Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Katledilişinin 50. yılında Allende’yi savunmak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı, Türkiye’de de kısmen tanınan Arjantin doğumlu Ariel Dorfman. Ailesinin sonradan taşındığı Şili’de, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular iktidarını desteklemiş ve yaşananlara şahit olmuş Dorfman, bu dokunaklı yazısında 50 yıl sonra Allende’nin mirasına ilişkin bir muhasebe yapıyor. Dorfman’ın, faşist laboratuvardan geçen ülkesine bakıp ‘şiddetsizlik’e meyletmesi, ‘kızıl’ bir dalgadan ziyade ‘pembe’ bir dalgaya işaret eden Şili Devlet başkanı Gabriel Boric için beslediği naif umut okuru şüphe ve şaşkınlık içinde bırakabilir. Bununla birlikte, Şili’de mücadelenin ‘örgütlü halk’tan ‘muhafzakârlara meyleden seçmen kütlesi’ne nasıl dönüştüğünü anlamak için kimi ipuçları barındırıyor bu muhasebe. Dorfman’ın tezleri, faşist darbeye elde silah direnirken katledilen Allende’nin mirasının, Boric’in ‘yeni anayasa’ girişimi ile ne tür bir ilişkisi olabileceğine ilişkin bir tartışmayı başlatırsa, bir hayli faydalı olacaktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Allende’yi savunmak

Ariel Dorfman
The New York Review
24 Ağustos 2023

Pinochet’nin darbesinin ellinci yıldönümü yaklaşırken Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığı sorusu daha da önem kazanıyor. 

4 Eylül 1973’te, muazzam bir Şilili kalabalığı –ben de onlardan biriydim– Salvador Allende’nin kuşatılmış hükümetini desteklemek için Santiago sokaklarına döküldü. Üç yıl önce üçlü bir yarışta oyların yüzde 36,6’sını alarak başkanlığı kazanmasından bu yana, ülke içinden ve dışından güçler, dünya tarihinde bir ilk olan, şiddet içermeyen, demokratik yollarla sosyalist bir devlet kurma girişimini yok etmek için komplolar kuruyordu. Korodan yükselen bir haykırış havada yankılandı: “Allende, Allende, el pueblo te defiende,” [“Allende, Allende, halk seni savunuyor”] diyerek başkanın savunulması gerektiğini vurguluyordu. Bin gün süren amansız muhalefetin ardından, düşmanları ‘Marksist kanseri’ Şili toplumundan sonsuza dek silecek bir darbe düzenlemeye yakın görünüyordu.

Allende kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Bunu biliyordum çünkü o sırada henüz otuz bir yaşında olmama rağmen, önceki iki ay boyunca başkanlık sarayı La Moneda’da Allende’nin genelkurmay başkanı Fernando Flores’in kültür ve basın danışmanı olarak çalışmıştım ve raporlarımız birçok amiral ve generalin açıkça ona karşı komplo kurduğunu gösteriyordu. Allende yine de umutlu olmaya devam etti. Pek çok Latin Amerika ülkesinin aksine, Şili ordusu anayasal yönetime saygı konusunda uzun bir geleneğe sahipti ve başkanlıklar arasındaki yumuşak geçişler ordunun siyasi işlere karışmaması ile garanti altına alınmıştı. En azından ordu o ana kadar hükümete sadakatini ifade etmeye devam etmişti. Flores’in bana ordunun başındaki General Augusto Pinochet’nin güzelce bağlanmış bir şekilde cebinde olduğunu sevinçle söylediğini hatırlıyorum: “Este Pinoccho! Lo tengo en este bolsillo, bien amarrado.” [“İşte Pinocho! Onu bu cebime koydum, sıkıca bağladım.”] Allende de durumun böyle olduğuna inanıyordu ama asıl inancını el pueblo’nun (İspanyolcada birkaç anlamı olan bir terim: halk, kitleler, yoksullar, büyük ayaktakımı) seferberliğine bağlamıştı. Ve Şili halkının Allende deneyini desteklemek için pek çok nedeni vardı.

Bir köylü ve bir sanayi işçisinin bakan olarak yer aldığı ilk kabine olan kabinesi, bir dizi reform gerçekleştirmişti; bunların en etkileyicisi, o zamana kadar yağmacı ABD şirketlerinin elinde bulunan devasa bakır madenlerinin millileştirilmesiydi. Ayrıca nitrat ve demir gibi madenlerin yanı sıra çok sayıda banka ve büyük fabrikayı da millileştirmiş ve bunların bir kısmı bu fabrikalarda çalışanlar tarafından yönetilmeye başlanmıştı. İddialı bir tarım reformu, latifundioları –büyük kırsal araziler– çok eski zamanlardan beri buralarda çalışan köylülere devrediyordu; 1973 yılına gelindiğinde Şili’nin ekilebilir arazilerinin neredeyse yüzde 60’ı kamulaştırılmıştı.

Bu girişimlerden bazıları (ve Allende’yi başkanlık için destekleyen sol partilerin ittifakı Unidad Popular’ın görece işlevsiz hükümetinin hataları) iktisadi ve mali aksaklıklara neden olsa da, gelir ve hizmetlerin toplumun en dezavantajlı üyelerine kayda değer bir şekilde yeniden dağıtılması söz konusuydu. Diğer önlemler Allende’nin önceliklerini ortaya koyuyordu: her çocuğa günde yarım litre süt; işçilerin aileleriyle birlikte tatil yapabilmeleri için okyanus kıyısında inşa edilen kulübeler (çoğu daha önce Pasifik’i hiç görmemişti); yerli kimliklerin ve dillerin tanınması; gazete büfelerinde satılan milyonlarca ucuz kitabın basılması; sağlık, uygun fiyatlı toplu konut, eğitim ve çocuk bakımı alanlarında büyük ilerlemeler. Tüm bunlara, özellikle müzik, duvar resmi ve belgesel film alanlarında bir kültür patlaması eşlik etti. Fakat belki de bu maddi avantajlardan daha önemlisi, pek çok dezavantajlı vatandaşın hissettiği saygınlık ve artık uluslarının tarihinin ana karakterleri oldukları duygusuydu.

Allende’nin seçildiği 4 Eylül 1970 gecesi hayatımın en dokunaklı aydınlanmalarından birini yaşadım. İki ay sonra La Moneda’ya girdiğinde el compañero presidente [halkın başkanı] olacağına dair çılgın bir kalabalığa verdiği sözü dinledikten sonra eşim ve arkadaşlarımla Santiago sokaklarında dolaştım ve şehrin merkezinde yürüyen işçilerin ve ailelerinin yüzlerindeki şaşkınlık, gurur ve kararlılığa tanık oldum. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nisan 1971’de Unidad Popular partileri belediye seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 50’sini –çoğunluğu– aldı ve bu durum New York Times tarafından ‘(Allende’nin) devrimci Sosyalist programını ilerletmek için bir halk yetkisi’ olarak yorumlandı.

Momentum bizimle birlikte gibi görünüyordu ama zorlu engeller devam ediyordu. Allende’nin zaferinden aylar önce, 27 Haziran 1970’te, Başkan Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger, Şili’nin sosyalizme giden yolunda Amerikan politikasının ne olacağını belirtti: “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmamız gerektiğini anlamıyorum. Meseleler Şilili seçmenlerin kendi kararlarına bırakılamayacak kadar önemli.” Allende kazandıktan sonra –kusursuz demokratik referanslara sahip bir adam olan Allende’yi komünist yardakçısı olarak gösteren Amerikan destekli yanlış bilgilendirme kampanyasına rağmen– bir sonraki adım göreve başlamasını engellemeye çalışmak oldu. CIA tarafından finanse edilen bir terörist grup, hukukun üstünlüğüne bağlı olan ordunun başkomutanı General René Schneider’i öldürdü. Allende buna rağmen 3 Kasım’da yemin ettiğinde, Nixon’ın talimatıyla ‘ekonomiyi inletmek’ için gizli operasyonlar başlatıldı.

Takip eden yıllarda, hem özel hem de kamu fonlarının uluslararası kredi sıkışıklığı Şili’yi boğdu. Dış borcu yeniden müzakere etme çabaları engellendi, millileştirmeye misilleme olarak bakır ihracatı durduruldu, teknolojik uzmanlık reddedildi ve temel ithalatın (makine ve kamyonları onarmak için gereken parçalar dahil) ülkeye ulaşması engellendi. Aralık 1972’de BM Genel Kurulu’nda Allende, ‘dünyanın vicdanı önünde’ ülkesinin kaos yaratmak ve bir darbe kışkırtmak amacıyla dışarıdan görünmez bir ablukaya maruz kaldığını ilan etti.

Böyle bir kaos Şili’de müttefikler olmadan başarılı olamazdı. ABD, sağcı Partido Nacional’i desteklemek ve merkezci Hıristiyan Demokrat Parti’yi Allende’ye karşı çıkmaya ikna etmek için fon aktardı. Sosyalist projeye düşman medyaya, özellikle de Şili’nin ana gazetesi El Mercurio’ya verilen destek de aynı derecede önemliydi. Tüm bu eylemler kamuoyunun yanı sıra Unidad Popular’ın azınlıkta olduğu Kongre’yi de etkiledi.

Darbe her zaman bir olasılık olarak görünüyordu. Fakat Allende’nin Şili’deki düşmanları, Mart 1973’te yapılacak parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanarak onu yasal yollardan devirmeyi umuyorlardı ki bu sayede onu görevden alabileceklerdi. Seçimler yaklaşırken ekonomik durum vahim bir hal almıştı. Hızla artan enflasyon, gelişen karaborsa ve ciddi gıda ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı hükümetin popülaritesini aşındırıyor gibi görünüyordu. Sağcı girişimciler, madenciler ve kamyon şoförlerinin üretim ve dağıtıma ciddi darbeler vuran isyankâr grevleri belirsizliği artırıyordu. Ayrıca Nazi kıyafetleri giyen faşist milisler tarafından kapsamlı sabotaj ve terör eylemleri gerçekleştiriliyordu.

Allende’nin tüm sorunları sağındaki düşmanlarından kaynaklanmıyordu. Daha 1970’teki zaferinden önce bile birçok solcu militan onun radikal bir değişim için burjuva hukuk sistemini kullanabileceğine olan inancına şüpheyle bakıyordu. Onlara göre bu ancak iktidarın tamamının işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün elinde olmasıyla mümkün olabilirdi ki bu da ordu ile kaçınılmaz bir çatışma anlamına gelirdi. Bu tez Allende’nin Sosyalist Partisi içindeki pek çok kişi tarafından desteklendi ama esas olarak, Latin Amerika’da benim kuşağımdan pek çok grup gibi, Fidel Castro ve Küba örneğinden esinlenerek silahlı mücadeleyi benimseyen Movimiento de Izquierda Revolucionaria (MIR, Devrimci Sol Hareket) tarafından desteklendi.

Allende seçilir seçilmez MIR, hükümete kendi programının sınırlarını aşması için sürekli baskı yaptı. Allende’nin ne kadar ‘reformist’ olursa olsun kendilerini bastırmayacağından emin olan (haklıydılar) MIR, işçileri özel sektörde kalması gereken fabrikaları işgal etmeye teşvik etti ve kırsal kesimdeki köylüleri ve büyük şehirlerdeki evsiz yoksulları kamulaştırılması hedeflenmeyen toprakları ele geçirmeye kışkırttı. CIA tarafından desteklenen medya tarafından büyük ölçüde güçlendirilen bu durum, başkanın kendi yandaşları üzerindeki kontrolünü kaybettiği ve bu nedenle yasal sistem içinde kalma sözünü yerine getiremeyeceği (ya da belki de getirmek istemeyeceği) izlenimini yarattı. Bu durum, Unidad Popular’ın parlamentoda çoğunluğu kazanması için en azından teoride desteği şart olan, çoğunlukla orta sınıflardan (küçük girişimciler ve esnaf, profesyoneller, teknisyenler), ama aynı zamanda anti-Marksist ve aynı zamanda vatansever ve anti-oligarşik olan işçiler ve gecekondu sakinlerinden oluşan vatandaşların güvenini aşındırdı. Aşırı solun hükümet tarafından hoşgörüyle karşılanan eylemlerinin yarattığı güvensizlik, pek çok Şililinin Moskova’ya bağlılık duyan Komünistler ve Che Guevara hayranı sosyalistlerle dolu bir yönetime karşı zaten beslediği güvensizliği besledi.

Yine de tüm bu zorluklara rağmen Allende’nin koalisyonu Mayıs 1973’te Kongre’de yüzde 44,23 oy oranıyla sandalye kazandı; bu oran iki yıl önceki yüzde 50’lik orandan düşüktü ama Allende’nin 1970 başkanlık seçimlerindeki oy oranına göre sekiz puanlık bir artıştı. Veto edebilecek çoğunluğu elde edemeyen muhalefet, Unidad Popular’ı yenmek için 1976 başkanlık seçimlerini beklemek yerine, İspanya ve Latin Amerika’da darbelere verilen adla, silahlı kuvvetlerin geleneksel olarak bir hükümeti devirmeden önce konuşarak amaçlarını belirten sözler söylediği askeri bir pronunciamiento [birebir çevirisi ‘açıklama, duyuru’; bu örnekte ‘muhtıra’] için gerekli koşulları yaratmaya odaklandı.

Ama halk da sesini yükseltebilirdi. Allende’ye 4 Eylül zaferinin üçüncü yıldönümünde verilen halk desteği, seferber olmuş bir halkın silahlı kuvvetlere bir güç ve meydan okuma mesajı göndermesi ve onları korumaya yemin ettikleri demokrasiyi yok etmemeleri konusunda uyarması için son bir fırsat oldu.

Gündüzleri La Moneda’da çalışmama rağmen, o gece başkentin merkezi caddesi Alameda’da yürüyen ve başkanlık sarayının önünden geçip liderimizi bir an olsun görebilmek için saatlerce bekleyen gürültülü bir grup yoldaş ve militana katıldım. Onu eşi Tencha’nın yanında, Plaza de la Constitución’a bakan bir balkondan mendil sallarken görür görmez, sloganlarımızı ve pueblo’nun [halkın] Allende’yi savunacağına dair andımızı güçlendirdik.

Köşeyi dönüp onu geride bıraktıktan sonra bile bu andı kükremeye devam ettik ve daha sonra elli yıl sonra hâlâ nostalji ve duygu seli ile hatırladığım bir şey yaptık. Bloğun etrafından dolaştık ve kendimizi bir sonraki devasa militan grubunun içine gizledik, böylece aynı noktadan tekrar geçebildik, sanki hâlâ orada olduğundan emin olmak istiyorduk; ama aynı zamanda başkanımıza veda ediyormuşuz gibi. Aynı zamanda kendimize, kim olduğumuza ve neyi arzuladığımıza veda ettiğimizi, bir yaşam biçimine ve hayallere veda ettiğimizi, yakında değişecek olan ülkeye veda ettiğimizi bilmiyorduk… ya da bilmiyor muyduk?

Bugüne kadar devam eden hafıza savaşının çoktan başladığına dair bir sezgiye sahip olabiliriz. O anı unutulmayacak şekilde sabitlemeye çalışıyorduk ki, Allende’nin darbe gerçekleşirken yalnız olduğu ve kimsenin onu kurtarmaya gelmediği hikayesi anlatıldığında, o yürüyüşe ve o yıllar boyunca onun savunduğu şeyleri savunan pek çok eyleme işaret edebilelim, düşmanlarının yalanlarını ve zamanın erozyonunu inkar etmek için bu hafızayı kullanabilelim. O öldüğünde de onu savunmak zorunda kalacaktık. Belki de geriye dönüp baktığımızda aslında yaptığımız buydu: onunla ve onsuz bir gelecek tasavvur etmek.

Belki de kaybedeceğimizi zaten biliyorduk.

Bir hafta sonra, 11 Eylül 1973’te, sözde cepteki adamımız Augusto Pinochet’nin başında olduğu ve ordunun, donanmanın, hava kuvvetlerinin ve jandarmanın (ulusal polis) tüm öfkesini temsil eden bir askeri cunta, dağınık boğazlarımızdan rüzgara karşı haykırılan sözlerden çok daha güçlü olduğu ortaya çıkan pronunciamiento’sunu yaptı: Allende tahttan indirilmişti ve cunta ‘sadece koşullar gerektirdiği sürece’ hüküm sürecekti. Başkan istifa etmeyi reddedince, ordu sarayı havadan ve karadan bombaladı. Allende’nin bir avuç koruması, memurları ve yakın arkadaşlarıyla birlikte silahlı direnişe geçtiği saatler süren çatışmanın ardından La Moneda için için yanan bir harabeye dönüştü ve başkan öldü.

Ertesi gün, Allende’nin cesedi Viña del Mar’da deniz kenarındaki bir mezarlıkta isimsiz bir mezara gömüldükten sonra, cunta onun intihar ettiğini açıkladı; bu iddia uzun yıllar boyunca ailesi, takipçileri ve dünya kamuoyu tarafından reddedildi. Allende’nin dul eşi de dahil olmak üzere Şili’deki solun seçkinleri yavaş yavaş Allende’nin kendi canına kıydığını kabul etmeye başladı, yine de hâlâ pek çok şüphe devam ediyor ve yıllar boyunca danıştığım her ideolojik çizgiden Şilililerin çoğu onun öldürüldüğünde ısrar ediyor ki yurtdışındaki çoğu insan da buna inanıyor.

Sebep ne olursa olsun, Allende’nin ölümü gelecek ölümlerin ilkiydi. Ordu, 1845’ten beri ülkenin hükümet merkezi olan ve sömürge döneminde Şili’nin darphanesi olarak hizmet veren (La Moneda adı buradan geliyor) neoklasik güzel binayı yerle bir etmekte tereddüt etmemişti ve Allende’nin destekçilerini cezalandırmak ve onlara zulmetmek konusunda kesinlikle isteksiz değildi. Şanslı kazalar zinciri sayesinde darbeden sağ kurtuldum, fakat benimle birlikte La Moneda’da danışman olarak görev yapanların çoğu hemen idam edilirken, Allende’nin önde gelen bakanları ve en yakın arkadaşları Patagonya’daki dondurucu, rüzgârlı bir adadaki toplama kampına götürüldü.

Kitaplar alenen yakıldı, gecekondu mahalleleri basıldı, öğrenciler ve profesörler okullardan ve üniversitelerden atıldı. Mahkumların işkence gördüğü ve idam edildiği gözaltı merkezleri ülkenin dört bir yanına yayıldı (Santiago’daki Ulusal Stadyum bunlardan birine dönüştürüldü). Basın ve toplanma özgürlüğü kaldırıldı; Kongre, tüm siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi feshedildi. Yerinde kalan tek kurum, Allende’nin önlemlerine karşı çıkan ve kısa süre içinde Şili’nin yeni efendilerine boyun eğdiğini gösteren yargı oldu: aile üyeleri kayıp yakınlarının nerede olduğunu öğrenmek için mahkemelere başvurduğunda, hiçbir habeas corpus [hakim önüne çıkarma emri] kararı verilmedi. Hatta bazı durumlarda yargıçlar eşlerle alay ederek, kocalarının kaçmasına şaşılmayacak kadar çirkin olduklarını öne sürüyorlardı.

Kaybetme, rejimin ikonik baskı biçimi haline geldi. Yetkililerin sorun çıkaranları hesap vermek zorunda kalmadan ortadan kaldırmasına olanak tanıyan bu yöntem, aileleri ve dostları sevdikleri kişinin ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu asla bilememenin ve sonsuza kadar işkence görmenin cehenneminde bırakıyordu. Mezar yeri ya da yas yoktu, sadece bu tür bir cezalandırmanın en ufak bir muhalif işaret sergileyen herkese uygulanabileceğine dair içten içe duyulan korku vardı.

Kayıplar, keder ve terörü yaymanın bir yolu olmanın yanı sıra, muhafazakâr sivillerin danışmanlığındaki diktatörlüğün Şili’nin kendisine uygulamak istediklerini de gözler önüne serdi: geçmişini yok etmek, refah devletinin tüm kalıntılarını, nesillerin uğruna mücadele ettiği bir dizi sivil hakkı ve kendi başının çaresine bakan ortak bir ülke kavramını sistematik olarak yıkmak. Onun yerine Şili, Milton Friedman’ın neoliberalizmi için bir laboratuvar haline geldi. Yeni rejim, tutsak bir ülkeye ‘şok terapisinin’ acısını uyguladı. Radikal bir şekilde adil bir sosyal düzeni barışçıl bir şekilde arzulayabilecek bir ülkenin parlak bir örneği olmak yerine, dünya çapında taklit edilen aşırı serbest piyasa ekonomisinin bir modeline dönüştürüldük.

Yeni yöneticilere ya da onların Şili’yi yabancı şirketlerin ve yerel tekellerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde ‘yeniden inşa etmelerine’ karşı her türlü meydan okuma azami şiddetle karşılandı. Bu vahşetin ardında, milyonlarca Allendista’nın kolayca caydırılamayacağı, direnecekleri, başkanımızın kalplerimizdeki ütopyada hâlâ hayatta olduğu ve gölgelerden çıkacağımız korkusu –belki de kesinliği– yatıyordu.

Allende’ye ihanet edenler ve onu devirenler, o gün son sadık radyo da susturulmadan hemen önce La Moneda’dan söylediği son sözlerle bizim gibi akıllarından çıkmamış olabilirler: “El metal tranquilo de mi voz ya no llegará a ustedes” (Sesimin dingin metalini artık duymayacaksınız). Bu konuşmada Allende orduyu yerer ve gelecekte ahlaki de olsa bir tür ceza alacaklarına dair söz verir. Takipçilerine hem kendilerini küçük düşürmemelerini hem de şehirde ve kırsalda devriye gezen askerlerle karşı karşıya gelmekten kaçınmalarını söyler ki bu binlerce insanın hayatını kurtaran bir tavsiyedir. Fakat en çok yankı uyandıran, dünyanın dört bir yanındaki meydanlara, sokaklara ve oyun alanlarına dikilen yüzlerce anıtı süsleyen sözleri, bir gün grandes alamedaların, ağaçlarla kaplı büyük caddelerin yarının özgür insanlarının yürümesi için açılacağına dair kehanetidir.

Bize umut vermekte, son vedasında bu kehanette bulunmakta haklıydı. Fakat o öldükten sonra, geride bıraktığı yas tutanlara, nasıl hayatta kalacaklarını, direneceklerini ve diktatörlüğü yenecek ve belki de grandes alamedas hakkındaki o parlak sözleri gerçekleştirecek bir ittifak kuracaklarını bulmak kaldı.

4 Eylül 1990’da Allende nihayet düşmanlarının kendisinden esirgediği muzaffer cenaze törenine kavuştu. Öldüğü günden itibaren onu karalamak için yoğun bir çaba harcanmasına rağmen (yozlaşmış, korkak bir ayyaş, genç kızlarla seks partileri düzenleyen bir cinsel sapkın, silahlı kuvvetler subaylarına ve ailelerine suikast düzenlemek ve ülkeyi ikinci bir Küba’ya dönüştürmek için gizli planları olan bir hain olduğu söyleniyordu), efsanevi itibarı yıllar geçtikçe arttı ve bu halka açık saygı duruşuyla doruğa ulaştı. Bu tören, Mart 1990’da demokrasiye geri dönüldüğünde isteksiz ve zor durumdaki Pinochet’den görevi devralan Hıristiyan Demokrat başkan Patricio Aylwin’in hükümeti tarafından düzenlenmişti. Cenaze töreninin tarihi, Allende’nin 1970 seçimlerindeki zaferinin yirminci yıldönümüne denk gelecek şekilde özenle seçilmişti.

Ölü başkanın tabutunu, onuruna ayin düzenlenen katedralden çıkarken görebilmek umuduyla Plaza de Armas’ta toplanan devasa, kaynayan, gürültülü kalabalığın arasından geçerken, bir an için zamanın durduğu yanılsamasına kapıldım. Allende, Allende, el pueblo te defiende sloganları beni on yedi yıl önce La Moneda’nın önünde yapılan o yürüyüşe götürmüştü ve işte yine o hırpalanmış, yaralanmış ve zulme uğramış halk; işte diktatörlüğün saldırılarına karşı muazzam fedakarlıklar, cesaret ve kurnazlıkla direnen ve ölü liderlerini unutmayı reddederek bugünü mümkün kılan bu erkekler, kadınlar ve onların nesilleri.

Bu illüzyon uzun süremezdi. Çok şey değişmişti. Kalabalıklar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor, hem katedraldeki hem de cenazenin özel olarak tasarlanmış bir anıt mezara konulduğu mezarlıktaki resmi törenlerden uzak tutuluyordu. Katedralde, Allende’nin ailesi ve en seçkin çalışma arkadaşlarının yanında, en azılı rakiplerinden bazıları, özellikle de 1973’te Senato başkanı olarak Allende’nin hükümet ve Kongre’nin karşı karşıya kaldığı anayasal krize bir çözüm bulma teklifini reddederek darbeyi kolaylaştıran Aylwin yan yana duruyordu. O gün mezarlıkta yaptığı konuşmada Aylwin, Allende’nin devlet adamı niteliklerini ve demokrasiye hizmetini vurgularken eski başkanla arasındaki farklılıkları gizlemedi. Fakat bizi ayıran geçmiş üzerinde durmamalıyız, dedi. Bu olay bir reencuentro, anlaşmazlıkları diktatörlüğe yol açmış Şilililer arasında bir yeniden birleşme ve uzlaşmaydı.

Bu reencuentro hiç de kolay olmamıştı. Hatalarımız üzerine acı verici bir şekilde düşünmemizi gerektirdi: cenneti vaat etmiştik ama cehennemde bulduk kendimizi. Neyin yanlış gittiğine dair iki ana analiz vardı. MIR, radikal değişimin seçim sandığı yoluyla gerçekleştirilebileceği önermesinin suçlu olduğunu ve bu nedenle önümüzdeki tek yolun, çıkarlarına hizmet etmediği anda demokrasiyi bir kenara atan acımasız ve iki yüzlü düşmanlara karşı şiddet kullanmaktan çekinmeden, topyekün iktidar için silahlı mücadele olduğunu savundu.

Bu intihara meyilli tez, Allende’nin takipçilerinin çoğu arasında nihayetinde hakim olan şey değildi. Köklü değişiklikler azınlık konumundan dayatılamazdı; çok sınıflı büyük bir ittifak gerekliydi. Diktatörlüğe karşı direniş, Şilililerin kökleri yüzyıllık şiddet içermeyen sivil mücadeleye dayanan demokratik geleneklere ve kurumlara duydukları kalıcı saygıya, orta sınıfların ve Allende’nin devriminin hızıyla yabancılaşan bazı işçilerin paylaştığı bir ideale başvurmaya dayanmalıydı. Bunların çoğu, sık sık ilerici politikaları benimseyen (1970’teki programları Unidad Popular’ınkinden çok az farklıydı) fakat devrimci hükümetin ülkeyi mahvettiğini düşünen reformist Hıristiyan Demokratlar tarafından temsil ediliyordu. Eski başkan Eduardo Frei liderliğindeki bu parti, ordunun yakında seçimleri düzenleyeceğine ve kendilerinin de kolayca kazanacağına güvenerek darbenin önünü açmıştı. Partinin bazı sol kanat üyeleri cuntayı şiddetle kınamış ve kısa süre sonra diğerlerinin çoğu, kendilerini zulme maruz bırakan gerici politikalarını aktif olarak reddetmişti.

Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratların uzun yıllar süren sert çatışmaların üstesinden gelerek yavaş yavaş bir araya gelmeleri olağanüstü bir başarı sağladı: Pinochet, 1988’de sivil yönetime geri dönüldüğünde başkan olarak kalıp kalmaması konusunda yapılan halk oylamasında hezimete uğradı ve ardından Aylwin başkanlığı kazandığında tekrar aşağılandı. Elbette yeni koalisyonun başarabileceklerinin sınırları vardı. Bunun nedeni kısmen diktatörün hileli 1980 anayasasının neoliberal politikalarda önemli değişiklikleri engellemesi ve Senato, Anayasa Konseyi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerdeki çok sayıda otoriter yerleşkenin ortadan kaldırılmasını engellemesinin yanı sıra merkez solun siyasi elitlerinin ihtiyatlı davranmasıydı. Allende deneyinin tekrarlanmasını önermek ya da insan hakları ihlallerinde bulunanları yargılamaya kalkışmanın bile, halen Pinochet’nin başında bulunduğu uyanık orduyla müzakere edilen istikrarsız geçişi tehlikeye atacağını ve diktatörlük altında servetlerini ve güçlerini artırarak ekonominin anahtarlarını ellerinde tutan girişimcileri üzeceğini düşünüyorlardı.

Aslında La Moneda’da ölen iki Allende vardı. Biri demokrasi için hayatını vermiş olan adamdı. Diğeri ise Şili gibi bir ülkeyi (ve o zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan diğer pek çok ülkeyi) kuşatan hastalıklara, yoksulluktan, eşitsizlikten ve sömürüden kurtulmanın kapitalist sistemi kökten dönüştürmekten başka bir yolu olmadığına inanan devrimci ve anti-emperyalistti. Cenazesi, tüm yıkıcı, düzensiz özelliklerinden arındırılmış ve rahatça ulusal panteona dahil edilmiş devrimcinin aleyhine demokrat Allende’nin ilahlaştırılmasına işaret ediyordu. Bu cenazeyi uzaktan izlemenin kısa süreli mutluluğunu yaşayan ve anılarının önemli olduğu yanılsamasını yaşayan yüzbinlere gelince, artık dağılmaları ve yönetimi uzmanlara bırakmaları gerekiyordu. Sokaklar yürüyüş yapmak ve imkansız taleplerde bulunmak için değildi.

Sonraki otuz yıl boyunca bu uzlaşma –denetimli, ölçülü bir demokrasiye evet, riskli bir devrim macerasına hayır– siyasi istikrarın sağlanmasına ve çoğunluğun hayatını iyileştiren ama dünyadaki en eşitsiz gelir dağılımı sistemlerinden birini yerinde tutan iktisadi ve toplumsal reformların yapılmasına yardımcı oldu. Bu yıllar boyunca Pinochet’nin itibarı giderek daha da dibe vurdu ve 1998 yılında Londra’da işkenceci olarak tutuklandığında, dünya kamuoyunu heyecanlandıran ve eski devlet başkanları insanlığa karşı suç işlediğinde, insanlığın onları ulusal sınırların ötesinde yargılama hakkı ve görevi olduğuna dair emsal teşkil eden bir davayla en aşağı noktaya ulaştı. Pinochet’nin imajı, 2005 yılında kendisinin ve ailesinin Riggs Bank’taki gizli hesaplarda yasadışı olarak 17 milyon dolardan fazla para biriktirdiğinin ortaya çıkmasıyla daha da azaldı.

Bu arada Allende her zamankinden daha efsanevi, her zamankinden daha kahraman, her zamankinden daha onurlu ve her zamankinden daha uzaktı.

Sonra, Ekim 2019’da bir isyan Şili’yi sarstı. Polis tarafından vahşice bastırılan öğrenci protestoları geniş çaplı bir halk ayaklanmasına dönüştü. Her şey sorgulanıyordu: eğitim, sağlık ve barınma sistemlerinin yetersizliği; diktatörlük döneminde özelleştirilerek şirketleri zenginleştiren ve yaşlıları yoksullaştıran emekli maaşları; kadınların ve yerli toplulukların marjinalleştirilmesi; gey ve lezbiyenlere yönelik zulüm; açgözlülük ve tüketim toplumu ve yaygın bireycilik.

Ve bir de baktık ki, yeni bir düzenin vizyoner peygamberi Allende’ye yeni bir hayat üflenmiş. Milyonların katıldığı barışçıl yürüyüşlerde binlerce pankartta onun fotoğrafı yer aldı, kışkırtıcı sözleri sayısız duvarı süsledi ve adı barikatları kuran ve polise parke taşları ve Molotof kokteylleriyle karşı koyan maskeli militanlar tarafından anıldı.

Bu hayal kırıklığına uğramış ve aniden yeniden uyanan halkın hoşnutsuzluğunu yönlendirmek için, seçmenlere Pinochet’nin anayasasını değiştirmek isteyip istemediklerini soran bir plebisit düzenlendi. Ekim 2020’de yüzde 78 gibi ezici bir oy oranıyla kabul edilen bu önlemi Mayıs 2021’de yeni bir anayasa yazacak delegelerin seçilmesi izledi ve ezici bir çoğunluk ülkenin kendisini nasıl hayal ettiğini büyük ölçüde değiştirmekten yana oldu.

Şili’nin adalet ve eşitlik hayallerinin bu şekilde yenilenmesi yetmezmiş gibi, Aralık 2021’de karizmatik, dövmeli, otuz beş yaşında eski bir öğrenci lideri olan Gabriel Boric, Pinochet’nin aşırı sağcı bir hayranı olan rakibi José Antonio Kast’ı neredeyse yüzde 56 oyla yenerek başkan seçildi. Boric’in “Şili neoliberalizmin beşiğiyse, aynı zamanda mezarı da olacak,” sözü gerçekleşmek üzere gibi görünüyordu.

Artık Allende sadece sokaklarda ve Anayasa Konvansiyonunda değil, aynı zamanda bir kez daha La Moneda’ya giriyordu. Göreve başladığı gün, yeni başkan protokolü bozdu: doğrudan başkanlık sarayına yürümek yerine, Allende’nin Boric’in doğumundan on üç yıl önce halkına veda ettiği balkonun yanına dikilmiş olan heykelinin önünde bir dakika düşüncelere dalmak için meydandan geçti. Boric’in o akşamki konuşmasının sonunda vurguladığı gibi, meşale yeni bir nesle devrediliyordu:

Salvador Allende’nin neredeyse elli yıl önce öngördüğü gibi, yurttaşlar olarak bizler yine, daha iyi bir toplum inşa etmek üzere özgür insanların, özgür erkek ve kadınların geçeceği grandes alamedas’ı açıyoruz.

Bu farklı Şili vizyonu, o aylarda yazılan ve doğaya, kadınlara ve yerli topluluklara haklar tanıyan ve halkın refahından piyasayı değil devleti sorumlu kılan anayasada somutlaştı. Bu yeni anayasanın onaylanması için yapılacak referandum tarihinin 4 Eylül 2022 olmasını hayırlı bir gelişme olarak gördüm. Allende’nin zaferinden elli iki yıl sonra ve gömülmesinden otuz iki yıl sonra, hem bir demokrat hem de bir devrimci olarak öngördüğü ülkenin gerçeğe dönüşmesini kutlamanın daha iyi bir yolu olabilir miydi? Allende’ye değil ama diktatörlüğün etkisine veda etmek için daha iyi bir an olabilir miydi? Öyle olmadı. Allende’nin saygı duyacağı ve Boric’in hayallerini somutlaştıran anayasa seçmenlerin neredeyse yüzde 62’si tarafından reddedildi.

Daha kötüsü de olacaktı. Bu yılın 7 Mayıs’ında seçmenler, yeni bir anayasa yazmayı tekrar deneyecek elli delegeyi seçti. Sağcı partiler otuz dört sandalye ile ezici bir çoğunluk elde ederken, bunların yirmi üçü Boric tarafından kesin bir yenilgiye uğratılan ve Pinochet’nin anayasasını korumayı tercih ettiğini birçok kez beyan eden Kast liderliğindeki Partido Republicano’ya aitti.

Seçmenlerin hayallerindeki bu çarpıcı değişimin neye işaret ettiğini tahmin etmek için henüz çok erken. Kast’ın ülkenin bir sonraki başkanı, güney yarımkürede bir Trump taklitçisi, bir Bolsonaro daha olmasını bekleyebileceğimiz anlamına mı geliyor? Daha önce oy kullanmayan milyonlarca Şililinin artık muhafazakâr görüşlerini ifade etmesiyle Şili siyasetinde ve önceliklerinde derin bir yeniden düzenlemeye mi işaret ediyor? Yoksa bu seçim sonuçları, Boric’in birbirini izleyen bir dizi krizi (suç, göç, enflasyon ve devlet, büyük toprak sahipleri ve yerli topluluklar arasındaki şiddetli çatışmalar) yönetememesine karşı bir protesto mu? Programını yeniden formüle etmenin ve inisiyatifi yeniden ele geçirmenin bir yolunu bulabilecek mi?

Asıl soru Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığıdır ve darbenin ellinci yıldönümü yaklaşırken bu soru yeniden tartışılacaktır. Pinochet’nin neoliberal politikaları –ve yarattığı terör– toplumun iliklerine kadar işledi mi ki gelecekteki radikal değişim projeleri başarısız olmaya mahkum olsun? Yoksa Allende’nin grandes alamedas’ı bunca yıl sonra hâlâ cazibesini koruyor mu? Diktatörlüğün dehşeti bir kez daha vurgulanacak ve Şililileri Pinochet yıllarının suçlarını şiddetle kınamayan herkesi reddetmeleri gerektiğine ikna edecek mi? Yoksa yorgun bir vatandaş kitlesi bir daha asla bu kadar kutuplaşmayacak bir ülke ararken Allende devriminin hataları mı ön plana çıkacak?

Şili’nin yaraları derin, fakat Şilililer travma ve çatışmalarımızla nasıl başa çıkmaya karar verirlerse versinler, Allende’nin mirası ülkesinin sınırlarının ötesinde bir etkiye sahip olabilir. Bu eşsiz devlet adamının yarım yüzyıl önce ortaya koyduğu ve başaramadığı şiddetsizlik yoluyla radikal değişim ihtiyacı, yeniden çağımızın en önemli meselesi haline geldi. Pinochet’nin yeni türevleri pek çok ülkeyi rahatsız ederken, Allende’nin yaşamı boyunca hayallerimizin meyve vermesi için daha fazla demokrasiye ve asla daha azına değil, her zaman, her zaman daha fazla demokrasiye ihtiyacımız olduğu yönündeki ısrarı her zamankinden daha önemlidir. Gezegeni saran ikilemlere –savaş, eşitsizlik, kitlesel göç, iklim değişikliği ve nükleer yok oluş gibi ikiz tehditlere– geleceğin balkonlarında yürüyen korkusuz ve coşkulu kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğunun aktif katılımı olmadan bir çözüm bulunamayacağı konusunda bize sesleniyor.

Ölümünden elli yıl sonra Salvador Allende hâlâ bizimle konuşuyor.

DÜNYA BASINI

Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.

***

Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor

Renad Mansour

Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.

İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.

Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.

Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.

UYUM YOLUYLA DİRENİŞ

Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.

Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.

1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.

Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.

2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.

Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.

Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.

Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).

Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.

İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT

Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.

İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.

Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.

Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.

7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.

Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.

HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI

İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.

Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.

Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.

Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Yayınlanma

Editörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.


Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Alexander Neu, NachDenkSeiten

11 Kasım 2024

Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.

Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.

Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.

Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.

Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”

Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”

Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.

BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.

Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.

BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?

Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.

Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.

Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.

Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.

Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.

Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.

BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler

BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.

Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.

BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.

Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.

BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.

BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.

Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.

BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.

AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.

Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.

Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.

ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.

Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.

Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.

Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.

Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.

Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.

BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?

Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.

BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.

Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.

Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.

Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar

Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.

Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.

Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.

Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.

ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.

Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.

Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.

Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.

Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.

En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English