Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Milei ve dünya: Maia Colodenco ile Arjantin’in dış politikası üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Son yirmi yıldaki tüm ABD yönetimleri, devletin ekonomiyi canlandırmada oynaması gereken hayati rolü anlamış görünüyor. Diğer ülkelere ve IMF’ye en az bu kadar akıllı olmalarını yasakladılar mı? Görünüşe göre, Javier Milei örneğine bakılacak olursa öyle. Dünyanın radikal liberalleri gözlerini ve algılarını sımsıkı bağlayıp tıpkı Milei’nin yaptığı gibi yürüyorlar. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta da anımsatılan, Macri’nin IMF’nin desteğiyle başarısız olduğu hakikati, bugün ilgili tarafların hiçbirinin kabullenmek istemediği bir şey. Gidişata bakılırsa Javier Milei sadece siyasi açıdan değil, iktisadi açıdan da başarısız olacak. Dünyanın dört bir yanındaki liberteryenlerin onu alkışlıyor olması tam tersinin olacağını garantilemiyor, zira tüm liberteryen-liberal hareket, tamamen yanlış bir dünya algısından mustarip. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milei ve dünya

Maia Colodenco ile Arjantin’in dış politikası üzerine mülakat

Camilo Andrés Garzón

Phenomenal World

10 Şubat 2024

Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei’nin uluslararası arenada eldivenlerini takması ve dış politikaya yönelik liberteryen yaklaşımını sergilemesi uzun sürmedi. Bazı siyasi jestler, ülkenin en önemli iki ticaret ortağı olan Brezilya ve Çin ile şimdiden çatışmalara yol açtı. Aralık ayında Milei, Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro’yu yemin törenine davet etti ve geçen ay yönetimi, Tayvan ticaret ofisi temsilcileri ve adanın Buenos Aires’teki temsilcisi ile toplantılar düzenleyerek Tayvan ile ilişkileri başlattı.

Kendisini “anarko-kapitalist” olarak tanımlayan Milei, “hür dünya” olarak nitelendirdiği kesim ile bağlarını güçlendirmeyi hedefliyor. Fakat Arjantin’in dış politikasındaki bu ideolojik yönelim, başta Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Çin olmak üzere ülkenin son derece özel bağımlılık ilişkileriyle çatışıyor. Milei’nin Güney Amerika bölgesindeki diğer liderlerle erken çatışmaya girmesi ve BRICS ve Mercosur (Güney Ortak Pazarı) gibi forumlardan hemen uzaklaşması, düşmanlarını hızlı bir şekilde seçme arzusunu ortaya koyuyor ve bu çatışmalar pahalıya mal olabilir.

Milei hükümetinin dış politikasının ilk adımlarını daha iyi anlamak için 2019 yılında Alberto Fernández hükümeti döneminde Arjantin Ekonomi Bakanlığı Uluslararası İlişkiler Birimi Başkanı olan Maia Colodenco ile görüştük. Colodenco, Arjantin’i G20’de temsil etti, Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’nda (IDB) danışman olarak çalıştı ve Washington’daki Dünya Bankası’nda Arjantin İcra Direktörü Baş Danışmanı olarak görev yaptı.

Camilo Garzón: Milei’nin ekonomi ekibinin bazı üyeleri halihazırda açıklandı. Bunlar arasında Ekonomi Bakanı Luis Caputo ve Arjantin Merkez Bankası Başkanı Santiago Bausili gibi daha önce Macri ile çalışmış ekonomi danışmanları da var. Bu ilk ekonomi danışmanları çemberini nasıl görüyorsunuz?

Maia Colodenco: Milei’nin ikinci tur seçimlerini kazanarak iktidara geldiği inkâr edilemez ama bu zaferi elde etmesine yardımcı olacak koalisyon güçlerine ihtiyacı vardı. Bu bir yandan, iktidara gelmesine yardımcı olan güçlerle belirli bir süreklilik müzakeresine işaret ediyor. Öte yandan, ülkenin mevcut iktisadi durumu göz önünde bulundurulduğunda, Milei’nin kampanya söyleminin aksine belirli bir makroekonomik pragmatizme olan ihtiyacı artık kabul ettiğini düşünüyorum. Bu, Macri’nin göreve geldiği ve sonunda iyi sonuçlanmayan şok politikalar uyguladığı dönemden çıkarılan bir ders.

Alberto Fernández’in yönetiminin sonunda çözülmesi gereken bazı makroekonomik dengesizlikler —devam eden ve henüz ele alınmamış olan dengesizlikler— vardı. Döviz kuru sorunlarının analizi hala geçerli ve 2011 yılında uygulanan ve hala yürürlükte olan döviz kıskacının (ülkede döviz birimlerine erişimle ilgili bir dizi kısıtlama) gözden geçirilmesini gerektiriyor. Doların yanı sıra yerel para birimlerini nasıl yapılandıracaklarına dair hala net bir politika yok. Bu zorluklarla karşı karşıya kalan Arjantin Merkez Bankası’nı tasfiye etmek yerine, piyasa sektöründe iyi tanınan Santiago Bausili’yi banka başkanı olarak atadılar. Bu belli bir pragmatizmi yansıtıyor ve bir bakıma Merkez Bankası’nın yükümlülüklerini dolarize etmeye ve nihayetinde tüm ekonomiyi dolarize etmeye dönük bir eğilim ya da odaklanmanın ipuçlarını veriyor.

Dolayısıyla, diğer siyasi alanlarda, en azından ekonomi açısından bazı şok politikaları görebilsem de sektördeki belirli figürlerin devamlılığı pragmatik bir yaklaşıma işaret edebilir. Bu makroekonomik kararın süreklilik tedbirleriyle nasıl uyum sağlayacağı konusunda IMF ile yürütülen dış borç müzakerelerinin rol oynaması muhtemel.

Sizce bu hükümet dış borç ve ülkenin IMF ile ilişkilerini yeniden müzakere ederken nasıl bir yol izleyecek?

IMF ile müzakereler her zaman karmaşıktır ama emsalleri de göz önünde bulundurmamız gerekir. Macri hükümeti 2018’de IMF tarihindeki en büyük borcu üstlenmişti ve bu borç aynı zamanda 45 milyar dolar ile ülke tarihinde hükümet tarafından üstlenilen en önemli krediydi. Bu anlamda, konuyu çözüme kavuşturmanın ve Arjantin ile iyi ilişkileri sürdürmenin IMF’nin de yararına olacağına inanıyorum.

Benim de bir parçası olduğum Alberto Fernández hükümeti döneminde, ilk ekonomi bakanı olan Martín Guzmán, IMF ile borcu Arjantin’e iyi hizmet edecek şekilde yeniden müzakere etmişti.* Yeniden yapılandırma kemer sıkma tedbirleri içermiyordu; herhangi bir işgücü reformu ya da kamuya ait şirketlerin özelleştirilmesi olmadan borcun yeniden finanse edilmesine izin verdi. Gerici olmadan harcamaları kısıtladı. Dünyanın diğer bölgelerindeki örneklerden farklı olarak Guzmán, özel kreditörlere vadelere dayalı bir restorasyon ve sürdürülebilirlik analizi ile yaklaşarak müzakereyi başlattı ve daha sonra IMF ile müzakere etti. Bu yeni bir stratejiydi ve başarılı olduğu ispatlandı. Şu anda savunulan bazı politikaların aksine, Martín Guzmán tarafından müzakere edilen programın Arjantin’de çeşitli faktörlerin nasıl geliştiğine bağlı olarak kademeli bir uyum sağlamayı amaçladığına ve IMF ek ücretlerinin azaltılması konusunu da gündeme aldığına inanıyoruz.

Şimdi, IMF açıkça rakamların toplanmasını istiyor ve ülkedeki insanlara ne olduğu umurunda değil. Bu —Luis Caputo ve kabine sekreteri Nicolás Posse liderliğindeki— hükümet için Milei’nin en son görev hedefi, Arjantin’in IMF’ye olan toplam 1,95 milyar dolarlık borcunun ilk vadelerini yeniden müzakere etmek. Bununla beraber Javier Milei tarafından önerilen ve halen Kongre’de görüşülmekte olan yeni iç tedbirlerin IMF ile müzakerelere de yansıyabileceğinden, etkilerinin değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu tedbirler arasında, kamu harcamalarının kayda değer bir kısmını oluşturan emekli maaşlarına dönük reformlar ve sosyal planların azaltılması yer alıyor. Ayrıca sağlık sistemlerine yönelik reformların yanı sıra elektrik ve ulaşım teşviklerinin azaltılmasıyla ilgili her şey de öneriliyor. Bu reformlar IMF ile olan ilişkileri dolaylı olarak etkiliyor, zira bu düzenlemelerle kamu harcamalarının azaltılması ve mali açığın azaltılması hedeflerine ulaşılması amaçlanıyor. Hangi değişkenlere dokunduklarına bağlı olarak, bu hedeflere artan istihdam yoluyla mı yoksa daha az tüketim ve daha az iktisadi teşvik yoluyla mı ulaşıldığına bağlı olarak, etki değişebilir. Her halükârda IMF, mali açığın azaltılması başarılırsa Milei’yi açıkça takdir edecektir. Rakamlar iyileşme gösterdiği sürece bunun nasıl yapıldığının umurlarında olduğunu sanmıyorum.

Öte yandan Arjantin’in bazı küresel ekonomi forumlarındaki varlığı da söz konusu. Milei’nin Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu’nda yaptığı son konuşmayı nasıl yorumluyorsunuz?

Bence bu, mevcut duruma ilişkin yanlış yönlendirilmiş ve modası geçmiş, başka bir döneme ait bir teşhisten kaynaklanıyor. Örneğin, konuşmasının artık geçerli olmadığını düşündüğüm tarafları var. Batı’nın iktisadi açıdan başarısız olduğunu iddia ediyor ama bir alternatif sunmuyor. Eğer Güneydoğu Asya iktisadi modeline atıfta bulunuyorsa, bu onun hayranlık duyduğu bir model değil. Bu anlamda biraz çelişki ve sanki Doğu ile Batı arasında hala keskin bir ayrım varmış gibi Soğuk Savaş dönemini hatırlatan bir kategoriler dünyası görüyoruz. Dünya şu anda çok kutuplu, aktörler çok daha atomize ve daha çatışmalı bir küre, fakat sorunlarımızın cevabı kesinlikle onun sunduğu gibi sosyalizme karşı bir haçlı seferi değil. Ayrıca Arjantin’in ulusal ve uluslararası rolüne ilişkin öz farkındalığı konusunda da teşhisin yanlış olduğunu düşünüyorum. Latin Amerika bağlamında Arjantin gibi bir ülke önemsiz olmaktan son derece uzak ama uluslararası ekonominin daha geniş bağlamında sistemik bir aktör değil.

Günümüzün uluslararası sahnesinde önemli eğilimlerden biri, özel sektörün ciddi bir ağırlığa sahip olması. Davos gibi toplantılar, bilhassa borçların yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışmaları etkilemek açısından epey önemli hale geldi. Ülkenin sadece devlet aktörleriyle ilişki içinde olmadığını anlaması gerekiyor; artık çeşitli alanlarda bazı devletler kadar nüfuz sahibi olan bir özel sektör var. Ancak bu, Milei’nin yalnızca bağımsız ve kendi kendine yeten birimler olarak özel şirketlere odaklanması gerektiği anlamına gelmez. Elektrikli otomobil sektöründe meydana gelenler gibi pek çok gelişmeye, kapsamlı devlet kalkınma gündemleri ve yatırımlarıyla yön verildi. Elon Musk gibi biri girişimci inisiyatifini istediği kadar övebilir ama çeşitli sektörlerdeki büyümesi devlet tarafından önemli ölçüde kolaylaştırılmıştı. Bu anlamda, Milei’nin söylemi girişimcileri devlete karşı tek taraflı olarak kutladığında, çelişkiler algılamadan edemyorum. Milei’nin, girişimciler ve devlet temsilcileri olmak üzere her iki tür aktörden oluşan Davos dinleyicilerini yanlış anladığını düşünüyorum.

Milei’nin halihazırda ABD ve İsrail ile yakınlaşmaya işaret ederken Brezilya ve Çin ile arasına mesafe koymasını ilginç buluyorum. Sizce bu değişiklikler Arjantin’in BRICS gibi bir gruptaki varlığını nasıl etkiler?

Arjantin hükümeti BRICS’e katılma davetini reddettiğini resmi olarak açıkladı. Sonuç olarak Arjantin artık küresel Kuzey’in kurumlarına paralel diplomaside kilit öneme sahip bu grubun parçası olmayacak. Daha önce de belirttiğim gibi, Arjantin gibi bir ülkenin daha fazla uluslararası forumda, özellikle de ekonomi forumlarında yer almasının faydalı olacağı aşikâr. Bu forumlara katılım faydalı diplomatik ve güç dinamiklerini geliştirebilir, hatta çeşitli anlaşmalara verilen desteği etkileyebilir.

Örneğin Alberto Fernández’in hükümetinde G20’de yoğun bir şekilde çalıştık. Orada vardığımız anlaşmaların pek çoğu daha sonra IMF veya BM’ye de genişletildi. Tüm bu ısmarlama çalışmalar diğer ülkelerle ilişkiler kurulmasına katkıda bulunuyor. Bu anlamda, [BRICS’e] katılmamanın bir hata olduğuna inanıyorum ve ayrıca Milei’nin bu tür bir mesafeyi diplomatik bir aşırı tepkiye yol açan yanlış bir teşhise dayandırdığını düşünüyorum. ABD Dışişleri Bakanlığı bile hiçbir zaman ülkelerden BRICS’e katılmamaları yönünde talepte bulunmayacağını teyit etmişti.

Milei’nin potansiyel üyelikten çekilmesine baktığımızda, Çin’e karşı resmi bir mesafeden ziyade İran’ın BRICS forumuna yakın zamanda dahil olmasının bu muhalefeti daha güçlü bir şekilde tetiklediğini düşünüyorum. Fakat bu yine de bir hata, Arjantin’in ana ortakları olan Brezilya ve Çin ile ticari ilişkilerini geliştirmesi lazım.

Resmi toplantılar henüz gerçekleşmediği için Mercosur’a ne olacağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Dışişleri Bakanı Diana Mondino, kısa bir süre önce Avrupa Birliği ile bir serbest ticaret anlaşması müzakere etmek üzere bu forumun üyeleriyle bir araya geldi; bu, Milei’nin geçen yıl Mercosur’un kusurlu bir gümrük birliği olduğu için lağvedilmesi gerektiğini söylemesine rağmen gerçekleşti. Mondino’nun açıklamaları daha nüanslı; Mercosur’u “modernleştirmekten” söz ediyor ve dört üye ülkenin aralarındaki gümrük engellerinin sayısını azaltması gerektiğini söylüyor. Bir başka cephede, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ile ilgili olarak, Arjantin kesinlikle katılmak için ısrar edecektir; buradaki mesele, OECD’nin girişini kabul edip etmeyeceği.

Arjantin’in bir forum ya da diğeri arasında seçim yapmak zorunda olmaması gerektiğine inanıyorum. Her ikisinde de varlık gösterebilir ama ikisi arasında seçim yapmak Milei’nin siyasi kararı oldu. Bana göre bu karar, hiçbir zaman açıkça talep edilmemiş olan abartılı bir eylem çizgisinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Arjantin daha önce hiç Çin ile ABD arasında seçim yapmak zorunda kalmamıştı.

Esasında Arjantin Merkez Bankası ile yaptıkları swap anlaşması aracılığıyla Çin hükümeti ile tarihsel olarak çok iyi bir mali ilişkimiz oldu ve bu iki ülkenin iktisadi ilişkileri açısından oldukça önemliydi. Aynı zamanda IMF ile yapılan anlaşma da oldukça önemli oldu. Bu da gösteriyor ki ABD ile Çin ile iyi ilişkiler sürdürmeye aykırı olmayan çok uygun anlaşmalar yapabiliyoruz.

Arjantin’in Çin ve Tayvan ile ilişkilerini detaylandırabilir misiniz?

Arjantin her zaman Tek Çin ilkesine bağlı kaldı. Bölgemizde yalnızca Paraguay Tayvan’ı bağımsız bir devlet olarak açıkça tanıdı. 2012 yılından bu yana Arjantin ile Çin arasındaki ilişki, altyapı yatırımlarının artmasıyla birlikte gelişti. Sadece 2007-2020 yılları arasında Arjantin, Çinli şirketlerden, özellikle enerji, madencilik ve finans sektörüne odaklanan 10 milyar dolarlık yatırım aldı.

Tarihsel olarak Arjantin, Çin ile güçlü ve olumlu bir bağ kurdu. İki ülke arasındaki ticaret hacmi kilit bir unsur oldu. İkinci en büyük ticaret ortağımız olarak, ticari işlemler için bir kredi hattına sahip olma imkânı çok önemli oldu. Bu düzenleme, döviz takaslarında doların doğrudan kullanılmasının önüne geçmemizi ve dolayısıyla ticaret hacmimizin artmasını sağladı. Ayrıca Çin, takas anlaşması yoluyla Arjantin’in uluslararası rezervlerinin desteklenmesinde kayda değer bir rol oynadı. Ayrıca Arjantin’de, Santa Cruz’daki demiryolları ve barajlar da dahil olmak üzere Çin tarafından finanse edilen büyük altyapı projeleri bulunuyor. Bu yatırımların çoğu ihracata yönelik lojistikle ilgili olup genel olarak altyapı geliştirmeye odaklanıyor.

Elbette, Çin’in zaman içinde başlıca çıkarlarını yönlendirdiği yerlere bakıldığında Arjantin’in Çin yatırımlarında oynadığı rolün bir miktar azaldığı görülüyor. Fakat Arjantin hala Latin Amerika’da doğrudan yabancı yatırım alan ilk üç ülke arasında yer alıyor. Bu anlamda, Çin’e ilişkin bu görüş değişikliğinin iyi işlemediğine inanıyorum; Arjantin’in Çin pazarını kaybetmekten, hatta sadece kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktan kazançlı çıkmayacağı açık.

Arjantin’in başlıca ticaret ortağı olan Brezilya örneğinden devam edelim. Her iki hükümet de bu kadar farklı siyasi tutumlara sahipken bu ilişkinin nasıl geliştiğini görüyorsunuz?

Alberto Fernández yönetimindeki ulusal hükümet Mercosur’u güçlendirme konusunda çaba sarf etmişti. Mercosur’un modernize edilmesi ve daha verimli hale getirilmesi gerektiğine inanırken, komşu ülkeler arasındaki bu önemli ittifakı da korumaya devam ettik. Lula’nın şimdi bu ilişkinin koruyucusu olacağını ve Mercosur’u bir çerçeve olarak korumaktan sorumlu olacağını düşünüyorum ama şu anda alternatif bölgesel kurumlar oluşturma ihtimalini araştırmak istemediğinden şüpheleniyorum.

Brezilya ile doğrudan ilişkilerimize gelince, Bolsonaro’nun iktidarda olduğu dönemden farklı bir durum söz konusu. O zamanlar, dostane bir ilişki olmasa bile, pek çok ilişki iyi korunuyordu. Brezilya stratejik ve tarihi bir ortak olduğu için ortak kimliklerimizi gözden kaçırma lüksümüz yok. Ancak Milei daha çatışmacı bir tutum takınabileceğini şimdiden gösterdi. Nikaragua, Küba ve Venezuela’daki Arjantin büyükelçilerini geri çekti ve şu anda [Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo] Petro ile şimdilik sadece sosyal medya üzerinden olsa da bir anlaşmazlık içinde.

Milei, Donald Trump veya Jair Bolsonaro gibi ideolojik muadillerinin artık iktidarda olmadığı bir kavşağa geldi. Latin Amerika’da Venezuela, Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerde sol eğilimli politikaların hükümetler arasında sıklaştığı ve nihayetinde UNASUR (Güney Amerika Ülkeleri Birliği) ve BancoSur (Güney Bankası) gibi bölgesel kurumların önünü açtığı bir dönem vardı. Sizce Milei kendi liberteryen politikalarıyla uyumlu bölgesel muhataplar bulursa benzer bir şey olabilir mi?

Milei’nin “pembe dalga” olarak nitelendirilen dönemde var olana benzer bir şey yaratmak istediğine dair herhangi bir işaret görmedim. Bu eninde sonunda gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyor ama Milei gibi bir şekilde kurum karşıtı bir karaktere sahip biri için benzer bir bölgesel kurum geliştirmenin daha zor olacağını görüyorum. Trump ve Bolsonaro’dan farklı olarak tüm bu çok taraflı ortamlara daha kuşkuyla yaklaşıyor. Üçü de çeşitli çok taraflı forumlardan çekilme yönünde diplomatik bir eğilimi paylaşıyor.

Milei’nin ikili ilişkileri genelde pragmatizmden yoksun, ancak bazı makroekonomik konularda gerçekçi olduğunu gösterdi. Uluslararası siyasetin bazı yönlerinin nasıl yeniden şekilleneceğini göreceğiz ama Arjantin’in ne uluslararası çatışmaların içinde kalması ne de bunlara aşırı tepki vermesi gerektiğine inanıyorum.


(*) Guzmán Aralık 2019’dan Temmuz 2022’ye kadar ekonomi bakanı olarak görev yaptı. Daha sonra Sergio Massa, Alberto Fernández’in devlet başkanlığı döneminin sonuna kadar bu görevi üstlendi.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English