Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Martin Luther King’in yaşamı ve ölümü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Öldürülmeden bir gün önce verdiği vaazda King, halkını atalarının getirildiği kölelik zincirlerinden kurtarmak uğruna ölmeye hazır olduğunu ilan etmişti: “Herkes gibi ben de yaşamak isterim, uzun bir yaşam; uzun yaşamın yeri vardır. Ama şu anda bunun için endişelenmiyorum. Ben sadece Tanrı’nın isteğini yerine getirmek istiyorum. O da bana dağa çıkma izni verdi. Ve oraya baktım. Ve Vaat Edilmiş Toprakları gördüm.”

Buradaki ima elbette, Tanrı’nın rehberliğinde İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaran ve ölmeden önce Nebo Dağı’na tırmanarak asla giremeyeceği vaat edilmiş topraklar olan Kenan diyarını seyreden peygamber Musa’ydı: “Oraya sizinle birlikte varamayabilirim. Ama bu gece bilmenizi isterim ki, biz bir halk olarak Vaat Edilmiş Topraklara ulaşacağız.”

Bugün İncil artık Amerikalıların korkularını ve hayallerini bir zamanlar olduğu gibi şekillendirmiyor. King için yüce bir ilham kaynağı olan kitap, mevcut krizde esas olarak Başkan Trump tarafından baş aşağı tutulan bir destek olarak rol oynadı. Yine de Nietzsche’nin bir zamanlar yakındığı gibi Hıristiyan teolojisinin izleri her yere uzanıyor.

Azınlıklar bir kez daha nehri geçmeye çalışmak için Ürdün kıyılarında toplanırken, beyaz liberaller —çoğu zaman diz çöküp ellerini dua eder gibi kaldırarak— günahlarını itiraf ediyor ve bağışlanmak için yalvarıyorlar. Ancak tövbe ederek kurtuluşa ulaşabileceklerini vaaz edilmekte. Püritenlerin Atlantik’i aşarak New England’a yaptıkları ilk yolculuklardan bu yana Amerika’daki vaizlerin bakışları her zaman olduğu gibi onların bakışları da öteki dünyaya sabitlenmiştir. Onların çağrısı her yerdeki günahkârlara yöneliktir; Londra’da olduğu gibi New York’ta, Amsterdam’da olduğu gibi Los Angeles’ta da.


Dişleri sökülmüş

Eric Foner

London Review of Books

Ekim 2023

Martin Luther King Jr., Mart 1968’de, suikasta kurban gitmesinden sadece birkaç gün önce yerel bir NAACP liderinin daveti üzerine New York’un banliyölerinden Long Beach’i ziyaret etti. O dönemde pek çok banliyöde olduğu gibi Long Beach de Afro-Amerikan nüfusun küçük bir gettoda yaşadığı ve beyaz ailelerin evlerinde çalıştığı, fiilen ayrıştırılmış bir gruptu. Ben Long Beach’te büyüdüm ama 1968’de şehre taşındım. Ancak ailem hala orada yaşıyordu ve açık sözlü annem, normalde seçilmiş bir belediye başkanının sahip olduğu yetkileri kullanan, tarafgir olmayan bir yönetici olan kent müdürüyle görüşme ayarladı. “Büyük bir Amerikalı Long Beach’i ziyaret ediyor,” diyerek müdürü King için Belediye Binasında bir resepsiyon düzenlemeye çağırdı. Müdür bunu reddetti: “O bir baş belası ve onu burada istemiyoruz.”

Jonathan Eig’in King’in yeni biyografisinde bu küçük hadiseden elbette bahsedilmiyor. Fakat Eig’in birkaç kez döndüğü bir temayı gösteriyor. Artık her siyasi görüşten insan King’in atası olduğunu iddia ediyor. Ancak King ve sivil haklar hareketi, yaşadığı dönemde yalnızca Güney’de değil, tüm dünyada büyük bir muhalefetle karşılaşmıştı. Hükümet King’in itibarını yok etmeye çalışmıştı. John F. Kennedy ve Lyndon Johnson’ın izniyle FBI, King’in yakın arkadaşlarıyla yaptığı telefon görüşmelerini dinledi ve çevresine muhbirler koydu. Sivil haklar hareketinin komünist bir komplo olduğuna inanan J. Edgar Hoover’ın casusları, King’in kadınlarla yaptığı kaçamakların kayıtlarını topladı ve bunları, intihar etmesini öneren imzasız bir mektupla birlikte evine postaladı.

Eig’in önceki ilgi alanları arasında Muhammed Ali, Al Capone ve beyzbol yıldızları Jackie Robinson ve Lou Gehrig yer alıyor. Yorulmak bilmez bir araştırmacı olan Eig’in King kitabı, sivil haklar hareketinin önceki tarihçileri tarafından toplanan belgeler, yakın zamanda yayımlanan binlerce sayfalık FBI kayıtları, iki yüzden fazla mülakat ve King’in ölümünden sonra eşi Coretta tarafından kaydedilen ve daha önce bilinmeyen ses kayıtları da dahil olmak üzere eski ve yeni çok sayıda materyale dayanıyor. Tüm bunlar King’in çarpıcı biçimde yeni bir portresini mi ortaya koyuyor? Pek sayılmaz: King’in hayatının gidişatı nihayetinde bilindik. Fakat Eig, King’i ulusal bir figür haline getiren Montgomery otobüs boykotunu, Birmingham sokaklarında genç siyah göstericilerle “Bull” Connor’ın köpekleri ve yangın hortumları arasındaki çatışmayı ve Selma’dan Montgomery’ye oy hakkı için yapılan yürüyüşü etkileyici bir şekilde anlatıyor. Eig’in King’e duyduğu hayranlık bariz ama Chicago Özgürlük Hareketi ve sivil haklar hareketini tüm ırklardan Amerikalılar arasındaki yoksulluğu ele alacak şekilde genişletmeyi amaçlayan Yoksul Halk Kampanyası gibi başarısızlıklara işaret etmekten de çekinmiyor.

Eig’in üslubu gazetecilik tarzında, kısa paragraflar anlatıyı ilerletiyor. Ancak bu yapı bazen kitabın King’in tam bir portresini sunma arzusuyla çelişiyor gibi görünüyor; Eig’in hareketin tarihsel arka planı ya da King’in kendi fikirleri hakkında analiz yapmasını zorlaştırıyor. Fakat daha önceki bazı yazarların düştüğü tuzaklardan kaçınıyor; örneğin King’in önderlik ettiği “iyi”, ırksal olarak bütünleşmiş, şiddet içermeyen hareket ile Black Power’ın günün düzeni haline geldiği ve kentsel ayaklanmaların daha önce sempati duyan pek çok beyazı yabancılaştırdığı sonraki “kötü” hareket arasında son derece keskin bir karşıtlık çiziyor. Eig, King’in sivil haklar mücadelesini Bağımsızlık Bildirgesi ve Özgürlük Bildirgesi gibi aziz belgelerle ilişkilendirerek beyaz Amerikalıların desteğini almakta usta olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak hareketi, ulusun kuruluşunda ortaya konan Amerikan özgürlük ve eşitlik inancının içkin mantığını yerine getiriyormuş gibi gösterme eğilimine direniyor (Bu ikinci yaklaşım için, Trump yönetiminin son günlerinde yayımlanan ve Amerikan ulusunun kuruluşunun köleliğin kaldırılması ve siyahlar için eşit vatandaşlık haklarının “tohumlarını ektiğini” iddia eden kısa bir Amerikan tarihi anlatısı olan 1776 Raporu’na bakınız). Eig, hareketin ne ortaya çıkışının ne de başarılarının önceden belirlenmiş olduğunu gösteriyor. Hem King’in liderliği hem de Jim Crow’un hukuki yapısını yıkmak için hayatlarını riske atan binlerce cesur erkek ve kadının harekete geçmesi gerekti.

King 1929 yılında Atlanta’da, Georgia kırsalında yoksulluk içinde büyüyen ve sıkı çalışma ve öz disiplin sayesinde Atlanta’nın siyah orta sınıfına katılmayı başaran önde gelen bir Baptist papazı olan Martin “Baba” King’in oğlu olarak dünyaya geldi. İhtiyar King, kentin beyaz güç simsarlarıyla güçlü bağlantılar kurdu; aslında o kadar güçlü ki, ırkçılığa karşı konuşurken bile, on yaşındaki Martin de dahil olmak üzere cemaat üyelerini köle gibi giyinerek Gone with the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti) filminin 1939 galasına katılmaya çağırdı. Eig, Baba King’in “sosyal değişim adına mücadele ettiğini” ancak “takipçilerini sabırlı olmaya çağırdığını” yazıyor. Bir süre direndikten sonra babasının bakanlık yapması yönündeki baskısına boyun eğen King Jr., Atlanta’daki ayrımcılığa maruz kalan Morehouse College’a, Pennsylvania’da küçük bir okul olan Crozer Theological Seminary’e ve doktorasını yaptığı Boston Üniversitesi’ne devam etti. Morehouse’da King, öğrencileri ayrımcılığa karşı çıkmaya teşvik eden dekan Benjamin Mays’in derslerinden ilham aldı ve 19. yüzyılın sonlarında sosyal adalet için mücadelenin dini bir görev olduğunu savunan ilahiyatçı Walter Rauschenbusch tarafından popülerleştirilen Social Gospel hareketinden güçlü bir şekilde etkilendi. King Jr., ciddi bir felsefe ve teoloji öğrencisiydi, Gandhi ve Henry David Thoreau’nun yazılarından yararlanarak adaletsiz yasalara itaatsizlik için güçlü bir gerekçe geliştirdi. Siyahların sadece yüzde 2’sinin üniversite mezunu olduğu bir dönemde King, W.E.B. Du Bois’in ırksal liderlik için aradığı “yetenekli onda biri” örnekledi.

King, 1954 yılında, Eig’in “Ku Klux Klan’ın kalesi” olarak tanımladığı, katı bir şekilde ayrıştırılmış bir kent olan Alabama Montgomery’deki Dexter Avenue Baptist Kilisesi’nin papazı oldu. King geldiğinde, yerel liderler halihazırda siyahların durumunun iyileştirilmesi için kampanya yürütüyorlardı. Fakat 1955 yılında Rosa Parks, Alabama yasalarının gerektirdiği şekilde otobüsteki yerini beyaz bir yolcuya vermeyi reddedince, Montgomery bir yıl süren ve ABD genelinde sosyal değişim savunucularına ilham veren bir otobüs boykotuna sahne oldu. King’den boykota liderlik etmesi istenmesinin nedeni kısmen şehirde yeni olması ve siyah liderler arasındaki hizip çatışmalarına karışmamış olmasıydı. Eig, konut ayrımı nedeniyle orta sınıfa mensup King ailesinin hizmetçiler ve temizlik işçileri arasında yaşamaktan başka çaresi olmadığına ve King’in belki de ilk kez siyah işçi sınıfını deneyimlediğine dikkat çekiyor.

King, bir Baptist kilisesinde dolup taşan kalabalığa yaptığı konuşmada, sıradan Afro-Amerikalılardan oluşan dinleyicilerine anayasa ve Hıristiyan ahlakının kendilerinden yana olduğunu ve şiddetin beyaz failleri karşısındaki ahlaki üstünlüklerinin en büyük güçleri olduğunu söyleyerek kehanette bulundu: “Eğer cesurca ve yine de onurlu bir şekilde ve Hıristiyan sevgisiyle protesto ederseniz, gelecek nesillerde tarih kitapları yazıldığında, tarihçiler durup şöyle demek zorunda kalacaklardır: ‘Medeniyetin damarlarına yeni bir anlam ve haysiyet aşılayan büyük bir halk —bir siyah halk— yaşamıştı.’” King’in hitabeti, Montgomery’nin siyah sakinlerinin ayrımcı otobüslere binmektense bir yıl boyunca yürüyerek gösterdikleri kararlılıkla birleşince, sonunda Yüksek Mahkeme toplu taşımanın entegrasyonunu gerektiren bir karar aldı. King ülke genelinde üne kavuştu. Hayatının geri kalanında ülkeyi dolaşarak konferanslar verdi, gösterilere öncülük etti, para topladı ve sivil haklar hareketine katılımcı kazandırdı. 1960 yılında oturma eylemleri tüm Güney’de bir protesto dalgası başlattığında, liderlik genç nesil siyah aktivistlere geçti. Ancak basın, pek çok arkadaşını kızdıracak şekilde King’i hareketle özdeşleştirmekten asla vazgeçmedi.

Montgomery’den 1964 Sivil Haklar Yasası’na, bir yıl sonra Oy Hakkı Yasası’na ve 1968 Adil Konut Yasası’na —hareketin yasama zaferleri— giden yol hiç de pürüzsüz değildi. Eig, Yüksek Mahkeme’nin devlet okullarında ırk ayrımını anayasaya aykırı ilan etmesinden on yıl sonra, 1964’te Güney’deki beyaz çocukların sadece yüzde 1’inin siyahlarla birlikte okula gittiğine dikkat çekiyor. Daha sonra 1960’larda King hareketi Chicago’ya taşıdığında, yürüyüşçüleri White Power işaretleri taşıyan isyancılar tarafından karşılandı. Chicago Özgürlük Hareketi’nin kaderi King’in liderliğinin bazı güçlü ve zayıf yönlerini ortaya çıkardı. Unutulmaz konuşmalarıyla siyahları ve beyaz müttefiklerini harekete geçirdi ve hem derin dini inançları hem de kendilerinin maruz kaldığı muameleye katlanmaya istekli olması nedeniyle takipçilerinin saygısını kazandı. Yirmiden fazla kez hapse atıldı ve Montgomery’deki evinde bir bomba patlatıldı.

Ancak King hiçbir zaman güçlü bir yönetici olmadı ve Eig’e göre sonuç “örgütsel kaos” oldu. Yol arkadaşları, hareketin kentsel yoksulluk, gecekondulaşma ve iktisadi eşitsizliğin diğer tezahürlerine karşı bir kampanya başlatacak kaynaklardan yoksun olduğu konusunda uyardığında King dinlemeyi reddetti. Aralıksız seyahatler nedeniyle yorgunlukla mücadele etti ve kendinden şüphe duyma ve depresyon nöbetleri geçirdi. Eig, King’in daha az övgüye değer iki özelliğini tartışıyor. Bunlardan biri, lisede başlayan ve doktora tezinde açıkça görülen intihal zaafı; fakat Eig, Boston Üniversitesi’ndeki danışmanlarının King’in tanınmış teoloji ve felsefe eserlerinden dil devşirmesini yakalamış olmaları gerektiğine işaret ediyor. Eig, deneğinin “kötü alışkanlığı” olarak adlandırdığı bu durumu mazur görmeksizin, King’in intihalinin, kaynağı kaydetmeden bilgileri not kağıtlarına kopyalamak ve daha sonra bu materyalleri doğrudan metnine dahil etmek şeklindeki gelişigüzel araştırma yöntemini yansıttığını belirtiyor. “Örnekleme” —diğer vaizlerin vaazlarından özellikle etkili pasajlar ödünç alma— Baptist vaizler arasında nadir değildi.

Daha ciddi olan ise King’in kimi kısa kimi uzun süreli evlilik dışı ilişki geçmişi. FBI’ın King’in telefon görüşmelerini dinlemesi ve seyahatlerini gözetlemesi bu tür ilişkilerin boyutunu ortaya koyuyor. Hoover, King’in cinsel hayatını takıntı haline getirmişti, ancak bu takıntısının ulusal güvenlikle olduğu kadar fuhuşla da ilgisi var gibi görünüyordu. Kayıtlardan elde ettiği müstehcen bilgileri Kongre’nin seçkin üyelerinin yanı sıra Kennedy ve Johnson’la (konu sadakatsizlik olduğunda pek de koro çocuğu sayılmazlardı) paylaşmaktan zevk alıyordu. King’e yönelik en ciddi suçlama, bir kadının iş arkadaşlarından biri tarafından tecavüze uğradığı bir otel odasında bulunması. Bu suçlama, Hoover’ın yardımcılarından William C. Sullivan tarafından kaleme alınan bir telefon kaydı özetinde yer alıyor. King’in kariyeri üzerine çalışan uzmanlar Sullivan’ın anlattıklarının güvenilirliğini sorguluyor. Hoover gibi Sullivan da King’i “siyah halkının lideri olarak tamamen gözden düşürmeye” kararlıydı. Bir yargıç kayıtların, akademisyenlerin Sullivan’ın raporunun doğruluğunu değerlendirebilecekleri 2027 yılına kadar kapatılmasına karar verdi.

Eig, King’in ilişkilerini tartışırken gerçekçi bir yaklaşım benimsiyor. Çekici, güçlü ve geniş çapta saygı duyulan King’in pek çok kadının ilgisini çektiğine dikkat çekiyor ama haklı olarak King’in davranışlarının, en azından bazı ilişkilerden haberdar olan karısı üzerindeki etkisine odaklanıyor. Eig, Coretta Scott King’e önceki biyografi yazarlarından daha fazla ilgi gösteriyor ve onun kendi başına ırkçılık karşıtı bir radikal olduğunu vurguluyor. Başarılı bir siyah iş insanının kızı olmasına rağmen Alabama kırsalında akan suyu ya da elektriği olmayan bir evde büyümesi ve beyaz çocuklar otobüsle seyahat ederken okula gitmek için her gün sekiz kilometre yürümek zorunda kalması bize Jim Crow South’taki yaşam hakkında bir şeyler anlatıyor.

Coretta, Ohio’daki Antioch College’a devam etti ve burada siyasi aktivizmle ilgilenmeye başladı. 1948 yılında öğrenci delegesi olarak, başkan adayı Henry Wallace’ın ırksal adaleti savunduğu ve Truman yönetiminin gelişmekte olan Soğuk Savaş dış politikasına meydan okuduğu İlerici Parti’nin ulusal kongresine katıldı. 1952 yılında, flörtleri sırasında King’e Edward Bellamy’nin etkili sosyalist romanı Looking Backward’ın (1888) bir kopyasını verdi. Yetenekli bir şarkıcıydı ve Boston’daki New England Konservatuarı’na devam etti (İronik bir şekilde, Yüksek Mahkeme’nin “ayrı ama eşit” doktrinine uygun olarak, Alabama hükümeti bu tür bir eğitimi siyah öğrencilere sunmadığı için okul ücretini kısmen ödedi). Evde dört çocuğu varken ve kocası neredeyse her zaman evde yokken profesyonel bir kariyer yapmak imkansızdı ama bazen bağış toplama performansları sergiliyordu. King onun zekasına hayrandı ve strateji konularında sık sık ona danışırdı. Yine de daha sonra King’in kadınların asıl rolünün annelik ve ev kadınlığı olduğunu düşündüğünü yazdı. Hareket, tabandan gelen örgütçü Ella Baker ve Montgomery’de bir üniversite profesörü olan ve otobüs boykotunun kilit örgütleyicilerinden Jo Ann Robinson gibi yetenekli ve iradeli kadın aktivistlerden yoksun değildi. Fakat üst kademeleri neredeyse tamamen erkeklerden oluşuyordu. 1963 Washington Yürüyüşü’ndeki tüm konuşmacılar erkekti.

1957’de siyah bakanlar, Güney’deki ayrımcılığa karşı protestoları koordine etmek için başında King’in bulunduğu Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı’nı (SCLC) kurdu. Ancak eyalet ve yerel yönetimler entegrasyona karşı “kitlesel direniş” yoluna girdikçe, ilerleme hızı yavaşladı ve basında “beyaz tepkisi” ifadesi yer almaya başladı. 1960’lar ilerledikçe direniş de sertleşti. Eig, “King her taraftan saldırıya uğradı,” diye yazıyor. 1966 yılında Chicago’da açık konut talebiyle düzenlenen yürüyüşün isyancılar tarafından hedef alınmasının ardından King, şunları söylemişti: “Bence Mississippi halkı nasıl nefret edileceğini öğrenmek için Chicago’ya gelmeli.”

Chicago kampanyası ve onu takip eden Yoksul Halk Hareketi, genelde King’in önceliklerinin ırksal eşitlikten iktisadi eşitliğe kaymasının işareti olarak görülür. Fakat King, uzun zamandır bu konuların birbiriyle ne kadar yakından ilişkili olduğunun farkındaydı ve sık sık “ekonomik adalet” ihtiyacından söz ediyordu. Pek çok sendikanın ırk ayrımcılığı yapmasına rağmen King, işçi hareketini siyahların en büyük potansiyel müttefiki olarak görüyordu. 1959’da, o zamanlar üyeleri haftada otuz dolar kazanan New York’taki İlaç, Hastane ve Sağlık Çalışanları Sendikası Local 1199’un örgütlenme çalışmalarına adını verdi. Sendikanın yönetici sekreteri amcam Moe Foner’e “Yapabileceğim ne olursa beni arayın,” dedi.

King bazen “fiziksel getto”nun tamamen ortadan kaldırılmasından söz ediyordu. Washington Yürüyüşü’nün sivil haklar hareketi ve liberal işçi sendikalarının ortak bir girişimi olduğu ve talepleri arasında, etkinliğin resmi başlığı olan “İş ve Özgürlük”ün tüm ırklardan yoksullara sağlanması için büyük bir bayındırlık programı olduğu genellikle unutulur. 1960’ların ortalarında King ve tecrübeli aktivist Bayard Rustin, tam istihdam ve evrensel bir temel gelir garanti ederek yoksulluğu ortadan kaldıracak Dezavantajlılar için Haklar Bildirgesi’ni önerdiler. Solun bazı kesimleri, FDR’nin 1944 yılında İktisadi Haklar Yasası’nı önermesinden beri bu tür politikaları destekliyordu. King 1967’de Riverside Kilisesi’nde, Vietnam’daki savaşın sona erdirilmesi çağrısında bulunduğu konuşmasında, “dünyadaki en büyük şiddet uygulayıcısı” olan ABD hükümeti hakkında alışılmadık derecede öfkeli bir dil kullanmakla kalmadı, aynı zamanda çatışmanın, başka bir yerde ülkenin “trajik eşitsizlikleri” olarak adlandırdığı şeye karşı verilen mücadelenin kaynaklarını kuruttuğu uyarısında bulundu.

Eig, King’in üniversite öğrencisiyken “demokratik sosyalizme” ilgi duyduğunu belirtiyor. Evlenmeden önce Coretta’ya “ekonomi teorimde kapitalist olmaktan çok sosyalistim,” diye yazmıştı. Ancak Eig, King’in ekonomiye dair fikirlerini açıklamak için yeterince çaba göstermiyor. Hayatının son yıllarındaki yoksulluk karşıtı kampanyaların ekonomik analiz kadar Hıristiyan ahlakına da dayandığı doğru. Onu, savunucularının çoğu zenginlik ve güç eşitliği çağrısında bulunurken bile siyahların durumunu görmezden gelen Social Gospel’ın ilkelerini Afrikalı Amerikalılara yaymanın yollarını arayan biri olarak görmek en iyisi olabilir. King, “gerçek eşitliğin iktisadi eşitlik” anlamına geldiği konusunda ısrarcıydı. Bu tür yorumlar, Hoover’ın King’in Birleşik Devletler’deki “en tehlikeli siyah” olduğuna dair inancını pekiştirdi.

Hoover’ın endişe verici bulduğu şeylerden biri de King’in yakın danışmanları arasında bir zamanlar Komünist Parti üyesi olan New Yorklu avukat ve iş insanı Stanley Levison’ın bulunmasıydı. Hoover, Levison hakkındaki uyarılarını Kennedy’ye iletti ve o da King’i bu ilişkiyi kesmeye çağırdı. Ne Hoover ne de Kennedy Afro-Amerikan tarihi hakkında fazla bir şey biliyordu. Eğer bilselerdi, eski bir komünistin hareket içindeki varlığını şaşırtıcı bulmazlardı. Parti, 1930’lardan beri ırksal adaleti temel bir mesele haline getiren, çoğunluğu beyazlardan oluşan birkaç örgütten biriydi. Levison, SCLC’nin kurulmasına yardım etmek için saatlerini harcamıştı. King’in yıllık vergi beyannamelerini de o hazırlamıştı. Levison, esasında King’i sık sık ılımlı bir yöne itiyordu. Beyaz Amerikalıların sosyal düzende bazı değişiklikleri desteklemeye istekli oldukları ama “devrimi” desteklemeyecekleri konusunda King’i uyardı ve hareketin kaynaklarının Yoksul Halk Kampanyası’na kaydırılmasına karşı çıktı. Levison Riverside Kilisesi’ndeki konuşmayı odaktan yoksun olmakla eleştirdi ve King’i “temelde bir barış lideri değil bir sivil haklar lideri olarak kalmaya” çağırdı (Bu durum Hoover’ın Johnson’a konuşmayı King için Levison’ın yazdığını bildirmesini engellemedi). Yaptığı hacimli araştırmaya rağmen Eig, Martha Biondi, Glenda Gilmore, Michael Honey ve diğerlerinin, Hoover’ın hareketin Moskova’dan yönetildiği fantezisini benimsemeden sivil haklar mücadelelerinde komünistlerin rolünü tanımlayan son kitaplarından yararlanmıyor. Eig’in metninde ya da notlarında bu tarihçilerin hiçbirine atıfta bulunulmamış.

Eig, King’in ölümünden önce 1968 yılında New York’ta Du Bois’in doğumunun yüzüncü yıldönümü kutlamalarında yaptığı son önemli konuşmaya da değinmiyor. King, Du Bois’in Black Reconstruction in America (Amerika’da Siyahların Yeniden İnşası) adlı kitabını “anıtsal bir başarı”olarak nitelendirerek övgüyle bahsetmişti. Kitap, İç Savaş sonrası yılların, siyahların Amerikan demokrasisinde yer alamayacağını gösteren bir kötü yönetim dönemi olarak ırkçı temsilini ortadan kaldırmıştı. King, Du Bois’in “başarıdaki siyah gücünü örneklediğini ve eylemdeki siyah gücünü örgütlediğini” ilan etti; bu bize King’in görüşleri ile genç siyah militanların görüşleri arasındaki çoğu zaman göz ardı edilen örtüşmeyi hatırlatan bir dildi. King, Soğuk Savaş ideolojisini açıkça reddetmişti. King, Du Bois’in “sonraki yıllarında bir komünist olduğunu, komünist olmayı seçmiş bir dahi olduğunu” ve kariyerinin “mantıksız saplantılı anti-komünizmimizin” saçmalığını gösterdiğini belirtmişti.

King’in Du Bois konuşması, kendisinin Amerikan tarihine bakışının değişmekte olduğu bir döneme denk geldi. Daha önce Yeniden Yapılanma’yı nadiren tartışmıştı. Artık o dönemi, Devrim’i ya da hatta kurtuluşu değil, siyah Amerikalılar için son derece önemli bir umut anı, “tarihin en önemli ve yaratıcı dönemi” olarak görüyordu. Dönemin tarihçiler tarafından çarpıtılmaya devam edilmesi rahatsız edici bir soruyu gündeme getirdi. King, uzun zamandır bu hareketi ulusun kuruluşundan miras kalan temel Amerikan değerleriyle özdeşleştiriyordu. Ama aslında ulusun en derin değerleri neydi? Tüm insanlar eşit yaratılmıştır mı? Yoksa Yeniden Yapılanma’nın şiddetle yıkılmasıyla örneklenen daha kötücül bir şey mi? King, gazeteci David Halberstam’a başlangıçta Amerikan toplumunun pek çok ufak değişiklikle reforme edilebileceğine inandığını söylemişti. Şimdi ise “oldukça farklı” düşündüğünü söyledi: “Bence tüm toplumun yeniden inşası, bir değerler devrimi gerekiyor. Hareket Amerikan değerlerinin yerine getirilmesi mi, yoksa reddedilmesi miydi?”

Bu tür şeylerin kaydını tutan bir kuruluş olan Monuments Lab’e göre King, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde kamuya açık anıtları olan kişiler arasında Lincoln, Washington ve Columbus’un ardından dördüncü sırada yer alıyor. Fakat King’in son yıllarda tanrılaştırılmasının bedeli, sivil haklar hareketinin Amerikan tarihinin uzlaşmacı, iyi hissettiren bir portresine dönüştürülmesi oldu. Eig, King’in “tahrif edildiği” konusunda bizi uyarıyor. Martin Luther King Jr. Günü’nde, işçi hareketinin müttefiki ve iktisadi eşitsizlik ve savaşın eleştirmeni olan radikal King’in sesini işitmiyoruz. Washington Yürüyüşü’nde yaptığı büyük konuşma neredeyse tek bir cümleye indirgenmiş durumda: “Dört küçük çocuğumun bir gün derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin içeriğine göre yargılanacakları bir ulusta yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” Muhafazakârlar, King’i geriye dönük olarak pozitif ayrımcılığa son verme kampanyasına dahil etmek için uzun süre bu cümleden alıntı yaptılar. Aslında, son kitabı Where Do We Go from Here? (1967)’da King, siyahlara dönük “özel muamelenin insanların bireysel değerlerine göre eşit muamele görmesi” ilkesiyle çeliştiğini kabul etmekle birlikte, pozitif ayrımcılığı benimsemişti. Neden mi? Cevabı tarih veriyordu. “Yüzlerce yıl zencilere karşı özel bir şey” yaptıktan sonra ABD’nin “onlar için özel bir şey yapma” yükümlülüğü vardı. Ne yazık ki Yüksek Mahkeme’nin altı üyesi kısa süre önce aynı fikirde olmadıklarını açıkça ortaya koydu. “Ayrıştırıcı” konuların öğretilmesini yasaklayan son yasalar nedeniyle King’in hayatının onsuz anlaşılamayacağı ırkçılık tarihinin Amerikan sınıflarından çıkarılması daha da üzücü.


Jonathan Eig

King: The Life of Martin Luther King

Simon & Schuster

DÜNYA BASINI

Trump 2.0’da ABD-Körfez ilişkileri nasıl şekillenecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Körfez ülkelerinin artan stratejik bağımsızlığını ve ABD ile ticari ilişkilerindeki pragmatik yaklaşımını ele alıyor. 2016’ya kıyasla daha özerk bir konumda olan Körfez, Trump’ın değer temelli olmayan, ticari odaklı politikasına daha yakın. Makalede Körfez ülkelerinin ABD ile bölgesel politikaları şekillendirme konusunda daha fazla etkiye sahip olduğu, özellikle İran ve İsrail meselelerinde daha fazla söz sahibi oldukları savunuluyor. Trump’ın bölgesel politikasının, en yüksek teklifi veren ülkelere avantaj sağlayacak şekilde şekillenebileceği öngörülüyor:

***

Trump’ın Orta Doğu politikası neden en yüksek teklifi verene gidecek?

Andreas Krieg

Donald Trump geri döndü. Ancak Avrupa’nın aksine, Körfez ülkeleri pek endişeli değil. Trump’ın 2016’da ilk başkanlık dönemini kazandığı zamana kıyasla, Körfez Arap devletleri şimdi çok daha güçlü ve stratejik olarak kendi kendine yeten bir konumda: ABD’ye daha az bağımlılar ve çok kutuplu dünya düzeninin diğer parçalarıyla daha fazla bağlantı içindeler.

Aynı zamanda, Körfez bölgesi, Amerikan bölgesel politikası açısından daha vazgeçilmez hale geldi ve bu durum Körfez başkentlerine önemli bir nüfuz sağladı. Amerika’nın bölgedeki duruşu, Arap ortaklarıyla çalışmaya büyük ölçüde bağlı ve bu ortaklar artık 2016’ya göre daha fazla etkinliğe, özerkliğe ve kendi ulusal çıkarlarını korumak için gerekeni yapma konusunda daha fazla özgüvene sahipler. Körfez’deki “üç büyükler” -Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar- kendilerini Rusya-Ukrayna çatışmasında kilit muhataplar olarak konumlandırdılar ve 2025’te ABD’nin Doğu Avrupa’daki yıpratma savaşını finanse etmek yerine diplomatik bir çözüm yolu aramasının daha olası olduğunu düşünüyorlar.

Trump, Körfez’de bölgeye dair net bir vizyonu olmayan bir lider olarak görülüyor. Onun bölge politikası, Washington’daki en güçlü iki dış politika lobisi tarafından belirlenecek: bir yanda İsrail yanlısı lobiler, diğer yanda Körfez lobileri. Asıl önemli soru, Körfez lobi ağlarının Filistin, İran ve ‘Direniş Ekseni’ gibi kilit bölgesel konularda ortak bir duruş sergileyebilip sergileyemeyecekleri.

Ancak net olan bir şey var: Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), 2016’ya göre çok daha fazla birlik içinde. Bölgesel entegrasyon, Körfez Arap devletleri arasındaki iş birliğini ve karşılıklı bağımlılığı derinleştirdi. Hem KİK içindeki anlaşmazlıkları hem de İran-Körfez farklılıklarını aşma konusunda pragmatizm hâkim geldi. Sonuç olarak, Trump’ın miras projelerinden biri olan ve esasen İran’a karşı konumlandırılmış Orta Doğu Güvenlik İttifakı’nın (MESA) temeli geçen yıl içinde aşındı.

Bu arada, Joe Biden yönetiminin Körfez’deki pek çok kişinin “kontrolden çıkan” İsrail’in intikam politikası olarak nitelendirdiği politikaya verdiği açık destek, Washington’un Arapların güvenlik endişelerini görmezden gelirken İsrail’i korumaya istekli ve muktedir görünen çifte standardını gözler önüne serdi. Bu da ABD’den bir dereceye kadar stratejik ayrılmaya yol açtı; şaşırtıcı bir şekilde tüm yumurtalarını Amerikan sepetinde tutan Katar’a kıyasla BAE gibi ülkelerde daha fazla.

BAE’nin konumlanması

Trump’ın dönüşü Körfez’in hiçbir yerinde Emirlikler’de olduğu kadar memnuniyetle karşılanmadı. Abu Dabi’nin sıfır toplamlı zihniyeti ve ticari devletçilik yoluyla uyguladığı “silah haline getirilen karşılıklı bağımlılık” politikası, Trump’ın ticari yaklaşımıyla tam bir uyum içinde. Başkan Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nehyan (MbZ) ve kardeşleri, Trump’ın ilk döneminin en büyük dış politika başarılarından birini –İbrahim Anlaşmaları’nı– nasıl elde ettiklerini unutmayacağından emin olabilir.

İleriye dönük olarak, Abu Dabi’de Trump’ın dış politikaya daha az değer temelli koşullar getireceği beklentisi var. BAE, Washington’daki en güçlü lobilere sahip ülkelerden biri olmaya devam ediyor ve Libya, Sudan ve Yemen konusundaki kararlı duruşunu, Trump’ın çevre politikasını yerel ortaklara devretme anlayışıyla uyumlu olarak sunabilecek. Dahası, Abu Dabi Libya Ulusal Ordusu, Yemen’deki Güney Geçiş Konseyi ve Sudan’daki Hızlı Destek Güçleri gibi geniş vekil ağları aracılığıyla kendisini daha izolasyonist bir ABD başkanı için vazgeçilmez bir aracı olarak sunabilir.

Aynı zamanda, İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı daha sert bir duruş bekleyen Abu Dabi, İran ve onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı ABD’nin bir çevreleme ve zayıflatma politikası uygulamasını sessizce savunuyor. Bununla birlikte, BAE İran’a karşı Körfez’deki en şahin politikayı savunsa da bölgesel bir askeri tırmanışın ön saflarında yer almak istemiyor.

Trump’ın Moskova’ya karşı daha yumuşak bir politika izlemesi Abu Dabi’nin Rusya’nın yaptırımlardan kaçınma ağlarındaki merkez rolü için iyi olsa da Trump’ın Çin’e karşı sert tutumu, Çin veri merkezleri, yapay zekâ ve teknoloji şirketlerine yüksek oranda bağımlı olan BAE ekonomisi için bazı sorunlar yaratabilir. Bu noktada BAE’nin doğuya yönelişini yumuşatması gerekebilir.

Katar için durum

Katar için ikinci Trump dönemi, Washington’da çok daha güçlü bir konuma sahipken başlıyor. Doha’nın Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE tarafından ablukaya alındığı 2017-21 Körfez krizinden bu yana Katar, ABD’deki Cumhuriyetçi Parti içinde kapsamlı ilişkiler kurdu ve Trump’ın 2017’de iktidara ilk geldiği döneme kıyasla siyasi olarak çok daha az izole durumda. Zengin ülkede bazıları Trump’ın öngörülemezliği ve istikrarsız kararları konusunda endişeliyken diğerleri onu etki altına alınabilecek, etkileşimsel bir lider olarak selamlıyor.

2024’ün Katar’ı kurumsal olarak ABD ile daha sıkı bağlara sahip. NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik olarak Katar; Afganistan, Gazze, İran ve Venezuela’daki arabuluculuk çabaları sayesinde Washington’da ayrıcalıklar kazandı. Katar, karmaşık çatışmaları çözme yeteneğiyle ABD’de iki partinin de övgüsünü kazanan, güvenilir bir diplomatik muhatap haline geldi. Bölgedeki en önemli Amerikan askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar, Pentagon’a tamamen vazgeçmeyi göze alamayacağı çok önemli bir platform sağlıyor.

Bununla birlikte, Doha’da Trump çevresindeki İsrail yanlısı seslerin, Katar’ın Filistinli Hamas hareketiyle arabulucu ilişkisini sorun haline getirebileceği konusunda endişeler var. Emirlik, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bir yılı aşkın süredir sabote ettiği Gazze’de akan kanı durduracak bir anlaşmayı sağlayabileceğini göstermek zorunda. Doha’daki umut, Trump’ın anlaşmacı zihniyetinin, aşırı sağcı İsrail hükümetine diplomatik bir çözüme bağlı kalması için daha fazla baskı yapabilmesini sağlayabileceği yönünde. Bu bağlamda, Trump’ın Biden’dan farklı olarak, “ayakların baş olduğu” bir durumda görülmek istemeyeceğini düşünen bazı muhataplar da bulunuyor.

Suudi Arabistan’ın algıları

Suudi Arabistan’da Trump ile birlikte ABD’nin bölgesel hegemon rolüne geri dönebileceği ve Krallığın birlikte hareket edebileceği stratejik bir yön sağlayabileceği beklentisi büyük. Trump’ın basit ve ikili dünya görüşü, Suudi Arabistan’ın sadece kesinlik sağladığı için bile daha kolay başa çıkabileceği bir yaklaşım.

Diğer Körfez Arap ülkeleri gibi Suudi Arabistan da değerlerden daha bağımsız, ticari bir ilişki modeli umuyor; ABD Başkanı’nın, Krallığa bölgedeki ulusal çıkarlarını uygun gördüğü şekilde ilerletmesi için hareket alanı sağlamasını arzuluyor. 2016’ya kıyasla daha gelişmiş bir yatırım ekosistemine sahip olan Riyad, Trump’ı yatıştırmak için ABD’ye stratejik yatırım yapmaya daha hazır. Trump’ın ilk döneminde yaşanan “Kaşıkçı meselesine” dair Washington’daki kolektif hafıza kaybı da bu durumu kolaylaştırıyor. Washington’da birçok kişi, Suudi Arabistan’ın göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir küresel enerji oyuncusu olduğunun farkında.

Ancak Riyad’da Trump 2.0’ın bölge için net ve sağlam bir vizyon sunabileceğine dair bir beklenti de yok. Trump’ın 2019’da Abkayk ve Hureys’teki Suudi petrol tesislerine yönelik İran’ın sorumlu olduğu düşünülen saldırıların intikamının alınmasındaki başarısızlığı unutulmadı. Benzer şekilde, yeni ABD yönetiminin İran’a karşı daha şahin bir yaklaşım sergilemesi de bu kez Riyad’da olumlu karşılanmayacak. Krallıkta hiç kimse Trump’ın İran ile savaşını son Suudi askeri ve petrol tesisine kadar sürdürmesini istemiyor.

Riyad’da bazıları, Trump’ın yeni bir “Yüzyılın Anlaşması” ile cezbedilebileceğini hayal ediyor ki bu, Suudi Arabistan’ın ABD ile kapsamlı bir savunma anlaşması yapmasını öngören bir anlaşma olurdu. Ancak Trump’ın anlaşmalara duyduğu ilgisine rağmen, Kongre’nin Krallığı memnun edecek kadar kapsamlı bir anlaşmayı onaylaması pek olası görünmüyor özellikle de Riyad’ın giderek mesihçi bir çizgiye kayan İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi neredeyse imkansızken.

Sonuç olarak, KİK, otokratik eğilimler sergileyen bir ABD başkanıyla çalışmak konusunda oldukça rahat hissediyor. Körfez’in rant ekonomilerinin çoğu aile şirketleri gibi yönetildiği için, siyaseti ticaretle harmanlayan bir lider olan Trump, bölgede yadırganmıyor. Trump’ın askeri tehditlerle desteklenen merkantilist devlet anlayışı, Körfez’in iyi anladığı bir şey. Sonunda, bazıları Trump’ın bölgesel politikasının en yüksek teklifi verene gideceği sonucuna varabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.

Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.

Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.


Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli

David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.

Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.

Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.

O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.

Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.

Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.

Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.

Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.

Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).

Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.

Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.

Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.

Tarihin istismarı

Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.

Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.

Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.

İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.

[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.

Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.

“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”

Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.

Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.

İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.

Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.

Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.

Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.


¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir

Yayınlanma

David E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024

İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.

İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.

Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.

Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.

Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.

İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.

Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.

Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.

İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.

Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.

İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.

Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.

İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.

Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.

Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.

Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.

Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.

Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.

Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?

Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.

Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.

Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.

Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English