DÜNYA BASINI
Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad: Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecek
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Batı basını ve siyasetçileri, genelde Rusya’nın barış müzakereleri istemediğini iddia ediyor. Sık sık bunun düpedüz bir yalan olduğunu, özellikle de Ukrayna’nın her türlü barış müzakeresini reddetmekle kalmayıp Eylül 2022’nin sonunda Devlet Başkanı Zelenskiy’in Rusya ile müzakereyi suç ilan eden bir kararname çıkardığı bu sayfalarda anımsatılmıştı.
Son zamanlarda Batı basınında denk gelinen bir diğer formülasyon da Rusya’nın kabul edilebilir şartları müzakere etmeye hazır olmadığı yönünde. Batı medyasının Rusya’nın hangi koşulları dayatacağı konusunda haber yapmaması dışında bu gerçeğe biraz daha yakın. Fakat ABD liderliğindeki Batı’nın Moskova’nın taleplerini müzakere etmekten çok uzak olduğu açık. Kiev’in şu anda müzakere için bütün yolları kapadığı anlaşılmışken Rusya için müzakere ortağı ABD, AB ülkelerinin de bu konularda söz hakkı yok.
Savaşın ancak ya Rusya bir devlet olarak çöktüğünde ya da ABD liderliğindeki Batı iktisadi olarak çöktüğünde sona ereceği yaygın ve mantıklı bir kanı. Batı’nın iktisadi gücü (ve dolayısıyla siyasi ve askeri gücü) dünyanın geri kalanından ucuz hammadde elde etmesine dayandığı için ikincisi oldukça akla yatkın.
Bu durum her iki tarafın da temelde varoluş mücadelesi verdiğini gösteriyor. Rusya bağımsız bir devlet olarak kalmak istiyor ancak kendini ortaya koyar ve küresel Güney, Batı tarafından sömürülmeye direnecek cesareti bulursa ABD liderliğindeki Batı, iktisadi modelini (ve dolayısıyla üstünlüğünü) kaybedebilir. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri konularda danışmanlığını yürütmüş olan Erich Vad, daha önce pek çok uzmanın da belirttiği üzere, Rusya’nın bir devlet olarak varlığının sona ermesinin ve dolayısıyla Doğu Avrasya’da başlayacak olan istikrarsızlığın Batı’nın çıkarına uygun olmayacağı değerlendirmesini yapıyor.
Erich Vad ile mülakat: Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecek
Merkel’in en önemli askeri danışmanı olan Erich Vad, Almanya’nın Ukrayna politikasını eleştiriyor. Mülakatında, durumun Afganistan’dan çekilme gibi bir kaos tehdidi barındırdığını söylüyor.
Simon Zeise
11 Şubat 2024
Eski tuğgeneral ve Merkel’in danışmanı Erich Vad, Ukrayna ve Rusya ile barış müzakerelerine verdiği destek nedeniyle Alman basınında ağır eleştirilere maruz kaldı. Bir yıl boyunca Alman basınına konuşmadı. Şimdi Berliner Zeitung’a verdiği mülakatta, Alman hükümetinin öngörüsüz stratejisini, Ukrayna’nın saldırılarının etkinliğine dair yanılsamayı ve Rusya’nın savaş hedeflerini değerlendiriyor.
Sayın Vad, Federal Savunma Bakanlığı Rusya’nın NATO’yu hedef alacak bir saldırısını nasıl savuşturacağına dair planlar yapıyor. Sizce bu senaryolar ne kadar gerçekçi?
Askeri caydırıcılık savunma stratejimizin önemli bir parçasıdır. Ancak bu strateji aynı zamanda diyalog kurma isteğini, yumuşama politikasını ve güven artırıcı tedbirleri de içerir. Harmel Doktrini olarak adlandırılan bu politika, 1960’lardan beri Batı savunma ittifakı tarafından uygulanıyor. Ukrayna ve Rusya ile ilişkilerimizde bu doktrini hasret duyuyorum. Mevcut koşullar altında ve mevcut durumda, Rusya’nın NATO’ya saldırmasının pek olası olmadığına inanıyorum. Rusya Silahlı Kuvvetleri, bırakın NATO ile bir savaşı göze almayı, Ukrayna’nın tamamını işgal edemeyecek kadar zayıf.
Eğer Rusya savaş alanını batıya doğru genişletmeye ilgisi yoksa, Devlet Başkanı Putin’in hükümeti hangi stratejik hedeflerin peşinde?
Moskova’nın Ukrayna savaşındaki maksadı, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını ve Batılı askerlerin Ukrayna’da konuşlanmasını engellemek. Stratejik ve jeopolitik açıdan bakıldığında Rusya’nın maksadı, NATO’ya karşı bir güvenli bölgeye sahip olmak. Rusya, Napolyon’un 1812’deki seferinden ve 20. yüzyıldaki iki büyük savaştan bu yana edindiği tarihsel deneyimlerden, Avrupa’nın kuzeyindeki alçak bölgelerden saldırıya uğrama ihtimalinin yüksek olduğunu ve bu bölgelerde savunmasız olduğunu biliyor. Kuzey Irak ve Suriye’de Kürtlere karşı Türkiye ve Gazze Şeridi’nde Hamas’a karşı İsrail gibi diğer ülkeler de kendileri için güvenli bölgeler talep ediyor. Bu durum her zaman uluslararası hukukla örtüşmez; fakat ordu, bunu ilgili hukuki durumdan bağımsız olarak, her iki taraf için de ortaya çıkan stratejik duruma göre yorumlamalı ve anlamalıdır. Ancak o zaman uygun adımlar atılabilir.
Rusya’nın Ukrayna’daki kısa vadeli savaş hedeflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ruslar Karadeniz’e çıkış yollarının kontrolünü ellerinde tutmak istiyor. Buna Karadeniz Filosunun konuşlandığı Kırım da dahil. Bu arada, Ukrayna’nın Kırım üzerinde hala idari kontrole sahip olduğu dönemde de bu durum anlaşmayla düzenlenmişti. Bu mesele Rusya açısından müzakere edilemez. Kaliningrad oblastı, Murmansk oblastı ve Kırım ile birlikte Karadeniz bölgesi Rusya’nın batı savunmasının stratejik köşe taşlarını oluşturuyor. Bir dünya gücü olmak istediği sürece bu bölgeleri kontrol etmek Rusya açısından varoluşsal bir önem arz ediyor. Rusya, aynı zamanda stratejik çevresini kontrol etmek de istiyor. Başkan Carter döneminde Beyaz Saray’ın eski güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brzezinski bu konuya dikkat çekmekte gecikmemişti. Bugün Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve hareket edemeyecek kadar zayıflatılmasını isteyen herkes, Rusya Federasyonu’nun çökmesinin ardında büyük bir stratejik boşluk bırakacağı hakikatini de göz ardı ediyor; eğer böyle olursa Doğu Avrasya büyük ölçüde istikrarsızlaşacaktır. Bu da Batı’nın çıkarlarına uygun olmayacaktır. Henry Kissinger ölümünden kısa bir süre önce buna dikkat çekmişti.
Güçlü bir Rusya’nın güçlü bir konumda olması Batı’nın çıkarına mı? Bu cüretkâr bir tez.
Eğer Rusya’yı yenmek zorunda olduğunuzu söylüyorsanız, bunun sonuçlarının ne olacağının da göz önünde bulundurmanız gerek. Büyük güçler arasında doğrudan bir askeri çatışma her ne pahasına olursa olsun önlenmelidir. Rusya dünyanın en güçlü nükleer gücüdür ve bu durum her stratejik değerlendirmede göz önünde bulundurulmalıdır. Büyük güçler, güç politikaları açısından kendi etki alanlarına girilmesine izin vermezler. ABD açısından 1962 Küba Füze Krizi bunu göstermişti: Kennedy, Sovyetlerin Küba’da askeri bir yer edinmesine izin veremezdi. Hatta nükleer bir savaşa kadar gitmeye hazırdı.
Eğer Rusya’nın NATO’ya saldırması olası değilse, Savunma Bakanlığı neden bu yönde planlar yapıyor?
Her şeyden evvel, bu her savunma bakanının işidir ve yalnızca askeri bir meseledir. Federal Savunma Bakanlığı, Bundeswehr’e verilen anayasal yetkiyi yerine getirmek ve nihayetinde savunma kabiliyetini yeniden tesis etmekle ilgileniyor. Bunun için personel ve malzeme eksikliğinin yanı sıra para da gerekiyor. Bu amaçla Rusya, daimî bir tehdit olarak ilan ediliyor. Bence bu yanlış bir yaklaşım. Soğuk Savaş’ın en parlak döneminde bile bir düşman imajımız yoktu ve buna ihtiyacımız da yoktu. Düşman imajının olmaması savunma stratejisinde başlı başına güçlü bir araçtır. Bu, potansiyel rakiplerin mantıksız korkularını yatıştırabilir ya da hafifletebilir.
Almanya şimdi Ukrayna’nın AB içindeki en önemli destekçisi haline geldi. Şansölye Olaf Scholz diğer üye ülkeleri daha istekli davranmaya çağırıyor. Almanya, Ukrayna’ya silah ve para yardımı yapmaya devam etmeli mi?
Silah sevkiyatı, Ukrayna’nın Rusya’nın saldırganlığına karşı kendisini savunmasına yardımcı olmayı amaçlıyor. Prensipte bu doğru ve uluslararası hukuka uygun. Fakat kendimize her zaman bu silah teslimatlarının neyi amaçladığını sormamız gerek. Yaklaşık bir yıl önce Alman hükümeti, “Savaşı lehimize çevirmek için tank tedarik ediyoruz,” açıklamasında bulunmuştu. Bu, yani gerçekçi siyasi hedefler belirlemeden silah tedarik etmek, halihazırda o dönem için de dar görüşlülüktü. Hatta yakın zamana kadar sloganlardan biri Ukrayna’nın Kırım ve Donbass’ı yeniden ele geçirmesi gerektiği yönündeydi. Durum buna imkân tanımadı ve tanımıyor da. Öncesinde gerçekçi siyasi hedefler belirlemeden savaş yürütmek anlamsızdır. Bu arada bunu Clausewitz de biliyordu.
Batı, Ukrayna’nın daha fazla silah almaması halinde Rusya’nın insafına kalacağını söylüyor. İsteğiniz Ukrayna’nın zor durumda kalması mı?
Birkaç hafta önce Ukrayna Genelkurmay Başkanı Valeriy Zalujnıy, Ukrayna ve Rusya’nın operasyonel bir çıkmazda olduğunu belirtmişti. Bana göre bu aşırı iyimser bir değerlendirme, zira askeri inisiyatif ve gerilimi tırmandırma üstünlüğü Rusya’nın elinde. Durum şöyle görünüyor: Askerî harekât dizginleri Rusya’nın elinde. Moskova şu anda işgal ettiği bölgeleri sağlamlaştırıyor ve konsolide ediyor ve taarruzun Harkov ve Odessa oblastlarında ilerleyeceği göz ardı edilemez.
Rusya Ukrayna’daki savaşı domine etmiş görünüyor. Bununla birlikte Batı, Kiev’e para ve silah sağlama konusunda daha az istekli hale geliyor. NATO savaştan yoruldu mu?
NATO savaşın tarafı olmak istemiyor. ABD’den gelen mali ve maddi bağışlar suyunu çekiyor. Bu bağlamda uzun zamandır kendime şu soruyu soruyorum: Silah sevkiyatı savaşın Ukrayna lehine dönmesini sağlamayacaksa hangi amaca hizmet edecek? Bu yardımlara neden diplomatik tedbirler eşlik etmiyor? Son aylarda pek çok barış ve müzakere girişimi oldu ama Almanya ya da AB’den hiçbir şey gelmedi. Çatışmaların askeri olarak sonlandırılmasına dönük gerçekçi bir stratejik konseptten ve her şeyden önce askeri bir çözümün olmadığı bu çatışmadan nasıl çıkılacağına dair siyasi bir konsepti hala göremedim.
Avrupa ülkelerindeki hükümetlerden gelen herhangi bir barış girişiminden haberdar olmadığınızı söylüyorsunuz. Ukrayna’daki savaşa nihai olarak Washington’da mı karar verilecek?
Görünen o ki Ruslar bir sonraki ABD yönetiminin farklı öncelikleri olacağına dair bahse giriyor. Hem Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesi hem de Joe Biden’ın ikinci dönem için seçilmesi halinde ABD’nin ana odağının, Çin’in Güney Çin Denizi ve Tayvan’daki güç ve etki politikasını sınırlandırmak amacıyla Orta Doğu ve Hint-Pasifik bölgesine daha fazla kayması muhtemel. Bu durumda ABD —Rusya’nın pek de haksız olmayan beklentisine göre— Rusya ile bir denge kurmaya daha istekli olacaktır. Nihayetinde Ukrayna’nın kaderi Washington ve Moskova’da belirlenecektir. Biz Avrupalılar, bir yıl içinde kendimizi 2021’de Afganistan’dan aceleyle çekildiğimiz zamanki gibi şaşkın ve savunmasız bulmamak için dikkatli olmalıyız, zira Ukrayna’daki çatışmanın yıl boyunca dondurulması pek mümkün değil. Bu tür “dondurulmuş çatışmalar” Kore ya da Golan Tepeleri gibi pek çok bölgede mevcut. Korkarım ki biz Avrupalılar da inisiyatif almak yerine Amerikalıların ne yapacağını beklemekle yetindiğimiz için benzer bir duruma düşüyoruz.
Sahra Wagenknecht de Ukrayna’da barış müzakereleri yapılması çağrısında bulunuyor. Siz de onunla birlikte Şubat 2023’te Berlin’de büyük bir barış gösterisi düzenlenmesi çağrısında bulundunuz. Sahra Wagenknecht ittifakına katılacak mısınız?
Sahra Wagenknecht ve diğerleri gibi siyasi figürlerin bu anlamsız savaştan çekilmek için barış müzakerelerini aktif bir şekilde savunmaları önemli. Ben bağımsız bir askeri uzman/güvenlik uzmanı ve danışmanım.
Uzun yıllar Angela Merkel’in başbakanlıktaki askeri danışmanıydınız. Geriye dönüp baktığınızda, Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin yanlış bir değerlendirmeye dayandığını söyleyebilir misiniz?
Siyaset açık bir süreçtir. Uluslararası ilişkilerde pek çok şey beklenenden farklı gelişir. Sonuçta gelecek yıl bu zamanlar nerede olacağımızı ve dış politika eylemlerimizin doğru olup olmadığını net olarak bilmiyoruz. 2014’te Kırım’ın ilhakından sonra Şansölye, Minsk 1 ve 2 müzakereleri çerçevesinde çatışmaların siyasi bir süreçte çözülmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Bugünün perspektifinden bakıldığında pek çok insan bunun şimdiye dek önlenmiş olabileceğini söylüyor. Ben farklı görüyorum. Almanya o dönemde bu tehlikeli çatışmadan çıkış yolunu sadece silah tedariki ile değil, siyasi yollarla sağlamaya çalıştı. Ben 2006-2013 yılları arasında başbakanlıkta çalıştım. O dönemde Afganistan’a odaklanmış bir güvenlik durumumuz vardı. Ulusal ve ittifak savunması ve Rusya o dönemde ikincil bir rol oynuyordu. Elbette tarihçiler gelişmenin genel dinamiklerini değerlendirmek zorunda kalacaklar.
Eminim başbakanlıkta görev yaptığınız dönemden kalma çok sayıda bağlantınız vardır. Barış müzakerelerini başlatmak için Moskova ve Washington’daki kanallarınızı kullanmaya çalıştınız mı?
Elbette federal başbakanlıkta çalıştığım dönemden kalma, değerlendirme yaparken kullandığım ve güvenlik konularında uzmanlaşmış bir yönetim danışmanı olarak çalışmamla da genişleyen mükemmel bir ağım var. Sonuç olarak, Ukrayna’daki savaşın diğer ülkelerde Almanya’dakinden daha farklı, daha farklılaştırılmış, daha dengeli ve daha gerçekçi bir şekilde tartışıldığını ve yorumlandığını da biliyorum. Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak örneğin ABD’de yürütülen türden açık bir tartışma ortamına sahip olmamamız esef verici. Ne yazık ki Alman basınında bile siyah-beyaz ve dost-düşman düşüncesine varan şaşırtıcı bir fikir birliği görüyorum.
Minsk müzakerelerinden bahsettiniz. Putin’e NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin Ukrayna’da duracağına dair yeterli garanti verildi mi?
Alman Şansölyesi, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin tehlikelerini çok erken fark etmişti. Bükreş’teki 2008 NATO zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliği tartışılırken, bu ülkelerin derhal üyeliğe kabul edilmesini engelleyenler kendisi ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy idi. Angela Merkel, Ukrayna’daki iç siyasi muhalefete ek olarak, bunun Ruslar için kırmızı çizgi anlamına geleceğini ve Gürcistan örneğinde olduğu gibi aşılmasının savaşla sonuçlanacağını biliyordu. NATO daha sonra farklı bir yol izledi. Ukrayna’nın ittifaka dahil edilmesi konusunda baskı yapmaya devam etti. Bu, Rusya’nın Şubat 2022’de uluslararası hukuku ihlal ederek Ukrayna’yı işgal etmesinin siyasi tarih öncesinin bir parçası ve pek tartışılmaz.
Federal Şansölye Olaf Scholz, Ukrayna’ya Taurus füzelerinin teslim edilmesine karşı çıktı. Sizce doğru bir karar mı verdi?
Taurus sistemlerinin teslimatı savaşı tırmandıracaktı ama savaşta arzu edilen askeri dönüm noktasını beraberinde getirmeyecekti. Füzeler 500 kilometreden fazla menzile sahip. Bu da Ukraynalıların halihazırda sahip olduğu benzer İngiliz ve Fransız sistemlerinden iki kat daha uzağa fırlatılabilecekleri anlamına geliyor. Bu nedenle başbakanlığın Taurus tedarikini reddetmesinin doğru olduğunu düşünüyorum.
Silah sevkiyatının devamından yana olanlar Taurus füzelerinin oyunun kurallarını değiştireceğini ve Kiev’e daha iyi bir müzakere pozisyonu sağlayacağını savunuyor. Siz buna ne dersiniz?
Ukrayna’ya yönelik askeri yardımlarımızda sık sık dile getirilen oyun değiştirici unsur hiçbir zaman olmadı. Geçen yıl Leopard 2 tankları oyunun kurallarını değiştiren bir unsur olarak tanımlanmıştı. Başbakanlık üzerindeki yoğun medya baskısı, bunların Ukrayna’ya Bundeswehr stoklarından teslim edilmesini talep etmişti. Fakat ne muharebe tankları ne Taurus füzeleri ne de talep edilen F-16 savaş uçakları mucize silahlar olamaz ve genel askeri durumu Ukrayna’nın lehine değiştiremez. Her şeyden önce Ukrayna’nın savunması için acilen topçu mühimmatına ihtiyacı var. AB, oybirliğiyle bunu sağlamayı taahhüt etmişti. Ancak üye ülkeler bunu yapacak kapasiteye sahip olmadıkları için bu taahhüdün gerçekleşmesi pek mümkün değil. Almanya’daki tartışmalar bazen ikiyüzlü bir hal alıyor. Bazı politikacılar savaş ve ordu hakkında çok az şey bilmelerine rağmen savaş söylemlerinde birbirleriyle yarışıyorlar. Ukrayna’ya silah sağlamaya devam ediyoruz ama bunun etkili olacağına ciddi olarak inanmıyoruz ve aynı zamanda askerliğe elverişli yüz binlerce Ukraynalı ülkeyi terk ediyor. Sadece 200 bine yakını Almanya’ya geldi, askerlik hizmetine karşı vicdani ret uyguluyor ve vatandaşlık geliri alıyor. Bu tutarlı bir politika mı?
Öte yandan, Rusya’nın askerî açıdan Ukrayna’dan daha üstün olduğunu söylediniz. Genç Ukraynalılar kendilerini umutsuz bir savaşa mı atmalı?
Hayır, haklısınız. On binlerce genç Rus da savaştan kaçmak için ülkeyi terk etti. Elbette bu konuda her türlü insani duyguya sahibim. Beni kişisel olarak rahatsız eden şey, askerlik görevini yapan binlerce genç Ukraynalı ve Rus askerin askeri çözümü olmayan bir savaşta harcanması. Savaşa dahil olmayan Almanların en büyük Ukraynalı vatanseverler gibi görünmesini tuhaf buluyorum. Hiç askerlik yapmamış ve onlarca yıldır pasifist bir şekilde tartışan politikacılar aniden Ukraynalılar için her şeylerini vermek ve tercihen “her şeylerini ortaya koymak” istiyorlar. Bu durum siyasetin güvenilirliğini artırıyor mu?
Ukrayna’ya silah sevkiyatına siyasi ve diplomatik girişimlerin eşlik etmemesini eleştirmekte gecikmediniz. Savaşın gidişatına bakarak bu tutumunuzda haklı olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Kasım 2022’de ABD Genelkurmay Başkanı Mike Milley, askeri çözümün pek mümkün olmadığını açıklamıştı. Güç dengesi sadece silah sevkiyatıyla değiştirilemez. Etkili Amerikan düşünce kuruluşu Rand Corporation da bu görüşü teyit etmişti. Ben Ukrayna tartışmalarında bu görüşü savunurken, Almanya’nın önde gelen basın kuruluşları gerçek bir hüsnükuruntu konseri düzenledi: İlk olarak geçen yıl medyada bir bahar taarruzu hayal edildi. Bu serap söndükten sonra, erken bir yaz taarruzu olması gerekiyordu ve bu böyle devam etti. Ben Ukrayna’nın başarılı bir taarruz düzenleyebileceğine inanmadım. Rusya’nın savunmasını hiçbir noktada aşamayan ve savaş üzerinde kalıcı bir etkisi olmayan münferit ilerlemeler oldu. Kurt Biedenkopf’un bir keresinde söylediği gibi, gerçekliğin giderek daha görünür bir şekilde kendini hissettirdiği bir dönemde, gerçekçi sonuçlar çıkarmaya başlamamız gereken en son nokta buydu.
Ukrayna’daki savaş git gide bir siper savaşına dönüşüyor. Savunma Bakanı Boris Pistorius, halkta “savaş yorgunluğu” olduğu uyarısında bulunuyor. Bu durumda barışçıl bir çözüme ilişkin daha geniş bir tartışmanın mümkün olduğu izlenimine sahip misiniz?
Evet, her ne kadar Almanya’da düşünce ve söylem koridorları daralmış olsa da. Bunu üzücü buluyorum, ne de olsa liberal demokratik bir ülkede yaşıyoruz ve uluslararası ilişkilerin sorunlarına daha geniş bir yaklaşım benimsemeye hazır olmalıyız; yani, Hannah Arendt’in bir zamanlar “tırabzansız düşünmek” dediği şeye. Yarının çatışmalarına hazırlanabilmemiz için etrafımızdaki dünya düzensizliğini anlamayı öğrenmeliyiz. Ne de olsa ihtilaflı bölgeler ve savaş alanları giderek artıyor. Dünyanın demokrasiler ve otokrasiler, uzlaşmaz dostlar ve düşmanlar olarak sığ bir şekilde ayrıştırılması ne dünyanın ivmelenen çok kutupluluğuyla ne de Almanya’nın çıkarlarıyla örtüşebilir.
Mülakat için çok teşekkür ederim.
Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: ABD iki cepheli savaş yürütemeyeceğinin farkında
İlginizi Çekebilir
-
ABD Dışişleri’nin ‘yabancı propagandayla mücadele’ merkezi kapatıldı
-
Moskova Belediye Başkanı Sobyanin: Rusya’nın demografi sorunlarının nedeni SSCB’dir
-
BM: Küresel açlık krizi derinleşiyor
-
Mihail Hazin: Finansal feodalizm çöküş sürecinde
-
Mario Draghi’den iç talep için “yaratıcı yıkım” önerileri
-
Rusya’nın paralel ithalat hacmi azaldı
DÜNYA BASINI
İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?
Yayınlanma
1 gün önce24/12/2024
Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:
***
Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde
Amwaj.media
Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.
Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.
-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.
-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.
-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.
Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.
-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.
-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.
İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.
Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.
-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.
-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.
-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.
Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.
-Gerçek adı Ahmed el-Şara olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.
-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.
-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.
Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.
-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.
-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.
-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.
Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.
-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.
-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.
Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.
-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.
Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.
-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.
-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.
-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.
-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.
2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.
-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.
-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.
Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.
-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.
Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.
– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.
Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.
-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.
-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.
DÜNYA BASINI
Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler
Yayınlanma
2 gün önce23/12/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:
***
İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor
Raghida Dergham
Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.
Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.
Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.
Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.
Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.
Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.
Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.
Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.
Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.
Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.
Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.
Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.
Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.
Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.
İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.
Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.
Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.
Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.
Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.
Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.
ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
ABD Dışişleri’nin ‘yabancı propagandayla mücadele’ merkezi kapatıldı
Moskova Belediye Başkanı Sobyanin: Rusya’nın demografi sorunlarının nedeni SSCB’dir
Alman borsası Dax’ı 7 şirket kurtardı
BM: Küresel açlık krizi derinleşiyor
Mihail Hazin: Finansal feodalizm çöküş sürecinde
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
-
ORTADOĞU2 hafta önce
SDG sözcüsü Ferhad Şami: ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bundan sonra Suriye
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’