DÜNYA BASINI
Martin Luther King’in yaşamı ve ölümü
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Öldürülmeden bir gün önce verdiği vaazda King, halkını atalarının getirildiği kölelik zincirlerinden kurtarmak uğruna ölmeye hazır olduğunu ilan etmişti: “Herkes gibi ben de yaşamak isterim, uzun bir yaşam; uzun yaşamın yeri vardır. Ama şu anda bunun için endişelenmiyorum. Ben sadece Tanrı’nın isteğini yerine getirmek istiyorum. O da bana dağa çıkma izni verdi. Ve oraya baktım. Ve Vaat Edilmiş Toprakları gördüm.”
Buradaki ima elbette, Tanrı’nın rehberliğinde İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaran ve ölmeden önce Nebo Dağı’na tırmanarak asla giremeyeceği vaat edilmiş topraklar olan Kenan diyarını seyreden peygamber Musa’ydı: “Oraya sizinle birlikte varamayabilirim. Ama bu gece bilmenizi isterim ki, biz bir halk olarak Vaat Edilmiş Topraklara ulaşacağız.”
Bugün İncil artık Amerikalıların korkularını ve hayallerini bir zamanlar olduğu gibi şekillendirmiyor. King için yüce bir ilham kaynağı olan kitap, mevcut krizde esas olarak Başkan Trump tarafından baş aşağı tutulan bir destek olarak rol oynadı. Yine de Nietzsche’nin bir zamanlar yakındığı gibi Hıristiyan teolojisinin izleri her yere uzanıyor.
Azınlıklar bir kez daha nehri geçmeye çalışmak için Ürdün kıyılarında toplanırken, beyaz liberaller —çoğu zaman diz çöküp ellerini dua eder gibi kaldırarak— günahlarını itiraf ediyor ve bağışlanmak için yalvarıyorlar. Ancak tövbe ederek kurtuluşa ulaşabileceklerini vaaz edilmekte. Püritenlerin Atlantik’i aşarak New England’a yaptıkları ilk yolculuklardan bu yana Amerika’daki vaizlerin bakışları her zaman olduğu gibi onların bakışları da öteki dünyaya sabitlenmiştir. Onların çağrısı her yerdeki günahkârlara yöneliktir; Londra’da olduğu gibi New York’ta, Amsterdam’da olduğu gibi Los Angeles’ta da.
Dişleri sökülmüş
Eric Foner
Ekim 2023
Martin Luther King Jr., Mart 1968’de, suikasta kurban gitmesinden sadece birkaç gün önce yerel bir NAACP liderinin daveti üzerine New York’un banliyölerinden Long Beach’i ziyaret etti. O dönemde pek çok banliyöde olduğu gibi Long Beach de Afro-Amerikan nüfusun küçük bir gettoda yaşadığı ve beyaz ailelerin evlerinde çalıştığı, fiilen ayrıştırılmış bir gruptu. Ben Long Beach’te büyüdüm ama 1968’de şehre taşındım. Ancak ailem hala orada yaşıyordu ve açık sözlü annem, normalde seçilmiş bir belediye başkanının sahip olduğu yetkileri kullanan, tarafgir olmayan bir yönetici olan kent müdürüyle görüşme ayarladı. “Büyük bir Amerikalı Long Beach’i ziyaret ediyor,” diyerek müdürü King için Belediye Binasında bir resepsiyon düzenlemeye çağırdı. Müdür bunu reddetti: “O bir baş belası ve onu burada istemiyoruz.”
Jonathan Eig’in King’in yeni biyografisinde bu küçük hadiseden elbette bahsedilmiyor. Fakat Eig’in birkaç kez döndüğü bir temayı gösteriyor. Artık her siyasi görüşten insan King’in atası olduğunu iddia ediyor. Ancak King ve sivil haklar hareketi, yaşadığı dönemde yalnızca Güney’de değil, tüm dünyada büyük bir muhalefetle karşılaşmıştı. Hükümet King’in itibarını yok etmeye çalışmıştı. John F. Kennedy ve Lyndon Johnson’ın izniyle FBI, King’in yakın arkadaşlarıyla yaptığı telefon görüşmelerini dinledi ve çevresine muhbirler koydu. Sivil haklar hareketinin komünist bir komplo olduğuna inanan J. Edgar Hoover’ın casusları, King’in kadınlarla yaptığı kaçamakların kayıtlarını topladı ve bunları, intihar etmesini öneren imzasız bir mektupla birlikte evine postaladı.
Eig’in önceki ilgi alanları arasında Muhammed Ali, Al Capone ve beyzbol yıldızları Jackie Robinson ve Lou Gehrig yer alıyor. Yorulmak bilmez bir araştırmacı olan Eig’in King kitabı, sivil haklar hareketinin önceki tarihçileri tarafından toplanan belgeler, yakın zamanda yayımlanan binlerce sayfalık FBI kayıtları, iki yüzden fazla mülakat ve King’in ölümünden sonra eşi Coretta tarafından kaydedilen ve daha önce bilinmeyen ses kayıtları da dahil olmak üzere eski ve yeni çok sayıda materyale dayanıyor. Tüm bunlar King’in çarpıcı biçimde yeni bir portresini mi ortaya koyuyor? Pek sayılmaz: King’in hayatının gidişatı nihayetinde bilindik. Fakat Eig, King’i ulusal bir figür haline getiren Montgomery otobüs boykotunu, Birmingham sokaklarında genç siyah göstericilerle “Bull” Connor’ın köpekleri ve yangın hortumları arasındaki çatışmayı ve Selma’dan Montgomery’ye oy hakkı için yapılan yürüyüşü etkileyici bir şekilde anlatıyor. Eig’in King’e duyduğu hayranlık bariz ama Chicago Özgürlük Hareketi ve sivil haklar hareketini tüm ırklardan Amerikalılar arasındaki yoksulluğu ele alacak şekilde genişletmeyi amaçlayan Yoksul Halk Kampanyası gibi başarısızlıklara işaret etmekten de çekinmiyor.
Eig’in üslubu gazetecilik tarzında, kısa paragraflar anlatıyı ilerletiyor. Ancak bu yapı bazen kitabın King’in tam bir portresini sunma arzusuyla çelişiyor gibi görünüyor; Eig’in hareketin tarihsel arka planı ya da King’in kendi fikirleri hakkında analiz yapmasını zorlaştırıyor. Fakat daha önceki bazı yazarların düştüğü tuzaklardan kaçınıyor; örneğin King’in önderlik ettiği “iyi”, ırksal olarak bütünleşmiş, şiddet içermeyen hareket ile Black Power’ın günün düzeni haline geldiği ve kentsel ayaklanmaların daha önce sempati duyan pek çok beyazı yabancılaştırdığı sonraki “kötü” hareket arasında son derece keskin bir karşıtlık çiziyor. Eig, King’in sivil haklar mücadelesini Bağımsızlık Bildirgesi ve Özgürlük Bildirgesi gibi aziz belgelerle ilişkilendirerek beyaz Amerikalıların desteğini almakta usta olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak hareketi, ulusun kuruluşunda ortaya konan Amerikan özgürlük ve eşitlik inancının içkin mantığını yerine getiriyormuş gibi gösterme eğilimine direniyor (Bu ikinci yaklaşım için, Trump yönetiminin son günlerinde yayımlanan ve Amerikan ulusunun kuruluşunun köleliğin kaldırılması ve siyahlar için eşit vatandaşlık haklarının “tohumlarını ektiğini” iddia eden kısa bir Amerikan tarihi anlatısı olan 1776 Raporu’na bakınız). Eig, hareketin ne ortaya çıkışının ne de başarılarının önceden belirlenmiş olduğunu gösteriyor. Hem King’in liderliği hem de Jim Crow’un hukuki yapısını yıkmak için hayatlarını riske atan binlerce cesur erkek ve kadının harekete geçmesi gerekti.
King 1929 yılında Atlanta’da, Georgia kırsalında yoksulluk içinde büyüyen ve sıkı çalışma ve öz disiplin sayesinde Atlanta’nın siyah orta sınıfına katılmayı başaran önde gelen bir Baptist papazı olan Martin “Baba” King’in oğlu olarak dünyaya geldi. İhtiyar King, kentin beyaz güç simsarlarıyla güçlü bağlantılar kurdu; aslında o kadar güçlü ki, ırkçılığa karşı konuşurken bile, on yaşındaki Martin de dahil olmak üzere cemaat üyelerini köle gibi giyinerek Gone with the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti) filminin 1939 galasına katılmaya çağırdı. Eig, Baba King’in “sosyal değişim adına mücadele ettiğini” ancak “takipçilerini sabırlı olmaya çağırdığını” yazıyor. Bir süre direndikten sonra babasının bakanlık yapması yönündeki baskısına boyun eğen King Jr., Atlanta’daki ayrımcılığa maruz kalan Morehouse College’a, Pennsylvania’da küçük bir okul olan Crozer Theological Seminary’e ve doktorasını yaptığı Boston Üniversitesi’ne devam etti. Morehouse’da King, öğrencileri ayrımcılığa karşı çıkmaya teşvik eden dekan Benjamin Mays’in derslerinden ilham aldı ve 19. yüzyılın sonlarında sosyal adalet için mücadelenin dini bir görev olduğunu savunan ilahiyatçı Walter Rauschenbusch tarafından popülerleştirilen Social Gospel hareketinden güçlü bir şekilde etkilendi. King Jr., ciddi bir felsefe ve teoloji öğrencisiydi, Gandhi ve Henry David Thoreau’nun yazılarından yararlanarak adaletsiz yasalara itaatsizlik için güçlü bir gerekçe geliştirdi. Siyahların sadece yüzde 2’sinin üniversite mezunu olduğu bir dönemde King, W.E.B. Du Bois’in ırksal liderlik için aradığı “yetenekli onda biri” örnekledi.
King, 1954 yılında, Eig’in “Ku Klux Klan’ın kalesi” olarak tanımladığı, katı bir şekilde ayrıştırılmış bir kent olan Alabama Montgomery’deki Dexter Avenue Baptist Kilisesi’nin papazı oldu. King geldiğinde, yerel liderler halihazırda siyahların durumunun iyileştirilmesi için kampanya yürütüyorlardı. Fakat 1955 yılında Rosa Parks, Alabama yasalarının gerektirdiği şekilde otobüsteki yerini beyaz bir yolcuya vermeyi reddedince, Montgomery bir yıl süren ve ABD genelinde sosyal değişim savunucularına ilham veren bir otobüs boykotuna sahne oldu. King’den boykota liderlik etmesi istenmesinin nedeni kısmen şehirde yeni olması ve siyah liderler arasındaki hizip çatışmalarına karışmamış olmasıydı. Eig, konut ayrımı nedeniyle orta sınıfa mensup King ailesinin hizmetçiler ve temizlik işçileri arasında yaşamaktan başka çaresi olmadığına ve King’in belki de ilk kez siyah işçi sınıfını deneyimlediğine dikkat çekiyor.
King, bir Baptist kilisesinde dolup taşan kalabalığa yaptığı konuşmada, sıradan Afro-Amerikalılardan oluşan dinleyicilerine anayasa ve Hıristiyan ahlakının kendilerinden yana olduğunu ve şiddetin beyaz failleri karşısındaki ahlaki üstünlüklerinin en büyük güçleri olduğunu söyleyerek kehanette bulundu: “Eğer cesurca ve yine de onurlu bir şekilde ve Hıristiyan sevgisiyle protesto ederseniz, gelecek nesillerde tarih kitapları yazıldığında, tarihçiler durup şöyle demek zorunda kalacaklardır: ‘Medeniyetin damarlarına yeni bir anlam ve haysiyet aşılayan büyük bir halk —bir siyah halk— yaşamıştı.’” King’in hitabeti, Montgomery’nin siyah sakinlerinin ayrımcı otobüslere binmektense bir yıl boyunca yürüyerek gösterdikleri kararlılıkla birleşince, sonunda Yüksek Mahkeme toplu taşımanın entegrasyonunu gerektiren bir karar aldı. King ülke genelinde üne kavuştu. Hayatının geri kalanında ülkeyi dolaşarak konferanslar verdi, gösterilere öncülük etti, para topladı ve sivil haklar hareketine katılımcı kazandırdı. 1960 yılında oturma eylemleri tüm Güney’de bir protesto dalgası başlattığında, liderlik genç nesil siyah aktivistlere geçti. Ancak basın, pek çok arkadaşını kızdıracak şekilde King’i hareketle özdeşleştirmekten asla vazgeçmedi.
Montgomery’den 1964 Sivil Haklar Yasası’na, bir yıl sonra Oy Hakkı Yasası’na ve 1968 Adil Konut Yasası’na —hareketin yasama zaferleri— giden yol hiç de pürüzsüz değildi. Eig, Yüksek Mahkeme’nin devlet okullarında ırk ayrımını anayasaya aykırı ilan etmesinden on yıl sonra, 1964’te Güney’deki beyaz çocukların sadece yüzde 1’inin siyahlarla birlikte okula gittiğine dikkat çekiyor. Daha sonra 1960’larda King hareketi Chicago’ya taşıdığında, yürüyüşçüleri White Power işaretleri taşıyan isyancılar tarafından karşılandı. Chicago Özgürlük Hareketi’nin kaderi King’in liderliğinin bazı güçlü ve zayıf yönlerini ortaya çıkardı. Unutulmaz konuşmalarıyla siyahları ve beyaz müttefiklerini harekete geçirdi ve hem derin dini inançları hem de kendilerinin maruz kaldığı muameleye katlanmaya istekli olması nedeniyle takipçilerinin saygısını kazandı. Yirmiden fazla kez hapse atıldı ve Montgomery’deki evinde bir bomba patlatıldı.
Ancak King hiçbir zaman güçlü bir yönetici olmadı ve Eig’e göre sonuç “örgütsel kaos” oldu. Yol arkadaşları, hareketin kentsel yoksulluk, gecekondulaşma ve iktisadi eşitsizliğin diğer tezahürlerine karşı bir kampanya başlatacak kaynaklardan yoksun olduğu konusunda uyardığında King dinlemeyi reddetti. Aralıksız seyahatler nedeniyle yorgunlukla mücadele etti ve kendinden şüphe duyma ve depresyon nöbetleri geçirdi. Eig, King’in daha az övgüye değer iki özelliğini tartışıyor. Bunlardan biri, lisede başlayan ve doktora tezinde açıkça görülen intihal zaafı; fakat Eig, Boston Üniversitesi’ndeki danışmanlarının King’in tanınmış teoloji ve felsefe eserlerinden dil devşirmesini yakalamış olmaları gerektiğine işaret ediyor. Eig, deneğinin “kötü alışkanlığı” olarak adlandırdığı bu durumu mazur görmeksizin, King’in intihalinin, kaynağı kaydetmeden bilgileri not kağıtlarına kopyalamak ve daha sonra bu materyalleri doğrudan metnine dahil etmek şeklindeki gelişigüzel araştırma yöntemini yansıttığını belirtiyor. “Örnekleme” —diğer vaizlerin vaazlarından özellikle etkili pasajlar ödünç alma— Baptist vaizler arasında nadir değildi.
Daha ciddi olan ise King’in kimi kısa kimi uzun süreli evlilik dışı ilişki geçmişi. FBI’ın King’in telefon görüşmelerini dinlemesi ve seyahatlerini gözetlemesi bu tür ilişkilerin boyutunu ortaya koyuyor. Hoover, King’in cinsel hayatını takıntı haline getirmişti, ancak bu takıntısının ulusal güvenlikle olduğu kadar fuhuşla da ilgisi var gibi görünüyordu. Kayıtlardan elde ettiği müstehcen bilgileri Kongre’nin seçkin üyelerinin yanı sıra Kennedy ve Johnson’la (konu sadakatsizlik olduğunda pek de koro çocuğu sayılmazlardı) paylaşmaktan zevk alıyordu. King’e yönelik en ciddi suçlama, bir kadının iş arkadaşlarından biri tarafından tecavüze uğradığı bir otel odasında bulunması. Bu suçlama, Hoover’ın yardımcılarından William C. Sullivan tarafından kaleme alınan bir telefon kaydı özetinde yer alıyor. King’in kariyeri üzerine çalışan uzmanlar Sullivan’ın anlattıklarının güvenilirliğini sorguluyor. Hoover gibi Sullivan da King’i “siyah halkının lideri olarak tamamen gözden düşürmeye” kararlıydı. Bir yargıç kayıtların, akademisyenlerin Sullivan’ın raporunun doğruluğunu değerlendirebilecekleri 2027 yılına kadar kapatılmasına karar verdi.
Eig, King’in ilişkilerini tartışırken gerçekçi bir yaklaşım benimsiyor. Çekici, güçlü ve geniş çapta saygı duyulan King’in pek çok kadının ilgisini çektiğine dikkat çekiyor ama haklı olarak King’in davranışlarının, en azından bazı ilişkilerden haberdar olan karısı üzerindeki etkisine odaklanıyor. Eig, Coretta Scott King’e önceki biyografi yazarlarından daha fazla ilgi gösteriyor ve onun kendi başına ırkçılık karşıtı bir radikal olduğunu vurguluyor. Başarılı bir siyah iş insanının kızı olmasına rağmen Alabama kırsalında akan suyu ya da elektriği olmayan bir evde büyümesi ve beyaz çocuklar otobüsle seyahat ederken okula gitmek için her gün sekiz kilometre yürümek zorunda kalması bize Jim Crow South’taki yaşam hakkında bir şeyler anlatıyor.
Coretta, Ohio’daki Antioch College’a devam etti ve burada siyasi aktivizmle ilgilenmeye başladı. 1948 yılında öğrenci delegesi olarak, başkan adayı Henry Wallace’ın ırksal adaleti savunduğu ve Truman yönetiminin gelişmekte olan Soğuk Savaş dış politikasına meydan okuduğu İlerici Parti’nin ulusal kongresine katıldı. 1952 yılında, flörtleri sırasında King’e Edward Bellamy’nin etkili sosyalist romanı Looking Backward’ın (1888) bir kopyasını verdi. Yetenekli bir şarkıcıydı ve Boston’daki New England Konservatuarı’na devam etti (İronik bir şekilde, Yüksek Mahkeme’nin “ayrı ama eşit” doktrinine uygun olarak, Alabama hükümeti bu tür bir eğitimi siyah öğrencilere sunmadığı için okul ücretini kısmen ödedi). Evde dört çocuğu varken ve kocası neredeyse her zaman evde yokken profesyonel bir kariyer yapmak imkansızdı ama bazen bağış toplama performansları sergiliyordu. King onun zekasına hayrandı ve strateji konularında sık sık ona danışırdı. Yine de daha sonra King’in kadınların asıl rolünün annelik ve ev kadınlığı olduğunu düşündüğünü yazdı. Hareket, tabandan gelen örgütçü Ella Baker ve Montgomery’de bir üniversite profesörü olan ve otobüs boykotunun kilit örgütleyicilerinden Jo Ann Robinson gibi yetenekli ve iradeli kadın aktivistlerden yoksun değildi. Fakat üst kademeleri neredeyse tamamen erkeklerden oluşuyordu. 1963 Washington Yürüyüşü’ndeki tüm konuşmacılar erkekti.
1957’de siyah bakanlar, Güney’deki ayrımcılığa karşı protestoları koordine etmek için başında King’in bulunduğu Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı’nı (SCLC) kurdu. Ancak eyalet ve yerel yönetimler entegrasyona karşı “kitlesel direniş” yoluna girdikçe, ilerleme hızı yavaşladı ve basında “beyaz tepkisi” ifadesi yer almaya başladı. 1960’lar ilerledikçe direniş de sertleşti. Eig, “King her taraftan saldırıya uğradı,” diye yazıyor. 1966 yılında Chicago’da açık konut talebiyle düzenlenen yürüyüşün isyancılar tarafından hedef alınmasının ardından King, şunları söylemişti: “Bence Mississippi halkı nasıl nefret edileceğini öğrenmek için Chicago’ya gelmeli.”
Chicago kampanyası ve onu takip eden Yoksul Halk Hareketi, genelde King’in önceliklerinin ırksal eşitlikten iktisadi eşitliğe kaymasının işareti olarak görülür. Fakat King, uzun zamandır bu konuların birbiriyle ne kadar yakından ilişkili olduğunun farkındaydı ve sık sık “ekonomik adalet” ihtiyacından söz ediyordu. Pek çok sendikanın ırk ayrımcılığı yapmasına rağmen King, işçi hareketini siyahların en büyük potansiyel müttefiki olarak görüyordu. 1959’da, o zamanlar üyeleri haftada otuz dolar kazanan New York’taki İlaç, Hastane ve Sağlık Çalışanları Sendikası Local 1199’un örgütlenme çalışmalarına adını verdi. Sendikanın yönetici sekreteri amcam Moe Foner’e “Yapabileceğim ne olursa beni arayın,” dedi.
King bazen “fiziksel getto”nun tamamen ortadan kaldırılmasından söz ediyordu. Washington Yürüyüşü’nün sivil haklar hareketi ve liberal işçi sendikalarının ortak bir girişimi olduğu ve talepleri arasında, etkinliğin resmi başlığı olan “İş ve Özgürlük”ün tüm ırklardan yoksullara sağlanması için büyük bir bayındırlık programı olduğu genellikle unutulur. 1960’ların ortalarında King ve tecrübeli aktivist Bayard Rustin, tam istihdam ve evrensel bir temel gelir garanti ederek yoksulluğu ortadan kaldıracak Dezavantajlılar için Haklar Bildirgesi’ni önerdiler. Solun bazı kesimleri, FDR’nin 1944 yılında İktisadi Haklar Yasası’nı önermesinden beri bu tür politikaları destekliyordu. King 1967’de Riverside Kilisesi’nde, Vietnam’daki savaşın sona erdirilmesi çağrısında bulunduğu konuşmasında, “dünyadaki en büyük şiddet uygulayıcısı” olan ABD hükümeti hakkında alışılmadık derecede öfkeli bir dil kullanmakla kalmadı, aynı zamanda çatışmanın, başka bir yerde ülkenin “trajik eşitsizlikleri” olarak adlandırdığı şeye karşı verilen mücadelenin kaynaklarını kuruttuğu uyarısında bulundu.
Eig, King’in üniversite öğrencisiyken “demokratik sosyalizme” ilgi duyduğunu belirtiyor. Evlenmeden önce Coretta’ya “ekonomi teorimde kapitalist olmaktan çok sosyalistim,” diye yazmıştı. Ancak Eig, King’in ekonomiye dair fikirlerini açıklamak için yeterince çaba göstermiyor. Hayatının son yıllarındaki yoksulluk karşıtı kampanyaların ekonomik analiz kadar Hıristiyan ahlakına da dayandığı doğru. Onu, savunucularının çoğu zenginlik ve güç eşitliği çağrısında bulunurken bile siyahların durumunu görmezden gelen Social Gospel’ın ilkelerini Afrikalı Amerikalılara yaymanın yollarını arayan biri olarak görmek en iyisi olabilir. King, “gerçek eşitliğin iktisadi eşitlik” anlamına geldiği konusunda ısrarcıydı. Bu tür yorumlar, Hoover’ın King’in Birleşik Devletler’deki “en tehlikeli siyah” olduğuna dair inancını pekiştirdi.
Hoover’ın endişe verici bulduğu şeylerden biri de King’in yakın danışmanları arasında bir zamanlar Komünist Parti üyesi olan New Yorklu avukat ve iş insanı Stanley Levison’ın bulunmasıydı. Hoover, Levison hakkındaki uyarılarını Kennedy’ye iletti ve o da King’i bu ilişkiyi kesmeye çağırdı. Ne Hoover ne de Kennedy Afro-Amerikan tarihi hakkında fazla bir şey biliyordu. Eğer bilselerdi, eski bir komünistin hareket içindeki varlığını şaşırtıcı bulmazlardı. Parti, 1930’lardan beri ırksal adaleti temel bir mesele haline getiren, çoğunluğu beyazlardan oluşan birkaç örgütten biriydi. Levison, SCLC’nin kurulmasına yardım etmek için saatlerini harcamıştı. King’in yıllık vergi beyannamelerini de o hazırlamıştı. Levison, esasında King’i sık sık ılımlı bir yöne itiyordu. Beyaz Amerikalıların sosyal düzende bazı değişiklikleri desteklemeye istekli oldukları ama “devrimi” desteklemeyecekleri konusunda King’i uyardı ve hareketin kaynaklarının Yoksul Halk Kampanyası’na kaydırılmasına karşı çıktı. Levison Riverside Kilisesi’ndeki konuşmayı odaktan yoksun olmakla eleştirdi ve King’i “temelde bir barış lideri değil bir sivil haklar lideri olarak kalmaya” çağırdı (Bu durum Hoover’ın Johnson’a konuşmayı King için Levison’ın yazdığını bildirmesini engellemedi). Yaptığı hacimli araştırmaya rağmen Eig, Martha Biondi, Glenda Gilmore, Michael Honey ve diğerlerinin, Hoover’ın hareketin Moskova’dan yönetildiği fantezisini benimsemeden sivil haklar mücadelelerinde komünistlerin rolünü tanımlayan son kitaplarından yararlanmıyor. Eig’in metninde ya da notlarında bu tarihçilerin hiçbirine atıfta bulunulmamış.
Eig, King’in ölümünden önce 1968 yılında New York’ta Du Bois’in doğumunun yüzüncü yıldönümü kutlamalarında yaptığı son önemli konuşmaya da değinmiyor. King, Du Bois’in Black Reconstruction in America (Amerika’da Siyahların Yeniden İnşası) adlı kitabını “anıtsal bir başarı”olarak nitelendirerek övgüyle bahsetmişti. Kitap, İç Savaş sonrası yılların, siyahların Amerikan demokrasisinde yer alamayacağını gösteren bir kötü yönetim dönemi olarak ırkçı temsilini ortadan kaldırmıştı. King, Du Bois’in “başarıdaki siyah gücünü örneklediğini ve eylemdeki siyah gücünü örgütlediğini” ilan etti; bu bize King’in görüşleri ile genç siyah militanların görüşleri arasındaki çoğu zaman göz ardı edilen örtüşmeyi hatırlatan bir dildi. King, Soğuk Savaş ideolojisini açıkça reddetmişti. King, Du Bois’in “sonraki yıllarında bir komünist olduğunu, komünist olmayı seçmiş bir dahi olduğunu” ve kariyerinin “mantıksız saplantılı anti-komünizmimizin” saçmalığını gösterdiğini belirtmişti.
King’in Du Bois konuşması, kendisinin Amerikan tarihine bakışının değişmekte olduğu bir döneme denk geldi. Daha önce Yeniden Yapılanma’yı nadiren tartışmıştı. Artık o dönemi, Devrim’i ya da hatta kurtuluşu değil, siyah Amerikalılar için son derece önemli bir umut anı, “tarihin en önemli ve yaratıcı dönemi” olarak görüyordu. Dönemin tarihçiler tarafından çarpıtılmaya devam edilmesi rahatsız edici bir soruyu gündeme getirdi. King, uzun zamandır bu hareketi ulusun kuruluşundan miras kalan temel Amerikan değerleriyle özdeşleştiriyordu. Ama aslında ulusun en derin değerleri neydi? Tüm insanlar eşit yaratılmıştır mı? Yoksa Yeniden Yapılanma’nın şiddetle yıkılmasıyla örneklenen daha kötücül bir şey mi? King, gazeteci David Halberstam’a başlangıçta Amerikan toplumunun pek çok ufak değişiklikle reforme edilebileceğine inandığını söylemişti. Şimdi ise “oldukça farklı” düşündüğünü söyledi: “Bence tüm toplumun yeniden inşası, bir değerler devrimi gerekiyor. Hareket Amerikan değerlerinin yerine getirilmesi mi, yoksa reddedilmesi miydi?”
Bu tür şeylerin kaydını tutan bir kuruluş olan Monuments Lab’e göre King, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde kamuya açık anıtları olan kişiler arasında Lincoln, Washington ve Columbus’un ardından dördüncü sırada yer alıyor. Fakat King’in son yıllarda tanrılaştırılmasının bedeli, sivil haklar hareketinin Amerikan tarihinin uzlaşmacı, iyi hissettiren bir portresine dönüştürülmesi oldu. Eig, King’in “tahrif edildiği” konusunda bizi uyarıyor. Martin Luther King Jr. Günü’nde, işçi hareketinin müttefiki ve iktisadi eşitsizlik ve savaşın eleştirmeni olan radikal King’in sesini işitmiyoruz. Washington Yürüyüşü’nde yaptığı büyük konuşma neredeyse tek bir cümleye indirgenmiş durumda: “Dört küçük çocuğumun bir gün derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin içeriğine göre yargılanacakları bir ulusta yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” Muhafazakârlar, King’i geriye dönük olarak pozitif ayrımcılığa son verme kampanyasına dahil etmek için uzun süre bu cümleden alıntı yaptılar. Aslında, son kitabı Where Do We Go from Here? (1967)’da King, siyahlara dönük “özel muamelenin insanların bireysel değerlerine göre eşit muamele görmesi” ilkesiyle çeliştiğini kabul etmekle birlikte, pozitif ayrımcılığı benimsemişti. Neden mi? Cevabı tarih veriyordu. “Yüzlerce yıl zencilere karşı özel bir şey” yaptıktan sonra ABD’nin “onlar için özel bir şey yapma” yükümlülüğü vardı. Ne yazık ki Yüksek Mahkeme’nin altı üyesi kısa süre önce aynı fikirde olmadıklarını açıkça ortaya koydu. “Ayrıştırıcı” konuların öğretilmesini yasaklayan son yasalar nedeniyle King’in hayatının onsuz anlaşılamayacağı ırkçılık tarihinin Amerikan sınıflarından çıkarılması daha da üzücü.
Jonathan Eig
King: The Life of Martin Luther King
Simon & Schuster
İlginizi Çekebilir
-
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
-
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
-
UCM’den Netanyahu’ya tutuklama emri
-
ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama
-
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
-
ABD savaştan bu yana en büyük silah anlaşmasıyla Vietnam’a eğitim uçağı gönderiyor
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
11 saat önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
2 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
4 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
Çin bankalarının Rusya’ya yönelik ödeme kontrolleri sertleşiyor
Çok Okunanlar
-
RUSYA4 saat önce
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Batka’nın Belarus’u