Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Milei ve dünya: Maia Colodenco ile Arjantin’in dış politikası üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Son yirmi yıldaki tüm ABD yönetimleri, devletin ekonomiyi canlandırmada oynaması gereken hayati rolü anlamış görünüyor. Diğer ülkelere ve IMF’ye en az bu kadar akıllı olmalarını yasakladılar mı? Görünüşe göre, Javier Milei örneğine bakılacak olursa öyle. Dünyanın radikal liberalleri gözlerini ve algılarını sımsıkı bağlayıp tıpkı Milei’nin yaptığı gibi yürüyorlar. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta da anımsatılan, Macri’nin IMF’nin desteğiyle başarısız olduğu hakikati, bugün ilgili tarafların hiçbirinin kabullenmek istemediği bir şey. Gidişata bakılırsa Javier Milei sadece siyasi açıdan değil, iktisadi açıdan da başarısız olacak. Dünyanın dört bir yanındaki liberteryenlerin onu alkışlıyor olması tam tersinin olacağını garantilemiyor, zira tüm liberteryen-liberal hareket, tamamen yanlış bir dünya algısından mustarip. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milei ve dünya

Maia Colodenco ile Arjantin’in dış politikası üzerine mülakat

Camilo Andrés Garzón

Phenomenal World

10 Şubat 2024

Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei’nin uluslararası arenada eldivenlerini takması ve dış politikaya yönelik liberteryen yaklaşımını sergilemesi uzun sürmedi. Bazı siyasi jestler, ülkenin en önemli iki ticaret ortağı olan Brezilya ve Çin ile şimdiden çatışmalara yol açtı. Aralık ayında Milei, Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro’yu yemin törenine davet etti ve geçen ay yönetimi, Tayvan ticaret ofisi temsilcileri ve adanın Buenos Aires’teki temsilcisi ile toplantılar düzenleyerek Tayvan ile ilişkileri başlattı.

Kendisini “anarko-kapitalist” olarak tanımlayan Milei, “hür dünya” olarak nitelendirdiği kesim ile bağlarını güçlendirmeyi hedefliyor. Fakat Arjantin’in dış politikasındaki bu ideolojik yönelim, başta Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Çin olmak üzere ülkenin son derece özel bağımlılık ilişkileriyle çatışıyor. Milei’nin Güney Amerika bölgesindeki diğer liderlerle erken çatışmaya girmesi ve BRICS ve Mercosur (Güney Ortak Pazarı) gibi forumlardan hemen uzaklaşması, düşmanlarını hızlı bir şekilde seçme arzusunu ortaya koyuyor ve bu çatışmalar pahalıya mal olabilir.

Milei hükümetinin dış politikasının ilk adımlarını daha iyi anlamak için 2019 yılında Alberto Fernández hükümeti döneminde Arjantin Ekonomi Bakanlığı Uluslararası İlişkiler Birimi Başkanı olan Maia Colodenco ile görüştük. Colodenco, Arjantin’i G20’de temsil etti, Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’nda (IDB) danışman olarak çalıştı ve Washington’daki Dünya Bankası’nda Arjantin İcra Direktörü Baş Danışmanı olarak görev yaptı.

Camilo Garzón: Milei’nin ekonomi ekibinin bazı üyeleri halihazırda açıklandı. Bunlar arasında Ekonomi Bakanı Luis Caputo ve Arjantin Merkez Bankası Başkanı Santiago Bausili gibi daha önce Macri ile çalışmış ekonomi danışmanları da var. Bu ilk ekonomi danışmanları çemberini nasıl görüyorsunuz?

Maia Colodenco: Milei’nin ikinci tur seçimlerini kazanarak iktidara geldiği inkâr edilemez ama bu zaferi elde etmesine yardımcı olacak koalisyon güçlerine ihtiyacı vardı. Bu bir yandan, iktidara gelmesine yardımcı olan güçlerle belirli bir süreklilik müzakeresine işaret ediyor. Öte yandan, ülkenin mevcut iktisadi durumu göz önünde bulundurulduğunda, Milei’nin kampanya söyleminin aksine belirli bir makroekonomik pragmatizme olan ihtiyacı artık kabul ettiğini düşünüyorum. Bu, Macri’nin göreve geldiği ve sonunda iyi sonuçlanmayan şok politikalar uyguladığı dönemden çıkarılan bir ders.

Alberto Fernández’in yönetiminin sonunda çözülmesi gereken bazı makroekonomik dengesizlikler —devam eden ve henüz ele alınmamış olan dengesizlikler— vardı. Döviz kuru sorunlarının analizi hala geçerli ve 2011 yılında uygulanan ve hala yürürlükte olan döviz kıskacının (ülkede döviz birimlerine erişimle ilgili bir dizi kısıtlama) gözden geçirilmesini gerektiriyor. Doların yanı sıra yerel para birimlerini nasıl yapılandıracaklarına dair hala net bir politika yok. Bu zorluklarla karşı karşıya kalan Arjantin Merkez Bankası’nı tasfiye etmek yerine, piyasa sektöründe iyi tanınan Santiago Bausili’yi banka başkanı olarak atadılar. Bu belli bir pragmatizmi yansıtıyor ve bir bakıma Merkez Bankası’nın yükümlülüklerini dolarize etmeye ve nihayetinde tüm ekonomiyi dolarize etmeye dönük bir eğilim ya da odaklanmanın ipuçlarını veriyor.

Dolayısıyla, diğer siyasi alanlarda, en azından ekonomi açısından bazı şok politikaları görebilsem de sektördeki belirli figürlerin devamlılığı pragmatik bir yaklaşıma işaret edebilir. Bu makroekonomik kararın süreklilik tedbirleriyle nasıl uyum sağlayacağı konusunda IMF ile yürütülen dış borç müzakerelerinin rol oynaması muhtemel.

Sizce bu hükümet dış borç ve ülkenin IMF ile ilişkilerini yeniden müzakere ederken nasıl bir yol izleyecek?

IMF ile müzakereler her zaman karmaşıktır ama emsalleri de göz önünde bulundurmamız gerekir. Macri hükümeti 2018’de IMF tarihindeki en büyük borcu üstlenmişti ve bu borç aynı zamanda 45 milyar dolar ile ülke tarihinde hükümet tarafından üstlenilen en önemli krediydi. Bu anlamda, konuyu çözüme kavuşturmanın ve Arjantin ile iyi ilişkileri sürdürmenin IMF’nin de yararına olacağına inanıyorum.

Benim de bir parçası olduğum Alberto Fernández hükümeti döneminde, ilk ekonomi bakanı olan Martín Guzmán, IMF ile borcu Arjantin’e iyi hizmet edecek şekilde yeniden müzakere etmişti.* Yeniden yapılandırma kemer sıkma tedbirleri içermiyordu; herhangi bir işgücü reformu ya da kamuya ait şirketlerin özelleştirilmesi olmadan borcun yeniden finanse edilmesine izin verdi. Gerici olmadan harcamaları kısıtladı. Dünyanın diğer bölgelerindeki örneklerden farklı olarak Guzmán, özel kreditörlere vadelere dayalı bir restorasyon ve sürdürülebilirlik analizi ile yaklaşarak müzakereyi başlattı ve daha sonra IMF ile müzakere etti. Bu yeni bir stratejiydi ve başarılı olduğu ispatlandı. Şu anda savunulan bazı politikaların aksine, Martín Guzmán tarafından müzakere edilen programın Arjantin’de çeşitli faktörlerin nasıl geliştiğine bağlı olarak kademeli bir uyum sağlamayı amaçladığına ve IMF ek ücretlerinin azaltılması konusunu da gündeme aldığına inanıyoruz.

Şimdi, IMF açıkça rakamların toplanmasını istiyor ve ülkedeki insanlara ne olduğu umurunda değil. Bu —Luis Caputo ve kabine sekreteri Nicolás Posse liderliğindeki— hükümet için Milei’nin en son görev hedefi, Arjantin’in IMF’ye olan toplam 1,95 milyar dolarlık borcunun ilk vadelerini yeniden müzakere etmek. Bununla beraber Javier Milei tarafından önerilen ve halen Kongre’de görüşülmekte olan yeni iç tedbirlerin IMF ile müzakerelere de yansıyabileceğinden, etkilerinin değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu tedbirler arasında, kamu harcamalarının kayda değer bir kısmını oluşturan emekli maaşlarına dönük reformlar ve sosyal planların azaltılması yer alıyor. Ayrıca sağlık sistemlerine yönelik reformların yanı sıra elektrik ve ulaşım teşviklerinin azaltılmasıyla ilgili her şey de öneriliyor. Bu reformlar IMF ile olan ilişkileri dolaylı olarak etkiliyor, zira bu düzenlemelerle kamu harcamalarının azaltılması ve mali açığın azaltılması hedeflerine ulaşılması amaçlanıyor. Hangi değişkenlere dokunduklarına bağlı olarak, bu hedeflere artan istihdam yoluyla mı yoksa daha az tüketim ve daha az iktisadi teşvik yoluyla mı ulaşıldığına bağlı olarak, etki değişebilir. Her halükârda IMF, mali açığın azaltılması başarılırsa Milei’yi açıkça takdir edecektir. Rakamlar iyileşme gösterdiği sürece bunun nasıl yapıldığının umurlarında olduğunu sanmıyorum.

Öte yandan Arjantin’in bazı küresel ekonomi forumlarındaki varlığı da söz konusu. Milei’nin Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu’nda yaptığı son konuşmayı nasıl yorumluyorsunuz?

Bence bu, mevcut duruma ilişkin yanlış yönlendirilmiş ve modası geçmiş, başka bir döneme ait bir teşhisten kaynaklanıyor. Örneğin, konuşmasının artık geçerli olmadığını düşündüğüm tarafları var. Batı’nın iktisadi açıdan başarısız olduğunu iddia ediyor ama bir alternatif sunmuyor. Eğer Güneydoğu Asya iktisadi modeline atıfta bulunuyorsa, bu onun hayranlık duyduğu bir model değil. Bu anlamda biraz çelişki ve sanki Doğu ile Batı arasında hala keskin bir ayrım varmış gibi Soğuk Savaş dönemini hatırlatan bir kategoriler dünyası görüyoruz. Dünya şu anda çok kutuplu, aktörler çok daha atomize ve daha çatışmalı bir küre, fakat sorunlarımızın cevabı kesinlikle onun sunduğu gibi sosyalizme karşı bir haçlı seferi değil. Ayrıca Arjantin’in ulusal ve uluslararası rolüne ilişkin öz farkındalığı konusunda da teşhisin yanlış olduğunu düşünüyorum. Latin Amerika bağlamında Arjantin gibi bir ülke önemsiz olmaktan son derece uzak ama uluslararası ekonominin daha geniş bağlamında sistemik bir aktör değil.

Günümüzün uluslararası sahnesinde önemli eğilimlerden biri, özel sektörün ciddi bir ağırlığa sahip olması. Davos gibi toplantılar, bilhassa borçların yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışmaları etkilemek açısından epey önemli hale geldi. Ülkenin sadece devlet aktörleriyle ilişki içinde olmadığını anlaması gerekiyor; artık çeşitli alanlarda bazı devletler kadar nüfuz sahibi olan bir özel sektör var. Ancak bu, Milei’nin yalnızca bağımsız ve kendi kendine yeten birimler olarak özel şirketlere odaklanması gerektiği anlamına gelmez. Elektrikli otomobil sektöründe meydana gelenler gibi pek çok gelişmeye, kapsamlı devlet kalkınma gündemleri ve yatırımlarıyla yön verildi. Elon Musk gibi biri girişimci inisiyatifini istediği kadar övebilir ama çeşitli sektörlerdeki büyümesi devlet tarafından önemli ölçüde kolaylaştırılmıştı. Bu anlamda, Milei’nin söylemi girişimcileri devlete karşı tek taraflı olarak kutladığında, çelişkiler algılamadan edemyorum. Milei’nin, girişimciler ve devlet temsilcileri olmak üzere her iki tür aktörden oluşan Davos dinleyicilerini yanlış anladığını düşünüyorum.

Milei’nin halihazırda ABD ve İsrail ile yakınlaşmaya işaret ederken Brezilya ve Çin ile arasına mesafe koymasını ilginç buluyorum. Sizce bu değişiklikler Arjantin’in BRICS gibi bir gruptaki varlığını nasıl etkiler?

Arjantin hükümeti BRICS’e katılma davetini reddettiğini resmi olarak açıkladı. Sonuç olarak Arjantin artık küresel Kuzey’in kurumlarına paralel diplomaside kilit öneme sahip bu grubun parçası olmayacak. Daha önce de belirttiğim gibi, Arjantin gibi bir ülkenin daha fazla uluslararası forumda, özellikle de ekonomi forumlarında yer almasının faydalı olacağı aşikâr. Bu forumlara katılım faydalı diplomatik ve güç dinamiklerini geliştirebilir, hatta çeşitli anlaşmalara verilen desteği etkileyebilir.

Örneğin Alberto Fernández’in hükümetinde G20’de yoğun bir şekilde çalıştık. Orada vardığımız anlaşmaların pek çoğu daha sonra IMF veya BM’ye de genişletildi. Tüm bu ısmarlama çalışmalar diğer ülkelerle ilişkiler kurulmasına katkıda bulunuyor. Bu anlamda, [BRICS’e] katılmamanın bir hata olduğuna inanıyorum ve ayrıca Milei’nin bu tür bir mesafeyi diplomatik bir aşırı tepkiye yol açan yanlış bir teşhise dayandırdığını düşünüyorum. ABD Dışişleri Bakanlığı bile hiçbir zaman ülkelerden BRICS’e katılmamaları yönünde talepte bulunmayacağını teyit etmişti.

Milei’nin potansiyel üyelikten çekilmesine baktığımızda, Çin’e karşı resmi bir mesafeden ziyade İran’ın BRICS forumuna yakın zamanda dahil olmasının bu muhalefeti daha güçlü bir şekilde tetiklediğini düşünüyorum. Fakat bu yine de bir hata, Arjantin’in ana ortakları olan Brezilya ve Çin ile ticari ilişkilerini geliştirmesi lazım.

Resmi toplantılar henüz gerçekleşmediği için Mercosur’a ne olacağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Dışişleri Bakanı Diana Mondino, kısa bir süre önce Avrupa Birliği ile bir serbest ticaret anlaşması müzakere etmek üzere bu forumun üyeleriyle bir araya geldi; bu, Milei’nin geçen yıl Mercosur’un kusurlu bir gümrük birliği olduğu için lağvedilmesi gerektiğini söylemesine rağmen gerçekleşti. Mondino’nun açıklamaları daha nüanslı; Mercosur’u “modernleştirmekten” söz ediyor ve dört üye ülkenin aralarındaki gümrük engellerinin sayısını azaltması gerektiğini söylüyor. Bir başka cephede, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ile ilgili olarak, Arjantin kesinlikle katılmak için ısrar edecektir; buradaki mesele, OECD’nin girişini kabul edip etmeyeceği.

Arjantin’in bir forum ya da diğeri arasında seçim yapmak zorunda olmaması gerektiğine inanıyorum. Her ikisinde de varlık gösterebilir ama ikisi arasında seçim yapmak Milei’nin siyasi kararı oldu. Bana göre bu karar, hiçbir zaman açıkça talep edilmemiş olan abartılı bir eylem çizgisinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Arjantin daha önce hiç Çin ile ABD arasında seçim yapmak zorunda kalmamıştı.

Esasında Arjantin Merkez Bankası ile yaptıkları swap anlaşması aracılığıyla Çin hükümeti ile tarihsel olarak çok iyi bir mali ilişkimiz oldu ve bu iki ülkenin iktisadi ilişkileri açısından oldukça önemliydi. Aynı zamanda IMF ile yapılan anlaşma da oldukça önemli oldu. Bu da gösteriyor ki ABD ile Çin ile iyi ilişkiler sürdürmeye aykırı olmayan çok uygun anlaşmalar yapabiliyoruz.

Arjantin’in Çin ve Tayvan ile ilişkilerini detaylandırabilir misiniz?

Arjantin her zaman Tek Çin ilkesine bağlı kaldı. Bölgemizde yalnızca Paraguay Tayvan’ı bağımsız bir devlet olarak açıkça tanıdı. 2012 yılından bu yana Arjantin ile Çin arasındaki ilişki, altyapı yatırımlarının artmasıyla birlikte gelişti. Sadece 2007-2020 yılları arasında Arjantin, Çinli şirketlerden, özellikle enerji, madencilik ve finans sektörüne odaklanan 10 milyar dolarlık yatırım aldı.

Tarihsel olarak Arjantin, Çin ile güçlü ve olumlu bir bağ kurdu. İki ülke arasındaki ticaret hacmi kilit bir unsur oldu. İkinci en büyük ticaret ortağımız olarak, ticari işlemler için bir kredi hattına sahip olma imkânı çok önemli oldu. Bu düzenleme, döviz takaslarında doların doğrudan kullanılmasının önüne geçmemizi ve dolayısıyla ticaret hacmimizin artmasını sağladı. Ayrıca Çin, takas anlaşması yoluyla Arjantin’in uluslararası rezervlerinin desteklenmesinde kayda değer bir rol oynadı. Ayrıca Arjantin’de, Santa Cruz’daki demiryolları ve barajlar da dahil olmak üzere Çin tarafından finanse edilen büyük altyapı projeleri bulunuyor. Bu yatırımların çoğu ihracata yönelik lojistikle ilgili olup genel olarak altyapı geliştirmeye odaklanıyor.

Elbette, Çin’in zaman içinde başlıca çıkarlarını yönlendirdiği yerlere bakıldığında Arjantin’in Çin yatırımlarında oynadığı rolün bir miktar azaldığı görülüyor. Fakat Arjantin hala Latin Amerika’da doğrudan yabancı yatırım alan ilk üç ülke arasında yer alıyor. Bu anlamda, Çin’e ilişkin bu görüş değişikliğinin iyi işlemediğine inanıyorum; Arjantin’in Çin pazarını kaybetmekten, hatta sadece kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktan kazançlı çıkmayacağı açık.

Arjantin’in başlıca ticaret ortağı olan Brezilya örneğinden devam edelim. Her iki hükümet de bu kadar farklı siyasi tutumlara sahipken bu ilişkinin nasıl geliştiğini görüyorsunuz?

Alberto Fernández yönetimindeki ulusal hükümet Mercosur’u güçlendirme konusunda çaba sarf etmişti. Mercosur’un modernize edilmesi ve daha verimli hale getirilmesi gerektiğine inanırken, komşu ülkeler arasındaki bu önemli ittifakı da korumaya devam ettik. Lula’nın şimdi bu ilişkinin koruyucusu olacağını ve Mercosur’u bir çerçeve olarak korumaktan sorumlu olacağını düşünüyorum ama şu anda alternatif bölgesel kurumlar oluşturma ihtimalini araştırmak istemediğinden şüpheleniyorum.

Brezilya ile doğrudan ilişkilerimize gelince, Bolsonaro’nun iktidarda olduğu dönemden farklı bir durum söz konusu. O zamanlar, dostane bir ilişki olmasa bile, pek çok ilişki iyi korunuyordu. Brezilya stratejik ve tarihi bir ortak olduğu için ortak kimliklerimizi gözden kaçırma lüksümüz yok. Ancak Milei daha çatışmacı bir tutum takınabileceğini şimdiden gösterdi. Nikaragua, Küba ve Venezuela’daki Arjantin büyükelçilerini geri çekti ve şu anda [Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo] Petro ile şimdilik sadece sosyal medya üzerinden olsa da bir anlaşmazlık içinde.

Milei, Donald Trump veya Jair Bolsonaro gibi ideolojik muadillerinin artık iktidarda olmadığı bir kavşağa geldi. Latin Amerika’da Venezuela, Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerde sol eğilimli politikaların hükümetler arasında sıklaştığı ve nihayetinde UNASUR (Güney Amerika Ülkeleri Birliği) ve BancoSur (Güney Bankası) gibi bölgesel kurumların önünü açtığı bir dönem vardı. Sizce Milei kendi liberteryen politikalarıyla uyumlu bölgesel muhataplar bulursa benzer bir şey olabilir mi?

Milei’nin “pembe dalga” olarak nitelendirilen dönemde var olana benzer bir şey yaratmak istediğine dair herhangi bir işaret görmedim. Bu eninde sonunda gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyor ama Milei gibi bir şekilde kurum karşıtı bir karaktere sahip biri için benzer bir bölgesel kurum geliştirmenin daha zor olacağını görüyorum. Trump ve Bolsonaro’dan farklı olarak tüm bu çok taraflı ortamlara daha kuşkuyla yaklaşıyor. Üçü de çeşitli çok taraflı forumlardan çekilme yönünde diplomatik bir eğilimi paylaşıyor.

Milei’nin ikili ilişkileri genelde pragmatizmden yoksun, ancak bazı makroekonomik konularda gerçekçi olduğunu gösterdi. Uluslararası siyasetin bazı yönlerinin nasıl yeniden şekilleneceğini göreceğiz ama Arjantin’in ne uluslararası çatışmaların içinde kalması ne de bunlara aşırı tepki vermesi gerektiğine inanıyorum.


(*) Guzmán Aralık 2019’dan Temmuz 2022’ye kadar ekonomi bakanı olarak görev yaptı. Daha sonra Sergio Massa, Alberto Fernández’in devlet başkanlığı döneminin sonuna kadar bu görevi üstlendi.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English