve güvenliğe doğrudan bir tehdit olarak konumlandırırken, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’ndan bu yana kurulan uluslararası düzenin temel ilkelerini de ihlal etmektedir.
Siyonist sağ, Filistinlilerle olan ihtilafı çözmenin imkânsız olduğunu iddia eden yeni bir anlatı inşa etmek için 7 Ekim olaylarından istifade etmiştir. Bu yaklaşım, aşırı sağcı grupların desteği ve Netanyahu hükümetinin tam suç ortaklığıyla 2018’den beri bazı İsrail kurumları tarafından resmi olarak benimsenen “mutlak zafer” teorisine dayanmaktadır. Filistin halkının siyasi haklara sahip ulusal bir varlık olarak varlığını reddetmekte ve iki seçenek sunmaktadır: Yok etme veya zorla yerinden etme; bunların hepsi tarihi Filistin içinde “Yahudi devletinin saflığını” koruma kisvesi altında yapılmaktadır.
Diğer tarafta, Filistin direnişiyle aynı çizgide olmayanlar da dahil olmak üzere bölgesel ve uluslararası aktörler, alternatif bir anlatıda ısrar etmektedir. Bu olayların yalıtılmış bir şekilde ortaya çıkmadığını, aksine ihtilafın bağımsız bir Filistin devleti kurularak çözülmesinin aciliyetini vurguladığını savunmaktadırlar. İsrail’in toplu yerinden etme ve soykırım projesi, savaş suçlarına, etnik temizliğe ve sistematik açlığa rağmen Filistinlilerin direnişini —Siyonist projenin temelini tehdit ettiğini— kabul etmektedir.
Tarihsel olarak, Filistinli siyasi elitler değişen gerçeklere uyum sağlamakta geride kalmış ve önemli fırsatları kaçırmıştır. Fakat bugün koşullar farklıdır. Eğer Filistinliler, boyutları ateşkes sonrasında daha da netleşen devam eden krize dayanabilirlerse ve sağlam bir bölgesel blok, bölgenin karşı karşıya olduğu tehlikelerin tam olarak farkında olarak pozisyonlarında kararlı kalırsa, Filistin davasının ve bölgenin siyasi manzarasının kaderinde temel bir değişim meydana gelebilir.
Bu dönüşüm, bölgesel koordinasyonun artan hızı ve iç bölünmeleri giderme çabalarında halihazırda görülmektedir. İran’a yönelik tutumlara dayalı katı hizalanmaların azalması ve Arap Baharı’na ilişkin bölgesel tutumların yeniden değerlendirilmesi, siyasi ve stratejik angajmanın yeni bir aşamasının başlangıcını işaret etmektedir.
Ortaya çıkan jeopolitik değişimler, Filistin halkının tarihi haklarını, en önemlisi bir Filistin devletinin kurulmasını tanıyan çözümlere yol açabilir. Böyle bir gelişme, özellikle Siyonist sağın İsrail karar alma mekanizmalarındaki hakimiyeti göz önüne alındığında, bu aşamada İsrail ile doğrudan müzakereler gerektirmeyebilir. Fakat İsrail’in güvenlik kaygıları nihayetinde Filistinlilerle bağlantılı kalacaktır ve Filistinliler, herhangi bir nihai çözümde koşullarını öne sürerek temel haklarının pazarlık konusu olmamasını sağlayacaklardır.
Bu aşama, Filistinlilerin hukuki ve siyasi statüsünün giderek daha fazla tanınmasıyla işaretlenmekte ve halihazırda kurulmuş bir Filistin devletiyle angajmanı kaçınılmaz kılmaktadır. Bölgesel aktörler bu gidişatı başarıyla desteklerse, daha geniş bir uluslararası destek gelebilir. Bu değişimin güçlü göstergeleri arasında, Avrupa Birliği de dahil olmak üzere, amacının ihtilafı uluslararası hukukta belirtildiği gibi iki devletli bir çözüme dayalı olarak çözmek olduğunu açıkça teyit eden yaklaşık 100 ülkeden oluşan küresel bir koalisyonun ortaya çıkması yer almaktadır. Pratikte bu, tam tanınma bu aşamada tamamlanmamış olsa bile, bir Filistin devletinin kurulmasını zorlamak anlamına gelmektedir.
Filistinliler, İsrail işgali, yerleşimleri genişletme ve Kudüs’ün Yahudileştirilmesi nedeniyle Batı Şeria’da Filistin Yönetimi ve Gazze’de Hamas tarafından yönetilen toprakları henüz tam olarak kontrol etmese de demografik dirençleri, uluslararası tanınmaları ve direnişe olan bağlılıkları, tam kurtuluş mücadelesindeki konumlarını güçlendirmeye devam etmektedir.
Filistin’in pozisyonuna yönelik en büyük zorluk, siyasi bölünme ve Gazze’yi Batı Şeria’dan ayırma yönündeki devam eden çabalardır. Bu parçalanma, Filistin siyasi kurumlarının ve yönetiminin tutarlılığını bozmaktadır; bu durum, Filistin karar alma birliğinin önemini vurgulayan çok sayıda anlaşmaya rağmen devam etmektedir. Ancak bu anlaşmalar henüz tam olarak uygulanmamış olup, Filistin direnişini tehdit etmekte ve halkın yaptığı önemli fedakarlıkları baltalamaktadır. Ek olarak, bölünme bölgesel desteği zayıflatmakta ve Filistin’in diplomatik ve siyasi pozisyonunu güçlendirebilecek mevcut uluslararası ivmeden yararlanma fırsatını kaçırmaktadır.
İç bölünmelerin ötesinde, bölgesel dönüşümler bu manzarayı şekillendirmede çok önemli bir rol oynamaktadır. Arap ülkeleri artık Nekbe sırasındaki konumlarında değildir. Pozisyonlarına ilişkin farklı bakış açılarından bağımsız olarak, artık siyasi olarak istikrarlılar ve küresel sahnede önemli ekonomik ve askeri etkiye sahipler.
Dahası, birçok devlet artık İsrail’in Filistinlilere yönelik savaşından ve ABD’nin İsrail saldırganlığını mümkün kılan politikalarından doğrudan etkilendiğini düşünmektedir. Washington’ın, modası geçmiş küresel hakimiyet dayatma amacı taşıyan yaklaşımı, bir zamanlar “ılımlı Arap kampının” parçası olarak sınıflandırılanlar da dahil olmak üzere pek çok devletin daha fazla stratejik özerklik arayışına girmesine yol açmıştır. Amerika’nın güvenliklerini ve istikrarını tehlikeye atan diktalarına koşulsuz olarak uymak istemeyen bu devletler, ABD-İsrail emellerini dengelemek için bölgesel işbirliğini vurgulayarak alternatif yollar aramaktadırlar.
Bu ülkeler, Arap bölgesinin dünyanın birincil enerji kaynaklarını elinde bulundurması ve uluslararası ticaret yolları için kilit bir merkez olarak hizmet vermesiyle küresel güç mücadelesinde merkezi rollerinin farkındadırlar. Jeopolitik önemleri, onları gelecekteki küresel hizalanmaları şekillendirmede önemli aktörler haline getirmektedir.
Dünya, nihai sonuçları belirsizliğini koruyan derin dönüşümler geçirmektedir. Fakat bu değişimler, Filistinliler için önemli fırsatlar sunarken, aynı zamanda marjinalleştirilmiş nüfuslar, özellikle de sistematik baskıya maruz kalanlar için önemli riskler oluşturmaktadır ve Filistinliler bu mücadelenin ön saflarında yer almaktadır. Modern tarihin en korkunç katliamlarından bazılarına katlanmış olmalarına rağmen, sadece kurban olarak görülmeyi reddetmektedirler. Bunun yerine, işgalin vahşetine rağmen direnen ve haklarını savunan bir millet olarak kalmaya devam etmektedirler.
Geriye kalan, Filistinli seçkinlerin iç bölünmelerin ve anlaşmazlıkların üstesinden gelerek, Filistin siyasi manzarasını yeniden yapılandırarak, temsili kurumları ve karar alma organlarını birleştirerek ve bölgesel ve uluslararası dönüşümlere uyum sağlayarak halkının direnişine ayak uydurmasıdır. Bu, reaktif bir duruştan proaktif bir angajmana geçmeyi, birden fazla stratejik yolu yönetmeyi ve Filistin varlığının herhangi bir bölgesel veya uluslararası düzenlemede belirleyici bir faktör olmasını sağlayan ittifaklar kurmayı gerektirmektedir. İster özel olarak Filistin davasıyla isterse de daha geniş jeopolitik manzarayla ilgili olsun, böyle bir yaklaşım ulusal özlemleri gerçekleştirmek ve bunları sahada somut başarılara dönüştürmek için gereklidir.
GÖRÜŞ
Trump 2.0 başlarken Çin-ABD ilişkileri belirsizliğini koruyor
Yayınlanma
3 gün önce03/02/2025
Yazar
Ma Xiaolin
20 Ocak’ta Cumhuriyetçi Donald Trump, Washington’da Amerika Birleşik Devletleri’nin 47. Başkanı olarak yemin etti. Çok sayıda eski ABD başkanı ve devlet adamının önünde Trump, tutkulu ve ateşli bir açılış konuşması yaptı. Göreve başladığı ilk gün, yaklaşık 80 yürütme emri imzalayarak “Trump 2.0” döneminin yeniden başladığını ve Amerika’nın “Altın Çağını” ilan etmek için kararlı adımlar attığını gösterdi.
Dünya, Trump’ın “geri dönüşünün” yaratacağı etkiler için psikolojik olarak hazır olsa da, onun kendine olan aşırı güveni ve otoriter tavırları hâlâ büyük bir şok yarattı. Gözlemciler, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da önemli ölçüde değişeceğini, ancak Çin-ABD ilişkilerinin geleceğinin hala karamsar olduğunu belirtti.
Konuşmasında Trump, seçim kampanyası sırasında bir suikast girişiminden kurtulmasının “Tanrı’nın Amerika’yı yeniden büyük yapmak için müdahalesi” olduğunu bir kez daha vurguladı. Kendisine “Mesihvari” bir aura ve dini bir misyon atfederek, “Amerikan vatandaşları için 20 Ocak 2025, Kurtuluş Günü’dür. Umarım bu seçim, ülkemizin tarihindeki en büyük ve en önemli seçim olarak hatırlanır,” dedi.
Trump, göreve başladığı günden itibaren ABD’nin “yeniden refaha kavuşacağını, dünya tarafından tekrar saygı göreceğini ve hükümetinin Amerika’yı birinci sıraya koyacağını” ilan etti. Ayrıca, ABD’nin “çok yakında her zamankinden daha büyük, daha güçlü ve daha üstün olacağını” taahhüt etti.
Trump, uzun bir görev listesi açıkladı. Bu liste arasında egemenliği geri kazanmak, güvenliği sağlamak, adalet ve yönetim standartlarını düzeltmek, sınırları yasadışı göçten korumak, ülkeyi doğal afetlerden ve insan kaynaklı felaketlerden korumak, farklı etnik grupları birleştirerek Martin Luther King’in hayalini gerçekleştirmek, yabancı suçluları sınır dışı etmek, enflasyonu yenmek, hidrokarbon enerji üzerindeki düzenlemeleri gevşetmek, imalatı, özellikle otomobil sanayisini yeniden inşa etmek, yurtdışında ağır vergiler koyarken içerideki yükleri azaltmak, güçlü bir ordu inşa etmek ancak dünya savaşlarına katılmamak, egemenliği ve toprakları genişletmek ve Mars’ı fethetmek gibi hedefler bulunuyor. Ayrıca Amerikan toplumunu yeniden ikili cinsiyet dünyasına döndürmek istiyor.
Trump, Amerikan tarihinde art arda görev yapmadan tekrar seçilen ikinci başkan oldu. İkinci döneminin olağanüstü olması, sadece rakibini ezici bir çoğunlukla yenmesiyle değil, aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin Kongre’nin her iki kanadını ve Yüksek Mahkeme’yi kontrol etmesiyle ilgili. Bu, nadir görülen bir “tek parti hakimiyeti” durumu yaratıyor. Bu sonuç, sadece Cumhuriyetçi Parti’nin “Trumplaşmadığını”, aynı zamanda Amerika’nın da güçlü bir şekilde “Trumplaştırıldığını” gösteriyor. Bu da “Trump 2.0″ın, “Trump 1.0” döneminden daha kararlı ve keskin bir şekilde Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin yönetim felsefesini uygulayacağını garanti ediyor.
“Zafer kazanan sorgulanmaz” özgüveniyle Trump, göreve başladığı ilk gün 78 yürütme emri imzaladı ve selefi Biden’ın yürütme emirlerini tamamen geçersiz kılarak her şeyi sıfırladı. Bu adımlar, yalnızca ABD’nin iç politikasında değil, aynı zamanda ABD dış politikasında, uluslararası ilişkilerde ve küresel yönetişim sisteminde önemli değişimlere işaret ediyor. Dış politikadaki başlıca adımlar şunları içeriyor: ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan ve Dünya Sağlık Örgütü’nden yeniden ayrıldığını açıklaması, 1 Şubat’tan itibaren Kanada ve Meksika’dan ithal edilen ürünlere %25 vergi uygulamaya başlaması, Çin ürünleriyle ilgili bir vergi soruşturması başlatması, Çinli teknoloji şirketi ByteDance’in TikTok’un denizaşırı versiyonu üzerindeki kontrolünü paylaşacak bir ortak girişim önerisiyle 75 günlük bir süre tanıması, “Meksika Körfezi”nin adını “Amerikan Körfezi” olarak değiştirmesi, Küba’yı yeniden terörizmi destekleyen ülkeler listesine eklemesi, ABD’nin güneyini acil durum bölgesi ilan etmesi ve ABD-Meksika sınırına asker konuşlandırması.
Çin’in uluslararası ilişkiler gözlemcisi olarak, doğal olarak “Trump 2.0″ın Çin’i nasıl tanımladığına ve Çin-ABD ilişkilerini nasıl ele aldığına daha çok dikkat ediyorum. Bilindiği gibi, Çin-ABD ilişkileri normalleşme sürecinden sonra keskin bir şekilde kötüleşti ve bu durum tam da “Trump 1.0” döneminde başladı. Trump, Amerika’nın gerileme hissiyatının büyük ölçüde Çin’in yükselişi ve gücü nedeniyle oluştuğunu öne sürmüş ve hatta Çin’i Amerikan imalat sektörünün çökmesine sebep olmakla suçlamıştı. Bu nedenle, çoğu analist, “Trump 2.0” döneminde Çin-ABD ilişkilerinin daha karmaşık, daha zor ve hatta daha fırtınalı bir hale gelebileceğini öngörüyor.
Ancak Trump’ın Beyaz Saray için yaptığı kampanya sırasında, Çin’e yönelik saldırılarının açıkça azaldığı ve tonunun yumuşadığı görüldü. Bunun yerine, Amerika’nın başarısızlıklarını daha çok iç yönetim hatalarına ve uluslararası alanda aşırı sorumluluk almasına bağladı. Trump’ın zaferi daha kesin hale geldikçe, Çin-ABD ilişkileriyle ilgili iyimser bazı sinyaller bile verdi. 4 Temmuz 2024’te Virginia’da yaptığı bir kampanya konuşmasında Trump, “Amerika’nın Çin, Rusya ve Kuzey Kore ile düşman olmaya ihtiyacı yok,” dedi. 16 Aralık’ta Mar-a-Lago’da ise, “Çin ve ABD, dünyanın tüm sorunlarını birlikte çözebilir…” diye yineledi.
Güç devri yaklaşırken, Trump Çin’e zeytin dalı uzatmaya devam etti: Kanada ve Meksika’dan ithal edilen ürünlere %25 gümrük vergisi uygulama tehdidinde bulundu ancak Çin ürünlerine yalnızca %10 ek vergi getireceğini vurguladı. Çinli liderleri yemin törenine davet ederek bir geleneği bozdu ve yeni yönetiminin ilk 100 günü içinde Çin’i ziyaret etme niyetini açıkladı. Beyaz Saray’a dönüşünden sonra yayımladığı ilk politika belgelerinde Çin’den neredeyse hiç bahsedilmedi.
Bazı insanlar, “Trump 2.0″ın başlangıcının Çin-ABD ilişkileri için yeni bir darbe günü olacağından endişe ediyor, ancak bu “felaket” henüz gerçekleşmedi. En azından, Çin-ABD ilişkileri Trump’ın öncelikleri arasında yer almadı. Bir süredir, genelde Çin karşıtı sert söylemleriyle tanınan Başkan Yardımcısı seçilen Vance ve Dışişleri Bakanı seçilen Rubio da geleneksel söylemlerini belirgin bir şekilde yumuşattı ve Çin-ABD ilişkileri hakkında yorum yapmaktan kaçındı. 16 Ocak’ta Senato’da yapılan bir oturumda Rubio, Çin’i eleştirmeye devam etti ancak iki ülke arasında “bir tür çözüm bulunabileceğini” vurguladı. Rubio’nun bu açıklamaları, tutumunu yumuşattığı şeklinde yorumlandı, ancak Çin şu ana kadar ona uyguladığı yaptırımları kaldırmadı. Analistler, Rubio ve diğerlerinin Çin karşıtı görüşlerinin derin olduğunu düşünüyor ancak Çin-ABD ilişkilerindeki karar verme yetkisi Beyaz Saray’da bulunuyor. Sonunda, Rubio ve diğerlerinin Trump’ın tutumuna ve ideolojisine uyum sağlaması ve mutlak sadakat göstermesi gerekecek.
Trump’ın göreve başlamasından önce, Çin, Başkan Yardımcısı Han Zheng’in Başkan Xi Jinping’in temsilcisi olarak törene katılacağını açıkladı. Başkan Xi ayrıca Trump ile bir telefon görüşmesi yaparak yeniden seçilmesini tebrik etti ve ikili ilişkiler ile sıcak konular hakkında samimi bir görüş alışverişinde bulundu. Tören sırasında Han Zheng, Vance tarafından sıcak bir şekilde karşılandı ve görüşme olumlu bir atmosferde geçti. Bu işaretler, Trump’ın Çin politikasında bazı ince değişikliklerin olabileceğini ve Çin-ABD ilişkilerinin iyileşmesi için büyük bir fırsat olduğunu gösteriyor.
“Trump 2.0″ın Amerika ve dünya üzerindeki etkisi şüphesiz güçlü hissediliyor, ancak Çin-ABD ilişkilerinde ne tür değişiklikler getireceği henüz bilinmiyor. Bazı analistler, Elon Musk gibi Çin’in geniş pazarıyla iş yapmadan edemeyen büyük Amerikan iş insanlarının, Trump’ın Çin’e yönelik görüşlerini ve politikalarını olumlu yönde etkileyebileceğini düşünüyor. Diğerleri ise Trump’ın şu anda öncelikli olarak diğer acil meselelerle ilgilenme aşamasında olduğunu veya Kanada, Meksika ve Panama gibi “kolay hedefler” üzerinde baskı kurarak Çin’e karşı daha sonraki adımlar için zemin hazırladığını öne sürüyor.
“Trump 1.0” döneminin çalışma tarzı zaten iyi biliniyor ve birçok kişi tarafından sistematik olarak özetlendi. Bu tarz kabaca dört noktada toplanabilir:
- Basit ve Sert Ama Etkili – Tek taraflılık izleniyor, ticaret yaptırımları ve askeri tehditler sıkça kullanılıyor, hızla ABD lehine sonuçlar elde ediliyor. Hem stratejik rakipler hem de müttefikler baskı altına alınıyor.
- Sertlik ve Yumuşaklık Bir Arada – “Sopa ve havuç politikası” uygulanıyor, tehditler ve teşviklerle baskı kuruluyor. Rakip, uzlaşma koşullarını kabul etmezse aşırı baskı uygulanıyor.
- Tutarlılık ve Fırsatçılık – Açık bir şekilde kazanç odaklı bir kişilik sergileniyor. Pragmatik bir yaklaşım benimseniyor, farklı yöntemler uygulanıyor ama asla ana hedeften sapılmıyor.
- Ticari Mantık ve Çıkar Odaklılık – Çifte kazanımı veya çok taraflı kazanımı kabul ediyor, somut talepler listeliyor, çıkar takaslarına istekli davranıyor ama asla zarara yol açacak bir anlaşma yapmıyor.
Trump, ABD Başkanı olarak elbette ABD’nin çıkarlarını temsil ediyor ve ABD’nin gerilemesini kabul etmeyeceği gibi, ABD’nin Çin tarafından geçilmesini de asla kabullenmiyor. Çin-ABD ilişkilerinde kötüye gidişi başlatan bir lider olarak, onun Çin-ABD ilişkilerini tamamen iyileştirmesini ve Çin’in gelişimi ve refahı için koşullar yaratmasını beklemek açıkça safça ve naif bir yaklaşım olur.
“Trump 2.0” dönemi artık başlamış durumda. Çin, her zamanki gibi, Çin-ABD ilişkilerinin olumlu bir şekilde gelişmesini destekleme arzusunu ifade etti. Ancak, bu iyi niyetin gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği, Trump ve Amerikan karar alıcılarının Çin-ABD ilişkilerini nasıl kalibre edeceğine ve konumlandıracağına bağlı. Kısacası, top hâlâ Washington’un sahasında.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Beklendiği gibi Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte İran ve ABD arasındaki ilişkilerin geleceği ve bu iki ülkenin ilişkilerinde nasıl bir değişiklik olacağı konusu, İran’ın siyasi tartışmalarında gündemin ana maddesi haline geldi. Son iki hafta içinde, Farsça dijital medyada, İranlı siyasetçiler arasında ve İran’ın resmi medyasında Trump’ın iktidara gelmesine yönelik Tahran’ın yaklaşımı, sürekli tartışılan bir mesele haline gelmiştir.
Trump’ın İktidara Gelişine İkili Bakış
Genel olarak Tahran’da Trump’ın iktidara gelmesine yönelik iki farklı bakış açısı bulunmaktadır:
1. Trump’ın Gelişini Bir Fırsat Olarak Gören Yaklaşım
Bu bakış açısına göre, Trump’ın iktidara gelişi Tahran için bir fırsattır. Trump, ikinci dönem başkanlığında temel değişiklikler yaparak kendisini ABD’de tarih yazan bir figür olarak öne çıkarmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, İran ile olan ilişkilerin çözülmesi ve son 45 yıllık krizde yeni bir tarih yazılması Trump için önemli bir konu olabilir. Ayrıca Trump, başarıya ulaşmak için gerekli esnekliği göstermeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Politik davranışlarının temelinde başarıya olan güveni yatmaktadır. Bu nedenle Tahran, Trump’ın iktidarını bir fırsat olarak kabul etmeli ve karşılıklı siyasi başarı ya da kazan-kazan temelli bir oyun için gerekli zemini hazırlamalıdır.
2. Trump’a Güvensizlik Duymaya Dayalı Yaklaşım
Buna karşılık, ikinci bakış açısı Trump’ın son derece güvenilmez bir kişi olduğunu savunmaktadır. ABD’de Siyonist lobisinin Trump üzerindeki etkisi oldukça yüksektir ve doğal olarak İsrail ve ABD’deki Siyonist lobisi, Trump’ın İran’a önemli bir taviz vermesine izin vermeyecektir. Trump’ın yakın çevresindeki bir numaralı ekip, son haftalarda İran ile gerilimi azaltmaya yönelik herhangi bir olumlu sinyal vermemiştir ve sürekli tehditkâr ve aşağılayıcı bir dil kullanmıştır. Trump’ın ekibi, İran’ın General Kasım Süleymani’nin suikastı ve ardından İranlı yetkililere yönelik suikastlar gibi olaylara verdiği tepkilerin, İran’ın sert darbelere karşılık verme kapasitesine sahip olmadığını ve öngörülebilir bir davranış sergilemekten başka bir seçeneği olmadığını gösterdiğine inanmaktadır. Bu nedenle İran’a maksimum baskı politikası uygulanması gerektiği ve İran’ın 1979 Devrimi’nin anti-emperyalist söylemlerini ve Rusya ve Çin gibi ülkelerle Batı dışı bir blok oluşturma yönündeki çabalarını engellemenin şart olduğu savunulmaktadır.
Trump ve ekibinin söylem ve davranışlarına dikkat ettiğimizde, her iki grubun da kendi argümanlarının doğruluğunu destekleyen önemli kanıtlar ve gerekçelere sahip olduğunu görebiliriz. Trump, son iki ayda mevcut krizleri çözme konusundaki güçlü istekliliğini açıkça göstermiştir. Kendisini krizleri sona erdiren bir lider olarak tarihe geçirme arzusundadır. Doğal olarak, İran-ABD ilişkilerindeki kriz de bu kategoride yer alır ve bir miktar esneklikle kayda değer sonuçlar elde edilebilir. Ancak, Trump’ın çevresindekilerin İran’a yönelik sert söylemleri, İran’ın nükleer ve altyapı tesislerine saldırı vurguları ve İsrail’in Trump’ın kararları üzerindeki yüksek etkisi de Trump’ın davranışlarına dair dikkate değer gerçekler arasında yer almaktadır.
İran’daki mevcut siyasi ikiliği Trump’a karşı nasıl bir tutum sergileneceği açısından farklı bir dil kullanarak tanımlarsak, şöyle ifade edebiliriz: Bir grup, ABD’nin Orta Doğu meselesini çözme konusundaki kararlılığının ciddi olduğuna inanıyor ve bu süreçte İran’ın kilit bir rol oynayacağını düşünüyor. ABD, Çin’in artan gücüne karşı Orta Doğu’da ciddi bir bariyer oluşturmak istiyor. Bu nedenle, ABD’nin İran’ın Orta Doğu’daki anti-Amerikan davranışlarını sürdürmesine izin vermeyeceği düşünülüyor. Bu bağlamda, ABD’ye direnmenin ve onunla doğrudan yüzleşmenin yalnızca İran’a daha fazla maliyet getireceği ifade ediliyor. Bu yüzden, İran’ın ciddi, kapsamlı ve barışçıl bir sonuca ulaşmayı hedefleyen bir müzakereye hazırlanması gerektiği savunuluyor.
Ancak diğer grup, ABD’nin İran’a uyguladığı baskının belirli bir sınırda kalacağına inanıyor. ABD’nin İran’ın askeri ve ekonomik altyapısına yönelik bir saldırının beklenmedik maliyetleri nedeniyle İran’a karşı ciddi bir askeri eyleme giriş(e)meyeceği görüşünü savunuyorlar. Bu nedenle, zamanın İran’ın lehine işleyeceğini ifade ediyorlar.
Belirsizlik Politikası
Yukarıdaki ikili durumun sebebi, Trump’ın izlediği “belirsizlik politikası” olarak değerlendirilebilir. Trump ve ekibi, son haftalarda İran’a yönelik diplomasi ve müzakere ile savaş ve askeri müdahale seçenekleri arasında zikzak çizen bir söylemi eş zamanlı olarak yürütmektedir. Trump, diplomatik ve savaş yanlısı söylemleri bir arada kullanarak İran’a baskı yapmaya çalışmaktadır.
Washington’ın, İran’ın son yirmi yılın en zayıf stratejik durumlarından birinde bulunduğu sonucuna vardığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle, İran’a karşı sert eylemlerde bulunmanın maliyetinin on yıl öncesine kıyasla çok daha düşük olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla Trump, diplomasi seçeneğini askeri müdahale seçeneğine tercih etmek için zorunlu bir neden görmemektedir. Orta Doğu’nun siyasi atmosferinde, diplomasi ile askeri eylemler arasındaki sınırın giderek daha kırılgan hale geldiği vurgulanmalıdır. Çeşitli aktörler, beklenmedik bir şekilde siyasi bir fazdan askeri bir faza geçiş yapabilirler (örneğin, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumu gibi).
Trump’ın İran’a karşı belirlediği yol haritasındaki belirsizlik ve öngörülemezlik, özellikle ABD’nin güçlü bir konumda olduğu ve İran’ın zayıf bir pozisyonda bulunduğu göz önüne alındığında, İranlı siyasetçileri en kötü senaryoları dikkate almaya mecbur bırakmaktadır.
Olası Gelecek
Kesin olan şu ki İran’ın çok az zamanı kaldı. Ekim 2025’e kadar, İran’a karşı tetik mekanizmasının (snapback) aktif hale gelme olasılığı, İran’ı yoğun uluslararası baskılara maruz bırakabilir. Bu sürece kadar İran, mevcut durumdan çıkış için bir formül bulmak zorundadır. İran’ın 7 Ekim Savaşı’ndan bu yana sergilediği genel tutum, İran’ın öngörülemez bir aktörden, kontrollü davranış sergileyen bir aktöre dönüştüğünü göstermektedir. Bu durum, Tahran’ın kendi yeteneklerine yönelik bakış açısını yansıtmaktadır.
Trump ekibinin, Tahran’ı öncelikle müzakere seçeneğiyle karşı karşıya bırakması muhtemeldir. Bu ekip, İran’ı, sınırlı konuları içeren müzakerelerden (örneğin, nükleer anlaşma gibi) ziyade, İran’ın Orta Doğu’daki davranışları, direniş gruplarının durumu, İran’ın ABD ile ilişkileri gibi daha geniş bir konu paketini kapsayan genel bir müzakere sürecine çekmeye çalışacaktır. Bu müzakerelerin temel amacı, İran’ın siyasi davranışlarını daha kontrol edilebilir hale getirmek olacaktır.
Eğer İran bu müzakerelere yanaşmazsa ve tetik mekanizmasının uygulanma zamanı yaklaşırsa, İran’a yönelik maksimum baskı politikası devreye sokulabilir. Bu süreçte İran, ya yoğun siyasi baskılarla karşı karşıya kalacak ve bu durum ağır bir ekonomik ve sosyal krize zemin hazırlayacak ya da İran’ın askeri ve ekonomik altyapısına yönelik ciddi bir saldırıyı meşrulaştıracaktır. Sonuçta, İran’ın ABD’ye boyun eğmek zorunda kalması söz konusu olabilir.
Görünüşe göre Tahran, ABD ile müzakerelere hazırlanıyor ve bazı sertlik yanlısı siyasi unsurlar bile bu konuda daha olumlu bir yaklaşım sergilemeye başlamış durumda. İranlı siyasetçilerin büyük bir bölümü, önümüzdeki haftalarda ABD konusunu İslam Cumhuriyeti için bir kimlik meselesi olmaktan çıkarıp dış politikada teknik bir meseleye dönüştürmeye çalışacaktır. Bu çabayla, İranlıların Amerikalılarla aynı masaya oturmasını normalleştirme yönünde bir zemin oluşturulması hedeflenmektedir.
Ancak İranlı siyasetçilerin en büyük sorunu, ABD ile müzakereler konusunda ülke içinde siyasi bir uzlaşmaya sahip olmamaları ve olası sonuçları nasıl yönetecekleri konusundaki belirsizliklerdir. Diğer bir deyişle, İranlı siyasetçiler, içeriden gelebilecek eleştiriler ve bunların siyasi kariyerlerini sona erdirme ihtimali konusunda endişelidir.
Nükleer anlaşma (JCPOA) deneyimi göstermiştir ki İran’ın hem muhafazakâr hem de reformist kanatları, ulusal çıkarları olan diplomatik başarıları kendi parti veya grup çıkarları doğrultusunda zedelemekten çekinmemektedir. Bu nedenle, ABD ile müzakere konusu üzerinde de bazı siyasetçilerin, ülke içindeki toplumsal hassasiyetleri kullanarak müzakerelere veya muhtemel sonuçlarına zarar verme olasılığı bulunmaktadır.
Özetle önümüzdeki 9 ay, yeni bir İran’ın doğum sancılarını taşıyor. Bu İran, ya ABD ile daha büyük bir çatışmaya doğru ilerleyerek çeşitli görülmemiş baskıları yönetme testine girecek ya da ABD ile müzakere masasına oturarak kamuoyu yönetimi ve siyasi baskılar karşısında çıkarlarını savunma sınavına girecektir.

Arap dünyası Trump’ın Gazze planına tepkili

Çin, Avrupa ile ilişkilerini yürütmek üzere ‘savaşçı kurt’ büyükelçi atadı

Kanadalı Bombardier ABD’nin gümrük vergisi belirsizliği nedeniyle 2025 hedeflerini erteledi

Pekin, Tayvan lideri William Lai’yi ‘boğazlar arası barışın yıkıcısı’ olarak nitelendirdi

Ukrayna’nın nadir toprak metalleri, ABD ile Kiev arasında pazarlık konusu
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
BRICS ailesinin genişlemesi ve Brezilya Zirvesi
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Abhazya’nın yeni lideri Türkiye ile daha yakın işbirliğine giden yolu açabilir
-
ASYA1 hafta önce
Çin, DeepSeek ile yapay zekâ yarışında ABD’yi sollayacak mı?
-
GÖRÜŞ5 gün önce
İktidarda kalmanın yolları
-
AMERİKA2 hafta önce
Trump, Kennedy ve King suikast dosyalarının gizliliğinin kaldırılmasını emretti
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 5
-
ASYA2 hafta önce
Güney Kore’de yolsuzluk soruşturma ofisi Yoon’u savcılığa sevketti
-
AMERİKA2 hafta önce
Trump’ın kararnameleri yapay zekaya yazdırdığı ortaya çıktı