Dünya Basını
Katledilişinin 50. yılında Allende’yi savunmak

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı, Türkiye’de de kısmen tanınan Arjantin doğumlu Ariel Dorfman. Ailesinin sonradan taşındığı Şili’de, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular iktidarını desteklemiş ve yaşananlara şahit olmuş Dorfman, bu dokunaklı yazısında 50 yıl sonra Allende’nin mirasına ilişkin bir muhasebe yapıyor. Dorfman’ın, faşist laboratuvardan geçen ülkesine bakıp ‘şiddetsizlik’e meyletmesi, ‘kızıl’ bir dalgadan ziyade ‘pembe’ bir dalgaya işaret eden Şili Devlet başkanı Gabriel Boric için beslediği naif umut okuru şüphe ve şaşkınlık içinde bırakabilir. Bununla birlikte, Şili’de mücadelenin ‘örgütlü halk’tan ‘muhafzakârlara meyleden seçmen kütlesi’ne nasıl dönüştüğünü anlamak için kimi ipuçları barındırıyor bu muhasebe. Dorfman’ın tezleri, faşist darbeye elde silah direnirken katledilen Allende’nin mirasının, Boric’in ‘yeni anayasa’ girişimi ile ne tür bir ilişkisi olabileceğine ilişkin bir tartışmayı başlatırsa, bir hayli faydalı olacaktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Allende’yi savunmak
Ariel Dorfman
The New York Review
24 Ağustos 2023
Pinochet’nin darbesinin ellinci yıldönümü yaklaşırken Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığı sorusu daha da önem kazanıyor.
4 Eylül 1973’te, muazzam bir Şilili kalabalığı –ben de onlardan biriydim– Salvador Allende’nin kuşatılmış hükümetini desteklemek için Santiago sokaklarına döküldü. Üç yıl önce üçlü bir yarışta oyların yüzde 36,6’sını alarak başkanlığı kazanmasından bu yana, ülke içinden ve dışından güçler, dünya tarihinde bir ilk olan, şiddet içermeyen, demokratik yollarla sosyalist bir devlet kurma girişimini yok etmek için komplolar kuruyordu. Korodan yükselen bir haykırış havada yankılandı: “Allende, Allende, el pueblo te defiende,” [“Allende, Allende, halk seni savunuyor”] diyerek başkanın savunulması gerektiğini vurguluyordu. Bin gün süren amansız muhalefetin ardından, düşmanları ‘Marksist kanseri’ Şili toplumundan sonsuza dek silecek bir darbe düzenlemeye yakın görünüyordu.
Allende kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Bunu biliyordum çünkü o sırada henüz otuz bir yaşında olmama rağmen, önceki iki ay boyunca başkanlık sarayı La Moneda’da Allende’nin genelkurmay başkanı Fernando Flores’in kültür ve basın danışmanı olarak çalışmıştım ve raporlarımız birçok amiral ve generalin açıkça ona karşı komplo kurduğunu gösteriyordu. Allende yine de umutlu olmaya devam etti. Pek çok Latin Amerika ülkesinin aksine, Şili ordusu anayasal yönetime saygı konusunda uzun bir geleneğe sahipti ve başkanlıklar arasındaki yumuşak geçişler ordunun siyasi işlere karışmaması ile garanti altına alınmıştı. En azından ordu o ana kadar hükümete sadakatini ifade etmeye devam etmişti. Flores’in bana ordunun başındaki General Augusto Pinochet’nin güzelce bağlanmış bir şekilde cebinde olduğunu sevinçle söylediğini hatırlıyorum: “Este Pinoccho! Lo tengo en este bolsillo, bien amarrado.” [“İşte Pinocho! Onu bu cebime koydum, sıkıca bağladım.”] Allende de durumun böyle olduğuna inanıyordu ama asıl inancını el pueblo’nun (İspanyolcada birkaç anlamı olan bir terim: halk, kitleler, yoksullar, büyük ayaktakımı) seferberliğine bağlamıştı. Ve Şili halkının Allende deneyini desteklemek için pek çok nedeni vardı.
Bir köylü ve bir sanayi işçisinin bakan olarak yer aldığı ilk kabine olan kabinesi, bir dizi reform gerçekleştirmişti; bunların en etkileyicisi, o zamana kadar yağmacı ABD şirketlerinin elinde bulunan devasa bakır madenlerinin millileştirilmesiydi. Ayrıca nitrat ve demir gibi madenlerin yanı sıra çok sayıda banka ve büyük fabrikayı da millileştirmiş ve bunların bir kısmı bu fabrikalarda çalışanlar tarafından yönetilmeye başlanmıştı. İddialı bir tarım reformu, latifundioları –büyük kırsal araziler– çok eski zamanlardan beri buralarda çalışan köylülere devrediyordu; 1973 yılına gelindiğinde Şili’nin ekilebilir arazilerinin neredeyse yüzde 60’ı kamulaştırılmıştı.
Bu girişimlerden bazıları (ve Allende’yi başkanlık için destekleyen sol partilerin ittifakı Unidad Popular’ın görece işlevsiz hükümetinin hataları) iktisadi ve mali aksaklıklara neden olsa da, gelir ve hizmetlerin toplumun en dezavantajlı üyelerine kayda değer bir şekilde yeniden dağıtılması söz konusuydu. Diğer önlemler Allende’nin önceliklerini ortaya koyuyordu: her çocuğa günde yarım litre süt; işçilerin aileleriyle birlikte tatil yapabilmeleri için okyanus kıyısında inşa edilen kulübeler (çoğu daha önce Pasifik’i hiç görmemişti); yerli kimliklerin ve dillerin tanınması; gazete büfelerinde satılan milyonlarca ucuz kitabın basılması; sağlık, uygun fiyatlı toplu konut, eğitim ve çocuk bakımı alanlarında büyük ilerlemeler. Tüm bunlara, özellikle müzik, duvar resmi ve belgesel film alanlarında bir kültür patlaması eşlik etti. Fakat belki de bu maddi avantajlardan daha önemlisi, pek çok dezavantajlı vatandaşın hissettiği saygınlık ve artık uluslarının tarihinin ana karakterleri oldukları duygusuydu.
Allende’nin seçildiği 4 Eylül 1970 gecesi hayatımın en dokunaklı aydınlanmalarından birini yaşadım. İki ay sonra La Moneda’ya girdiğinde el compañero presidente [halkın başkanı] olacağına dair çılgın bir kalabalığa verdiği sözü dinledikten sonra eşim ve arkadaşlarımla Santiago sokaklarında dolaştım ve şehrin merkezinde yürüyen işçilerin ve ailelerinin yüzlerindeki şaşkınlık, gurur ve kararlılığa tanık oldum. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nisan 1971’de Unidad Popular partileri belediye seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 50’sini –çoğunluğu– aldı ve bu durum New York Times tarafından ‘(Allende’nin) devrimci Sosyalist programını ilerletmek için bir halk yetkisi’ olarak yorumlandı.
Momentum bizimle birlikte gibi görünüyordu ama zorlu engeller devam ediyordu. Allende’nin zaferinden aylar önce, 27 Haziran 1970’te, Başkan Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger, Şili’nin sosyalizme giden yolunda Amerikan politikasının ne olacağını belirtti: “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmamız gerektiğini anlamıyorum. Meseleler Şilili seçmenlerin kendi kararlarına bırakılamayacak kadar önemli.” Allende kazandıktan sonra –kusursuz demokratik referanslara sahip bir adam olan Allende’yi komünist yardakçısı olarak gösteren Amerikan destekli yanlış bilgilendirme kampanyasına rağmen– bir sonraki adım göreve başlamasını engellemeye çalışmak oldu. CIA tarafından finanse edilen bir terörist grup, hukukun üstünlüğüne bağlı olan ordunun başkomutanı General René Schneider’i öldürdü. Allende buna rağmen 3 Kasım’da yemin ettiğinde, Nixon’ın talimatıyla ‘ekonomiyi inletmek’ için gizli operasyonlar başlatıldı.
Takip eden yıllarda, hem özel hem de kamu fonlarının uluslararası kredi sıkışıklığı Şili’yi boğdu. Dış borcu yeniden müzakere etme çabaları engellendi, millileştirmeye misilleme olarak bakır ihracatı durduruldu, teknolojik uzmanlık reddedildi ve temel ithalatın (makine ve kamyonları onarmak için gereken parçalar dahil) ülkeye ulaşması engellendi. Aralık 1972’de BM Genel Kurulu’nda Allende, ‘dünyanın vicdanı önünde’ ülkesinin kaos yaratmak ve bir darbe kışkırtmak amacıyla dışarıdan görünmez bir ablukaya maruz kaldığını ilan etti.
Böyle bir kaos Şili’de müttefikler olmadan başarılı olamazdı. ABD, sağcı Partido Nacional’i desteklemek ve merkezci Hıristiyan Demokrat Parti’yi Allende’ye karşı çıkmaya ikna etmek için fon aktardı. Sosyalist projeye düşman medyaya, özellikle de Şili’nin ana gazetesi El Mercurio’ya verilen destek de aynı derecede önemliydi. Tüm bu eylemler kamuoyunun yanı sıra Unidad Popular’ın azınlıkta olduğu Kongre’yi de etkiledi.
Darbe her zaman bir olasılık olarak görünüyordu. Fakat Allende’nin Şili’deki düşmanları, Mart 1973’te yapılacak parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanarak onu yasal yollardan devirmeyi umuyorlardı ki bu sayede onu görevden alabileceklerdi. Seçimler yaklaşırken ekonomik durum vahim bir hal almıştı. Hızla artan enflasyon, gelişen karaborsa ve ciddi gıda ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı hükümetin popülaritesini aşındırıyor gibi görünüyordu. Sağcı girişimciler, madenciler ve kamyon şoförlerinin üretim ve dağıtıma ciddi darbeler vuran isyankâr grevleri belirsizliği artırıyordu. Ayrıca Nazi kıyafetleri giyen faşist milisler tarafından kapsamlı sabotaj ve terör eylemleri gerçekleştiriliyordu.
Allende’nin tüm sorunları sağındaki düşmanlarından kaynaklanmıyordu. Daha 1970’teki zaferinden önce bile birçok solcu militan onun radikal bir değişim için burjuva hukuk sistemini kullanabileceğine olan inancına şüpheyle bakıyordu. Onlara göre bu ancak iktidarın tamamının işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün elinde olmasıyla mümkün olabilirdi ki bu da ordu ile kaçınılmaz bir çatışma anlamına gelirdi. Bu tez Allende’nin Sosyalist Partisi içindeki pek çok kişi tarafından desteklendi ama esas olarak, Latin Amerika’da benim kuşağımdan pek çok grup gibi, Fidel Castro ve Küba örneğinden esinlenerek silahlı mücadeleyi benimseyen Movimiento de Izquierda Revolucionaria (MIR, Devrimci Sol Hareket) tarafından desteklendi.
Allende seçilir seçilmez MIR, hükümete kendi programının sınırlarını aşması için sürekli baskı yaptı. Allende’nin ne kadar ‘reformist’ olursa olsun kendilerini bastırmayacağından emin olan (haklıydılar) MIR, işçileri özel sektörde kalması gereken fabrikaları işgal etmeye teşvik etti ve kırsal kesimdeki köylüleri ve büyük şehirlerdeki evsiz yoksulları kamulaştırılması hedeflenmeyen toprakları ele geçirmeye kışkırttı. CIA tarafından desteklenen medya tarafından büyük ölçüde güçlendirilen bu durum, başkanın kendi yandaşları üzerindeki kontrolünü kaybettiği ve bu nedenle yasal sistem içinde kalma sözünü yerine getiremeyeceği (ya da belki de getirmek istemeyeceği) izlenimini yarattı. Bu durum, Unidad Popular’ın parlamentoda çoğunluğu kazanması için en azından teoride desteği şart olan, çoğunlukla orta sınıflardan (küçük girişimciler ve esnaf, profesyoneller, teknisyenler), ama aynı zamanda anti-Marksist ve aynı zamanda vatansever ve anti-oligarşik olan işçiler ve gecekondu sakinlerinden oluşan vatandaşların güvenini aşındırdı. Aşırı solun hükümet tarafından hoşgörüyle karşılanan eylemlerinin yarattığı güvensizlik, pek çok Şililinin Moskova’ya bağlılık duyan Komünistler ve Che Guevara hayranı sosyalistlerle dolu bir yönetime karşı zaten beslediği güvensizliği besledi.
Yine de tüm bu zorluklara rağmen Allende’nin koalisyonu Mayıs 1973’te Kongre’de yüzde 44,23 oy oranıyla sandalye kazandı; bu oran iki yıl önceki yüzde 50’lik orandan düşüktü ama Allende’nin 1970 başkanlık seçimlerindeki oy oranına göre sekiz puanlık bir artıştı. Veto edebilecek çoğunluğu elde edemeyen muhalefet, Unidad Popular’ı yenmek için 1976 başkanlık seçimlerini beklemek yerine, İspanya ve Latin Amerika’da darbelere verilen adla, silahlı kuvvetlerin geleneksel olarak bir hükümeti devirmeden önce konuşarak amaçlarını belirten sözler söylediği askeri bir pronunciamiento [birebir çevirisi ‘açıklama, duyuru’; bu örnekte ‘muhtıra’] için gerekli koşulları yaratmaya odaklandı.
Ama halk da sesini yükseltebilirdi. Allende’ye 4 Eylül zaferinin üçüncü yıldönümünde verilen halk desteği, seferber olmuş bir halkın silahlı kuvvetlere bir güç ve meydan okuma mesajı göndermesi ve onları korumaya yemin ettikleri demokrasiyi yok etmemeleri konusunda uyarması için son bir fırsat oldu.
Gündüzleri La Moneda’da çalışmama rağmen, o gece başkentin merkezi caddesi Alameda’da yürüyen ve başkanlık sarayının önünden geçip liderimizi bir an olsun görebilmek için saatlerce bekleyen gürültülü bir grup yoldaş ve militana katıldım. Onu eşi Tencha’nın yanında, Plaza de la Constitución’a bakan bir balkondan mendil sallarken görür görmez, sloganlarımızı ve pueblo’nun [halkın] Allende’yi savunacağına dair andımızı güçlendirdik.
Köşeyi dönüp onu geride bıraktıktan sonra bile bu andı kükremeye devam ettik ve daha sonra elli yıl sonra hâlâ nostalji ve duygu seli ile hatırladığım bir şey yaptık. Bloğun etrafından dolaştık ve kendimizi bir sonraki devasa militan grubunun içine gizledik, böylece aynı noktadan tekrar geçebildik, sanki hâlâ orada olduğundan emin olmak istiyorduk; ama aynı zamanda başkanımıza veda ediyormuşuz gibi. Aynı zamanda kendimize, kim olduğumuza ve neyi arzuladığımıza veda ettiğimizi, bir yaşam biçimine ve hayallere veda ettiğimizi, yakında değişecek olan ülkeye veda ettiğimizi bilmiyorduk… ya da bilmiyor muyduk?
Bugüne kadar devam eden hafıza savaşının çoktan başladığına dair bir sezgiye sahip olabiliriz. O anı unutulmayacak şekilde sabitlemeye çalışıyorduk ki, Allende’nin darbe gerçekleşirken yalnız olduğu ve kimsenin onu kurtarmaya gelmediği hikayesi anlatıldığında, o yürüyüşe ve o yıllar boyunca onun savunduğu şeyleri savunan pek çok eyleme işaret edebilelim, düşmanlarının yalanlarını ve zamanın erozyonunu inkar etmek için bu hafızayı kullanabilelim. O öldüğünde de onu savunmak zorunda kalacaktık. Belki de geriye dönüp baktığımızda aslında yaptığımız buydu: onunla ve onsuz bir gelecek tasavvur etmek.
Belki de kaybedeceğimizi zaten biliyorduk.
Bir hafta sonra, 11 Eylül 1973’te, sözde cepteki adamımız Augusto Pinochet’nin başında olduğu ve ordunun, donanmanın, hava kuvvetlerinin ve jandarmanın (ulusal polis) tüm öfkesini temsil eden bir askeri cunta, dağınık boğazlarımızdan rüzgara karşı haykırılan sözlerden çok daha güçlü olduğu ortaya çıkan pronunciamiento’sunu yaptı: Allende tahttan indirilmişti ve cunta ‘sadece koşullar gerektirdiği sürece’ hüküm sürecekti. Başkan istifa etmeyi reddedince, ordu sarayı havadan ve karadan bombaladı. Allende’nin bir avuç koruması, memurları ve yakın arkadaşlarıyla birlikte silahlı direnişe geçtiği saatler süren çatışmanın ardından La Moneda için için yanan bir harabeye dönüştü ve başkan öldü.
Ertesi gün, Allende’nin cesedi Viña del Mar’da deniz kenarındaki bir mezarlıkta isimsiz bir mezara gömüldükten sonra, cunta onun intihar ettiğini açıkladı; bu iddia uzun yıllar boyunca ailesi, takipçileri ve dünya kamuoyu tarafından reddedildi. Allende’nin dul eşi de dahil olmak üzere Şili’deki solun seçkinleri yavaş yavaş Allende’nin kendi canına kıydığını kabul etmeye başladı, yine de hâlâ pek çok şüphe devam ediyor ve yıllar boyunca danıştığım her ideolojik çizgiden Şilililerin çoğu onun öldürüldüğünde ısrar ediyor ki yurtdışındaki çoğu insan da buna inanıyor.
Sebep ne olursa olsun, Allende’nin ölümü gelecek ölümlerin ilkiydi. Ordu, 1845’ten beri ülkenin hükümet merkezi olan ve sömürge döneminde Şili’nin darphanesi olarak hizmet veren (La Moneda adı buradan geliyor) neoklasik güzel binayı yerle bir etmekte tereddüt etmemişti ve Allende’nin destekçilerini cezalandırmak ve onlara zulmetmek konusunda kesinlikle isteksiz değildi. Şanslı kazalar zinciri sayesinde darbeden sağ kurtuldum, fakat benimle birlikte La Moneda’da danışman olarak görev yapanların çoğu hemen idam edilirken, Allende’nin önde gelen bakanları ve en yakın arkadaşları Patagonya’daki dondurucu, rüzgârlı bir adadaki toplama kampına götürüldü.
Kitaplar alenen yakıldı, gecekondu mahalleleri basıldı, öğrenciler ve profesörler okullardan ve üniversitelerden atıldı. Mahkumların işkence gördüğü ve idam edildiği gözaltı merkezleri ülkenin dört bir yanına yayıldı (Santiago’daki Ulusal Stadyum bunlardan birine dönüştürüldü). Basın ve toplanma özgürlüğü kaldırıldı; Kongre, tüm siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi feshedildi. Yerinde kalan tek kurum, Allende’nin önlemlerine karşı çıkan ve kısa süre içinde Şili’nin yeni efendilerine boyun eğdiğini gösteren yargı oldu: aile üyeleri kayıp yakınlarının nerede olduğunu öğrenmek için mahkemelere başvurduğunda, hiçbir habeas corpus [hakim önüne çıkarma emri] kararı verilmedi. Hatta bazı durumlarda yargıçlar eşlerle alay ederek, kocalarının kaçmasına şaşılmayacak kadar çirkin olduklarını öne sürüyorlardı.
Kaybetme, rejimin ikonik baskı biçimi haline geldi. Yetkililerin sorun çıkaranları hesap vermek zorunda kalmadan ortadan kaldırmasına olanak tanıyan bu yöntem, aileleri ve dostları sevdikleri kişinin ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu asla bilememenin ve sonsuza kadar işkence görmenin cehenneminde bırakıyordu. Mezar yeri ya da yas yoktu, sadece bu tür bir cezalandırmanın en ufak bir muhalif işaret sergileyen herkese uygulanabileceğine dair içten içe duyulan korku vardı.
Kayıplar, keder ve terörü yaymanın bir yolu olmanın yanı sıra, muhafazakâr sivillerin danışmanlığındaki diktatörlüğün Şili’nin kendisine uygulamak istediklerini de gözler önüne serdi: geçmişini yok etmek, refah devletinin tüm kalıntılarını, nesillerin uğruna mücadele ettiği bir dizi sivil hakkı ve kendi başının çaresine bakan ortak bir ülke kavramını sistematik olarak yıkmak. Onun yerine Şili, Milton Friedman’ın neoliberalizmi için bir laboratuvar haline geldi. Yeni rejim, tutsak bir ülkeye ‘şok terapisinin’ acısını uyguladı. Radikal bir şekilde adil bir sosyal düzeni barışçıl bir şekilde arzulayabilecek bir ülkenin parlak bir örneği olmak yerine, dünya çapında taklit edilen aşırı serbest piyasa ekonomisinin bir modeline dönüştürüldük.
Yeni yöneticilere ya da onların Şili’yi yabancı şirketlerin ve yerel tekellerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde ‘yeniden inşa etmelerine’ karşı her türlü meydan okuma azami şiddetle karşılandı. Bu vahşetin ardında, milyonlarca Allendista’nın kolayca caydırılamayacağı, direnecekleri, başkanımızın kalplerimizdeki ütopyada hâlâ hayatta olduğu ve gölgelerden çıkacağımız korkusu –belki de kesinliği– yatıyordu.
Allende’ye ihanet edenler ve onu devirenler, o gün son sadık radyo da susturulmadan hemen önce La Moneda’dan söylediği son sözlerle bizim gibi akıllarından çıkmamış olabilirler: “El metal tranquilo de mi voz ya no llegará a ustedes” (Sesimin dingin metalini artık duymayacaksınız). Bu konuşmada Allende orduyu yerer ve gelecekte ahlaki de olsa bir tür ceza alacaklarına dair söz verir. Takipçilerine hem kendilerini küçük düşürmemelerini hem de şehirde ve kırsalda devriye gezen askerlerle karşı karşıya gelmekten kaçınmalarını söyler ki bu binlerce insanın hayatını kurtaran bir tavsiyedir. Fakat en çok yankı uyandıran, dünyanın dört bir yanındaki meydanlara, sokaklara ve oyun alanlarına dikilen yüzlerce anıtı süsleyen sözleri, bir gün grandes alamedaların, ağaçlarla kaplı büyük caddelerin yarının özgür insanlarının yürümesi için açılacağına dair kehanetidir.
Bize umut vermekte, son vedasında bu kehanette bulunmakta haklıydı. Fakat o öldükten sonra, geride bıraktığı yas tutanlara, nasıl hayatta kalacaklarını, direneceklerini ve diktatörlüğü yenecek ve belki de grandes alamedas hakkındaki o parlak sözleri gerçekleştirecek bir ittifak kuracaklarını bulmak kaldı.
4 Eylül 1990’da Allende nihayet düşmanlarının kendisinden esirgediği muzaffer cenaze törenine kavuştu. Öldüğü günden itibaren onu karalamak için yoğun bir çaba harcanmasına rağmen (yozlaşmış, korkak bir ayyaş, genç kızlarla seks partileri düzenleyen bir cinsel sapkın, silahlı kuvvetler subaylarına ve ailelerine suikast düzenlemek ve ülkeyi ikinci bir Küba’ya dönüştürmek için gizli planları olan bir hain olduğu söyleniyordu), efsanevi itibarı yıllar geçtikçe arttı ve bu halka açık saygı duruşuyla doruğa ulaştı. Bu tören, Mart 1990’da demokrasiye geri dönüldüğünde isteksiz ve zor durumdaki Pinochet’den görevi devralan Hıristiyan Demokrat başkan Patricio Aylwin’in hükümeti tarafından düzenlenmişti. Cenaze töreninin tarihi, Allende’nin 1970 seçimlerindeki zaferinin yirminci yıldönümüne denk gelecek şekilde özenle seçilmişti.
Ölü başkanın tabutunu, onuruna ayin düzenlenen katedralden çıkarken görebilmek umuduyla Plaza de Armas’ta toplanan devasa, kaynayan, gürültülü kalabalığın arasından geçerken, bir an için zamanın durduğu yanılsamasına kapıldım. Allende, Allende, el pueblo te defiende sloganları beni on yedi yıl önce La Moneda’nın önünde yapılan o yürüyüşe götürmüştü ve işte yine o hırpalanmış, yaralanmış ve zulme uğramış halk; işte diktatörlüğün saldırılarına karşı muazzam fedakarlıklar, cesaret ve kurnazlıkla direnen ve ölü liderlerini unutmayı reddederek bugünü mümkün kılan bu erkekler, kadınlar ve onların nesilleri.
Bu illüzyon uzun süremezdi. Çok şey değişmişti. Kalabalıklar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor, hem katedraldeki hem de cenazenin özel olarak tasarlanmış bir anıt mezara konulduğu mezarlıktaki resmi törenlerden uzak tutuluyordu. Katedralde, Allende’nin ailesi ve en seçkin çalışma arkadaşlarının yanında, en azılı rakiplerinden bazıları, özellikle de 1973’te Senato başkanı olarak Allende’nin hükümet ve Kongre’nin karşı karşıya kaldığı anayasal krize bir çözüm bulma teklifini reddederek darbeyi kolaylaştıran Aylwin yan yana duruyordu. O gün mezarlıkta yaptığı konuşmada Aylwin, Allende’nin devlet adamı niteliklerini ve demokrasiye hizmetini vurgularken eski başkanla arasındaki farklılıkları gizlemedi. Fakat bizi ayıran geçmiş üzerinde durmamalıyız, dedi. Bu olay bir reencuentro, anlaşmazlıkları diktatörlüğe yol açmış Şilililer arasında bir yeniden birleşme ve uzlaşmaydı.
Bu reencuentro hiç de kolay olmamıştı. Hatalarımız üzerine acı verici bir şekilde düşünmemizi gerektirdi: cenneti vaat etmiştik ama cehennemde bulduk kendimizi. Neyin yanlış gittiğine dair iki ana analiz vardı. MIR, radikal değişimin seçim sandığı yoluyla gerçekleştirilebileceği önermesinin suçlu olduğunu ve bu nedenle önümüzdeki tek yolun, çıkarlarına hizmet etmediği anda demokrasiyi bir kenara atan acımasız ve iki yüzlü düşmanlara karşı şiddet kullanmaktan çekinmeden, topyekün iktidar için silahlı mücadele olduğunu savundu.
Bu intihara meyilli tez, Allende’nin takipçilerinin çoğu arasında nihayetinde hakim olan şey değildi. Köklü değişiklikler azınlık konumundan dayatılamazdı; çok sınıflı büyük bir ittifak gerekliydi. Diktatörlüğe karşı direniş, Şilililerin kökleri yüzyıllık şiddet içermeyen sivil mücadeleye dayanan demokratik geleneklere ve kurumlara duydukları kalıcı saygıya, orta sınıfların ve Allende’nin devriminin hızıyla yabancılaşan bazı işçilerin paylaştığı bir ideale başvurmaya dayanmalıydı. Bunların çoğu, sık sık ilerici politikaları benimseyen (1970’teki programları Unidad Popular’ınkinden çok az farklıydı) fakat devrimci hükümetin ülkeyi mahvettiğini düşünen reformist Hıristiyan Demokratlar tarafından temsil ediliyordu. Eski başkan Eduardo Frei liderliğindeki bu parti, ordunun yakında seçimleri düzenleyeceğine ve kendilerinin de kolayca kazanacağına güvenerek darbenin önünü açmıştı. Partinin bazı sol kanat üyeleri cuntayı şiddetle kınamış ve kısa süre sonra diğerlerinin çoğu, kendilerini zulme maruz bırakan gerici politikalarını aktif olarak reddetmişti.
Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratların uzun yıllar süren sert çatışmaların üstesinden gelerek yavaş yavaş bir araya gelmeleri olağanüstü bir başarı sağladı: Pinochet, 1988’de sivil yönetime geri dönüldüğünde başkan olarak kalıp kalmaması konusunda yapılan halk oylamasında hezimete uğradı ve ardından Aylwin başkanlığı kazandığında tekrar aşağılandı. Elbette yeni koalisyonun başarabileceklerinin sınırları vardı. Bunun nedeni kısmen diktatörün hileli 1980 anayasasının neoliberal politikalarda önemli değişiklikleri engellemesi ve Senato, Anayasa Konseyi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerdeki çok sayıda otoriter yerleşkenin ortadan kaldırılmasını engellemesinin yanı sıra merkez solun siyasi elitlerinin ihtiyatlı davranmasıydı. Allende deneyinin tekrarlanmasını önermek ya da insan hakları ihlallerinde bulunanları yargılamaya kalkışmanın bile, halen Pinochet’nin başında bulunduğu uyanık orduyla müzakere edilen istikrarsız geçişi tehlikeye atacağını ve diktatörlük altında servetlerini ve güçlerini artırarak ekonominin anahtarlarını ellerinde tutan girişimcileri üzeceğini düşünüyorlardı.
Aslında La Moneda’da ölen iki Allende vardı. Biri demokrasi için hayatını vermiş olan adamdı. Diğeri ise Şili gibi bir ülkeyi (ve o zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan diğer pek çok ülkeyi) kuşatan hastalıklara, yoksulluktan, eşitsizlikten ve sömürüden kurtulmanın kapitalist sistemi kökten dönüştürmekten başka bir yolu olmadığına inanan devrimci ve anti-emperyalistti. Cenazesi, tüm yıkıcı, düzensiz özelliklerinden arındırılmış ve rahatça ulusal panteona dahil edilmiş devrimcinin aleyhine demokrat Allende’nin ilahlaştırılmasına işaret ediyordu. Bu cenazeyi uzaktan izlemenin kısa süreli mutluluğunu yaşayan ve anılarının önemli olduğu yanılsamasını yaşayan yüzbinlere gelince, artık dağılmaları ve yönetimi uzmanlara bırakmaları gerekiyordu. Sokaklar yürüyüş yapmak ve imkansız taleplerde bulunmak için değildi.
Sonraki otuz yıl boyunca bu uzlaşma –denetimli, ölçülü bir demokrasiye evet, riskli bir devrim macerasına hayır– siyasi istikrarın sağlanmasına ve çoğunluğun hayatını iyileştiren ama dünyadaki en eşitsiz gelir dağılımı sistemlerinden birini yerinde tutan iktisadi ve toplumsal reformların yapılmasına yardımcı oldu. Bu yıllar boyunca Pinochet’nin itibarı giderek daha da dibe vurdu ve 1998 yılında Londra’da işkenceci olarak tutuklandığında, dünya kamuoyunu heyecanlandıran ve eski devlet başkanları insanlığa karşı suç işlediğinde, insanlığın onları ulusal sınırların ötesinde yargılama hakkı ve görevi olduğuna dair emsal teşkil eden bir davayla en aşağı noktaya ulaştı. Pinochet’nin imajı, 2005 yılında kendisinin ve ailesinin Riggs Bank’taki gizli hesaplarda yasadışı olarak 17 milyon dolardan fazla para biriktirdiğinin ortaya çıkmasıyla daha da azaldı.
Bu arada Allende her zamankinden daha efsanevi, her zamankinden daha kahraman, her zamankinden daha onurlu ve her zamankinden daha uzaktı.
Sonra, Ekim 2019’da bir isyan Şili’yi sarstı. Polis tarafından vahşice bastırılan öğrenci protestoları geniş çaplı bir halk ayaklanmasına dönüştü. Her şey sorgulanıyordu: eğitim, sağlık ve barınma sistemlerinin yetersizliği; diktatörlük döneminde özelleştirilerek şirketleri zenginleştiren ve yaşlıları yoksullaştıran emekli maaşları; kadınların ve yerli toplulukların marjinalleştirilmesi; gey ve lezbiyenlere yönelik zulüm; açgözlülük ve tüketim toplumu ve yaygın bireycilik.
Ve bir de baktık ki, yeni bir düzenin vizyoner peygamberi Allende’ye yeni bir hayat üflenmiş. Milyonların katıldığı barışçıl yürüyüşlerde binlerce pankartta onun fotoğrafı yer aldı, kışkırtıcı sözleri sayısız duvarı süsledi ve adı barikatları kuran ve polise parke taşları ve Molotof kokteylleriyle karşı koyan maskeli militanlar tarafından anıldı.
Bu hayal kırıklığına uğramış ve aniden yeniden uyanan halkın hoşnutsuzluğunu yönlendirmek için, seçmenlere Pinochet’nin anayasasını değiştirmek isteyip istemediklerini soran bir plebisit düzenlendi. Ekim 2020’de yüzde 78 gibi ezici bir oy oranıyla kabul edilen bu önlemi Mayıs 2021’de yeni bir anayasa yazacak delegelerin seçilmesi izledi ve ezici bir çoğunluk ülkenin kendisini nasıl hayal ettiğini büyük ölçüde değiştirmekten yana oldu.
Şili’nin adalet ve eşitlik hayallerinin bu şekilde yenilenmesi yetmezmiş gibi, Aralık 2021’de karizmatik, dövmeli, otuz beş yaşında eski bir öğrenci lideri olan Gabriel Boric, Pinochet’nin aşırı sağcı bir hayranı olan rakibi José Antonio Kast’ı neredeyse yüzde 56 oyla yenerek başkan seçildi. Boric’in “Şili neoliberalizmin beşiğiyse, aynı zamanda mezarı da olacak,” sözü gerçekleşmek üzere gibi görünüyordu.
Artık Allende sadece sokaklarda ve Anayasa Konvansiyonunda değil, aynı zamanda bir kez daha La Moneda’ya giriyordu. Göreve başladığı gün, yeni başkan protokolü bozdu: doğrudan başkanlık sarayına yürümek yerine, Allende’nin Boric’in doğumundan on üç yıl önce halkına veda ettiği balkonun yanına dikilmiş olan heykelinin önünde bir dakika düşüncelere dalmak için meydandan geçti. Boric’in o akşamki konuşmasının sonunda vurguladığı gibi, meşale yeni bir nesle devrediliyordu:
Salvador Allende’nin neredeyse elli yıl önce öngördüğü gibi, yurttaşlar olarak bizler yine, daha iyi bir toplum inşa etmek üzere özgür insanların, özgür erkek ve kadınların geçeceği grandes alamedas’ı açıyoruz.
Bu farklı Şili vizyonu, o aylarda yazılan ve doğaya, kadınlara ve yerli topluluklara haklar tanıyan ve halkın refahından piyasayı değil devleti sorumlu kılan anayasada somutlaştı. Bu yeni anayasanın onaylanması için yapılacak referandum tarihinin 4 Eylül 2022 olmasını hayırlı bir gelişme olarak gördüm. Allende’nin zaferinden elli iki yıl sonra ve gömülmesinden otuz iki yıl sonra, hem bir demokrat hem de bir devrimci olarak öngördüğü ülkenin gerçeğe dönüşmesini kutlamanın daha iyi bir yolu olabilir miydi? Allende’ye değil ama diktatörlüğün etkisine veda etmek için daha iyi bir an olabilir miydi? Öyle olmadı. Allende’nin saygı duyacağı ve Boric’in hayallerini somutlaştıran anayasa seçmenlerin neredeyse yüzde 62’si tarafından reddedildi.
Daha kötüsü de olacaktı. Bu yılın 7 Mayıs’ında seçmenler, yeni bir anayasa yazmayı tekrar deneyecek elli delegeyi seçti. Sağcı partiler otuz dört sandalye ile ezici bir çoğunluk elde ederken, bunların yirmi üçü Boric tarafından kesin bir yenilgiye uğratılan ve Pinochet’nin anayasasını korumayı tercih ettiğini birçok kez beyan eden Kast liderliğindeki Partido Republicano’ya aitti.
Seçmenlerin hayallerindeki bu çarpıcı değişimin neye işaret ettiğini tahmin etmek için henüz çok erken. Kast’ın ülkenin bir sonraki başkanı, güney yarımkürede bir Trump taklitçisi, bir Bolsonaro daha olmasını bekleyebileceğimiz anlamına mı geliyor? Daha önce oy kullanmayan milyonlarca Şililinin artık muhafazakâr görüşlerini ifade etmesiyle Şili siyasetinde ve önceliklerinde derin bir yeniden düzenlemeye mi işaret ediyor? Yoksa bu seçim sonuçları, Boric’in birbirini izleyen bir dizi krizi (suç, göç, enflasyon ve devlet, büyük toprak sahipleri ve yerli topluluklar arasındaki şiddetli çatışmalar) yönetememesine karşı bir protesto mu? Programını yeniden formüle etmenin ve inisiyatifi yeniden ele geçirmenin bir yolunu bulabilecek mi?
Asıl soru Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığıdır ve darbenin ellinci yıldönümü yaklaşırken bu soru yeniden tartışılacaktır. Pinochet’nin neoliberal politikaları –ve yarattığı terör– toplumun iliklerine kadar işledi mi ki gelecekteki radikal değişim projeleri başarısız olmaya mahkum olsun? Yoksa Allende’nin grandes alamedas’ı bunca yıl sonra hâlâ cazibesini koruyor mu? Diktatörlüğün dehşeti bir kez daha vurgulanacak ve Şililileri Pinochet yıllarının suçlarını şiddetle kınamayan herkesi reddetmeleri gerektiğine ikna edecek mi? Yoksa yorgun bir vatandaş kitlesi bir daha asla bu kadar kutuplaşmayacak bir ülke ararken Allende devriminin hataları mı ön plana çıkacak?
Şili’nin yaraları derin, fakat Şilililer travma ve çatışmalarımızla nasıl başa çıkmaya karar verirlerse versinler, Allende’nin mirası ülkesinin sınırlarının ötesinde bir etkiye sahip olabilir. Bu eşsiz devlet adamının yarım yüzyıl önce ortaya koyduğu ve başaramadığı şiddetsizlik yoluyla radikal değişim ihtiyacı, yeniden çağımızın en önemli meselesi haline geldi. Pinochet’nin yeni türevleri pek çok ülkeyi rahatsız ederken, Allende’nin yaşamı boyunca hayallerimizin meyve vermesi için daha fazla demokrasiye ve asla daha azına değil, her zaman, her zaman daha fazla demokrasiye ihtiyacımız olduğu yönündeki ısrarı her zamankinden daha önemlidir. Gezegeni saran ikilemlere –savaş, eşitsizlik, kitlesel göç, iklim değişikliği ve nükleer yok oluş gibi ikiz tehditlere– geleceğin balkonlarında yürüyen korkusuz ve coşkulu kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğunun aktif katılımı olmadan bir çözüm bulunamayacağı konusunda bize sesleniyor.
Ölümünden elli yıl sonra Salvador Allende hâlâ bizimle konuşuyor.
Dünya Basını
İran’la savaş kapıda mı?

Editörün notu: ABD Başkanı Trump’ın İran’a verdiği ültimatomun süresi dolarken, Tahran’ın sessizliği Washington’u köşeye sıkıştırdı. Trump, müzakereleri zorla kabul ettirmek için savaş söylemini bir taktik olarak kullanıyor, ancak ABD’nin bölgedeki askeri hazırlıklarının sınırlı olması bu tehditlerin ciddiyetini sorgulatıyor. Orta Doğu’da 35 yılı aşkın deneyime sahip savaş muhabiri Elijah J. Magnier, bu durumun gerçekten bir savaşa mı işaret ettiğini, yoksa ABD’nin Umman’da yapılacak görüşmeler öncesi müzakere gücünü artırma hamlesi mi olduğunu tartışıyor.
İran’la savaş kapıda mı?
Elijah J. Magnier
13 Haziran 2025
ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a nükleer anlaşmayla ilgili şartlarını kabul etmesi ve nihai yanıtını vermesi için tanıdığı iki aylık ültimatom bugün doluyor.
Tahran’dan herhangi bir yanıt gelmemesi, Trump’ı köşeye sıkıştırmış durumda. Trump, ilk başkanlık döneminde, 2018’de, İran’ı yeniden müzakere masasına oturtabileceği düşüncesiyle nükleer anlaşmadan çekilmişti.
Ancak İran’ın masaya oturmayı reddetmesi üzerine bir yıldan fazla bir süre boşuna beklemişti. Şimdi ise ikinci dönemindeki aynı başkan, güç kullanarak müzakereleri dayatmak amacıyla Orta Doğu’da savaş tamtamları çalarak farklı bir zorlayıcı diplomasi yöntemi izliyor.
Trump, (kısa sürede teslim olan) Avrupa ile olan ticaret anlaşmazlıkları sırasında da benzer taktikler kullanmış; lehte şartlar üzerinde anlaştıktan sonra geri adım atmadan önce gerilimi tırmandırmıştı.
Fakat Çin’e karşı Trump, aynı şekilde karşılık vermeye hazır, kararlı bir rakiple karşı karşıya kalmıştı. Şimdi ise Trump, bir savaş iklimi yaratmanın İran’ı masaya getireceğine inanıyor gibi görünüyor.
Özellikle de Washington ve Tel Aviv’deki yetkililerin, İran’ın “zayıf” olduğu ve askeri güç kullanılacaksa bunun “ya şimdi ya da asla” yapılması gerektiği yönündeki —yanlış— görüşü paylaştığı bir dönemde.
Tahran’daki diplomatlar, her ne kadar hazırlıklar sürse de diplomasinin hâlâ bir alanı olduğunu ve savaşın kaçınılmaz olmadığını belirtiyor.
Şu ana kadar, kritik görevde olmayan personelin ailelerinin gönüllü olarak ayrılması talimatı dışında, ABD’nin Orta Doğu’daki askeri konuşlandırmalarında önemli bir değişiklik gözlemlenmedi.
Resmi tahliye emirleri, güçlerin kaydırılması, yeniden konuşlandırılması veya diğer maliyetli gerilim adımları atılmadı. Bu durum, ABD hükümetinin henüz savaşa tam anlamıyla hazırlanmadığının bir işareti olarak görülüyor.
Peki, İran’la bir savaş gerçekten kapıda mı, yoksa ABD sadece bu pazar Umman’ın başkenti Maskat’ta yapılacak bir sonraki müzakere turu öncesinde kendi müzakere pozisyonunu güçlendirmeye mi çalışıyor?
İsrail İran’ın nükleer ve balistik programına saldırdı: İran’dan misilleme
Dünya Basını
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat

Rus dış politika uzmanı Sergey Karaganov, liberal uluslararası düzenin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen bir krizde olduğunu ve Batı’nın düşüşünün sömürgeciliğin sonu ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi olaylarla hızlandığını belirtiyor. Karaganov, BM ve IMF gibi mevcut küresel kurumların yetersiz kaldığını, BRICS ve ŞİÖ gibi platformlarda paralel yapılar kurulması gerektiğini savunuyor. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi ile “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfettiğini ve bu çoğunluğun askeri-stratejik çekirdeği olduğunu vurguluyor. Ayrıca, Rusya-Çin ittifakının Batı baskısına karşı koymada ve yeni bir dünya düzeni inşa etmede kilit rol oynadığını, ancak Büyük Avrasya konseptiyle Çin’in olası hegemonyasının dengeleneceğini ifade ediyor.
Sergey Karaganov ile mülakat
14 Mayıs 2025
Missing Voices, New South Institute’un (NSI) liberal uluslararası düzenin gelişmekte olan krizini ana akım tartışmalarda genellikle göz ardı edilen sesler aracılığıyla inceleyen bir girişimi. Yeni serinin bu ilk mülakatında Yelena Vidoyeviç, Batı’nın düşüşünün kökenlerini izlemek ve Batı sonrası, çok kutuplu dünyanın nasıl şekillendiğini keşfetmek üzere Sergey Karaganov ile bir araya geliyor.
Karaganov, Rusya’nın Dış ve Savunma Politikaları Konseyi’ne liderlik etme ve uluslararası danışma kurullarında görev alma konusundaki onlarca yıllık deneyimine dayanarak, liberal düzenin Birinci Dünya Savaşı kadar erken bir tarihte çatlamaya başladığını ve sömürgeciliğin sona ermesi, nükleer caydırıcılık ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle hızlandığını savunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mevcut kurumların neden günümüz gerçekleriyle artık uyuşmadığını tartışıyor, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içinde paralel çerçeveler oluşturulmasını öneriyor ve Rusya’nın Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyonu’nun ardından Dünya Çoğunluğu’nu yeniden keşfetmesi üzerine düşünüyor.
Aşağıdaki söyleşinin tamamını okumaya davet ediyoruz. Bu, Missing Voices serisindeki birkaç diyalogdan sadece ilki; yakında Küresel Güney’den akademisyenler ve uygulayıcılarla daha fazla mülakat yayımlanacak.
Sergey Aleksandroviç Karaganov, Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksekokulu, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Fahri Profesörü; Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlığı Onursal Başkanı; Durum Analizi Programı Başkanı. Karaganov, Yevgeniy Primakov’un yakın bir çalışma arkadaşıydı ve hem Boris Yeltsin’e hem de Vladimir Putin’e Devlet Başkanlığı Danışmanlığı yaptı.
Liberal uluslararası düzenin krizde olduğu konusunda yaygın bir fikir birliği var. Ancak, bu krizin temel nedenleri veya Batı modelinin çöktüğünü gösteren erken uyarı işaretleri konusunda daha az fikir birliği bulunuyor. Bu erken göstergeler nelerdi ve mevcut türbülansa en çok hangi faktörler katkıda bulundu?
16. yüzyıla kadar dünyanın çok kutuplu olduğunu, ancak 16. ve 17. yüzyıllardan sonra Batı merkezli hâle geldiğini söyleyebiliriz. Batı’nın askeri üstünlüğü, o zamanlar Avrupa’nın kültürel ve siyasi sömürgeciliği ile ekonomik hakimiyet sisteminin temelini oluşturdu. Sömürgecilik çökmeye başladığında, yerini liberal küreselci sistem olarak da adlandırılan yeni sömürgeciliğe bıraktı. Ancak temeli sürekli çatırdadığı için yeni sömürgecilik de çökmeye devam etti.
Liberal uluslararası düzenin krizi, daha doğrusu Batı’nın krizi, yüz yıldan daha uzun süre önce, Batı’nın kendisine karşı korkunç bir dünya savaşı (Birinci Dünya Savaşı) başlatmasından sonra başladı. Bu, Batı toplumunun birçok normunu ve temelini sarstı. Oswald Spengler, bu durumu bazen Avrupa’nın Çöküşü olarak da adlandırılan Batı’nın Çöküşü adlı kitabında oldukça etkileyici bir şekilde anlatmıştı.
1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği hâline gelen Rusya, Batı sisteminden koptu ve diğer şeylerin yanı sıra sömürgecilik karşıtı ve ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye başladı. Fakat bu dönem, Batı içindeki çelişkilerden büyük ölçüde kaynaklanan 1930’ların en derin krizi ve İkinci Dünya Savaşı ile aynı zamana denk gelmesine rağmen, henüz Batı ve liberal sistemlerin kriziyle ilişkilendirilmiyordu.
1950’lerde ve 60’larda, eylemlerinin sonuçlarının tam olarak farkında olmasa da kendi güvenliğinden endişe duyan Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar yaratması ve uluslararası sistemdeki 500 yıllık Batı hakimiyetinin temelini yıkmasıyla yeni bir aşama başladı. Bu temel, Avrupa’nın/Batı’nın askeri-teknik ve askeri-örgütsel üstünlüğüne dayanıyordu.
1960’larda Batı savaşları kaybetmeye başladı ve sömürgeciliğin tasfiyesi başladı. Batı artık iradesini zorla kabul ettiremiyordu. Kore Savaşı kaybedildi, Fransa’nın Vietnam’daki savaşı da öyle, bunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki yenilgisi ve petrol ambargosu izledi.
Batı’da ve özellikle Avrupa’da yapısal çelişkiler birikmeye başladı. Avrupa 1960’ların sonlarından itibaren durgunlaşıyordu ve 1970’lerde ve 80’lerde Batı’nın gerilemeye başladığı görülüyordu. Ancak daha sonra Sovyetler Birliği çöktü ve Batı’nın küresel hakimiyet sistemlerine rakip olma rolünü oynamayı bıraktı. Batı mesut oldu ve sorunlarını unuttu, özellikle de Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ve tabii ki Çin’de kendisine açılan bir buçuk ila iki milyar düşük ücretli işçiden ve devasa pazarlardan güçlü bir destek aldığı için.
Ancak 2000’lerde, kabul edilebilir, egemen koşullarda Batı sistemine entegre olamayacağını anlayan Rusya, askeri gücünü yeniden tesis etmeye karar verdi ve bunu başardı. Liberal uluslararası düzen, belirli etik, öncelikle Protestan, Hristiyan değerler üzerine kurulmuş olan Batı kapitalizminin ahlaki yozlaşmasıyla aynı zamana denk gelen yeni bir krize sürüklendi. Sonsuz zenginleşmeye ve sürekli artan tüketime dayalı bir model hakim oldu ve böylece yaşamın dokusuna —Dünya gezegenine— zarar verdi.
Rusya bir ölçüde muhtemelen liberal düzen krizinin anahtarıydı, ancak ne Sovyet ne de Rus liderlerin gerçekte ne yaptıklarını tam olarak anladıklarından eminim. Ülkenin güvenliği için endişeleniyorlardı ve geleneksel Rus enternasyonalizmiyle hareket ederek, o zamanlar “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan sömürgecilik karşıtı hareketleri ve ülkeleri desteklediler. Tekrar söyleyeyim: Keskin bir kriz uzun zaman önce patlak verdi, en akut aşaması 1970’lerde/80’lerde başladı, ancak bu, Batı modelinin geçici zaferiyle kesintiye uğradı, ardından kriz hızlandı ve o zamandan beri ivme kazanıyor.
Gelişmekte olan “Batı sonrası” dünyanın tanımlayıcı özellikleri olarak neleri görüyorsunuz? Bu yeni dönemde güç dinamikleri, ekonomik yapılar ve jeopolitik ittifaklar nasıl değişecek? Ayrıca, mevcut küresel yönetişim kurumlarının geçerliliğini koruyacağına mı, yoksa değişen güç dengesini yansıtmak için reforme edilmeleri, hatta değiştirilmeleri mi gerektiğine inanıyorsunuz?
Sorunuzun iki cevabı var. Birincisi, mevcut küresel yönetişim kurumları çoğunlukla açıkça yetersiz. Bu öncelikle IMF, Dünya Bankası ve büyük ölçüde BM bağlantılı kurumlar için geçerli. Dolayısıyla bunları neyle ve nasıl değiştireceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Ancak bunları zamanından önce yok etmeye gerek yok, bu sadece kaosu artırır.
Şimdilik basit reçetem, ŞİÖ, BRICS ve Küresel Güney yerine kullanmayı tercih ettiğimiz ifadeyle Dünya Çoğunluğu içinde paralel kurumlar oluşturmamız ve aynı zamanda bazı kilit uluslararası kalkınma konularında Batı’dan istekli katılımcıları da sürece dahil etmemizdir. Bunlar arasında örneğin iklim değişikliklerinin ve insan kaynaklı felaketlerin sonuçları, gıda kıtlığı, salgın hastalıklar ve biyolojik silahların yayılması yer alıyor. Acil dikkat gerektiren ancak mevcut sistem içinde çözülemeyen daha pek çok konu sayabilirim.
Ancak yine de tüm BM sistemini hemen hurdaya çıkarmamalıyız. Belki 15 ila 20 yıl ya da daha sonra, büyük bir dünya savaşına sürüklenmezsek BM kurumlarına tekrar ihtiyacımız olabilir. BM’nin temel sorunu Tüzüğü değil, son birkaç on yıldır, başta merkezlerinin New York, Cenevre ve Viyana’da bulunması olmak üzere bir dizi koşul nedeniyle, Batılı ülkelerden yetkililer veya kendilerini Dünya Çoğunluğu ile değil Batı ile aynı hizaya getiren yetkililer tarafından kuşatılmış olmasıdır. Bununla birlikte, bu sistem zayıflıyor ve giderek daha az meşru hâle geliyor olsa da yok edilmemelidir. Bunun yerine paralel sistemler oluşturulmalı.
İkincisi, yeni dünya düzeninin tanımlayıcı özellikleri hakkında. Ben elbette kâhin değilim. Ancak uzun bir dönemin ardından (şu anda tahmin etmek neredeyse imkânsız olsa da bence 10 ila 15 yıl sürecek) ulusların ve medeniyetlerin gelişebileceği, etrafta hegemonların olmadığı, eskilerin kenara çekileceği ve yenilerinin ortaya çıkma şansı bulamayacağı çok kutuplu ve oldukça özgür bir dünya göreceğimiz benim için oldukça aşikar. Bu yüzden o dünyayı gerçekten seviyorum. Onu görecek kadar yaşamayabilirim ama bu başka bir mesele. Batı yanlısı olmayacak. Umarım hür olacak.
Fakat özgürlük çok pahalı bir metadır ve bedelini ödemek zorunda kalacağız. Ona ulaşmak için çok çalışmamız gerekecek. Bu yüzden tüm ülkelerin, halkların ve her bireyin, dünyanın büyük çaplı bir savaşa sürüklenmesini önlemek ve ulusların dağılmasından kaçınmak için bu çalkantılı dönemi olabildiğince sorunsuz atlatmaya çalışması gerekiyor. Bu oldukça zor bir dönem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir şey.
Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyon (ÖAO), Rusya için sadece Batı ile ilişkilerinde değil, daha da önemlisi, sizin ve meslektaşlarınızın “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfetmesinde nasıl bir dönüm noktası oldu?
ÖAO —aslında Ukrayna’da Batı ile savaş— Rusya’nın politikasının tüm yönlerini önemli ölçüde etkiledi. Bu operasyon, Rus ekonomisinde ve Rus dış politika düşüncesinde doğuya kayışı hızlandırdı. Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkeleriyle ticaret hacmi keskin bir şekilde arttı. Afrika ile ticaret canlanıyor. Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na yönelik devam eden yöneliminin çarpıcı bir şekilde hızlanması da çok önemli. Rusya nihayet gelecekteki büyüme kaynaklarının ve en umut verici ortakların burada olduğunu fark etti.
Ancak Dünya Çoğunluğu’na bu yöneliş ÖAO’dan çok önce tasarlandı ve başladı. Bundan birkaç yıl önce yazdık ve konuştuk. Birkaç yıl önce meslektaşlarımla birlikte Dünya Çoğunluğu’na yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımladık ve ondan beş altı yıl önce de Afrika’ya yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımlamıştık. Yani hazırlıklıydık. Ve şimdi nesnel koşullar Dünya Çoğunluğu ile uyumlanmamızı hızlandırıyor. Dahası, Rusya nihayet bu çoğunluğun bir parçası olduğumuzu, onun askeri-stratejik çekirdeği ve temeli olduğumuzu kabul etmeye başlıyor. Biz sömürgeci güçler arasında değildik.
Sovyetler Birliği sömürgecilikten ve yeni sömürgecilikten kurtuluşu aktif olarak savundu ve Batı’nın askeri üstünlüğünü baltalayarak Dünya Çoğunluğu’nu eski Batı’nın hakimiyetinden kurtarmaya başladık. Ayrıca Rusya’da Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin kültürüne artan bir ilgi görüyoruz ve halklar arası temaslar genişliyor, bu da çok cesaret verici. Yüksek enternasyonalizmin ve kültürel, dini ve etnik açıklığın çok iyi Rus geleneğine geri dönüyoruz. Size hatırlatayım, 18. yüzyılda etnik bir Etiyopyalının general rütbesine sahip olduğu neredeyse tek ülkeydik. O, Büyük Petro’nun sevilen bir çalışma arkadaşı ve öğrencisiydi. Rusya’nın en büyük şairi Puşkin (ve Puşkin’in bizim her şeyimiz, modern Rus edebi dilinin kurucusu olduğunu söyleriz), bu Afrika kökenlinin torunuydu.
ÖAO’nun Rusya’daki iç politika ve ekonomimiz üzerinde olumlu bir etkisi oldu. Bu askeri operasyonun teşvik ettiği bu iç değişikliklerin, kaçınılmaz bir dünya savaşı riskini taşıyan NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurmanın yanı sıra, elbette temel hedeflerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Daha önce neredeyse durgun olan ekonomi şimdi daha hızlı büyüyor. Bilime, özellikle de teknik bilimlere yeniden yatırım yapıyoruz.
Savaş, Rus seçkinlerini ve toplumunu, geri kalmışlığın bir işareti hâline gelen Batıcılıktan ve Batı merkezcilikten arındırmaya yardımcı oluyor. Batı yaptırımları, komprador burjuvaziden ve onun entelektüel hizmetkârlarından kurtulmamıza yardımcı oluyor. Belki daha da önemli bir sonuç var: Rusya “gerçek benliğine” geri dönüyor. Ahlaki ve manevi bir yükseliş yaşıyor. Başka bir deyişle, çok boyutlu bir ekonomik, kültürel ve manevi Rönesans durumundayız. Elbette bu canlanmanın bedelini en iyi evlatlarımızın kanıyla ödemek zorunda olmamız çok üzücü. Ama biz kazanacağız. Bu canlanma, Doğu’ya ve Küresel Güney’e doğru kayışla birlikte bizde kalacak, özellikle de bu Dünya Çoğunluğu’nun askeri-politik çekirdeği olduğumuzu sürekli vurguladığımız için. Dünya Çoğunluğu’nu Batı’nın boyunduruğundan kurtarıyoruz.
Ukrayna’daki savaşın başlangıcındaki temel açığa çıkışlardan biri, Avrupalı seçkinler arasında —ve bir ölçüde kamuoyunda— “Rusya kaynaklı endişelerin” derinliğiydi. Bu endişeleri ne ölçüde tarihsel olarak yerleşmiş, uzun süredir devam eden jeopolitik anlatılara dayalı görüyorsunuz? Yoksa bu, daha yakın tarihli olaylara ve stratejik gelişmelere bir tepki mi? Mevcut gerilimler göz önüne alındığında, Rusya’nın orta vadede Batı’nın çoğuyla ilişkilerini normalleştirmesi için gerçekçi bir yol görüyor musunuz, yoksa kırılmalar yakın gelecekte uzlaşma için çok mu derinleşti?
Rus düşmanlığı (Russofobi) her zaman, özellikle Avrupa’da ve daha az ölçüde Amerika Birleşik Devletleri’nde çok güçlü olmuştur. Slavlar ten rengi olarak Romano-Cermenlere benzese de bu bir tür ırkçılıktı. Bu, kültürel bir ırkçılık, bir tür üstünlük duygusuydu, zira tarihin belirli bir noktasında Moğol istilası nedeniyle Rusya teknolojik gelişimde geri kalmıştı. Fakat bu Rus düşmanlığının temel nedeni, Rusya’nın Avrupa ile yaptığı savaşları her zaman kazanmış olmasıydı.
Avrupa ile yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca savaştık ve her zaman galip çıktık. Tüm Avrupa için özellikle travmatik olan, bizim Büyük Anayurt Savaşı olarak adlandırdığımız İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya yenilmesiydi. Yugoslavya ve Yunanistan hariç neredeyse tüm Avrupa ülkeleri Alman ordusuna silah, teçhizat ve yiyecek sağladı. Dahası, neredeyse tüm Avrupa ülkeleri asker verdi. On binlerce İtalyan, on binlerce Rumen ve hatta Fransızlar bize karşı savaştı. Alman Wehrmacht’ı ve SS’lerinin dörtte biri, hatta üçte biri Alman olmayan Avrupalılardan oluşuyordu.
1945’te Alman faşizmini yendiğimizi söyleriz, ama gerçekte bu, Avrupa’ya karşı bir zaferdi. O zamanlar, cömertlikten ve zafer coşkusundan dolayı Müttefiklerle birlikte kazandığımızı söylüyorduk. Doğru, kıta Avrupası’nı Amerikalılar ve İngilizlerle birlikte yendik.
Ama şimdi Avrupa’da Rus düşmanlığının (Russofobi) çamurlu dalgaları yeniden yükseliyor. Mevcut nefret dalgasının bir başka ve çok daha derin nedeni, bugünkü Avrupalı seçkinlerin her cephede kaybediyor olması. Eşitsizlik artıyor, ekonomi yavaşlıyor ve Avrupalıların kendi çıkarları için dünyaya dayattığı sözde “yeşil gündem” başarısız oldu. Avrupa toplumları derin bir ahlaki yozlaşmaya batıyor, bu da onları diğer birçok ulus için “dışlanmış” yapıyor. Avrupa toplumlarında ortaya çıkan ve diğer ülkelere dayatmaya çalıştıkları tüm bu en yeni, çok tuhaf insan sonrası veya insan karşıtı değerlerden bahsediyorum. Bunlar arasında ultra feminizm, LGBT kültürü, tarihin inkârı, transhümanizm vb. yer alıyor.
Buna, son 30 yıldır Avrupa genelinde eşitsizlikteki çarpıcı artışı, orta sınıfın düşüşünü ve sendikaları zayıflatmak ve kendi işgücü maliyetlerini düşürmek amacıyla 1960’larda birkaç göçmen dalgasının ülkeye girmesine izin veren ve şimdi onlarla başa çıkamayan Avrupalı seçkinlerin yaptığı korkunç ve şeytani hatayı da eklemeliyim. Bu sürekli başarısızlıkları örtbas etmek ve iktidarlarını meşrulaştırmak için (iktidardan uzaklaştırılmaları gerekirdi), 10 yılı aşkın süredir Rusya’dan askeri tehdit korkusunu körüklüyorlar.
Şimdi bu askeri tehdit korkusu, askeri bir histeriden başka bir şeye dönüşmüyor. Avrupalılar savaşa hazırlanıyor, bu da bizim ve tüm normal insanlar için gerçekten şok edici. Yüz yılı aşkın bir sürede üçüncü kez kendilerini intihara sürüklüyorlar. Avrupa’nın, iki dünya savaşı da dahil olmak üzere tüm insanlığın sorunlarının kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Hiçbir şey öğrenmediler ve bir kez daha yeni bir dünya savaşına doğru gidiyorlar. Umarım Rusya, dünyanın üçüncü bir dünya savaşı kumarını oynamasını durdurabilir ve bu seçkinleri dizginleyebilir. Ama önümüzde zorlu bir yol var.
Şu anda Batı içinde Rusya’ya yaklaşımı ve Ukrayna’daki savaşın geleceği konusunda büyüyen bir ayrışmaya tanık oluyoruz gibi görünüyor. Paradoksal olarak, Rusya ile müzakere veya barış anlaşması olasılığını araştırmaya daha istekli olan ABD iken, pek çok AB lideri en iyi ihtimalle tereddütlü, en kötü ihtimalle ise bu tür tartışmalara kesinlikle karşı çıkıyor. Bu strateji farklılığını neyin tetiklediğine inanıyorsunuz? Bu, ABD ve AB içindeki farklı jeopolitik önceliklerin, ekonomik çıkarların veya iç siyasi baskıların bir yansıması mı? Ve bu bölünmenin, çatışmanın ele alınmasında Batı uyumunun geleceği için ne gibi etkileri olabilir?
Avrupalı ve Amerikalı seçkinler arasındaki farklar açık ve giderek artıyor. Bu savaşın başında, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler genellikle aynı çıkarları güdüyorlardı. Amerikalılar, Rusya’yı stratejik bir düşman olarak mahvetmeyi umuyordu. Avrupalılar ise daha çok savaşı kazanmak ve böylece varlıklarını haklı çıkarmak ya da en azından toplumlarını iç sorunlardan uzaklaştırmak istiyordu. Ancak yıllar geçtikçe bu savaşı kazanamayacaklarını anladıkça, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler arasında farklılıklar ortaya çıkmaya başladı.
Her şeyden önce, Rusya Ukrayna’daki NATO saldırganlığına sadece sert bir direniş göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu saldırganlık devam ederse er ya da geç Rusya’yı Avrupa’daki hedeflere karşı nükleer silah kullanmaya zorlayacağını da belirtti. Amerikalılar fikir değiştiriyor, zira Avrupa’da nükleer bir savaşa ihtiyaçları yok. Nükleer savaşın neye benzediğini anlıyorlar. Biden son derece saldırgan bir söylem benimsemiş olsa da, daha Biden döneminde geri çekilmeye başladılar. Ancak onun yönetimi altında bile Ukrayna’ya askeri yardım yer yer azalmaya başladı.
Avrupalılar için durum çok daha karmaşık. Amerikalılar nükleer savaş tehlikesini anlıyor ve istemiyorken, Avrupalı seçkinler akıllarını yitirmiş durumda. Bir “stratejik parazitlik” bulutu içinde yaşıyorlar, savaş korkusunu ve halklarına karşı sorumluluklarını kaybettiler. Bu yüzden yol boyunca her şeyi kaybederek, kendi kendini yok etme riskine rağmen ülkelerini savaşa doğru itiyorlar.
Ayrıca, Amerikalılar bu savaşta zaten çok önemli hedeflere ulaştılar. Hedeflerden biri Rusya ile Avrupa arasında yakın bir uyumu önlemekti. Bu hedefi, Ukrayna kartının ilk kez oynandığı ve Ukrayna’da ilk darbenin gerçekleştiği 2000’li yıllardan beri güdüyorlardı. Ülke sürekli bir gerilim kaynağına dönüştürüldü. Amerikalılar başarmıştı. 2000’lerin başlarında, Rus ve birçok Avrupalı lider tek bir kıtasal ekonomik, siyasi ve güvenlik alanı oluşturmaktan bahsediyordu. Amerikalılar bunu istemedi. Bu yüzden yakın gelecekte böyle bir alanın oluşturulamayacağından emin olmak için ellerinden geleni yaptılar.
Ayrıca, Amerikalıların Ukrayna’da bu savaşı başlatmaktaki hedeflerinden biri de Avrupa’yı soyma yeteneklerini artırmaktı. Amerika, Dünya Çoğunluğu’nu soyma fırsatını kaybediyor çünkü Amerika Birleşik Devletleri nispeten zayıfladıkça Dünya Çoğunluğu daha bağımsız hâle geliyor. Bu yüzden ABD, Dünya Çoğunluğu’nu yağmalama konusundaki bu azalan fırsatı, Avrupa’yı cüretkâr bir şekilde soyarak telafi ediyor. Savaş ve tüm bu süper yaptırımlar nedeniyle, Avrupa Rus doğalgazını ve Rus kaynaklarını reddederek rekabet avantajlarını baltaladığı için, Amerikalılar şimdi hem Avrupa parasını hortumluyor hem de Avrupa sanayisini Amerika Birleşik Devletleri’ne çekiyor. Yani Amerikalılar bu savaşı zaten kazandı, ama sadece Avrupa’ya karşı. Şimdi bu çatışmayı bir şekilde sona erdirmek ve nükleer savaş seviyesine tırmanmasını önlemek için Rusya ile bir anlaşma yapmak istiyorlar. Ama Avrupalılar çıldırdı ve gözü dönmüş bir şekilde uçuruma doğru koşuyorlar.
Ortak yazarı olduğunuz Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na Yönelik Politikası başlıklı raporda, BRICS ve bir ölçüde ŞİÖ, “Batı’nınkine alternatif kurallar koyma, standartlar belirleme, politikalar yürütme ve kurumsal alternatifler yaratma potansiyeline sahip… Dünya Çoğunluğu’nun öncüsü” olarak tanımlanıyor. Özellikle aşırı soldan gelen, BRICS’in yapısal toplumsal dönüşümü yönlendirmek yerine küresel güç yapıları içinde ulusal seçkinleri ilerletmeye yönelik bir platformdan ibaret olduğu yönündeki eleştirilere nasıl yanıt verirsiniz?
Rusya, BRICS ve ŞİÖ’nün gelişimini, uluslararası sistemin yönetilebilirliğinin tamamen çökmesini önlemenin bir yolu olarak görüyor. Batı’nın hakim olduğu eski kurumlar ölüyor. BM sistemi çok zayıfladı, işlevlerinin çoğunu yerine getiremiyor ve Batılı seçkinlerin temsilcileri veya Batı yanlısı yetkililer tarafından kuşatılmış durumda. Yeni bir güç dengesi ve yeni bir kurumsal sistem kuracağımız ya da eskisinin bazı unsurlarını restore edeceğimiz uzun dönem için paralel sistemler oluşturmamız gerektiğine inanıyorum.
Hakikaten de Rusya şimdiye kadar uluslararası kalkınma için alternatif bir sosyo-ekonomik model önermedi. Bahsettiğiniz eleştirinin oldukça yerinde olduğuna inanıyorum. Bu, sizinle birlikte ele almamız gereken çok zor ve karmaşık bir konu.
Modern küreselci liberal kapitalizmin göreceli faydasını yitirdiğini ve şimdi açıkça zararlı olduğunu kabul ediyorum; birincisi, sürekli artan tüketime dayandığı için doğaya, ikincisi ise sonsuz tüketime yapılan vurgu nedeniyle insanların tamamen tüketen hayvanlara dönüşmesine. Kâr arayışı ve bilişim devrimi insanın kendisini yok etmeye başlıyor. Alternatif bir kalkınma modeli tasarlamaya başlamak ve onu uygulamaya çalışmak için Dünya Çoğunluğu’ndan düşünürlerle ve Batı’daki ilerici entelektüellerle birlikte çalışmamız gerekiyor.
Bu konuda Rusya’nın yeterince aktif olmadığına ve bunun bizim zayıflığımız olduğuna inanıyorum. Geçen yıl St. Petersburg Ekonomi Forumu’nda Devlet Başkanımızla konuştuğumda bu konuyu gündeme getirdim. Bir şeylerin devam ettiğini biliyorum ama bu konuda birlikte çalışmamız gerekiyor. Bu sadece “sol” güçleri değil, aynı zamanda insanlığın geleceği için sorumluluk duyan politikacıları ve bilim adamlarını da içermeli. Mevcut kapitalizm modeli insanlığı bir çıkmaza sürüklüyor.
Güney Afrika, Rusya’nın daha geniş dış politika stratejisinde nasıl bir rol oynuyor? Ayrıca iktisadi, siyasi ve güvenlik hususları Rusya’nın Güney Afrika ile ilişkilerini ne ölçüde şekillendiriyor ve bu ilişkinin önümüzdeki yıllarda nasıl gelişeceğini görüyorsunuz?
Güney Afrika ile ilişkilerimizin olumlu yönde geliştiğini görüyoruz, onu gelecek vaat eden bir ortak olarak değerlendiriyoruz. Ticaret hacmi artıyor ve insani temaslar genişliyor. Çoğu uluslararası siyasi konuda birlikte duruyoruz ve BRICS’i birlikte inşa ediyoruz, bu yüzden tek seçenek ilerlemek.
Belki de insani, bilimsel ve eğitimsel bağların geliştirilmesine daha fazla dikkat etmeliyiz. Giderek daha fazla Rus öğrencinin Güney Afrika’da okuduğunu biliyorum. Güney Afrika’dan ve diğer Afrika ülkelerinden mümkün olduğunca çok öğrenciyi Rusya’da okumaya çekmek için ek çaba göstermemiz gerekiyor. Rusya, Afrikalılar için çok uygun bir ülke çünkü burada ırkçılık yok. Elbette bazıları böyle hissedebilir ama prensipte ırkçılık Rus ulusal karakterine yabancıdır. Sanırım Afrikalı dostlarımız, o zamanki Sovyetler Birliği’nde okuyan ve şimdi muhtemelen Afrika ülkeleriyle kurduğumuz dostane ilişkilerin çekirdeğini oluşturan on binlerce Afrikalı öğrencinin hissettiği gibi burada kendilerini çok rahat hissedeceklerdir.
Rusya’nın Çin ile ittifakının uzun vadeli sürdürülebilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz ve böyle bir ortaklık ne gibi riskler taşıyabilir?
Rusya ve Çin gayri resmi müttefiklerdir. Birbirimizi birçok yönden tamamlıyoruz. Çinlilerin işgücü fazlası var, bizim ise devasa kaynaklarımız. Ayrıca çok uzun bir sınırı paylaşıyoruz ve son on yıllarda kurduğumuz iyi ilişki, sınırın her iki tarafında da güvenliğimizi büyük ölçüde artırdı. Sınırdaki asker sayısını keskin bir şekilde azalttık ve Çin de aynısını yaptı. Kuzeyde neredeyse hiç büyük askeri birliği yok. Ama en önemli şey bu değil.
Rusya ve Çin ekonomik alanda çok yakın işbirliği yapıyor. Biz ve Çinli dostlarımız da henüz çok erken oluşum aşamasında olan gelecekteki bir uluslararası kalkınma modeli üzerinde çalışıyoruz. Son olarak, Rusya ve Çin’in fiili müttefik olması, her ülkenin birleşik stratejik gücünü ikiye katlıyor.
Çin’in, arkasında Rusya’nın stratejik gücü olmasaydı Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’nın baskısına nasıl direnebileceğini hayal etmek zor. Çin ve ekonomik gücü, Avrupa ile olan çatışmamızda bize çok yardımcı oldu, şimdi de oluyor ve gelecekte de olacak. Rus ve Çinli liderler, 1960’lar ile 1980’ler arasında düşüncesizce kötüleşen iki ülke arasındaki ilişkileri düzeltti. Tanrı, Batılı komşularımızı, özellikle de Amerikalıları çılgınlığa sürükleyerek bize yardım etti. Aynı anda Çin ve Rusya’ya baskı uygulayarak, iki dost ülkeyi bir ittifaka ittiler, böylece her birimizin tek başına potansiyel gücünü ve birleşik gücümüzü çarpıcı bir şekilde artırdılar.
Söylemeye gerek yok, Rusya ve Çin arasında ekonomik güç açısından büyük bir dengesizlik var. Bu, bazı politikacılarımız ve toplumumuz arasında bazı endişelere neden oluyor ama bu dengesizliğin ilişkilerimizi şimdi veya öngörülebilir gelecekte etkileyeceğinden endişe duymuyoruz.
Pekin, ülkemize yönelik Çinli işgücü göçü konusunda son derece dikkatli. Burada çok sayıda Çinli öğrenci ve iş insanı var, ancak pratikte hiç Çinli işçi yok. Yaklaşık 15 yıl önce özel bir araştırma yaptık ve Batı’nın ülkelerimiz arasına nifak sokmak amacıyla iddia ettiği gibi Rusya’da milyonlarca Çinli olmadığını öğrendik. Aslında sayıları, buradaki Alman pasaportlu Almanlardan bile daha azdı. Bugün burada o kadar çok Alman yok elbette, ama yine de ülkemizde çok az Çinli var ve hatta mutfakları nedeniyle burada daha fazlasını görmek isterdim. Ancak uzun vadede bu dengesizlik hakkında oldukça ciddi düşünmek zorunda kalacağız.
Bu dengesizliği göz önünde bulundurarak, ben de dahil olmak üzere biz, yedi sekiz yıl kadar önce Büyük Avrasya konseptini önerdik. Başlangıçta Çinli dostlarımız bu konsepte biraz kıskançlıkla yaklaştılar, ama şimdi Büyük Avrasya Ortaklığı’nı birlikte inşa ediyoruz. Büyük Avrasya Ortaklığı, tüm Avrasya için bir işbirliği, kalkınma ve güvenlik sistemi ve bir noktada belki de gıda, ilaç, doğal ve insan kaynaklı felaketlere müdahale ve ulaştırma sektörlerinde bir güvenlik veya yumuşak güvenlik sistemi anlamına geliyor.
Fakat bu konseptin daha da derin bir anlamı var. Büyük Avrasya konsepti, Avrasya’nın tartışmasız lideri olan Çin’in, yanında Endonezya, ardından Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye ve son olarak Rusya gibi yükselen diğer büyük güçler tarafından dengeleneceği anlamına geliyor. Böylece kimse Çin hegemonyasından korkmayacak. Çinli dostlarımızın başlangıçta bu tür bir dengelemenin gerekli olduğunu kabul etmesi zordu. Ama şimdi eşitler arasında birinci olmanın, herkesin korktuğu bir hegemon olmaktan çok daha iyi olduğunu anlıyorlar. Pekala, önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ne olacağını göreceğiz.
Bence politikamız bir yandan Çin’den herhangi bir tehdidin ortaya çıkmasını önlemeyi, diğer yandan da ilişkimizi mümkün olan her düzeyde güçlendirmeyi ve onu Büyük Avrasya’nın omurgası yapmayı amaçlıyor. Doğal olarak, bu omurga er ya da geç üçüncü bir desteğe, Hindistan’a, ardından da dördüncü ve beşinci desteklere, yani İran ve Arap ülkelerine ihtiyaç duyacaktır. Ve sonra dünyanın merkezi olması gereken yere, büyük ve barışçıl bir Büyük Avrasya’ya geri dönecektir. Bu terimi benim bulmuş olmamdan dolayı çok mutlu ve gururluyum.
Dünya Basını
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin

Çevirmenin notu: Aşağıda sunduğumuz çeviri, sabredip sonuna kadar okuyabilirseniz Trumpizmin ve Amerikan Yeni Sağı’nın buralarda pek bilinmeyen bir “düşünürünün” portresini sunuyor: Curtis Yarvin.
Bu acayip, megaloman ve “Amerika’nın tek monarşisti” Yarvin, zannettiğiniz kadar marjinal değil: Başkan Yardımcısı JD Vance onunla tanışıyor, karanlıklar prensi Peter Thiel ile dost, Steve Bannon ondan alıntı yapıyor, ünlü Fransız “Büyük Yerinden Etme” teorisyeni Camus ile kalesinde görüşebiliyor. İnternetin karanlık dehlizlerinde demokrasiye, anayasaya, seçimlere ve Aydınlanma kaynaklı eşitliğe savaş açan bu eksantrik tip, Amerikan teknoloji sağı için bir norm haline gelmiş durumda.
Yarkin, Thiel, Vance ve benzerlerinin Fransız Devrimi’ne karşıtlıkla belirlenen ve oradan Ekim Devrimi’ne düşmanlıkla zirvesine ulaşan “gerici modernizm” akınının günümüzdeki uzantıları olduğunu teşhis etmek de çok zor değil: Eşitliğe, kültürel çeşitliliğe, soyut insan fikrine, bütünlüğe/evrenselliğe karşı sınıf/kast imtiyazlarını, etno-homojenliği, somut deneyselliği ve tikelliği/partikülarizmi savunmak…
Makaleyi okudukça, Trumpizmin Gazze’deki “Riviera” planından “idari devleti yok edecek” DOGE adımına kadar birçok şeyin, öncesinde Yarkin tarafından açıklıkla dile getirildiğini görünce şaşıracaksınız; hem de bunun, “neoliberalizme” veya “elitlere” karşı bir “halk isyanı” olmadığını da büyük bir açıklıkla fark ederek.
Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Curtis Yarvin’in Amerika’ya Karşı Komplosu
Ava Kofman
New Yorker
2 Haziran 2025
2008 yılının ilkbahar ve yaz aylarında, Donald Trump’ın hâlâ kayıtlı bir Demokrat olduğu dönemde, Mencius Moldbug adıyla tanınan isimsiz bir blog yazarı, “Açık Fikirli İlericilere Açık Mektup” başlıklı bir dizi manifesto yayınladı. Eski bir müminin alaycı hoşnutsuzluğuyla yazılan 120 bin kelimelik mektup, eşitlikçiliğin dünyayı iyileştirmekten uzak, aslında onun çoğu kötülüğünden sorumlu olduğunu savunuyordu. Moldbug, aklı selim okuyucularının aksini düşünmesinin, medya ve akademinin, farkında olmasa da, sol-liberal konsensüsü sürdürmek için birlikte çalışmasının etkisi olduğunu iddia ediyordu. Bu alçakça ittifaka “Katedral” adını veriyordu. Moldbug, bu ittifakın yok edilmesinden ve toplumsal düzenin tamamen “yeniden yüklenmesinden” [reboot] başka bir şey istemiyordu. “Demokrasinin, Anayasanın ve hukukun üstünlüğünün ortadan kaldırılmasını” ve sonunda iktidarın, hükümeti “ağır silahlı, ultra kârlı bir şirkete” dönüştürecek bir CEO’ya (Steve Jobs veya Marc Andreessen türü biri, önerdiği gibi) devredilmesini öneriyordu. Bu yeni rejim, devlet okullarını satacak, üniversiteleri yok edecek, basını ortadan kaldıracak ve “medeniyetten uzaklaşmış nüfusu” hapse atacaktı. Ayrıca, kamu görevlilerini toplu olarak işten çıkaracak (Moldbug daha sonra bu politikaya RAGE –Retire All Government Employees [Tüm Devlet Çalışanlarını Emekliye Ayırma]–adını verdi) ve “güvenlik garantileri, dış yardım ve kitlesel göç” dahil olmak üzere uluslararası ilişkileri kesintiye uğratacaktı.
Moldbug, vizyonunun baş yöneticisinin akıl sağlığına bağlı olduğunu kabul ediyordu: “Açıkçası, eğer o kişi Hitler veya Stalin gibi çıkarsa, Nazizm veya Stalinizmi yeniden yaratmış oluruz.” Yine de, halk desteğine fazla bağımlı olduğunu düşündüğü yirminci yüzyıl diktatörlerinin başarısızlıklarını ciddiye almıyordu. Moldbug’a göre, kitlelerin tutkularından meşruiyet arayan herhangi bir sistem istikrarsızlığa mahkumdu. Eleştirmenler onu tekno-faşist olarak nitelendirse de, o kendini monarşist veya Jakobit olarak tanımlamayı tercih ediyordu: Jakobit, 17. ve 18. yüzyıllarda Britanya’nın parlamenter sistemine karşı çıkıp kralların ilahi hakkını savunan II. James ve onun soyundan gelenlerin yandaşlarına bir göndermeydi. Gerici düşünürlerin baş düşmanı Fransız Devrimi şöyle dursun: Moldbug, İngiliz ve Amerikan devrimlerinin çok ileri gittiğine inanıyordu.
Moldbug’un “Açık Mektubu” kitlelere pek sevgi göstermiyorsa da, onların hâlâ bir işe yarayabileceğini ima ediyordu. “Komünizm Andrey Saharov, Joseph Brodsky ve Václav Havel tarafından devrilmedi,” diye yazıyordu. “Gerekli olan şey filozoflarla kalabalığın birleşmesiydi.” Bu kitleyi toplamak için en iyi yerin internet olduğunu söylüyordu; bu, zekice bir sezgiydi. Kısa süre içinde, Moldbug’un blogu “Unqualified Reservations”ın bağlantıları, liberteryen teknoloji meraklıları, hoşnutsuz bürokratlar ve kendine özgü rasyonalistler tarafından paylaşılmaya başladı. Bunların çoğu, neo-reaksiyon veya Karanlık Aydınlanma olarak bilinen çevrimiçi entelektüel hareketin şok birliklerini oluşturdu. Çok azı açıkça monarşist olsa da, Obama dönemindeki yükselişe duydukları nefret Moldbug’un zındık fikirlerinde ses bulmuş gibiydi. Yeni ortaya çıkan alternatif sağ arasında hızla yayılan en etkili deyim uydurmasında Moldbug, okuyucularını ideolojik uykularından uyanmaya ve Keanu Reeves’in “Matrix” filmindeki karakteri gibi, tatmin edici cehalet yerine ürkütücü gerçeği seçerek “kırmızı hapı” almaya çağırıyordu.
2013 yılında, haber sitesi TechCrunch’ta yayınlanan “Geeks for Monarchy” [Monarşi için Geekler] başlıklı bir makale, Mencius Moldbug’un San Francisco’da yaşayan kırk yaşındaki programcı Curtis Yarvin’in siber takma adı olduğunu ortaya çıkardı. Yarvin, ABD hükümetini yeniden tasarlamaya çalışırken, aynı zamanda “dijital cumhuriyet” olarak hizmet etmesini umduğu yeni bir bilgisayar işletim sistemi hayal ediyordu. Borges’in “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” adlı öyküsünden esinlenerek Tlon adını verdiği bir şirket kurdu. Bu öyküde, gizli bir topluluk, gerçekliği ele geçirmeye başlayan karmaşık bir paralel dünyayı anlatır. Yarvin, girişimi için para toplarken, büyük teknoloji şirketlerinden destek sağlayan ve onun gibi dünyanın onların yönetiminde daha iyi bir yer olacağına inanan yatırımcıları için bir tür Machiavelli haline geldi. Tlon’un yatırımcıları arasında risk sermayesi şirketleri Andreessen Horowitz ve Founders Fund vardı. Founders Fund, milyarder Peter Thiel tarafından kurulmuştu. Thiel ve Andreessen Horowitz’in genel ortağı Balaji Srinivasan, Yarvin’in blogunu okuduktan sonra onunla arkadaş olduğu halde, bana gönderilen e-postalardan, o dönemde ikisinin de onunla kamuoyunda ilişkilendirilmekten pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyordu. Thiel, 2014 yılında Yarvin’e şöyle yazmıştı: “Bağlantılı olmamız ne kadar tehlikeli? Tek teselli edici düşünce, gizli avantajlarımızdan biri, bu insanların” (sosyal adalet savaşçıları) “komplo teorilerine, kafalarına vurulsa bile inanmayacak oluşlarıdır (bu belki de solun çöküşünün en iyi göstergesidir). Bağlantılar onları gerçekten deli gibi gösteriyor ve onlar da bunun farkında.”
On yıl sonra, Trump’ın sağ kanadının güçlü adam idaresini benimsemesiyle, Yarvin’in Silikon Vadisi ve Washington’daki elitlerle olan bağlantıları artık bir sır değil. 2021 yılında aşırı sağcı bir podcast’e konuk olan, Thiel’in risk sermayesi şirketlerinden birinin eski çalışanı Başkan Yardımcısı JD Vance, gelecekteki bir Trump yönetiminin “her bir orta düzey bürokratı, idari devletteki her bir memuru kovup, onların yerine bizim adamlarımızı yerleştirmeli” ve itiraz ederlerse mahkemeleri görmezden gelmeli” önerisinde bulunurken Yarvin’den alıntı yapıyordu. Andreessen Horowitz’in yöneticilerinden biri ve sözümona Devlet Verimliliği Departmanı’nın (DOGE) gayri resmi danışmanı Marc Andreessen, “kontrolümüzden çıkmış” bürokrasiyi yönetmek için kurucu-benzeri bir figürün gerekliliğini vurgulamak için “iyi dostu” Yarvin’den alıntılar yapmaya başladı. Hükümetin Personel Yönetimi Ofisi’nin yeni genel danışmanı Andrew Kloster, memurları sadık kişilere değiştirmenin Trump’ın “Katedral”i yenmesine yardımcı olabileceğini söylüyordu.
“Zeitgeist’ı yansıtan figürler vardır –Nietzsche onlara ‘zamanın adamları’ der– ve Curtis kesinlikle zamanın adamlarından biridir,” diye konuşuyordu, Moldbug döneminden beri Yarvin’i okuyan bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi. 2011 yılında Yarvin, Trump’ın Amerikan monarşisi için “biyolojik olarak uygun” görünen iki figürden biri olduğunu söylemişti (diğeri Chris Christie’ydi). 2022’de, Trump’ın yeniden seçilmesi halinde Elon Musk’ı yürütme organının başına atamasını tavsiye etmişti. Şu anda Dışişleri Bakanlığı politika planlama direktörü olan arkadaşı Michael Anton ile yaptığı bir podcast’te Yarvin, Harvard gibi sivil toplum kurumlarının kapatılması gerektiğini savunmuş, “Başka birinin Hakikat Bakanlığı’nın işleyişi altında bir Sezar olacağınız fikri… açıkça saçmadır,” demişti.
Başka bir zaman diliminde, Yarvin bilinmeyen ve etkisiz bir internet fanatiği, dijital bir [Joseph] de Maistre olarak kalabilirdi. Bunun yerine, Amerika’nın en etkili illiberal düşünürlerinden biri, ikinci Trump yönetiminin entelektüel kaynak kodunun mühendisi haline geldi. New York Üniversitesi tarih profesörü Nikhil Pal Singh, “Yarvin, Overton penceresini itti,” diyor.(1) Singh, Yarvin’in çalışmalarıyla bir zamanlar kibar toplumun sınırları dışında görünen fikirleri yeniden canlandırdığını ve “idari devletin ve küresel savaş sonrası düzenin” yıkılması için bir yol haritası oluşturduğunu söylüyor.
Onun fikirleri DOGE’de gerçeküstü bir hal alır ve Trump kendini kral olarak tanımlamaya başlarken, Yarvin’in sevinçli bir ruh hali içinde olmasını bekleyebilirdik. Oysa o, son birkaç ayı bu anın boşa gideceğinden endişe ederek geçirdi. Seçimden iki gün sonra şöyle yazıyordu: “Şu anda Trump’a hayranlık duyuyorsanız, tadını çıkarın. Bundan daha iyisi olmayacak.” Birçok kişinin Amerikan tarihinin en tehlikeli saldırısı olarak gördüğü olayı Yarvin, “vibes darbesi” olarak nitelendirerek yetersiz buluyor. Tam anlamıyla otokratik bir iktidar devrimi olmadan, bir tepki dalgasının kaçınılmaz olacağına inanıyor. Yakın zamanda onunla konuştuğumda, Terör Dönemi’nin savunucusu Fransız filozof Louis de Saint-Just’ün sözlerini aktarıyordu: “Yarım devrim yapan, kendi mezarını kazar.”
Bu yılın başlarında, Yarvin ve ben Washington, D.C.’de öğle yemeği yedik. O, rejim değişikliğini kutlamak için gelmişti. Her zamanki kıyafetleriyle karşıladı: kot pantolon, Chelsea botlar, motosiklet ceketi altında buruşuk bir gömlek. Çıtır soğanlı çizburgerinden birkaç ısırık aldıktan sonra tabağını itti. Geçen yıl, sağcı yorumcu Richard Hanania ile monarşi ve demokrasinin göreceli yararları hakkında tartıştıktan sonra Ozempic benzeri bir ilacı kullanmaya karar verdiğini açıkladı. “Onu neredeyse her yönden mahvettim,” dedi Yarvin, çatalla domatesi dürterek. “Ama onun büyük bir avantajı vardı, o da benim şişman olmam ve onun şişman olmamasıydı.”
Enjeksiyonlar işe yarıyor gibiydi. Ben yemek yerken, Yarvin’in telefonu mesajlarla doldu, bazıları onun güzelliğini övüyordu. O sabah, Times Magazine onunla bir röportaj yayınlamış ve röportaja karamsar bir siyah-beyaz portre eşlik etmişti. Yakın zamana kadar, omuzlarına kadar uzanan dağınık saçları ve üzerine uymayan kıyafetleriyle Yarvin, görünüşüne kayıtsız görünüyordu. Şimdi ise deri ceketini giymiş, şık bir şekilde dağınık saçlarıyla okuyuculara sert bir bakış atıyordu. Beyaz milliyetçi web sitelerinde yazan arkadaşı Steve Sailer, onun “Ramone’ların beşinci üyesi” gibi göründüğünü söylüyordu.
Yarvin, basılı yazılarında olduğu gibi, yüz yüze de kendinden emin bir tavırla konuşur. Onun sözünü kesmek neredeyse imkansızdır. Yarvin’in yakın arkadaşı olan sağcı bilim blog yazarı Razib Khan, “Haham konuşurken, hahamın konuşmasına izin verirsiniz,” diyor. Ne var ki, arkadaşları ve ailesi bile onun iletişim becerilerini geliştirebileceğini kabul ediyor. Konuşması duraksayan ve monoton, sorulara nadiren doğrudan cevap verir ve konuyu saptırmaya meyillidir. Bir şeyi söylerken, her zaman başka bir şey söylemek için dikkatini dağıtır, tıpkı daha hızlı rotalar öneren bir GPS gibi.
Yarvin ise Times ile yapılan röportajın geçtiğine rahatlamıştı. “Ana hedefim, ilişkilerime zarar vermemekti,” dedi. Yarvin, yıllardır, tanındığı ölçüde, Thiel- evreninin saray filozofu olarak biliniyordu. Thiel evreni, teknoloji imparatorunu çevreleyen heterodoks girişimciler, entelektüeller ve yandaşlardan oluşan bir ağ. Yarvin, tanıdığı bir iş adamının bir keresinde bir gazeteciye Thiel’in şirketine yeterince para yatırmadığından şikayet ettiğini söyledi. “Bu bir vuruş ve oyundan çıkarsın, o da oyundan çıktı,” dedi Yarvin, teatral bir şekilde iç çekerek. İkinci hedefinin Times okurlarına ulaşmak olduğunu söyledi. Bu şaşırtıcı görünüyordu: O, hükümetten gazeteyi kapatmasını istemişti. “Kendi kültürel geçmişimi paylaşan insanlara ulaşmakla daha çok ilgileniyorum,” diye açıkladı Yarvin.
Babasının Brooklyn’de yaşayan Yahudi komünist dedesi ve büyükannesinin 1930’larda solcu bir toplantıda tanıştığı hikâyesini anlatmayı sever (Annesinin dedesi ve büyükannesi hakkında ise pek bir şey söylemez; onlar Tarrytown’da yaşayan ve Nantucket’ta yazlığı olan Wasp’lardı). “Amerikan komünizminin havası şöyleydi: ‘Bu insanlardan 30 IQ puanı öndeyiz, kazanacağız,’” diyor. “Sanki tüm yetenekli çocuklar bir siyasi parti kurup dünyayı ele geçirmeye çalışsaydı ne olurdu?” Yarvin’in anne ve babası, baba Herbert’in felsefe doktorası yaptığı Brown Üniversitesi’nde tanışmış. Okulu bitirdikten sonra ve kadroya giremeyince (“çok kibirliydi” diyor Yarvin), Herbert Büyük Amerikan Romanı’nı yazmaya çalışmış, ardından diplomat olarak Dışişleri Bakanlığı’na girmiş. Sonraki yıllarda aile Dominik Cumhuriyeti ve Kıbrıs’ta yaşamış. Herbert, devlet için çalışmaya şüpheyle bakıyordu ve Yarvin de bu küçümsemeyi miras almış görünüyor: Amerika’nın büyükelçiliklerinin kapatılmasını defalarca önerdi ve bu öneri şu anda Dışişleri Bakanlığı tarafından Avrupa ve Afrika’nın bazı bölgelerinde değerlendiriliyor.
Yarvin çocukluğu hakkında konuşmaktan çekinir, ama arkadaşları ve ailesi bana babasının sert, otoriter ve memnun edilmesi imkansız bir adam olabileceğini söyledi. Aileyi yakından tanıyan biri bana, “Hayatlarını demir yumrukla yönetirdi. Her şey tamamen onun kontrolündeydi,” dedi (Yarvin bu görüşü şiddetle reddetti ve kontrolcü insanların genellikle güvensiz olduğunu, “ama babamın hiç de öyle olmadığını” söyledi. Onu tanımlamak için daha uygun kelimelerin, tıpkı “iyi bir yönetici” gibi, “inatçı”, “gergin” ve “saygı uyandıran” olduğunu söyledi).
Yarvin büyürken bazen annesi tarafından evde eğitim gördü ve üç sınıf atladı (Ağabeyi Norman ise dört sınıf atladı). Aile sonunda Maryland eyaletinin Columbia şehrine taşındı ve Yarvin on iki yaşında lise ikinci sınıfa başladı. “Sınıf arkadaşlarından çok daha küçük olduğunda, ya sevimli bir maskot ya da tuhaf, tehditkar, rahatsız edici bir uzaylı olursun,” diyen Yarvin, kendisinin ikincisi olduğunu ekledi. Yarvin, Johns Hopkins Üniversitesi’nin matematik dahileri üzerine yaptığı bir araştırmaya katılmak üzere seçildi. Üniversitenin yetenekli çocuklar için düzenlediği yaz kampı Center for Talented Youth’a katıldı ve Baltimore bölgesinde “It’s Academic” adlı televizyon bilgi yarışmasında şampiyon oldu. Şu anda Yarvin’in evinde boş bir odada yaşayan yazılım mühendisi Andrew Cone, Yarvin’in çocukluğunun onda ömür boyu sürecek bir yetersizlik hissi bıraktığını söylüyor. Cone, “Bence kendini yeterince iyi hissetmiyor, gülünç veya küçük görüldüğünü ve tek çıkış yolunun performans göstermek olduğunu düşünüyor,” diyor.
Yarvin, Brown Üniversitesi’ne gitti, on sekiz yaşında mezun oldu ve ardından Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de bilgisayar bilimi alanında doktora programına başladı. Eski arkadaşları, derslerde bisiklet kaskı taktığını ve bilgisini profesörüne göstermeye hevesli olduğunu söylüyorlar. Yarvin’i sorduğumda biri “Oh, kasklı olan mı?” dedi. Bazı sınıf arkadaşları, kaskın yeni fikirlerin zihnine girmesini engellediğini söyleyerek şaka yapıyordu. Yarvin, bugünün çevrimiçi forumlarının öncüsü olan Usenet’te daha çok kendine ait bir topluluk buldu. Fakat entelektüel gösterişin norm olduğu talk.bizarre [acayip konuşmalar] gibi gruplarda bile, hakimiyet kurma arzusu ile öne çıkıyordu. Şakalar, tavsiyeler, hafif şiirler ve “flames” (diğer kullanıcıları sert bir şekilde eleştirmek) yayınlamanın yanı sıra, ilginç bulmadığı kullanıcıları engellediği bir liste olan “kill file” tutuyordu. “Akıllı biri olarak görülmek istiyordu, bu onun için gerçekten çok önemliydi,” diyor ilk kız arkadaşı Meredith Tanner. Yarvin’in ustaca yazılmış hakaretlerinden birini okuduktan sonra ona ilgi duymuş ve ikili birkaç yıl boyunca birlikte olmuştu. “Sırf insanları yaratıcı bir şekilde aşağılamasından etkilendiğin için biriyle ilişkiye girme,” diye uyarıyor. “Bu yeteneğini sana karşı kullanacaktır.”
Yarvin’in yirmili yaşlarındaki arkadaşları onu provokasyonlardan zevk alan, düşünceli bir muhalif olarak tanımlıyor. “Tatlı bir çocuk değildi ve bazen kötü davranabilirdi, ama Moldbug değildi,” diyor biri. Siyasi ve kültürel açıdan Yarvin liberal biriydi – Tanner’ın deyimiyle “yaşlı bir hippi.” At kuyruğu saçları vardı, gümüş halka küpe takıyor, rave partilerinde LSD kullanıyor ve şiir yazıyordu. Tanner, üniversiteye girişlerde pozitif ayrımcılığın değerini sorguladığında, bunun gerekliliğini ona Yarvin’in ikna ettiğini hatırlıyor.
Bir buçuk yıllık doktora çalışmasının ardından Yarvin, teknoloji sektöründe şansını denemek için akademi dünyasını terk etti. Phone.com olarak bilinen bir şirket için mobil web tarayıcısının ilk versiyonunun tasarımına yardımcı oldu. 2001 yılında Craigslist’te tanıştığı oyun yazarı Jennifer Kollmer ile çıkmaya başladı ve daha sonra evlenerek iki çocukları oldu. Phone.com halka açıldı ve ona bir milyon dolarlık bir servet bıraktı. Paranın bir kısmını San Francisco’nun Haight-Ashbury semtinde bir daire satın almak için kullandı, geri kalanıyla ise bilgisayar bilimi ve siyaset teorisi üzerine kendi kendine bir eğitim programı finanse etti. “Zeki olduğum için başımı okşayanlara alışmıştım,” diyor, yetenekli çocukların izlediği cursus honorum [başarı merdivenleri] yolundan ayrılma kararını anlatırken. “Başımı okşayanlardan uzaklaşmak garip ve korkutucu bir seçimdi.”
Vahşi doğada, Yarvin, çoğu Google Books aracılığıyla yeni erişilebilir hale gelen, gizemli tarih ve iktisat metinlerine daldı. Thomas Carlyle, James Burnham ve Albert Jay Nock’un yanı sıra, 2000’lerin başında ortaya çıkan çok sayıda siyasi blogu okudu. Yarvin, kendi kırmızı hap anını 2004 başkanlık seçimlerine dayandırıyor. Birçok akranı Irak’taki kitle imha silahlarıyla ilgili yalanlarla sola kayarken, Yarvin farklı türden uydurmalarla ters yönde çekildi: George W. Bush’un kampanyasına destek veren gaziler tarafından yayılan Swift Boat komplo teorisi, Demokrat aday John Kerry’nin Vietnam’daki hizmetiyle ilgili yalan söylediğini iddia ediyordu. Bu suçlamalara inanan Yarvin için, gerçek ortaya çıktığında Kerry’nin seçimlerden çekilmek zorunda kalacağı açıktı. Bu olmadığında, safça inandığı diğer şeyleri sorgulamaya başladı. Olgular artık istikrarlı gelmiyordu. Joseph McCarthy, İç Savaş veya küresel ısınma hakkında kendisine söylenenlere nasıl güvenebilirdi? Peki ya demokrasinin kendisi? Yıllarca başkalarının bloglarının yorum bölümlerinde hararetli tartışmalar yaptıktan sonra, kendi blogunu açmaya karar verdi. Hırstan azade de değildi. İlk yazısı şöyle başlıyordu: “Geçen gün garajımda uğraşırken yeni bir ideoloji oluşturmaya karar verdim.”
Alman akademisyen Hans-Hermann Hoppe, bazen aşırı sağın entelektüel kapısı olarak tanımlanır. Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden emekli iktisat profesörü Hoppe, genel oy hakkının “doğal elit”in yönetimini yerinden ettiğini ileri sürer; ulusların daha küçük, homojen topluluklara bölünmesini savunur; ve bu katı toplumsal düzene karşı çıkan komünistlerin, eşcinsellerin ve diğerlerinin “fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını” ister (Bazı beyaz milliyetçiler, Hoppe’nin yüzünü bir helikopterle birleştiren memler oluşturarak, Şili diktatörü Augusto Pinochet’nin muhaliflerini uçaktan atarak infaz etme uygulamasına gönderme yaptılar). Hoppe minimal bir devleti savunsa da, özgürlüğün demokrasiye göre monarşi tarafından daha iyi korunduğuna inanır.
Yarvin neredeyse bir liberter olacaktı. Yirmili yaşlarının sonlarında Bay Area’da bir yazılımcı ve Avusturya okulunun iktisatçılarının hayranı Yarvin, tüm risk faktörlerini taşıyordu. Sonra Hoppe’nin Democracy: The God That Failed [Demokrasi: Mağlup Olan İlah] (2001) kitabını keşfetti ve fikrini değiştirdi. Yarvin kısa sürede Hoppe’nin iyi niyetli diktatör imajını benimsedi: verimli bir şekilde yönetip, anlamsız savaşlardan kaçınan ve halkının refahını önceliklendiren biri. George Washington Üniversitesi’nde otoriterlik uzmanı Julian Waller, “Bu bir kopyalama değil, ama o kadar doğrudan bir etki ki, neredeyse müstehcen,” diyor (Hoppe, e-posta ile, Peter Thiel’in evinde düzenlenen özel bir toplantıda Yarvin ile tanıştığını hatırladı. Hoppe, bu toplantıya konuşmacı olarak davet edilmişti. Yarvin üzerindeki etkisini kabul eden Hoppe, “Benim zevkime göre yazıları her zaman biraz fazla süslü ve dağınıktı,” diye ekliyor). Hoppe, demokratik olarak seçilmiş yetkililerin aksine, bir hükümdarın tebaasını ve devleti korumak için uzun vadeli bir motivasyonu olduğunu, çünkü her ikisinin de kendisine ait olduğunu savunur. Diktatörlüklerin tarihine aşina olanlar bu fikri samimiyetsiz bulabilir. Yarvin ise öyle düşünmüyor.
“Kendi evini yağmalamazsın,” dedi bana bir öğleden sonra, Venice Beach’teki bir açık hava kafede. Ona, CEO-monarşinin kişisel çıkarları için ülkeyi yağmalamasını veya halkını köleleştirmesini neyin engelleyeceğini sormuştum. “XIV. Louis, ‘L’état, c’est moi’ (Devlet benim) dediğinde, devleti yağmalamanın bir anlamı yok çünkü her şey zaten onun.” Hoppe’yi takip eden Yarvin, ulusların sonunda Singapur veya Dubai gibi, her birinin kendi egemen hükümdarı olan küçük devletlerden oluşan bir “mozaik” haline gelmesi gerektiğini savunuyor. Meşruiyet, hesap verebilirlik ve halefiyet gibi ebedi siyasi sorunlar, her bir egemen şirketin (SovCorp) aksi takdirde tüm gücü elinde bulunduran CEO’sunu seçme ve görevden alma yetkisine sahip gizli bir kurul tarafından çözülecek (Kurulun nasıl seçileceği belirsiz, ama Yarvin, havayolları pilotlarının –“zaten düzenli olarak başkalarının hayatlarını emanet edilen, zeki, pratik ve dikkatli insanlardan oluşan bir kardeşlik grubu. Neden olmasın?”– rejimler arasındaki geçişi yönetebileceğini öne sürüyor). CEO’nun askeri darbe yapmasını önlemek için, kurul üyeleri, nükleer füzelerden küçük silahlara kadar tüm hükümet silahlarını bir düğmeye basarak etkisiz hale getirebilecek şifreleme anahtarlarına erişebilecek.
Kitlesel siyasi katılım sona erecek ve insanların oy kullanabilmesinin tek yolu, hizmet şartlarından memnun kalmadıkları takdirde bir SovCorp’tan diğerine geçmek, yani X’ten Bluesky’e geçmek gibi, yürüme yoluyla oy kullanmak olacak. Yarvin gibi muhaliflerin böyle bir durumda muhtemelen baskı göreceği ironisi onu pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor. Hayalindeki siyasi sistemde, ifade özgürlüğünün hâlâ var olacağını ısrarla savunuyor. “İstediğinizi düşünebilir, söyleyebilir veya yazabilirsiniz,” diye vaat ediyor. “Çünkü devletin bunu umursaması için hiçbir neden yok.”
Yarvin’in yönetişim konusundaki doğuştan gelen sinizmi, diktatörlük rejimleri hakkında konuşmaya başlar başlamaz ortadan kayboluyor. El Salvador’un güçlü adamı Nayib Bukele’ye övgü dolu sözler sarf eden Yarvin, Trump’ı, Putin’in liberal düzeni “sadece Rusça konuşulan bölgelerde değil, İngiliz Kanalına kadar” sona erdirmesine izin vermeye teşvik ediyor. Kızarmış kalamar tabağından bir parça alırken Yarvin, kamu güvenliğini ve kişisel özgürlüğü sağlayan güçlü hükümetleri nedeniyle Çin ve Ruanda’yı (ikisini de ziyaret etmemiştir) övüyor. Çin’de, “istediğinizi düşünebilir ve neredeyse istediğinizi söyleyebilirsiniz,” diyor. Ülkenin muhalifleri hapse atma ve etnik azınlıkları toplama kamplarında tutma geçmişini göz önünde bulundurarak, benim şüpheciliğimi hissetmiş olabilir. “Hükümete karşı örgütlenmek isterseniz, sorun yaşarsınız,” diye itiraf ediyor. Sonra yine lafını yumuşatıyor: “Stalin’le yaşayacağınız türden sorunlar değil. Sadece, mesela, iptal edilirsiniz [cancelled].”
Yarvin, metamfetamin bağımlıları veya dört yaşındaki çocuklar gibi bazı insanlar için çok fazla özgürlüğün ölümcül olabileceğini söylüyor. Ardından, mahallede kamp kurmuş evsizlere işaret ederek aniden ağlamaya başlıyor. “Bunun başarıyı temsil ettiği ya da ‘diğerleri hariç en kötü sistem’ olduğunu düşünmek” –Churchill’in demokrasi hakkındaki ünlü sözünü kastediyordu, ben de daha önce bu sözü kendi sözlerimle aktarmıştım– “tamamen hayal ürünü,” diyor ve gözyaşlarını siliyor (Birkaç hafta sonra, Londra’ya yaptığım bir seyahatte, Lordlar Kamarası’nın bir üyesine benzer bir konuşma yaparken gözyaşlarına boğulduğunu gördüm. İkinci sefer o kadar etkileyici değildi).
Yarvin’in monarkı, muhtemelen, koruması altındaki kişileri korumak için kararlı bir şekilde hareket ederdi. Venedik’teki kafede Yarvin, sıkı programını “faşist ebeveyn seviyesinde kontrol” olarak nitelendirdiği, kâr amacı gütmeyen bir rehabilitasyon kuruluşu olan Delancey Street Foundation’ı övdü. Kendi önerilerinden bazıları daha da ileri gidiyor. Blogunda bir keresinde, San Francisco’nun alt sınıflarını, kentin otobüslerine yakıt sağlamak için biyodizele dönüştürmeyi şaka olarak önermişti. Ardından başka bir fikir daha ortaya atmıştı: Onları tek kişilik hücrelere kapatıp sanal gerçeklik arayüzüne bağlamak. Kesin çözüm ne olursa olsun, “soykırıma insani bir alternatif” bulmak çok önemli, diye yazıyor. Bu alternatif, “toplumdan istenmeyen unsurları ortadan kaldırmak” gibi kitlesel cinayetle aynı sonucu verecek, fakat ahlaki bir leke bırakmayacak bir çözüm olmalı.
Yarvin’in Amerika’ya güçlü bir lider çağrısı genellikle tuhaf bir provokasyon olarak algılanıyor. Oysa o, çoğu insanın demokrasiye uygun olmadığı bir dünyada bunun tek çözüm olduğunu düşünüyor. Bana verdiği demeçte, “Bugünün Afrika ülkelerinde, ülkeyi yönetebilecek kadar akıllı insan var, sadece herkesin akıllı olduğu demokratik seçimler yapabilecek kadar akıllı insan yok,” diyor. Bu tür açıklamaları nedeniyle Yarvin bazen beyaz milliyetçi olarak tanımlanıyor, ama o bu etikete nazikçe karşı çıkıyor. 2007 yılında “Neden Beyaz Milliyetçi Değilim” başlıklı bir blog yazısında, “bu tür şeylere tam olarak alerjisi olmadığını” fakat beyazlık ve milliyetçiliğin yararsız siyasi kavramlar olduğunu düşündüğünü açıklamıştı. Öğle yemeğinde bana, doğru sezgilere sahip ama uygun bilimsel bilgiden yoksun olan geçmişin bağnazlarına üzücü bir sempati duyduğunu söylüyor. Neo-reaksiyonerler, “insan biyolojik çeşitliliği” olarak adlandırdıkları, diğer şeylerin yanı sıra tüm ırk veya nüfus gruplarının eşit zekaya sahip olmadığını savunan bir dizi marjinal inanca bağlı olma eğilimindedir. Yarvin’in çevrimiçi araştırmalarından anladığı kadarıyla, bu genetik farklılıklar yoksulluk, suç ve eğitim düzeyindeki demografik farklılıklara katkıda bulunmuş (ve uygun bir şekilde, bunları açıklamaya yardımcı olmuş) idi. “Bu hanede biz bilime inanıyoruz – ırk bilimine,” diye yazmıştı geçen yıl.
Yarvin, birkaç saat boyunca, bir müzayedecinin satış yapmak için çaresizce çabaladığı gibi, güçlü adam yönetimi için argümanlarını sıralıyor. Onun gerçekleri çarpıtması ve tuhaf yorumları beni sık sık şaşırtsa da sabırla dinliyorum. “Afrikalı Amerikalılar için tamamen sıfırdan kurulmuş bir rejimde doğru politika nedir?” diye soruyor bir ara. İlk başta bu, mantıksız bir soru gibi geliyor: Ben ona, ikinci Trump yönetiminin başarısını nasıl tanımlayacağını soruyordum. Kendine cevap vererek, şehir içi uyuşturucu bağımlılığı ve yoksulluk sorunlarının “bariz çözümü”nün “kiliseye giden siyahları getto siyahlarının başına getirmek” olacağını söylüyor. Ateist Yarvin, teokratik yönetimle pek ilgilenmiyor, ama farklı nüfus gruplarını yönetmek için farklı yasal kurallar oluşturulmasını savunuyor (Dini topluluklara bir ölçüde özerklik tanıyan Osmanlı millet sistemini örnek gösteriyor). “Getto siyahlarını” kontrol altında tutmak için, Ortodoks Yahudiler veya Amişler gibi “geleneksel bir yaşam tarzı” sürmeye zorlanmaları gerektiğini söylüyor. “Yirminci yüzyılın benimsediği yaklaşım, okulları yeterince iyi hale getirebilirsek, hepsinin üniteryenlere dönüşeceği yönündeydi,” diyor. “The Wire dizisini izlediyseniz ve Baltimore’da yaşadıysanız, ki ben ikisini de yaptım, bunun hiç de işe yaramadığı ortada.” On dakika sonra konuşmasının sonuna geldiğinde, kendi tarzında benim ilk soruma cevap verdiğini anlıyorum. “İnsanın doğasını değiştirmek için DNA’yı tamamen yeniden tasarlayamazsak, modern bir yaşam sürmemesi gereken birçok insan var,” sonucuna varıyor. “Ve bu, Trump-Vance rejiminin yaptıklarının çok ötesindeki seviyede bir devrim.”
Yarvin, sağduyulu biri olarak bilinmiyor. Özel yazışmalarını paylaşma alışkanlığı var. Bunu, bana karısı, arkadaşları, Times Magazine’de çalışan bir teyit uzmanı ve yeni yönetime aday gösterilen biriyle yaptığı mesajlaşmaların ekran görüntülerini izinsiz olarak göndermeye başladığında fark ettim. Bu yazışmalardaki zeka ve bilgeliğin gelecek nesillere aktarılamayacağı düşüncesi onu rahatsız ediyor gibiydi. Thiel ile olan arkadaşlığı konusunda daha temkinliydi, fakat geçen yıl birlikte özel olarak çektikleri bir sohbetten bahsediyor ve milyarderden aldığı kırkıncı yaş günü hediyesiyle övünüyordu: Francis Neilson’ın İkinci Dünya Savaşına dair çağdaş bir yorum olan The Tragedy of Europe [Avrupa’nın Trajedisi] kitabı, ama Yarvin’in umduğu gibi ilk baskı değildi.
Thiel her zaman kehanet yeteneğine sahip olmuştur. PayPal’un kurucu ortağı, Facebook’un ilk dış yatırımcısı ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza memurlarının sınır dışı işlemlerini yürütmelerine yardımcı olmak üzere yeni bir sözleşme imzalayan veri madenciliği şirketi Palantir’in kurucusu. Thiel, bunu yapmak Silikon Vadisinde hâlâ toplumun dışına itilmek anlamına gelirken, Trump’ı destekledi. 2022’de JD Vance’in Senato kampanyasına 15 milyon dolar bağışladı; bu, kongre tarihindeki tek bir adaya verilen en büyük bağış miktarı. Uzun süredir liberter olan Thiel, 2009 civarında Yarvinci bir dönüş yapmış görünüyor. Cato Enstitüsü tarafından çevrimiçi olarak yayınlanan ve çok alıntılanan bir makalesinde, “Artık özgürlük ve demokrasinin uyumlu olduğuna inanmıyorum,” diye yazmıştı. Yarvin, “Demokrafobi (Biraz) Viral Oluyor” başlıklı bir blog yazısında bu makaleye onaylayarak bağlantı vermişti. Kısa süre sonra San Francisco’da Thiel’in evinde ilk kez tanıştılar ve incelediğim özel mesajlara göre, samimi bir yazışma trafiği başladı. Yarvin’in e-postaları uzun ve vaaz niteliğindeydi, çapkınlık bloglarından derlediği öğütlerle doluydu; Thiel’inkiler ise açık ve özlüydü. Her iki adam da Amerika’nın komünist bir ülke olduğunu, gazetecilerin Stasi gibi davrandığını ve teknoloji CEO’larının onların avı olduğunu kabul ediyor gibiydi.
2014 sonbaharında Thiel, çalışanı ve uzun süredir Moldbug hayranı olan Blake Masters ile birlikte, girişimciler için yazdığı çok satan kitabı Zero to One’ı [Sıfırdan Bire] yayınladı. Kitap turu öncesinde Thiel, daha fazla kadını teknoloji alanına çekmek için alabileceği sorulara nasıl cevap verebileceği konusunda Yarvin’den tavsiye istedi. Bu öncül, ikisine de yanlış geldi, çünkü onların görüşüne göre kadınlar erkekler kadar bilgisayar bilimlerine yatkın değildi. Yarvin bir e-postada şöyle yazdı: “Google, YC (Y Combinator, bir girişim hızlandırıcı) vb. için ‘Amerika gibi görünme’ maskaralığından başka bir yol yok.” Yarvin, Thiel’e ”kabul et ve abart“ adlı bir tavır taktiği uygulamayı önerdi. Bu taktik, muhtemelen bir çözüm düşünmeyen bir gazeteciye, bu sorunu çözmek için ne yapacağını sormaktı. ”Buradaki amaç, muhatabın sizinle yatmasını sağlamak değil, bu konudan korkmasını ve ondan kaçmasını sağlamaktır. Aynı şey gelecekteki röportajcılar için de geçerlidir,” diye yazıyordu. Bir keresinde, bir akşam yemeğinde Thiel, Yarvin’e Gawker’ı nasıl alt edebileceğini sormuştu (Sonradan ortaya çıktı ki, Thiel, Hulk Hogan’ın çevrimiçi yayına karşı açtığı hakaret davasını gizlice finanse etmeye karar vermişti ve bu dava, 2016’da yayının iflasına yol açtı). BuzzFeed’in ele geçirdiği e-postalarda Yarvin, Breitbart editörü Milo Yiannopoulos’a, Trump’ın ilk seçimini Thiel’in evinde izlediğini ve ona “koçluk” yaptığını övünerek anlatıyor. Yiannopoulos, “Peter’ın politikada rehberliğe ihtiyacı var, orası kesin,” diye yanıtlıyordu. Yarvin ise karşılık veriyordu: “Sandığından daha az! . . . O tamamen aydınlanmış biri, sadece çok dikkatli davranıyor.”
Geçenlerde Yarvin’in Berkeley’deki Craftsman evini ziyaret ettiğimde, Thiel’in ona verdiği bir tabloya dikkatimi çekiyor: Yarvin’in rol yapma oyunu karakter kartı tarzında bir portresi ve üzerinde “Filozof” yazısı. Yarvin’in karikatürize edilmiş bir taç takmış resminin bulunduğu ilginç bir kupa ile çayımı yudumlarken, Thiel ile olan ilişkisini, hatta 2015 yılında Thiel aracılığıyla tanıştığı Vance ile olan ilişkisini kamuoyuna açıklamanın onun için “utanç verici” olacağını söylüyor. Vance’in 2021 Milli Muhafazakârlık Konferansı sırasında bir barda, “Normal bir Ohio seçmeni Mencius Moldbug’u okur mu? Hayır,“ dediği söyleniyor. ”Ama Amerikan kamu politikasının gitmesi gereken genel yönüyle aynı fikirde mi? Kesinlikle.“ Yarvin, bu yılın başlarında kendisini X’te takip eden Başkan Yardımcısı hakkında, ”Gerçekten çok havalı bir adam,” diyor (Beyaz Saray yorum taleplerine yanıt vermedi).
Yarvin dikkatli davranmaya çalışsa da, Thiel’in biraz “tuhaf bir tarafı” olduğunu belirtiyor ve risk sermayedarı Andreessen’i “kafasının tuhaf ve hatta insanlık dışı şekli dışında, Peter’dan çok daha normal görünen biri,” olarak tanımlıyor. Andreessen, Yarvin’in girişimi Tlon’a yatırım yaptıktan sonra ikisi tanışmış; Andreessen geçen yıl Trump destekçisi olduğunu açıklamadan çok önce mesajlaşıyor ve brunch’a gidiyorlardı. Andreessen’in iş arkadaşlarına Yarvin’in blogunu okumalarını tavsiye ettiği biliniyor. Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, “Teknoloji insanları, çoğu muhafazakâr gibi erdem, güzellik veya geleneklere ilgi duymazlar,” diyor. “Onlar daha çok sağcı ilericiler gibidir ve uzun süre Moldbug onlara bu şekilde seslenen tek kişiydi.” (Andreessen ve Thiel yorum yapmayı reddetti.) Yarvin, güçlü adamlarla olan ilişkilerine atıfta bulunarak, Lord Chesterfield’ın 18. yüzyılda yazdığı ve yazarın gayri meşru çocuğuna hitaben kaleme aldığı görgü kuralları kitabı “Oğluna Mektuplar”dan alıntı yaparak “saray mensupları için harika bir tavsiye”yi bana aktarıyor: “Onları asla rahatsız etme. Ve varlığını asla unutmalarına izin verme.”
Yarvin, kurucu olarak değil, startup kurucularının danışmanı olarak daha başarılı oldu. 2013 yılında, yirmili yaşlarında eski bir Thiel bursiyeriyle birlikte Tlon’u kurdu. Yarvin, bilgisayar bilimine ABD hükümetine yaklaştığı gibi yaklaştı; kendi deyimiyle “ütopik megalomani” ile. Yarvin’in vizyoner hedefi, kullanıcıların kendi verilerini kontrol edebilecekleri, azarlama, casusluk ve tekellerden uzak bir eşler arası bilgisayar ağı olan Urbit’i kurmaktı. Urbit ağındaki her kullanıcı, dijital pasaport görevi gören bir N.F.T. ile tanımlanır. Urbit, merkeziyetsizliği teşvik etmesine rağmen, sistem hiyerarşik bir sanal emlak modeline göre tasarlanmıştır ve kullanıcılar “gezegenler”, “yıldızlar” veya “galaksiler” sahibi olurlar.
Sistemin ilk taslaklarında Yarvin kendini “prens” olarak adlandırıyordu fakat hayali krallığına tebaasını çekmekte zorlandı. Yarvin’in siyasi teorisi gibi, kendi yazdığı programlama dili de cesur, anlaşılması zor ve bazen bir aldatmaca olarak algılanıyordu. Her zaman aykırı olan Yarvin, sıfır ve birlerin anlamlarını tersine çevirdi. Onlarca yıllık çalışma ve tahmini otuz milyon dolarlık yatırımın ardından, Urbit feodal bir toplumdan çok Yarvin’in gençlik yıllarındaki Usenet forumlarına benziyor (Ticaret yayını CoinDesk, bunu “AOL Instant Messenger’ın daha yavaş bir versiyonu” olarak nitelendiriyor). “Beklenen şekilde çalışmıyor,” diyen eski bir Urbit çalışanı, Yarvin’i “dünyanın ilk bilgisayar bilimi kaçığı” olarak tanımladı. Yarvin, 2019 yılında şirketten ayrıldı.
Artık yatırımcıları korkutmak konusunda endişelenmesine gerek kalmayan Yarvin, kendi deyimiyle “haydut entelektüel” yaşam tarzına atıldı. Kendi adıyla “Gray Mirror of the Nihilist Prince” [Nihilist Prensin Gri Aynası] adlı bir Substack bülteni yayınladı (Bugün, bu bülten platformun en popüler üçüncü “tarih” yayını). Sağcı podcast çevrelerinde sıkça yer almaya başladı ve parti davetlerini asla geri çevirmiyor gibiydi. Seyahatlerinde sık sık “mesai saatleri” düzenliyordu; çoğu liberal suçluluk duygusu ve grup düşüncesinden uzaklaşmış, düşünceli genç erkeklerden oluşan okuyucularıyla gayri resmi, serbest tartışmalar yapıyordu. Yarvin’in takipçilerini kazanan şey, argümanlarının sağlamlığından çok, yaydıkları sınırları aşan enerji: Dinleyicilerine, ilerici kültürün bastırmaya çalıştığı ırk hiyerarşisi, tarihsel komplolar ve demokratik yönetimin ihaneti gibi yasak bilgilere erişim izni verdiğini hissettiriyor. Yaklaşımı, çoğu Amerikalının demokrasiyi savunmayı hiç öğrenmemiş olduğu gerçeğinden yararlanıyor; onlar sadece demokrasiye inanmak üzere yetiştirilmişlerdir.
Yarvin, takipçilerine DEI ve kürtaj gibi konularda kültür savaşlarına girmemelerini tavsiye ediyor. Demokratik sistemin kendi kendine çökmesine izin vermenin daha akıllıca olduğunu savunuyor. Bu arada muhalifler, gerici bir alt kültür, bir karşı katedral inşa ederek “moda” olmaya odaklanmalı. Yarvin ile tartışmış solcu yazar Sam Kriss, onun çalışmaları hakkında şöyle diyor: “İnternette tuhaf fikirler üretip Manhattan’da dekadan partiler düzenleyerek dünyayı değiştirebileceklerine inanan insanları pohpohluyor.”
Bu tür insanlar, Bay Area, Miami ve Lower East Side’ın mikro mahallesi Dimes Square çevresinde toplanan sanatçılar ve mücadeleci kişilerden oluşan gevşek bir topluluk olan “muhalif sağ” olarak tanınmaya başladı. Bu çevre, seçim siyasetine, Covid kısıtlamalarına ve “wokeçuluğun” kısıtlamalarına duyulan hayal kırıklığıyla bir araya geldi. Alhlaksızlık sinyalleme, bu sahnenin karşı kültür cazibesinin merkezinde yer aldı: üyeler, zamirleri paylaşmak ve onaylanmış terminolojiyi (“evsiz”, “Latinx”, “adaletle ilgili kişi”) kullanmak yerine, “gey” ve “gerizekalı” gibi hakaretleri yeniden canlandırdı. “Red Scare” podcast’inin sunucuları Dasha Nekrasova ve Anna Khachiyan, bu sahnenin en önde gelen temsilcileri arasında yer alıyor. 2021’de Thiel, New York’ta bir anti-woke film festivalinin finansmanına yardımcı olmuş ve Yarvin, festivalin kalabalık etkinliklerinden birinde şiirlerini okumuştu. Urbit, The New York Review of Books dergisine benzeyen bir edebiyat dergisi yayınlıyor. Muhafazakâr yorumcu Sohrab Ahmari geçen yıl yazdığı bir makalede, “Eğer zeki, Yahudi-Amerikalı bir şehirliyseniz ve Nietzscheci ve öjenik temalarla oynamak istiyorsanız, ‘Yahudiler bizim yerimizi almayacak’ diye slogan atan, elinde meşalelerle yürüyenlere katılmayacaksınız. Hayır, muhalif sağa yöneleceksiniz,” diyordu.
Yarvin, bu grubun deneyimli bir lideri olarak belirdi. Bu grubu, yetmişli yılların San Francisco’sundaki eşcinsel alt kültürüne ve edebi modernistlerin Kayıp Kuşağı’na benzetiyor; bu gruplar, dışlanmışlık duygusuyla birbirine bağlanmış sıkı sıkıya bağlı topluluklardı. James Joyce’un “Ulysses” kitabının çok az satıldığını, ancak Ezra Pound ve T. S. Eliot gibi arkadaşlarının “onun yaptığı şeyin iyi olduğunu bildiklerini” söylüyor. Aynı durum, çabaları hoşgörüsüz Katedral tarafından göz ardı edildiğini düşündüğü muhalif sağın yaratıcıları için de geçerliydi. Geçtiğimiz nisan ayında Yarvin, Kamu Diplomasisi Müsteşar Yardımcısı Darren Beattie’ye, Venedik Bienalindeki Amerikan pavyonunu “muhalif sağ sanatçılar”ın ele geçirmesi için bir plan sunuyordu.
Son zamanlarda Yarvin, yeni edindiği kültürel sermayenin bir kısmını gerçek paraya çevirmeye çalışıyor. Geçen yıl, “savaş zamanı CEO’su” olarak Urbit’e geri döndü, ardından birkaç üst düzey çalışan istifa etti ve şubat ayında Andreessen Horowitz’den daha fazla para topladı. Yayınlanmamış bir Substack yazısının taslağına göre, en son planı Urbit’i, üyelerinin “yeni kamusal alanın yıldızları, sonsuza kadar var olacak yeni bir Usenet, yeni bir dijital Atina” olmaya mahkum olduğuna inandığı elit bir özel kulüp olarak tanıtmak.
Trump’ın yemin töreninden önceki gece, Yarvin’i Washington, D.C.’deki Watergate Hotel’de düzenlenen resmi “Taç Giyme Balosu”na götürdüm. Etkinlik, Yarvin’in Gray Mirror, Fascicle I: Disturbance [Gri Ayna, Fascicle I: Rahatsızlık] adlı kitabını kitabını yakın zamanda yayınlayan neo-reaksiyoner yayınevi Passage Press tarafından düzenlenmişti. Kitabın son notları çoğunlukla Wikipedia sayfalarının QR kod bağlantılarından oluşuyor: ‘Denazification’ [Nazilerden arındırma], ”L’État, c’est moi“ [Devlet, benim], ”Presentism (historical analysis)” [şimdicilik (tarihsel analiz)]. Buz tutmuş sokaklarda yolumu bulmaya çalışırken, Yarvin, Elizabeth döneminde sanat ve bilimin en parlak beyinlerinin sarayda bulunduğunu anlatıyordu. Trump’ın yakın çevresiyle bir paralellik görüp görmediğini sorduğumda, kahkahayı bastı. “Oh, hayır,” dedi. “Tanrım.”
Çoğu gazeteci gibi benim de baloya girmeme izin verilmedi, bu yüzden lobideki bir barda bir içki sipariş ettim. Yanımda kovboy şapkası ve bordo kadife takım elbise giymiş bir adam duruyordu. Yarvin hayranı olduğu ortaya çıkan bu adamın adı Alex Maxa’ydı. San Francisco’da bir parti otobüsü şirketi işletiyordu ve boş zamanlarında Yarvin’in benzeri memler yapıyordu. Yarvin’in çalışmalarına ilgi duyduğunu çünkü “Washington’da kendilerini çok zeki sanan insanların karşı çıkamayacakları bir şeye sahip olduğumu hissettirdiğini” söyledi. Baloya gitmek istemişti ama fiyatı yirmi bin dolara çıkan biletler artık tükenmişti. Kısa bir süre sonra, Yarvin’in iki arkadaşıyla tanıştım. Onlar, benimle birlikte olan başka bir gazeteciyi ve beni cesaretlendirerek partiye onlarla birlikte girmemizi söylediler. Maxa da benzer bir yaklaşımla çoktan içeri girmişti: “Lol, vestiyerin nerede olduğunu sorarak içeri girdim,” diye mesaj attı.
Passage Press, etkinliği “MAGA, Teknoloji Sağcılarıyla Buluşuyor” olarak duyurmuştu. Bu yanlış bir tanıtım değildi. Pembe ve mor ışıklarla aydınlatılmış bir ziyafet salonunda, Dışişleri Bakanlığından Anton, Müslüman karşıtı bağnazlığıyla tanınan Trump’ın danışmanı Laura Loomer ve Pizzagate komplo teorisini popülerleştiren Jack Posobiec, risk sermayedarları, kripto para hızlandırıcıları ve Substack’in yıldızlarıyla kaynaştılar. O akşamın erken saatlerinde, konuklar kızarmış deniz tarağı ve fileminyon yerken, balonun ana konuşmacısı Steve Bannon, toplu sınır dışı edilmeyi, idari devletin “Götterdämmerung”unu(2) ve Mark Zuckerberg’in hapse atılmasını istedi.
Sekiz yıl önce, birinci nesil alternatif sağcı influencer Mike Cernovich, Hillary Clinton’ın Trump’ın destekçilerinin yarısının “acınası” [deplorable] bir grup olduğunu söyleyen talihsiz sözlerine atıfta bulunan DeploraBall adlı bir açılış partisine ev sahipliği yapmıştı. Herkesin ifadesine göre, gazeteciler ve protestocuların istilasına uğrayan parti tam bir kaos ortamıydı. Cernovich’in ortak organizatörlerinden biri ve çevrimiçi takma adı Baked Alaska olan Tim Gionet, Twitter’da antisemitik içerik paylaştıktan sonra görevinden alınmıştı. Şimdi, Taç Giyme Balosu’nda, Baked Alaska tatlı olarak servis edildi. Bu, 6 Ocak ayaklanmasına katıldığı için şartlı tahliye olan Gionet’e bir gönderme gibi görünüyordu (Gionet ertesi gün Trump tarafından affedildi). Cernovich, bir bebek arabasında bir bebeği iterek, gururlu bir baba gibi hareketin geldiği noktaya hayranlıkla baktı. Ertesi gün öğleden sonra Twitter’da “Oradaki en yaşlı adamlardan biriydim!” diye yazacaktı. “Gerçek sağcı. Yüksek enerji ve yüksek IQ.” 2008’de Yarvin, “Açık Mektup”unda, gerici bir öncü grubun yeraltı siyasi partisi kurması çağrısında bulunmuştu. Taç Giyme Balosu, bunun artık gerekli olmadığını açıkça gösterdi. İnternet bağımlısı karşı-elitler artık iktidardaydı.
Yarvin, önceki gece Thiel’in Washington’daki evinde düzenlenen partide giydiği aynı smokini ve parlak kırmızı kuşağıyla giyinmişti. Politico’nun haberine göre, Vance onu “Sen gerici faşist!” diyerek dostça selamlamıştı. Yarvin, bu smokini geçen yılki düğününde de giymişti. Yarvin’in ilk eşi, kalıtsal bir kalp hastalığı nedeniyle 2021’de elli yaşında öldü. Baloda, ona ikinci eşi Kristine Militello eşlik etti. Eski bir Bernie Sanders destekçisi ve hevesli bir romancı olan Kristine, pandemi sırasında bir çevrimiçi şarap perakendecisinde müşteri hizmetleri işini kaybettikten sonra “kırmızı hapı yuttuğunu” söylüyordu. Yarvin ile ilk kez YouTube’da, Amerikan Devrimi’nin meşruiyetine karşı argümanlar sunduğu bir videoyu izlerken tanışmıştı ve ardından Yarvin’in yazdığı her şeyi okumuştu. 2022’de ona hayranlık dolu bir e-posta göndererek New York’un muhalif sağcı edebiyat çevresine nasıl girebileceği konusunda tavsiye istedi ve birkaç hafta sonra bir şeyler içmek için buluştular.
Son zamanlarda Yarvin, kendisini “karanlık elf” olarak tanımlamaya başladı. Bu elflerin rolü, “yüksek elfleri” (Demokrat eyalet elitlerini) “yüksek altın zihinlerine karanlık şüphe tohumları ekerek” baştan çıkarmak (Tolkien’den esinlenen bu metaforda, Cumhuriyetçi eyalet muhafazakârları, şaşırtıcı olmayan bir şekilde karanlık elflerden oluşan yeni bir yönetici sınıfın “mutlak gücüne” boyun eğmesi gereken “hobbitler”). Her zaman kendini bu kadar tuhaf ifade etmemişti. 2011’de, aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik’in Norveç’teki bir yaz kampında çoğu genç olan 69 kişiyi öldürdüğü günün ertesi günü, Yarvin şöyle yazıyordu: “Norveç’i yeni bir şeye dönüştürmek istiyorsanız, Norveç’in mevcut yönetici sınıfının size katılması ve sizi takip etmesi gerekir. Ya da en azından onların çocuklarına ihtiyacınız olacak.“ Breivik’i doğru grubu hedef aldığı için (”komünistler, Müslümanlar değil”) övüyor, fakat yöntemlerini kınıyordu: ”Tecavüz beta. Baştan çıkarma alfa. Gençlik kampını katletmeyin, gençlik kampını devşirin.”
Yarvin’in kendi üye kazanma çabaları işe yarıyor gibi görünüyordu. En yakın açık barda, yedinci sınıftan beri Yarvin’i okuyan, Carnegie Mellon’da okuyan neşeli bir ikinci sınıf öğrencisi olan Stevie Miller ile konuştum (Yarvin bana, “yüksek IQ’su”nun “yüksek IQ’su olanları çeken bir mıknatıs” gibi işlev gördüğü için, onu çocukken okuyan birkaç yetenekli Zoomers ile tanıştığını söylemişti). İki yıl önce Miller, Maryland’ın kırsal kesiminde nerdler ve teknoloji meraklılarının bir araya geldiği Vibecamp’ta [Vibe kampı] Yarvin ile takılmıştı. Erken ayrılan Yarvin, Miller’dan Washington’da kendi partisini düzenlemesine yardım etmesini istemişti. Bu parti, Vibekampf [Vibe kavgası] olarak bilinmeye başladı. Daha sonra Miller, Yarvin’in ilk kişisel stajyeri oldu. “Sevdiğim New Yorklu Yahudi liberaller olan ailem tamamen şaşkına dönmüştü,” diyordu.
Yarım saat sonra, diğer muhabirler gibi ben de partiden dışarı çıkarıldım. Güvenlik, lobide tanıştığım arkadaşım Maxa’yı bizimkilerden biri sanıp onu da dışarı attı, ama Maxa kalabalığı yararak karanlık elfle fotoğraf çektirmek için onu yakalamayı başardı.
Trump’ın en karamsar eleştirmenleri bile, başkanın ikinci döneminde Amerika’ya otokrasi dayatmak için harekete geçme hızına şaşırdı. Başkan, gücü yürütme organında ve çoğu zaman dünyanın en zengin adamlarının elinde topladı. Seçilmemiş yurttaş Elon Musk, yirmili yaşlarındaki bir grup genci federal hükümette bir çılgınlığa sürükledi, on binlerce memuru işten çıkardı, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansını kapattı ve Hazine Bakanlığının ödeme sisteminin kontrolünü ele geçirdi. Bu arada, yönetim sivil topluma saldırı başlattı, ideolojik beyin yıkama kalesi olduğunu iddia ettiği Harvard ve diğer üniversitelerin fonlarını iptal etti ve Trump’ın muhaliflerini temsil eden hukuk firmalarını cezalandırdı. Göçmenlik uygulamalarını genişleterek, ABD’de doğmuş üç çocuğu Honduras’a, bir grup Asyalı ve Latin Amerikalı göçmeni Afrika’ya ve iki yüzden fazla Venezuelalı göçmeni El Salvador’daki maksimum güvenlikli bir hapishaneye sınır dışı etti. ABD vatandaşları artık, kendilerini yargı süreci olmaksızın ortadan kaldırma hakkını iddia eden bir hükümetle karşı karşıya. Trump, Oval Ofis’te El Salvador Cumhurbaşkanı Bukele ile yaptığı görüşmede, “Sırada içimizden çıkanlar var,” demişti. Güçlü bir denetim ve denge sistemi olmadan, küresel ekonomiyi altüst eden tutarsız bir ticaret savaşı başlatmak gibi bir adamın saçma fikirleri filtrelenemez. Bu fikirler, onun ailesini ve müttefiklerini zenginleştiren politikalara dönüşür.
Ocak ayından bu yana, hükümetin kaotik eylemleri ile Yarvin’in yazıları arasındaki bağlantıları izlemek için çevrimiçi bir endüstri ortaya çıktı. Yarvin, bazı Bluesky kullanıcılarının hayal ettiği gibi Oval Ofis’e erişimi olan Rasputin benzeri bir figür değil ama bazı insanların neden bu görüşe vardığını anlamak zor değil. Geçen ay, isimsiz bir DOGE danışmanı Washington Post gazetesine, “politika yapımında rol oynayan herkesin Yarvin’i okuduğunun herkesin bildiği bir sır” olduğunu söyledi. Başkanın genel sekreter yardımcısı Stephen Miller, yakın zamanda Yarvin’in bir tweetini alıntıladı. Vance, Yarvin’in uzun süredir istediği gibi ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini istedi. Geçen bahar, Yarvin tüm Filistinlilerin Gazze Şeridinden çıkarılmasını ve burayı lüks bir tatil beldesine dönüştürülmesini önermişti. Substack’te “Biri ‘sahil’ mi dedi?” diye yazıyordu, “Jared Kushner tarafından geliştirilecek yeni Gazze, Akdeniz’in Los Angeles’ı, insanlığın en eski okyanusu üzerinde kurulacak yepyeni bir şehir, Apple kalitesinde bir hükümetin yöneteceği muhteşem bir gayrimenkul.” Bu şubat ayında, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ortak bir basın toplantısında Trump, danışmanlarını şaşırtarak neredeyse aynı öneriyi yaptı ve yeniden geliştirilen Gazze’yi “Orta Doğu’nun Rivierası” olarak tanımladı.
Yarvin’e yazıları ile gerçek dünyadaki olaylar arasındaki paralellikleri sorduğumda, yanıtı kayıtsızdı. Kendisini saf aklın bir aracı olarak görüyor gibiydi; ona göre tek gizem, diğerlerinin bunu anlamasının neden bu kadar uzun sürdüğüydü. “Yalan uydurmak mümkün, ama gerçeği ancak keşfedebilirsin,” diyordu bana. Londra’daydık, psikolog Jordan Peterson’ın kurucularından olduğu muhafazakâr konferans Alliance for Responsible Citizenship’e katılıyordu (Yarvin, Peterson’ı bana “tuhaf bir narsist enerji yayan bir züppe” olarak tanımladı)ç Yarvin’e seyahatlerinde, hayatı hakkında bir belgesel çeken iki milenyum kuşağı film yapımcısı, Eduardo Giralt Brun ve Alonso Esquinca Díaz eşlik ediyordu. Amaçları, Brun’un deyimiyle “kamera tesadüfen orada” olan “Grey Gardens” tarzında doğal bir karakter çalışması yapmaktı. İşler planlandığı gibi gitmedi. Yarvin aynı monologları tekrar edip duruyordu, bu da çekimlerin çoğunun aynı olması anlamına geliyordu. Film yapımcıları, Yarvin’in ırkçı sözlerinin izleyicileri rahatsız edeceğini düşünüyordu. Bir öğleden sonra Londra’da Díaz, Yarvin’in, Brexit’i desteklemesi ve Steve Bannon gibi isimlerle sürdürdüğü diyalog nedeniyle “İşçi Partisi’nin MAGA Lordu” olarak adlandırılan post-liberal siyaset teorisyeni Lord Maurice Glasman ile portresinin çizilmesini filme almıştı. Tartışmanın bir noktasında Yarvin, iPhone’unu çıkarıp Glasman’a, sohbet robotu Claude’u hackleyerek kendisine Z [Nigger] kelimesiyle hitap etmesini sağladığını gösterdi.
Bazı düşünürler Yarvin’in gördüğü ilgiyi kıskanabilir. Ama o, hayl ettiği devrimde henüz nakde çeviremediği için etkisini “sahte para” olarak nitelendirdi. DOGE’ye (“çok fazla liberteryen DNA”) ve Trump’ın gümrük vergisi planına (yeterince merkantilist değil) alaycı bir tavırla yaklaştı. Substack’te yayınlanan son makalesinde, siyasi görüşleri nedeniyle üniversite öğrencileri ve profesörleri tutuklamak için sivil ICE [Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza] memurlarının görevlendirilmesini eleştirdi. Eleştirisinin nedeni ahlaki değil, bu tür şiddet içeren görüntünün direnişi kışkırtabileceği idi. Yarvin’in kehanetvari açıklamaları ve mevcut siyasete duyduğu sonsuz küçümseme, viral olan bir paylaşıma ilham verdi: “Rejim karşıtı eylemleriniz pratikte işe yarıyor. Ama teoride işe yarıyor mu?” Muhafazak’ar aktivist Christopher Rufo, Yarvin’i ”her şeyin anlamsız olduğunu ısrarla savunan somurtkan bir ergen”e benzetmişti. Ben onu, zihninde kurduğu milimetrik otokrasi dışında hiçbir şeyle yetinmeyecek gerici bir Goldilocks(3) olarak görmeye başladım.
Bu kontrol arzusunun bir yansıması, bazı ilişkilerinde de görülüyor. Kısa bir süre önce, Yarvin’in eski nişanlısı Lydia Laurenson’u Berkeley’de ziyaret ettim. İkili, Yarvin’in Substack’te “dul bakirliğinden kurtulduğunu” ve “çocuk sahibi olabilecek yaşta” birini aradığını belirten bir ilan yayınladıktan sonra, Eylül 2021’de çıkmaya başlamıştı. Serbest yazar ve editör Laurenson aynı gün şu yanıtı vermişti: “Tarihsel olarak liberal biriyim ama IQ’m çok yüksek, çocuk istiyorum ve seninle konuşmak için inanılmaz meraklıyım.” Yarvin, ilana yanıt veren diğer kadınlarla Zoom randevularına çıktı. Bunlar arasında, şu anda hapiste olan kripto girişimcisi Sam Bankman-Fried’in eski kız arkadaşı Caroline Ellison da vardı. Fakat Yarvin ve Laurenson kısa sürede kendilerini her şeyi tüketen bir aşkın içinde buldular. Laurenson, Yarvin ile olan ilişkisinin felsefesinin, “Birlikte dahiler olacağız ve dahi bebeklerimiz olacak,” olduğunu söyledi. “Biraz dalga geçiyorum ama gerçekten öyleydi.”
Yarvin gibi Laurenson da erken yaşta üniversiteye giden erken gelişmiş bir çocuktu. Ayrıca, Clarisse Thorn takma adıyla, seks pozitif feminizm, BDSM ve kadınları tavlama sanatı hakkında yazdığı, kült bir takipçi kitlesi olan bir blogu vardı. Yarvin ile sık sık kavga ederlerdi, bazen politik konular hakkında. Laurenson sol görüşten uzaklaşmıştı, ama neo-reaksiyonizmi tam olarak benimsememişti. Yarvin’in fikrini herhangi bir konuda değiştirip değiştirmediğini sorduğumda, en azından onun yanında Z kelimesini kullanmamasını sağladığını söyledi (Yarvin daha sonra bu dergiye, bu kelimeyi “Güneyli bir plantasyon sahibi” ruhuyla kullanmadığını söyleyecekti).
Laurenson’a göre gerginliğin daha büyük kaynağı Yarvin’in otokratik bağlanma tarzıydı. Kavga ettiklerinde, düşmanlıkları sona erdirmek için mantıklı bir gerekçe sunmasını ısrarla istiyordu, diyor Laurenson. Yarvin’in kurnaz kişisel saldırılarının, kamuoyundaki tartışmalardaki tavrına benzediğini düşünüyordu. “Mantıklı görünen ama aslında yanlış açıklamalar uyduruyor; yaptıklarını işaret etmeye çalışan kişinin karakterine saldırıyor; bu, ruha yönelik bir DDOS saldırısı gibi,” diye yazdığı e-postada, birden fazla kaynaktan gelen trafikle sunucuyu çökertme stratejisine atıfta bulunuyordu. Laurenson’un arkadaşı ve Yarvin ile kendi aralarında da anlaşmazlıkları olan James Dama, “Lydia’nın kilosu veya görünüşü hakkında kaba şakalar yapar, kimse gülmez, sonra da Lydia’ya kendini beğenmiş olduğu için kızardı,” diye hatırlıyor (Yarvin’in ilk kız arkadaşı Tanner da benzer bir hakaret ve talep döngüsünden bahsetti).
Laurenson ve Yarvin, Laurenson hamileyken 2022 yazında ayrıldı. Yarvin, yakınlık arzusunun Laurenson’a “baskıcı ve boğucu” gelmiş olabileceğini ve “iğneleyici şakalar” yapma gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu söylüyor ama ilişkisi boyunca kasıtlı olarak acımasız davrandığını kabul etmiyor (İlişki bittikten sonra, “doğal içgüdüm, her fırsatta onu küçük düşürmekti” diye ekliyor ve bunun “çok iyi yaptığı bir şey” olduğunu belirtiyor). Oğullarının doğduğu aralık ayından birkaç hafta sonra, Yarvin kısmi velayet davası açtı ve velayeti aldı. Aile mahkemesinde devam eden dava hâlâ sert geçiyor. Arabulucu, geçen yıl “Ebeveynler neredeyse hiçbir konuda anlaşamıyor,” diyordu.
Artık bir çocukları olduğu için Laurenson, Yarvin’in kendi çocukluğunu düşünerek çok zaman geçiriyor. “Sınıfın palyaçosu gibi, çok ilgi bekliyor,” diyor. Ona göre, Yarvin’in kışkırtıcı bir ideolojiyi benimsemesi, bir tür “yineleme kompulsifliği” gibi görünüyordu; bu, büyürken maruz kaldığı dışlanmayı yeniden çerçevelendirmesine olanak tanıyan bir psikolojik savunma mekanizmasıydı. Amerika’nın yaşayan en ünlü monarşisti olarak, insanların onu kişiliği için değil, aşırı fikirleri için reddettiğini kendine söyleyebiliyordu. Onun “monarşistlik” fikrini önce bir tür entelektüel spor olarak, biraz da Usenet’ten esinlenerek benimsediğini, sonra da Borges’in öyküsündeki paralel dünya gibi, yavaş yavaş kendi gerçekliğini kazanıp kazanmadığını merak ediyordu. “Sanki insanların seni hayranlıkla izlediği ve istediğin kadar trolleme yapmana izin verdiği bir yer buldun ve sonra da o dünyada yaşamaya başladın, öyle mi?” diye soruyordu.
Son on yılda liberalizm, siyasi yelpazenin her iki kanadından da darbe aldı. Soldaki eleştirmenleri, liberalizmin ölçülü ve kademeli yaklaşımını, iklim değişikliği, eşitsizlik, etnik milliyetçi sağın yükselişi gibi günümüzün çok sayıda acil sorunu ile bağdaşmaz buluyor. Buna karşılık muhafazakârlar, liberalizmi geleneksel değerleri ayaklar altına alan kültürel bir canavar olarak resmediyor. Notre Dame Üniversitesi’nden siyaset bilimci Patrick Deneen, Why Liberalism Failed [Liberalizm Neden Başarısız Oldu?] (2018) adlı kitabında, günümüz Amerika’sının bireysel özgürlüğe verdiği önemin aile, inanç ve toplumu feda ettiğini ve bizi “haklarla donatılmış, özgürlüğümüzle tanımlanan, fakat güvensiz, güçsüz, korkak ve yalnız, giderek daha ayrı, özerk ve ilişkiden yoksun bireyler” haline getirdiğini savunuyor. Adrian Vermeule dahil olmak üzere diğer post-liberal teorisyenler, devletin açıkça Katolik bir “ortak iyilik” adına belirli hakları kısıtlamasını öneriyorlar.
Yarvin ise daha basit ve libidinal olarak daha tatmin edici bir şey talep ediyor: her şeyi yakıp yeniden baştan başlamak. Yetmişli yılların sonlarında neoliberalizmin ortaya çıkmasından bu yana, siyasi liderler yönetişimi giderek kurumsal yönetim gibi ele almaya başladı, vatandaşları müşterilere dönüştürdü ve hizmetleri özelleştirdi. Sonuç, daha büyük eşitsizlik, zayıflamış bir sosyal güvenlik ağı ve bu sorunların sorumlusunun demokrasinin kendisi olduğu yönünde yaygın bir algı oldu. Bu da, Yarvin’in şu anda övdüğü otokratik verimliliğe olan iştahı artırdı. Tarihçi Suzanne Schneider, “Yarvin’in programı, küresel ısınma ya da savaş makinesi gibi şeyleri değiştirmek için yapılan çabaların boşuna olduğu hissedilen neoliberal bir dönemde cazip görünebilir,” diyor. “Arkanıza yaslanıp, hiçbir şey umursamadan, başkalarına işleri yönetmesine izin verebilirsiniz.” Yarvin, insanlığın gelişmesi veya genel olarak insanlar hakkında pek bir şey söylemiyor. Eserlerinde insanlar, sürüye katılacak koyunlar, düzeltilmesi gereken aptallar veya solcu kuklacılar tarafından kontrol edilen kuklalar olarak görünüyor.
Yarvin dikkat çekme konusunda ne kadar yetenekli olursa olsun, eserleri dikkatli bir incelemeye dayanamıyor. Çalışmaları, onun karamsar sezgilerine uydurmak için uydurulmuş sahte üçlü mantık ve argümanlarla dolu. Çok okumuş, ama bilgisini aynı gerici masal için malzeme olarak kullanıyor: Bir zamanlar insanlar yerlerini bilirlerdi ve uyum içinde yaşarlardı; sonra Aydınlanma geldi ve eşitlikçiliğin “soylu yalanı” ile dünyayı kargaşaya sürükledi. Yarvin, akademisyenleri tarihi Marvel filmleri gibi, aşırı basitleştirilmiş kahramanlar ve kötü adamlarla ele aldıkları için sık sık eleştirir, ama Napolyon’u “girişimci” olarak nitelendirerek bu resme ne kattığı belirsiz (Shakespeare’in oyunlarının aslında on yedinci Oxford Kontu tarafından yazıldığı ve Amerikan İç Savaşı’nın, onun deyimiyle “Ayrılma Savaşı”nın, siyahi Amerikalıların yaşam koşullarını kötüleştirdiği şeklindeki revizyonist teorileri destekler). “Birincil kaynakların güzel yanı, genellikle tek bir kaynakla argümanınızı kanıtlayabilmeniz,” diye ilan ediyor ki bu tarihçiler için epey yeni bir bilgi olacaktır.
En sert eleştirmenleri sağdan geliyor. Muhafazakâr aktivist Rufo, Yarvin’in “çocukça hakaretler, paranoya nöbetleri, kalın italik yazılar, anlamsız konudan sapmalar, rekabetçi bibliyografya ve karikatürlere atıflar”dan oluşan bir tartışma tarzına sahip bir “sofist” olduğunu yazıyor. Rufo, “Birisi senin gerçekte ne düşündüğünü anlamaya çalıştığında, orada pek bir şey olmadığını fark etmekten kendini alamaz,” diye ekliyor. Yarvin’in fikirlerine en cömert yaklaşım, görünüşte uzak iddiaları bile kanıtlarla değerlendirmeyi övünen rasyonalist hareketle bağlantılı blog yazarlarından geliyor. Ne var ki, onların olağanüstü sabrı da tükenmeye başladı. Ünlü bilgisayar bilimci Scott Aaronson, aralarındaki konuşmalar hakkında, “Bana asla eşit olarak hitap etmedi, sadece beyni yıkanmış bir kişi olarak gördü” diyor. “Sanki bana mutlu kölelerin şarkı söylediği bir kitap daha okutursa ya da F.D.R. hakkında bir monolog daha yaparsa, sonunda gerçeği göreceğimi düşünüyor gibiydi.”
Mesele entelektüel ciddiyet olmayabilir. Yarvin’in polemikleri, nerd hıncı ve plütokratik iktidar iradesine bir gerekçe arayan sağcılar için yararlı oldu. Connecticut’tan Demokrat senatör Chris Murphy, “Bu adamın konuyla ilgili tutarlı bir teorisi yok” diyor. “Sadece birçok Cumhuriyetçinin duymak istediği şeyleri yüksek sesle söylüyor.”
Güç tapıncını insan onuruna saygısızlıkla birleştiren bir dünya görüşünün totaliter sonunu tahmin etmek zor değil; bazılarının deyimiyle faşizm. İdeolojik düşmanı Bolşevikler gibi, Yarvin de Ütopya’nın önündeki tek engelin onu gerçekleştirmek için her yolu kullanmaya isteksizlik olduğuna inanıyor gibi görünüyor. Rejimine geçişin barışçıl, hatta neşeli olacağını iddia ediyor, fakat eserlerinde şiddet fantezileri alazlanıyor. Mart ayında Substack’te yayınladığı bir yazıda, “Monark, soyluları veya kitleleri gerçekten soykırıma uğratmaya hazır değilse, onların sadakatini kazanmak zorundadır,” diyordu. “Bu insanları kuş gribi olan hindiler gibi köpükleyecek değilsiniz, değil mi?”(4)
Yarvin’in dünyanın nasıl işleyişi gerektiğine dair güçlü görüşleri bu profile de yansıdı. Önerilerinden bazıları ilgi çekiciydi: Eski kız arkadaşlarından biriyle bir tartışma programı düzenleme fikrini ortaya attı ve beni, Usame’nin oğullarından biri olan Ömer bin Ladin ile bir toplantı için Doha’ya davet etti. Diğerleri ise yılışıktı. Bir keresinde, “aşırı” kelimesini kullanmamı eleştiren dokuz mesaj gönderdi. Bu kelimenin “düşmanca ve aşağılayıcı” olduğunu ve makalemde kullanılmaması gerektiğini söyledi (Daha önce, kayıtlı konuşmalarımızda, mevcut yönetimdeki herkesten daha “aşırı” olduğu konusunda defalarca övünmüştü). Watergate Oteli’ndeki Taç Giyme Balosu’ndan birkaç gün sonra, New Yorker dergisine mektup yazarak, yayıncısının izni olmadan içeri girdiğim için şikayet etti; bu olayın “Watergate 2”ye dönüşmemesini umduğunu söyledi ve kendini “kesinlikle bu ortamdaki en medya dostu kişi” olarak nitelendirdi! (Passage Press’teki yayıncısı ve balonun sunucusu Jonathan Keeperman, bir keresinde Cumhuriyetçi Parti’nin “gazetecileri lamba direğine asması”, yani linç etmesi gerektiğini önermişti, bu yüzden bu pek de zor bir şey değil).
Bu kış bir sabah, Yarvin’den habercilik tekniğimle ilgili endişelerini dile getiren yirmi sekiz mesajla uyandım. “Sorun, senin işleyişinin gevşek olması ve bunun düşük kaliteli içerik ürettiğini hissetmem,” diye yazıyordu. “İşleyiş çatışmacı olmadığında, neyle mücadele ettiğimi bilemiyorum.” Kısaca, benim “fikirleri anlamak için çok aptal” olup olmadığımı ya da Orwell’in ‘crimestop’ olarak adlandırdığı zihinsel oto-sansüre boyun eğip eğmediğimi düşünüyordu. Bana, Doğu Alman bir oyun yazarı ile onu gözetlemekle görevli bir Stasi ajanı arasındaki ilişkiyi anlatan Oscar ödüllü film “The Lives of Others”ı [Başkalarının Hayatı] izlememi tavsiye ediyordu. Stasi ajanı, diye yazıyordu, “oyun yazarının fikirlerini *düşünmeye gerek duymadan* yazabiliyor. Muhalif fikirlere ‘karşı’ olduğu için değil, bu fikirlerin beynine girmesine bile izin vermiyor.” Filmde, Stasi ajanı sonunda oyun yazarının görüşlerine sempati duymaya başlayınca “kırılıyor”. Yarvin, herhalde oyun yazarıydı.
Öte yandan, beni bir “NPC” ya da oyuncu olmayan karakter olarak görmeye başladığını söyledi. Bana “Blade Runner” filminde androidleri insanlardan ayırmak için kullanılan hayali sınav olan Voight-Kampff testini yapmayı öneriyordu. Onun versiyonunda ikimiz “boş levha teorisi” ile “ırkçılık” hakkında tartışacak ve konuşmamızı kaydedecektik (“Irkçılık” derken elbette insan biyolojik çeşitliliğini kastediyorum, diye açıklıyordu). Habercilik sürecimin talep üzerine testlere tabi tutulmayı içermediğini açıkladığımda, bana W. H. Auden’ın Prag Baharı’nı bastırmak için Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgalini anlatan “August 1968” [Ağustos 1968] adlı şiirinin ekran görüntüsünü gönderdi:
Ogre, ogrelerin yapabileceği şeyleri yapar
İnsanların yapamayacağı şeyler
Ama bir ödül onun ulaşamayacağı bir yerde
Ogre konuşmayı öğrenemez
Devamında, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” diye bu habere katılmayı kabul ettiğini, ama şimdi mümkünse bunu engellemeye çalışacağını söylüyordu.
Mesajları ile Thiel ve diğer arkadaşlarına medyayla ilişkilerinde sergilemelerini tavsiye ettiği soğukkanlı tavrı arasındaki tezat beni çok etkiledi. Yarvin’in kimliğini ortaya çıkaran 2013 tarihli TechCrunch makalesinin yayınlanmasının ardından, girişimci Balaji Srinivasan bir e-postada, “Karanlık Aydınlanma takipçilerini tek bir savunmasız ve düşmanca muhabirin üzerine salarak kimliklerini ifşa etmelerini” önermiş, Yarvin onu vazgeçirmişti. “Heartiste ne derdi?” diye sormuştu Yarvin, beyaz milliyetçi çöpçatan blogu “Chateau Heartiste”ye atıfta bulunarak. “Neredeyse her zaman, doğru alfa cevabı ‘hiçbir şey’dir. Hiçbir şey söyleme. Hiçbir şey yapma.”
Şubat sonlarında ılık bir öğleden sonra, Yarvin ve eşi Kristine, Güney Fransa’da bir köy yolunda arabayla gidiyorlardı. Onlara belgeselciler Brun ve Díaz eşlik ediyordu. “Nereye gidiyoruz, Kristine?” diye sordu Brun, yolcu koltuğundan, kamerayı arkaya çevirerek yanımdaki onu çekmeye başladı.
Kristine, sadece çok belirsiz bir fikri olduğunu söyledi. “Açıkçası, her şeyi son dakikada söylüyor,” diye açıklıyordu. “Köpek olmak gibi bir şey. Arabaya bindiğini biliyorsun, ama köpek parkına mı gideceksin, veterinere mi gideceksin, oraya varana kadar bilmiyorsun.”
“Spontaneite,” diye araya girdi Yarvin.
“Bu kelime tam da bunu ifade ediyor,” diye alay etti Kristine.
78 yaşındaki romancı ve broşür yazarı Renaud Camus ile buluşmak üzereydik. Camus, 2011 yılında, liberal elitlerin beyaz Avrupalıları Afrika ve Orta Doğu’dan gelen göçmenlerle değiştirmek için bir komplo kurduklarını iddia eden kışkırtıcı bir manifesto olan “Büyük Yerinden Etme” [The Great Replacement] adlı kitabını yayınlamıştı. Kitabın başlığı, o günden bu yana dünyanın dört bir yanındaki beyaz milliyetçilerin sloganı haline geldi. 2017’de Virginia’nın Charlottesville kentinde yürüyüşçüler “Bizi yerimizden edemezsiniz” sloganını atarken, iki yıl sonra Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde Camus’nun kitabıyla aynı başlıklı bir manifesto yayınlayan bir adam 51 Müslümanı öldürmüştü.
Bir tepenin zirvesine ulaştığımızda, Camus’nun kalesi Château de Plieux’nun duvarları göründü. “Albert Camus ile akrabalığı var mı, bilen var mı?” diye sordu Yarvin. “Albert ile akrabalığı yok ama sevimli, yaşlı, eşcinsel, edebiyatçı bir Fransız.”
Venezuelalı Brun, Camus’nun “Yabancılar giremez” yazan bir tabela asmış olsaydı ne yapacağını merak etti.
“Peki, bizim yerimizi almaya mı geldin?” diye şaka yaptı Kristine. Kimse tepki vermedi.
Yarvin kapının yanındaki etkileyici metal zili çaldı ve kısa süre sonra Camus’nun partneri Pierre Jolibert bizi içeriye davet etti. Yukarıda Camus bir şişe şampanya ile bizi bekliyordu. Manikürlü beyaz sakalı, kahverengi kadife ceketi, papyonu ve altın cep saati zinciri ile 19. yüzyıldan kalma bir edebiyatçıya benziyordu. Mükemmel İngilizce ve İngiliz aksanıyla konuşan Camus, Paris’teki küçük dairesine kitapları sığmaz hale gelince, 1300’lü yıllardan kalma bu şatoyu satın almaktan başka seçeneği olmadığını söylüyordu. Bu olay 35 yıl önceydi. Şimdi, devasa çalışma odasını kaplayan kitap yığınlarına bakarak, burada da aynı sorunla karşılaştığını söylüyor.
Birkaç kadeh şampanya içtikten sonra Yarvin, Camus’ye bir dizi soru sorsa da, ev sahibinin tam bir cevap vermesini nadiren bekledi. Camus, Philippe Pétain hakkında ne düşünüyordu? Charles de Gaulle? III. Napolyon? I. Napolyon? Ernst Jünger? Ernst von Salomon? Ezra Pound? Basil Bunting? Eski tırı vırı şampiyonu Yarvin, bir etkileşimden çok, bilgisini sergilediği için başını okşatmak istiyor gibi görünüyordu.
Aşağıya öğle yemeği –kızarmış ördek dilimleri, Lorraine usulü kiş, kırmızı şarap– için indikten sonra Yarvin çapraz sorgusuna devam etti. Camus, Thomas Carlyle’ı nasıl değerlendiriyordu? Michel Houellebecq? XIV. Louis? Charles Maurras bugün hayatta olsaydı ona ne derdi? Dostoyevski, Covid laboratuvar sızıntısı teorisi hakkında ne düşünürdü?
Camus, Yarvin özellikle tuhaf bir soru sorduğunda tiz bir kahkaha atıyordu, fakat konuğunun, Yarvin’in aslında erkek olduğunu düşündüğü Fransa First Lady’si Brigitte Macron hakkında tekrar tekrar sorduğu sorular karşısında şaşkına dönmüştü. Camus, Avrupa’ya beyaz olmayan göçün artmasına atıfta bulunarak, “Kıtanın tarihindeki en önemli meseleyle uğraşıyoruz” diye haykırıyordu, “Bayan Macron’un erkek ya da kadın olması ne önemi var?”
Brun, dışarıdan çekim yapabilmek için adamlara pencereye geçmelerini istedi. Yarvin, aşağıda düzgünce işlenmiş tarlaların oluşturduğu mozaik manzaraya bakarken, Büyük Yerinden Etme’den tarihin “en büyük suçlarından biri” olarak bahsetti. “Holokost’tan daha mı büyük? Bilmiyorum… Henüz sonuçlarını görmedik.” Geldiğinden beri içki içiyordu ve duygusal bir durumda görünüyordu. “Üç çocuğum var,” diyordu Camus’ya. “Onlar da sıraya dizilip toplu mezarlara götürülecek mi?” Jean Raspail’in, Hintli göçmenlerin Avrupa ülkelerini yok ettiği kıyamet romanı “Azizlerin Kampı” (1973) hakkında konuşuyorlardı. Hıçkırarak devam etti: “Çocuklarımın yirmi ikinci yüzyılda ölmesini istiyorum. Onların çılgın bir postkolonyal Holokost yaşamalarını istemiyorum.”
Tatlı, kahve ve Guadeloupe romundan sonra akşam yürüyüşü zamanı gelmişti. Camus, tahta bastonuyla Yarvin’i Plieux’nun küçük kasabasında gezdirdi. Bahar erken gelmişti: bir kiraz ağacı küçük çiçeklerle açmıştı. Yerel kilisenin önünden geçerken Yarvin, Laurenson’la birlikte büyüttüğü çocuğun fotoğrafını Camus’ya göstermek için telefonunu çıkardı. “O çocuğun annesi karım değildi,” dedi güvenle. Bir an sonra, C. P. Cavafy’nin bir şiirini okurken yine gözyaşlarına boğuldu.
Yarvin ve Camus önden giderken, film ekibi günün çekimlerini değerlendirmek için durdu. Brun, Yarvin’in “Airplane!” filmindeki, çok konuşan ve yanındaki yolcuları intihara sürükleyen çenesi düşük karakteri hatırlattığını söyledi. Camus’nun bu öğleden sonra ne düşündüğünü merak ettik. Çok geçmeden öğrendik. Camus günlüğüne, “Entelektüel alışverişler ticari alışverişler olsaydı –ki bir dereceye kadar öyleler– benim ihracatım ithalatımın yüzde birini bile karşılamazdı,” diye yazdı ve ertesi gün internette yayınladı. “Ziyaretçi geldiğinden gittiğine kadar beş saat boyunca hiç durmadan konuştu, çok hızlı ve çok yüksek sesle, sadece ölen karısı hakkında konuşurken ve daha da garip bir şekilde bazı siyasi durumlar hakkında konuşurken meraktan gözyaşlarına boğuldu.”
Hepimiz şatoya döndüğümüzde hava kararmıştı. “Misafirperverliğiniz, ördeğiniz ve şatonuz için çok teşekkür ederim,” dedi Yarvin, etrafına bakarak. “Buna ne kadar para harcadınız?”
Kristine, Yarvin’in kolunu sevgiyle sıkarak, “İnsanlara böyle bir şeyi soramazsın!” dedi.
Camus, Yarvin’e hatıra olarak bazı kitaplarını verdi, ama Yarvin’in zihni çoktan başka yerlerdeydi. Yarın Paris’e uçacak ve bir grup kırmızı haplı Zoomers ve bir zamanlar Fransa cumhurbaşkanlığına aday olan aşırı sağcı polemikçi Éric Zemmour ile buluşacaktı.
Arabaya doğru yürürken, Yarvin performansıyla ilgili çocuksu bir heyecanla konuşup duruyordu. Bana ve film ekibine döndü. “İyi miydi?” diye sordu. “İyi miydi?”
Dipnotlar:
(1) Overton penceresi, belirli bir zamanda ana akım nüfus tarafından politik olarak kabul edilebilir konu ve argüman aralığına verilen ad; “söylem penceresi” olarak da bilinir. (ç.n.)
(2) Götterdämmerung, Almanca “Tanrıların Şafağı.” Felaketle sonuçlanan şiddet ve kargaşayla karakterize edilen bir toplumun veya rejimin çöküşü. Ayrıca Richard Wagner’in Nibelungen Yüzüğü (Der Ring des Nibelungen) adlı opera dörtlemesinin sonuncusu. (ç.n.)
(3) İngiliz masal kahramanı. Başka versiyonları olmakla birlikte, evlerinden bir nedenle ayrılan üç ayının mekanına giren genç bir kızın burayı dilediği gibi kullanıp sonra evin sahipleri gelince sırra kadem basmasını anlatır. (ç.n.)
(4) İngilizce metindeki orijinal sözcük “foam.” Foaming veya köpükle öldürme/köpükleme, geniş bir alana köpük püskürterek nefes almayı engellemek ve sonunda boğulmaya neden olmak suretiyle çiftlik hayvanlarını toplu olarak öldürme yöntemi. (ç.n.)
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya4 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını6 gün önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’