Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Katledilişinin 50. yılında Allende’yi savunmak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı, Türkiye’de de kısmen tanınan Arjantin doğumlu Ariel Dorfman. Ailesinin sonradan taşındığı Şili’de, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular iktidarını desteklemiş ve yaşananlara şahit olmuş Dorfman, bu dokunaklı yazısında 50 yıl sonra Allende’nin mirasına ilişkin bir muhasebe yapıyor. Dorfman’ın, faşist laboratuvardan geçen ülkesine bakıp ‘şiddetsizlik’e meyletmesi, ‘kızıl’ bir dalgadan ziyade ‘pembe’ bir dalgaya işaret eden Şili Devlet başkanı Gabriel Boric için beslediği naif umut okuru şüphe ve şaşkınlık içinde bırakabilir. Bununla birlikte, Şili’de mücadelenin ‘örgütlü halk’tan ‘muhafzakârlara meyleden seçmen kütlesi’ne nasıl dönüştüğünü anlamak için kimi ipuçları barındırıyor bu muhasebe. Dorfman’ın tezleri, faşist darbeye elde silah direnirken katledilen Allende’nin mirasının, Boric’in ‘yeni anayasa’ girişimi ile ne tür bir ilişkisi olabileceğine ilişkin bir tartışmayı başlatırsa, bir hayli faydalı olacaktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Allende’yi savunmak

Ariel Dorfman
The New York Review
24 Ağustos 2023

Pinochet’nin darbesinin ellinci yıldönümü yaklaşırken Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığı sorusu daha da önem kazanıyor. 

4 Eylül 1973’te, muazzam bir Şilili kalabalığı –ben de onlardan biriydim– Salvador Allende’nin kuşatılmış hükümetini desteklemek için Santiago sokaklarına döküldü. Üç yıl önce üçlü bir yarışta oyların yüzde 36,6’sını alarak başkanlığı kazanmasından bu yana, ülke içinden ve dışından güçler, dünya tarihinde bir ilk olan, şiddet içermeyen, demokratik yollarla sosyalist bir devlet kurma girişimini yok etmek için komplolar kuruyordu. Korodan yükselen bir haykırış havada yankılandı: “Allende, Allende, el pueblo te defiende,” [“Allende, Allende, halk seni savunuyor”] diyerek başkanın savunulması gerektiğini vurguluyordu. Bin gün süren amansız muhalefetin ardından, düşmanları ‘Marksist kanseri’ Şili toplumundan sonsuza dek silecek bir darbe düzenlemeye yakın görünüyordu.

Allende kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Bunu biliyordum çünkü o sırada henüz otuz bir yaşında olmama rağmen, önceki iki ay boyunca başkanlık sarayı La Moneda’da Allende’nin genelkurmay başkanı Fernando Flores’in kültür ve basın danışmanı olarak çalışmıştım ve raporlarımız birçok amiral ve generalin açıkça ona karşı komplo kurduğunu gösteriyordu. Allende yine de umutlu olmaya devam etti. Pek çok Latin Amerika ülkesinin aksine, Şili ordusu anayasal yönetime saygı konusunda uzun bir geleneğe sahipti ve başkanlıklar arasındaki yumuşak geçişler ordunun siyasi işlere karışmaması ile garanti altına alınmıştı. En azından ordu o ana kadar hükümete sadakatini ifade etmeye devam etmişti. Flores’in bana ordunun başındaki General Augusto Pinochet’nin güzelce bağlanmış bir şekilde cebinde olduğunu sevinçle söylediğini hatırlıyorum: “Este Pinoccho! Lo tengo en este bolsillo, bien amarrado.” [“İşte Pinocho! Onu bu cebime koydum, sıkıca bağladım.”] Allende de durumun böyle olduğuna inanıyordu ama asıl inancını el pueblo’nun (İspanyolcada birkaç anlamı olan bir terim: halk, kitleler, yoksullar, büyük ayaktakımı) seferberliğine bağlamıştı. Ve Şili halkının Allende deneyini desteklemek için pek çok nedeni vardı.

Bir köylü ve bir sanayi işçisinin bakan olarak yer aldığı ilk kabine olan kabinesi, bir dizi reform gerçekleştirmişti; bunların en etkileyicisi, o zamana kadar yağmacı ABD şirketlerinin elinde bulunan devasa bakır madenlerinin millileştirilmesiydi. Ayrıca nitrat ve demir gibi madenlerin yanı sıra çok sayıda banka ve büyük fabrikayı da millileştirmiş ve bunların bir kısmı bu fabrikalarda çalışanlar tarafından yönetilmeye başlanmıştı. İddialı bir tarım reformu, latifundioları –büyük kırsal araziler– çok eski zamanlardan beri buralarda çalışan köylülere devrediyordu; 1973 yılına gelindiğinde Şili’nin ekilebilir arazilerinin neredeyse yüzde 60’ı kamulaştırılmıştı.

Bu girişimlerden bazıları (ve Allende’yi başkanlık için destekleyen sol partilerin ittifakı Unidad Popular’ın görece işlevsiz hükümetinin hataları) iktisadi ve mali aksaklıklara neden olsa da, gelir ve hizmetlerin toplumun en dezavantajlı üyelerine kayda değer bir şekilde yeniden dağıtılması söz konusuydu. Diğer önlemler Allende’nin önceliklerini ortaya koyuyordu: her çocuğa günde yarım litre süt; işçilerin aileleriyle birlikte tatil yapabilmeleri için okyanus kıyısında inşa edilen kulübeler (çoğu daha önce Pasifik’i hiç görmemişti); yerli kimliklerin ve dillerin tanınması; gazete büfelerinde satılan milyonlarca ucuz kitabın basılması; sağlık, uygun fiyatlı toplu konut, eğitim ve çocuk bakımı alanlarında büyük ilerlemeler. Tüm bunlara, özellikle müzik, duvar resmi ve belgesel film alanlarında bir kültür patlaması eşlik etti. Fakat belki de bu maddi avantajlardan daha önemlisi, pek çok dezavantajlı vatandaşın hissettiği saygınlık ve artık uluslarının tarihinin ana karakterleri oldukları duygusuydu.

Allende’nin seçildiği 4 Eylül 1970 gecesi hayatımın en dokunaklı aydınlanmalarından birini yaşadım. İki ay sonra La Moneda’ya girdiğinde el compañero presidente [halkın başkanı] olacağına dair çılgın bir kalabalığa verdiği sözü dinledikten sonra eşim ve arkadaşlarımla Santiago sokaklarında dolaştım ve şehrin merkezinde yürüyen işçilerin ve ailelerinin yüzlerindeki şaşkınlık, gurur ve kararlılığa tanık oldum. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nisan 1971’de Unidad Popular partileri belediye seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 50’sini –çoğunluğu– aldı ve bu durum New York Times tarafından ‘(Allende’nin) devrimci Sosyalist programını ilerletmek için bir halk yetkisi’ olarak yorumlandı.

Momentum bizimle birlikte gibi görünüyordu ama zorlu engeller devam ediyordu. Allende’nin zaferinden aylar önce, 27 Haziran 1970’te, Başkan Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger, Şili’nin sosyalizme giden yolunda Amerikan politikasının ne olacağını belirtti: “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmamız gerektiğini anlamıyorum. Meseleler Şilili seçmenlerin kendi kararlarına bırakılamayacak kadar önemli.” Allende kazandıktan sonra –kusursuz demokratik referanslara sahip bir adam olan Allende’yi komünist yardakçısı olarak gösteren Amerikan destekli yanlış bilgilendirme kampanyasına rağmen– bir sonraki adım göreve başlamasını engellemeye çalışmak oldu. CIA tarafından finanse edilen bir terörist grup, hukukun üstünlüğüne bağlı olan ordunun başkomutanı General René Schneider’i öldürdü. Allende buna rağmen 3 Kasım’da yemin ettiğinde, Nixon’ın talimatıyla ‘ekonomiyi inletmek’ için gizli operasyonlar başlatıldı.

Takip eden yıllarda, hem özel hem de kamu fonlarının uluslararası kredi sıkışıklığı Şili’yi boğdu. Dış borcu yeniden müzakere etme çabaları engellendi, millileştirmeye misilleme olarak bakır ihracatı durduruldu, teknolojik uzmanlık reddedildi ve temel ithalatın (makine ve kamyonları onarmak için gereken parçalar dahil) ülkeye ulaşması engellendi. Aralık 1972’de BM Genel Kurulu’nda Allende, ‘dünyanın vicdanı önünde’ ülkesinin kaos yaratmak ve bir darbe kışkırtmak amacıyla dışarıdan görünmez bir ablukaya maruz kaldığını ilan etti.

Böyle bir kaos Şili’de müttefikler olmadan başarılı olamazdı. ABD, sağcı Partido Nacional’i desteklemek ve merkezci Hıristiyan Demokrat Parti’yi Allende’ye karşı çıkmaya ikna etmek için fon aktardı. Sosyalist projeye düşman medyaya, özellikle de Şili’nin ana gazetesi El Mercurio’ya verilen destek de aynı derecede önemliydi. Tüm bu eylemler kamuoyunun yanı sıra Unidad Popular’ın azınlıkta olduğu Kongre’yi de etkiledi.

Darbe her zaman bir olasılık olarak görünüyordu. Fakat Allende’nin Şili’deki düşmanları, Mart 1973’te yapılacak parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanarak onu yasal yollardan devirmeyi umuyorlardı ki bu sayede onu görevden alabileceklerdi. Seçimler yaklaşırken ekonomik durum vahim bir hal almıştı. Hızla artan enflasyon, gelişen karaborsa ve ciddi gıda ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı hükümetin popülaritesini aşındırıyor gibi görünüyordu. Sağcı girişimciler, madenciler ve kamyon şoförlerinin üretim ve dağıtıma ciddi darbeler vuran isyankâr grevleri belirsizliği artırıyordu. Ayrıca Nazi kıyafetleri giyen faşist milisler tarafından kapsamlı sabotaj ve terör eylemleri gerçekleştiriliyordu.

Allende’nin tüm sorunları sağındaki düşmanlarından kaynaklanmıyordu. Daha 1970’teki zaferinden önce bile birçok solcu militan onun radikal bir değişim için burjuva hukuk sistemini kullanabileceğine olan inancına şüpheyle bakıyordu. Onlara göre bu ancak iktidarın tamamının işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün elinde olmasıyla mümkün olabilirdi ki bu da ordu ile kaçınılmaz bir çatışma anlamına gelirdi. Bu tez Allende’nin Sosyalist Partisi içindeki pek çok kişi tarafından desteklendi ama esas olarak, Latin Amerika’da benim kuşağımdan pek çok grup gibi, Fidel Castro ve Küba örneğinden esinlenerek silahlı mücadeleyi benimseyen Movimiento de Izquierda Revolucionaria (MIR, Devrimci Sol Hareket) tarafından desteklendi.

Allende seçilir seçilmez MIR, hükümete kendi programının sınırlarını aşması için sürekli baskı yaptı. Allende’nin ne kadar ‘reformist’ olursa olsun kendilerini bastırmayacağından emin olan (haklıydılar) MIR, işçileri özel sektörde kalması gereken fabrikaları işgal etmeye teşvik etti ve kırsal kesimdeki köylüleri ve büyük şehirlerdeki evsiz yoksulları kamulaştırılması hedeflenmeyen toprakları ele geçirmeye kışkırttı. CIA tarafından desteklenen medya tarafından büyük ölçüde güçlendirilen bu durum, başkanın kendi yandaşları üzerindeki kontrolünü kaybettiği ve bu nedenle yasal sistem içinde kalma sözünü yerine getiremeyeceği (ya da belki de getirmek istemeyeceği) izlenimini yarattı. Bu durum, Unidad Popular’ın parlamentoda çoğunluğu kazanması için en azından teoride desteği şart olan, çoğunlukla orta sınıflardan (küçük girişimciler ve esnaf, profesyoneller, teknisyenler), ama aynı zamanda anti-Marksist ve aynı zamanda vatansever ve anti-oligarşik olan işçiler ve gecekondu sakinlerinden oluşan vatandaşların güvenini aşındırdı. Aşırı solun hükümet tarafından hoşgörüyle karşılanan eylemlerinin yarattığı güvensizlik, pek çok Şililinin Moskova’ya bağlılık duyan Komünistler ve Che Guevara hayranı sosyalistlerle dolu bir yönetime karşı zaten beslediği güvensizliği besledi.

Yine de tüm bu zorluklara rağmen Allende’nin koalisyonu Mayıs 1973’te Kongre’de yüzde 44,23 oy oranıyla sandalye kazandı; bu oran iki yıl önceki yüzde 50’lik orandan düşüktü ama Allende’nin 1970 başkanlık seçimlerindeki oy oranına göre sekiz puanlık bir artıştı. Veto edebilecek çoğunluğu elde edemeyen muhalefet, Unidad Popular’ı yenmek için 1976 başkanlık seçimlerini beklemek yerine, İspanya ve Latin Amerika’da darbelere verilen adla, silahlı kuvvetlerin geleneksel olarak bir hükümeti devirmeden önce konuşarak amaçlarını belirten sözler söylediği askeri bir pronunciamiento [birebir çevirisi ‘açıklama, duyuru’; bu örnekte ‘muhtıra’] için gerekli koşulları yaratmaya odaklandı.

Ama halk da sesini yükseltebilirdi. Allende’ye 4 Eylül zaferinin üçüncü yıldönümünde verilen halk desteği, seferber olmuş bir halkın silahlı kuvvetlere bir güç ve meydan okuma mesajı göndermesi ve onları korumaya yemin ettikleri demokrasiyi yok etmemeleri konusunda uyarması için son bir fırsat oldu.

Gündüzleri La Moneda’da çalışmama rağmen, o gece başkentin merkezi caddesi Alameda’da yürüyen ve başkanlık sarayının önünden geçip liderimizi bir an olsun görebilmek için saatlerce bekleyen gürültülü bir grup yoldaş ve militana katıldım. Onu eşi Tencha’nın yanında, Plaza de la Constitución’a bakan bir balkondan mendil sallarken görür görmez, sloganlarımızı ve pueblo’nun [halkın] Allende’yi savunacağına dair andımızı güçlendirdik.

Köşeyi dönüp onu geride bıraktıktan sonra bile bu andı kükremeye devam ettik ve daha sonra elli yıl sonra hâlâ nostalji ve duygu seli ile hatırladığım bir şey yaptık. Bloğun etrafından dolaştık ve kendimizi bir sonraki devasa militan grubunun içine gizledik, böylece aynı noktadan tekrar geçebildik, sanki hâlâ orada olduğundan emin olmak istiyorduk; ama aynı zamanda başkanımıza veda ediyormuşuz gibi. Aynı zamanda kendimize, kim olduğumuza ve neyi arzuladığımıza veda ettiğimizi, bir yaşam biçimine ve hayallere veda ettiğimizi, yakında değişecek olan ülkeye veda ettiğimizi bilmiyorduk… ya da bilmiyor muyduk?

Bugüne kadar devam eden hafıza savaşının çoktan başladığına dair bir sezgiye sahip olabiliriz. O anı unutulmayacak şekilde sabitlemeye çalışıyorduk ki, Allende’nin darbe gerçekleşirken yalnız olduğu ve kimsenin onu kurtarmaya gelmediği hikayesi anlatıldığında, o yürüyüşe ve o yıllar boyunca onun savunduğu şeyleri savunan pek çok eyleme işaret edebilelim, düşmanlarının yalanlarını ve zamanın erozyonunu inkar etmek için bu hafızayı kullanabilelim. O öldüğünde de onu savunmak zorunda kalacaktık. Belki de geriye dönüp baktığımızda aslında yaptığımız buydu: onunla ve onsuz bir gelecek tasavvur etmek.

Belki de kaybedeceğimizi zaten biliyorduk.

Bir hafta sonra, 11 Eylül 1973’te, sözde cepteki adamımız Augusto Pinochet’nin başında olduğu ve ordunun, donanmanın, hava kuvvetlerinin ve jandarmanın (ulusal polis) tüm öfkesini temsil eden bir askeri cunta, dağınık boğazlarımızdan rüzgara karşı haykırılan sözlerden çok daha güçlü olduğu ortaya çıkan pronunciamiento’sunu yaptı: Allende tahttan indirilmişti ve cunta ‘sadece koşullar gerektirdiği sürece’ hüküm sürecekti. Başkan istifa etmeyi reddedince, ordu sarayı havadan ve karadan bombaladı. Allende’nin bir avuç koruması, memurları ve yakın arkadaşlarıyla birlikte silahlı direnişe geçtiği saatler süren çatışmanın ardından La Moneda için için yanan bir harabeye dönüştü ve başkan öldü.

Ertesi gün, Allende’nin cesedi Viña del Mar’da deniz kenarındaki bir mezarlıkta isimsiz bir mezara gömüldükten sonra, cunta onun intihar ettiğini açıkladı; bu iddia uzun yıllar boyunca ailesi, takipçileri ve dünya kamuoyu tarafından reddedildi. Allende’nin dul eşi de dahil olmak üzere Şili’deki solun seçkinleri yavaş yavaş Allende’nin kendi canına kıydığını kabul etmeye başladı, yine de hâlâ pek çok şüphe devam ediyor ve yıllar boyunca danıştığım her ideolojik çizgiden Şilililerin çoğu onun öldürüldüğünde ısrar ediyor ki yurtdışındaki çoğu insan da buna inanıyor.

Sebep ne olursa olsun, Allende’nin ölümü gelecek ölümlerin ilkiydi. Ordu, 1845’ten beri ülkenin hükümet merkezi olan ve sömürge döneminde Şili’nin darphanesi olarak hizmet veren (La Moneda adı buradan geliyor) neoklasik güzel binayı yerle bir etmekte tereddüt etmemişti ve Allende’nin destekçilerini cezalandırmak ve onlara zulmetmek konusunda kesinlikle isteksiz değildi. Şanslı kazalar zinciri sayesinde darbeden sağ kurtuldum, fakat benimle birlikte La Moneda’da danışman olarak görev yapanların çoğu hemen idam edilirken, Allende’nin önde gelen bakanları ve en yakın arkadaşları Patagonya’daki dondurucu, rüzgârlı bir adadaki toplama kampına götürüldü.

Kitaplar alenen yakıldı, gecekondu mahalleleri basıldı, öğrenciler ve profesörler okullardan ve üniversitelerden atıldı. Mahkumların işkence gördüğü ve idam edildiği gözaltı merkezleri ülkenin dört bir yanına yayıldı (Santiago’daki Ulusal Stadyum bunlardan birine dönüştürüldü). Basın ve toplanma özgürlüğü kaldırıldı; Kongre, tüm siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi feshedildi. Yerinde kalan tek kurum, Allende’nin önlemlerine karşı çıkan ve kısa süre içinde Şili’nin yeni efendilerine boyun eğdiğini gösteren yargı oldu: aile üyeleri kayıp yakınlarının nerede olduğunu öğrenmek için mahkemelere başvurduğunda, hiçbir habeas corpus [hakim önüne çıkarma emri] kararı verilmedi. Hatta bazı durumlarda yargıçlar eşlerle alay ederek, kocalarının kaçmasına şaşılmayacak kadar çirkin olduklarını öne sürüyorlardı.

Kaybetme, rejimin ikonik baskı biçimi haline geldi. Yetkililerin sorun çıkaranları hesap vermek zorunda kalmadan ortadan kaldırmasına olanak tanıyan bu yöntem, aileleri ve dostları sevdikleri kişinin ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu asla bilememenin ve sonsuza kadar işkence görmenin cehenneminde bırakıyordu. Mezar yeri ya da yas yoktu, sadece bu tür bir cezalandırmanın en ufak bir muhalif işaret sergileyen herkese uygulanabileceğine dair içten içe duyulan korku vardı.

Kayıplar, keder ve terörü yaymanın bir yolu olmanın yanı sıra, muhafazakâr sivillerin danışmanlığındaki diktatörlüğün Şili’nin kendisine uygulamak istediklerini de gözler önüne serdi: geçmişini yok etmek, refah devletinin tüm kalıntılarını, nesillerin uğruna mücadele ettiği bir dizi sivil hakkı ve kendi başının çaresine bakan ortak bir ülke kavramını sistematik olarak yıkmak. Onun yerine Şili, Milton Friedman’ın neoliberalizmi için bir laboratuvar haline geldi. Yeni rejim, tutsak bir ülkeye ‘şok terapisinin’ acısını uyguladı. Radikal bir şekilde adil bir sosyal düzeni barışçıl bir şekilde arzulayabilecek bir ülkenin parlak bir örneği olmak yerine, dünya çapında taklit edilen aşırı serbest piyasa ekonomisinin bir modeline dönüştürüldük.

Yeni yöneticilere ya da onların Şili’yi yabancı şirketlerin ve yerel tekellerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde ‘yeniden inşa etmelerine’ karşı her türlü meydan okuma azami şiddetle karşılandı. Bu vahşetin ardında, milyonlarca Allendista’nın kolayca caydırılamayacağı, direnecekleri, başkanımızın kalplerimizdeki ütopyada hâlâ hayatta olduğu ve gölgelerden çıkacağımız korkusu –belki de kesinliği– yatıyordu.

Allende’ye ihanet edenler ve onu devirenler, o gün son sadık radyo da susturulmadan hemen önce La Moneda’dan söylediği son sözlerle bizim gibi akıllarından çıkmamış olabilirler: “El metal tranquilo de mi voz ya no llegará a ustedes” (Sesimin dingin metalini artık duymayacaksınız). Bu konuşmada Allende orduyu yerer ve gelecekte ahlaki de olsa bir tür ceza alacaklarına dair söz verir. Takipçilerine hem kendilerini küçük düşürmemelerini hem de şehirde ve kırsalda devriye gezen askerlerle karşı karşıya gelmekten kaçınmalarını söyler ki bu binlerce insanın hayatını kurtaran bir tavsiyedir. Fakat en çok yankı uyandıran, dünyanın dört bir yanındaki meydanlara, sokaklara ve oyun alanlarına dikilen yüzlerce anıtı süsleyen sözleri, bir gün grandes alamedaların, ağaçlarla kaplı büyük caddelerin yarının özgür insanlarının yürümesi için açılacağına dair kehanetidir.

Bize umut vermekte, son vedasında bu kehanette bulunmakta haklıydı. Fakat o öldükten sonra, geride bıraktığı yas tutanlara, nasıl hayatta kalacaklarını, direneceklerini ve diktatörlüğü yenecek ve belki de grandes alamedas hakkındaki o parlak sözleri gerçekleştirecek bir ittifak kuracaklarını bulmak kaldı.

4 Eylül 1990’da Allende nihayet düşmanlarının kendisinden esirgediği muzaffer cenaze törenine kavuştu. Öldüğü günden itibaren onu karalamak için yoğun bir çaba harcanmasına rağmen (yozlaşmış, korkak bir ayyaş, genç kızlarla seks partileri düzenleyen bir cinsel sapkın, silahlı kuvvetler subaylarına ve ailelerine suikast düzenlemek ve ülkeyi ikinci bir Küba’ya dönüştürmek için gizli planları olan bir hain olduğu söyleniyordu), efsanevi itibarı yıllar geçtikçe arttı ve bu halka açık saygı duruşuyla doruğa ulaştı. Bu tören, Mart 1990’da demokrasiye geri dönüldüğünde isteksiz ve zor durumdaki Pinochet’den görevi devralan Hıristiyan Demokrat başkan Patricio Aylwin’in hükümeti tarafından düzenlenmişti. Cenaze töreninin tarihi, Allende’nin 1970 seçimlerindeki zaferinin yirminci yıldönümüne denk gelecek şekilde özenle seçilmişti.

Ölü başkanın tabutunu, onuruna ayin düzenlenen katedralden çıkarken görebilmek umuduyla Plaza de Armas’ta toplanan devasa, kaynayan, gürültülü kalabalığın arasından geçerken, bir an için zamanın durduğu yanılsamasına kapıldım. Allende, Allende, el pueblo te defiende sloganları beni on yedi yıl önce La Moneda’nın önünde yapılan o yürüyüşe götürmüştü ve işte yine o hırpalanmış, yaralanmış ve zulme uğramış halk; işte diktatörlüğün saldırılarına karşı muazzam fedakarlıklar, cesaret ve kurnazlıkla direnen ve ölü liderlerini unutmayı reddederek bugünü mümkün kılan bu erkekler, kadınlar ve onların nesilleri.

Bu illüzyon uzun süremezdi. Çok şey değişmişti. Kalabalıklar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor, hem katedraldeki hem de cenazenin özel olarak tasarlanmış bir anıt mezara konulduğu mezarlıktaki resmi törenlerden uzak tutuluyordu. Katedralde, Allende’nin ailesi ve en seçkin çalışma arkadaşlarının yanında, en azılı rakiplerinden bazıları, özellikle de 1973’te Senato başkanı olarak Allende’nin hükümet ve Kongre’nin karşı karşıya kaldığı anayasal krize bir çözüm bulma teklifini reddederek darbeyi kolaylaştıran Aylwin yan yana duruyordu. O gün mezarlıkta yaptığı konuşmada Aylwin, Allende’nin devlet adamı niteliklerini ve demokrasiye hizmetini vurgularken eski başkanla arasındaki farklılıkları gizlemedi. Fakat bizi ayıran geçmiş üzerinde durmamalıyız, dedi. Bu olay bir reencuentro, anlaşmazlıkları diktatörlüğe yol açmış Şilililer arasında bir yeniden birleşme ve uzlaşmaydı.

Bu reencuentro hiç de kolay olmamıştı. Hatalarımız üzerine acı verici bir şekilde düşünmemizi gerektirdi: cenneti vaat etmiştik ama cehennemde bulduk kendimizi. Neyin yanlış gittiğine dair iki ana analiz vardı. MIR, radikal değişimin seçim sandığı yoluyla gerçekleştirilebileceği önermesinin suçlu olduğunu ve bu nedenle önümüzdeki tek yolun, çıkarlarına hizmet etmediği anda demokrasiyi bir kenara atan acımasız ve iki yüzlü düşmanlara karşı şiddet kullanmaktan çekinmeden, topyekün iktidar için silahlı mücadele olduğunu savundu.

Bu intihara meyilli tez, Allende’nin takipçilerinin çoğu arasında nihayetinde hakim olan şey değildi. Köklü değişiklikler azınlık konumundan dayatılamazdı; çok sınıflı büyük bir ittifak gerekliydi. Diktatörlüğe karşı direniş, Şilililerin kökleri yüzyıllık şiddet içermeyen sivil mücadeleye dayanan demokratik geleneklere ve kurumlara duydukları kalıcı saygıya, orta sınıfların ve Allende’nin devriminin hızıyla yabancılaşan bazı işçilerin paylaştığı bir ideale başvurmaya dayanmalıydı. Bunların çoğu, sık sık ilerici politikaları benimseyen (1970’teki programları Unidad Popular’ınkinden çok az farklıydı) fakat devrimci hükümetin ülkeyi mahvettiğini düşünen reformist Hıristiyan Demokratlar tarafından temsil ediliyordu. Eski başkan Eduardo Frei liderliğindeki bu parti, ordunun yakında seçimleri düzenleyeceğine ve kendilerinin de kolayca kazanacağına güvenerek darbenin önünü açmıştı. Partinin bazı sol kanat üyeleri cuntayı şiddetle kınamış ve kısa süre sonra diğerlerinin çoğu, kendilerini zulme maruz bırakan gerici politikalarını aktif olarak reddetmişti.

Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratların uzun yıllar süren sert çatışmaların üstesinden gelerek yavaş yavaş bir araya gelmeleri olağanüstü bir başarı sağladı: Pinochet, 1988’de sivil yönetime geri dönüldüğünde başkan olarak kalıp kalmaması konusunda yapılan halk oylamasında hezimete uğradı ve ardından Aylwin başkanlığı kazandığında tekrar aşağılandı. Elbette yeni koalisyonun başarabileceklerinin sınırları vardı. Bunun nedeni kısmen diktatörün hileli 1980 anayasasının neoliberal politikalarda önemli değişiklikleri engellemesi ve Senato, Anayasa Konseyi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerdeki çok sayıda otoriter yerleşkenin ortadan kaldırılmasını engellemesinin yanı sıra merkez solun siyasi elitlerinin ihtiyatlı davranmasıydı. Allende deneyinin tekrarlanmasını önermek ya da insan hakları ihlallerinde bulunanları yargılamaya kalkışmanın bile, halen Pinochet’nin başında bulunduğu uyanık orduyla müzakere edilen istikrarsız geçişi tehlikeye atacağını ve diktatörlük altında servetlerini ve güçlerini artırarak ekonominin anahtarlarını ellerinde tutan girişimcileri üzeceğini düşünüyorlardı.

Aslında La Moneda’da ölen iki Allende vardı. Biri demokrasi için hayatını vermiş olan adamdı. Diğeri ise Şili gibi bir ülkeyi (ve o zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan diğer pek çok ülkeyi) kuşatan hastalıklara, yoksulluktan, eşitsizlikten ve sömürüden kurtulmanın kapitalist sistemi kökten dönüştürmekten başka bir yolu olmadığına inanan devrimci ve anti-emperyalistti. Cenazesi, tüm yıkıcı, düzensiz özelliklerinden arındırılmış ve rahatça ulusal panteona dahil edilmiş devrimcinin aleyhine demokrat Allende’nin ilahlaştırılmasına işaret ediyordu. Bu cenazeyi uzaktan izlemenin kısa süreli mutluluğunu yaşayan ve anılarının önemli olduğu yanılsamasını yaşayan yüzbinlere gelince, artık dağılmaları ve yönetimi uzmanlara bırakmaları gerekiyordu. Sokaklar yürüyüş yapmak ve imkansız taleplerde bulunmak için değildi.

Sonraki otuz yıl boyunca bu uzlaşma –denetimli, ölçülü bir demokrasiye evet, riskli bir devrim macerasına hayır– siyasi istikrarın sağlanmasına ve çoğunluğun hayatını iyileştiren ama dünyadaki en eşitsiz gelir dağılımı sistemlerinden birini yerinde tutan iktisadi ve toplumsal reformların yapılmasına yardımcı oldu. Bu yıllar boyunca Pinochet’nin itibarı giderek daha da dibe vurdu ve 1998 yılında Londra’da işkenceci olarak tutuklandığında, dünya kamuoyunu heyecanlandıran ve eski devlet başkanları insanlığa karşı suç işlediğinde, insanlığın onları ulusal sınırların ötesinde yargılama hakkı ve görevi olduğuna dair emsal teşkil eden bir davayla en aşağı noktaya ulaştı. Pinochet’nin imajı, 2005 yılında kendisinin ve ailesinin Riggs Bank’taki gizli hesaplarda yasadışı olarak 17 milyon dolardan fazla para biriktirdiğinin ortaya çıkmasıyla daha da azaldı.

Bu arada Allende her zamankinden daha efsanevi, her zamankinden daha kahraman, her zamankinden daha onurlu ve her zamankinden daha uzaktı.

Sonra, Ekim 2019’da bir isyan Şili’yi sarstı. Polis tarafından vahşice bastırılan öğrenci protestoları geniş çaplı bir halk ayaklanmasına dönüştü. Her şey sorgulanıyordu: eğitim, sağlık ve barınma sistemlerinin yetersizliği; diktatörlük döneminde özelleştirilerek şirketleri zenginleştiren ve yaşlıları yoksullaştıran emekli maaşları; kadınların ve yerli toplulukların marjinalleştirilmesi; gey ve lezbiyenlere yönelik zulüm; açgözlülük ve tüketim toplumu ve yaygın bireycilik.

Ve bir de baktık ki, yeni bir düzenin vizyoner peygamberi Allende’ye yeni bir hayat üflenmiş. Milyonların katıldığı barışçıl yürüyüşlerde binlerce pankartta onun fotoğrafı yer aldı, kışkırtıcı sözleri sayısız duvarı süsledi ve adı barikatları kuran ve polise parke taşları ve Molotof kokteylleriyle karşı koyan maskeli militanlar tarafından anıldı.

Bu hayal kırıklığına uğramış ve aniden yeniden uyanan halkın hoşnutsuzluğunu yönlendirmek için, seçmenlere Pinochet’nin anayasasını değiştirmek isteyip istemediklerini soran bir plebisit düzenlendi. Ekim 2020’de yüzde 78 gibi ezici bir oy oranıyla kabul edilen bu önlemi Mayıs 2021’de yeni bir anayasa yazacak delegelerin seçilmesi izledi ve ezici bir çoğunluk ülkenin kendisini nasıl hayal ettiğini büyük ölçüde değiştirmekten yana oldu.

Şili’nin adalet ve eşitlik hayallerinin bu şekilde yenilenmesi yetmezmiş gibi, Aralık 2021’de karizmatik, dövmeli, otuz beş yaşında eski bir öğrenci lideri olan Gabriel Boric, Pinochet’nin aşırı sağcı bir hayranı olan rakibi José Antonio Kast’ı neredeyse yüzde 56 oyla yenerek başkan seçildi. Boric’in “Şili neoliberalizmin beşiğiyse, aynı zamanda mezarı da olacak,” sözü gerçekleşmek üzere gibi görünüyordu.

Artık Allende sadece sokaklarda ve Anayasa Konvansiyonunda değil, aynı zamanda bir kez daha La Moneda’ya giriyordu. Göreve başladığı gün, yeni başkan protokolü bozdu: doğrudan başkanlık sarayına yürümek yerine, Allende’nin Boric’in doğumundan on üç yıl önce halkına veda ettiği balkonun yanına dikilmiş olan heykelinin önünde bir dakika düşüncelere dalmak için meydandan geçti. Boric’in o akşamki konuşmasının sonunda vurguladığı gibi, meşale yeni bir nesle devrediliyordu:

Salvador Allende’nin neredeyse elli yıl önce öngördüğü gibi, yurttaşlar olarak bizler yine, daha iyi bir toplum inşa etmek üzere özgür insanların, özgür erkek ve kadınların geçeceği grandes alamedas’ı açıyoruz.

Bu farklı Şili vizyonu, o aylarda yazılan ve doğaya, kadınlara ve yerli topluluklara haklar tanıyan ve halkın refahından piyasayı değil devleti sorumlu kılan anayasada somutlaştı. Bu yeni anayasanın onaylanması için yapılacak referandum tarihinin 4 Eylül 2022 olmasını hayırlı bir gelişme olarak gördüm. Allende’nin zaferinden elli iki yıl sonra ve gömülmesinden otuz iki yıl sonra, hem bir demokrat hem de bir devrimci olarak öngördüğü ülkenin gerçeğe dönüşmesini kutlamanın daha iyi bir yolu olabilir miydi? Allende’ye değil ama diktatörlüğün etkisine veda etmek için daha iyi bir an olabilir miydi? Öyle olmadı. Allende’nin saygı duyacağı ve Boric’in hayallerini somutlaştıran anayasa seçmenlerin neredeyse yüzde 62’si tarafından reddedildi.

Daha kötüsü de olacaktı. Bu yılın 7 Mayıs’ında seçmenler, yeni bir anayasa yazmayı tekrar deneyecek elli delegeyi seçti. Sağcı partiler otuz dört sandalye ile ezici bir çoğunluk elde ederken, bunların yirmi üçü Boric tarafından kesin bir yenilgiye uğratılan ve Pinochet’nin anayasasını korumayı tercih ettiğini birçok kez beyan eden Kast liderliğindeki Partido Republicano’ya aitti.

Seçmenlerin hayallerindeki bu çarpıcı değişimin neye işaret ettiğini tahmin etmek için henüz çok erken. Kast’ın ülkenin bir sonraki başkanı, güney yarımkürede bir Trump taklitçisi, bir Bolsonaro daha olmasını bekleyebileceğimiz anlamına mı geliyor? Daha önce oy kullanmayan milyonlarca Şililinin artık muhafazakâr görüşlerini ifade etmesiyle Şili siyasetinde ve önceliklerinde derin bir yeniden düzenlemeye mi işaret ediyor? Yoksa bu seçim sonuçları, Boric’in birbirini izleyen bir dizi krizi (suç, göç, enflasyon ve devlet, büyük toprak sahipleri ve yerli topluluklar arasındaki şiddetli çatışmalar) yönetememesine karşı bir protesto mu? Programını yeniden formüle etmenin ve inisiyatifi yeniden ele geçirmenin bir yolunu bulabilecek mi?

Asıl soru Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığıdır ve darbenin ellinci yıldönümü yaklaşırken bu soru yeniden tartışılacaktır. Pinochet’nin neoliberal politikaları –ve yarattığı terör– toplumun iliklerine kadar işledi mi ki gelecekteki radikal değişim projeleri başarısız olmaya mahkum olsun? Yoksa Allende’nin grandes alamedas’ı bunca yıl sonra hâlâ cazibesini koruyor mu? Diktatörlüğün dehşeti bir kez daha vurgulanacak ve Şililileri Pinochet yıllarının suçlarını şiddetle kınamayan herkesi reddetmeleri gerektiğine ikna edecek mi? Yoksa yorgun bir vatandaş kitlesi bir daha asla bu kadar kutuplaşmayacak bir ülke ararken Allende devriminin hataları mı ön plana çıkacak?

Şili’nin yaraları derin, fakat Şilililer travma ve çatışmalarımızla nasıl başa çıkmaya karar verirlerse versinler, Allende’nin mirası ülkesinin sınırlarının ötesinde bir etkiye sahip olabilir. Bu eşsiz devlet adamının yarım yüzyıl önce ortaya koyduğu ve başaramadığı şiddetsizlik yoluyla radikal değişim ihtiyacı, yeniden çağımızın en önemli meselesi haline geldi. Pinochet’nin yeni türevleri pek çok ülkeyi rahatsız ederken, Allende’nin yaşamı boyunca hayallerimizin meyve vermesi için daha fazla demokrasiye ve asla daha azına değil, her zaman, her zaman daha fazla demokrasiye ihtiyacımız olduğu yönündeki ısrarı her zamankinden daha önemlidir. Gezegeni saran ikilemlere –savaş, eşitsizlik, kitlesel göç, iklim değişikliği ve nükleer yok oluş gibi ikiz tehditlere– geleceğin balkonlarında yürüyen korkusuz ve coşkulu kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğunun aktif katılımı olmadan bir çözüm bulunamayacağı konusunda bize sesleniyor.

Ölümünden elli yıl sonra Salvador Allende hâlâ bizimle konuşuyor.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English