SÖYLEŞİ
Mısır’da 12 yıl sonra ikinci bir Tahrir yolda mı?

25 Ocak 2011’de başlayan halk ayaklanmasıyla 30 yıllık Hüsnü Mübarek dönemi Mısır’da son buldu. 18 gün süren birinci eylem dalgasını takiben 11 Şubat’ta Mübarek istifaya zorlandı.
Mübarek’in ardından seçimle iş başına gelen Muhammed Mursi yönetimi ise 2013 yılında yeni bir eylem dalgası ve askerin müdahalesiyle sona erdi. Askeri müdahalenin lideri olan Savunma Bakanı Abdülfettah es-Sisi, 2014 Mayıs ayında düzenlenen, katılımın yüzde 45’lerde kaldığı seçimlerde oyların yüzde 90’ını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
Mübarek’in devrilmesinden bu yana geçen 12 yılda Mısır’da hem çok şey hem de çok az şey değişti. Daha özgür daha müreffeh bir toplum için sokaklara çıkanların talepleri ise yerini hayal kırıklığına bıraktı.
Zengin Körfez ülkelerinden, IMF ve Dünya Bankası’ndan aktarılan kaynaklara rağmen Mısır ekonomisinin kronik sorunlarına çözüm getirecek köklü iyileştirmeler gerçekleşmedi.
Mısır ordusunun hızla modernleştirildiği ve bu alana büyük kaynakların aktarıldığı son 10 yıllık dönemde Sisi yönetiminin başkent Kahire’de yeni bir yönetim merkezi inşasına girişmek gibi mega yatırımları, Türkiye’deki tabirle “çılgın projeleri” de ülke ekonomisinde önemli bir paya sahip oldu.
Pandemi ve sağlık krizini takip eden Rusya – Ukrayna savaşı, köklü sorunları dönüştürmede başarısız olan Mısır ekonomisini hazırlıksız yakaladı. Mısır, Rus ve Ukraynalı turistlerin getirdiği dövizden mahrum kaldı. Yabancı yatırımcılar bir yıl içinde Mısır piyasasından 25 milyar dolara yakın sıcak parayı çekti. Ülke parası dolar karşısında hızla değer kaybetti ve Mısır lirası geçen yıla göre yüzde elli oranında eridi.
Dövizin hızlı yükselişi ithalat maliyetlerini artırdı. Temel tüketim mallarına yoksulların erişimi zorlaştı. Milyonlar için et, yumurta gibi ürünler lüks tüketim malzemesi haline geldi. Orta sınıf ciddi bir refah kaybı yaşadı.
Tahıl krizi de ekmek sübvansiyonlarının nüfusun yüzde 70’ini kapsadığı 104 milyonluk Mısır’da tam anlamıyla bir milli güvenlik meselesi haline geldi.
Bu ağır koşullar sonucunda Mısır, son altı yılda dördüncü kez IMF’nin kapısını çaldı. Dört yıllığına 3 milyar dolar kaynak bulan Sisi yönetimi IMF’nin sıkı koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.
IMF’nin koşulları arasında döviz kuruna müdahalenin sonlanması, ordunun ekonomideki rolünün kısıtlanması ve özelleştirme yer alıyor. Döviz kurlarının dalgalı rejime bırakılması ilk etkisini, Mısır parasının hızla değer yitirmesiyle gösterdi. Liberalleştirme kapsamında diğer iki başlığın etkileri muhtemelen orta vadede kendisini gösterecek.
Bir yanda yükselen gökdelenler diğer yanda derinleşen yoksullukla Arap dünyasının kalbi Mısır’ı nasıl bir gelecek bekliyor?
Ağırlaşan ekonomik koşullar yeni bir Tahrir ayaklanmasını beraberinde getirir mi?
Orta Doğu’da toplumsal ayaklanmaların hızla iç savaşlara dönüştüğü geçmiş 10 yılın acı tecrübesi düşünüldüğünde Mısırlılar hakkını meydanlarda aramaya ne ölçüde istekli?
Şimdilik, büyük devrim rüzgârlarından geriye hayal kırıklığı ve bekleme duygusu kalmış gibi görünüyor. Ancak Nil nehrinin sonsuz akışından umudu kesmek kesinlikle mümkün değil…
Tahrir’de milyonların meydanları doldurmaya başladığı 25 Aralık 2011’in üzerinden 12 geçti. O günden bu güne Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik koşulları ve Arap Baharı fırtınasıyla yıkılan Türkiye – Mısır ilişkilerini Doğu Akdeniz ve Orta Doğu Araştırmalar Merkezi Başkanı Dalia Ziada’ya sorduk.
- Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Askeri Akademi’de yaptığı konuşmada “Zorluklar var ama işler kontrolümüz altında ve bu krizin üstesinden geleceğiz” dedi. Anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı Sisi, Mısır toplumuna “sakin olma” mesajı vermeye çalışıyor. Şu an Mısır ne tür ekonomik zorluklarla karşı karşıya ve yönetim bunların üstesinden gelmek için ne tür adımlar atıyor?
Mısır’da herkesin zihnini meşgul eden şey tam olarak bu. Bu sefer kriz, öncekilere göre birçok yönden daha karmaşık. Çünkü bir anlamda bütünleşik bir krizden bahsediyoruz. Bu kriz yeni değil, Kovid’le ya da Rusya-Ukrayna Savaşı ile başlamadı. Ancak bu son küresel ölçekteki olaylar Mısır’da 1960’lardan ve hatta 1950’lerden beri var olan krizi daha da körükledi. Ben buna Mısır ekonomisinin kronik krizi diyorum. Yani, şu anda bir yol ayrımında olduğumuz bir zorlukla karşı karşıyayız.
Geçmişte ekonomik plan veya makroekonomik politikalar, daha başından doğru bir şekilde uygulanmadı. Önce komünist bir cumhuriyet olarak başladık ve sosyalist politikalar uygulamaya koyulduk. Sonra liberal piyasa politikalarını deneyelim dedik. Ve sonra her şey birbirine girmişken 1990 ve 2000’ler boyunca çok çarpık bir makroekonomik sistemle karşı karşıya kaldık. Buna ek olarak, elbette uzun bir idari ve mali yolsuzluk mirasını da bugüne kadar getirdik. Bu süreç bugün Mısır’ın bu çarpık ekonomi veya makroekonomik sistemine yol açtı. Dolayısıyla birbiri ardına gelen bu iki kriz, bugün Mısır’ı bir yol ayrımına getirdi. Şimdi ya bu kronik krizi kesin olarak çözecek ve yepyeni bir makroekonomik sistem kuracağız ya da tüm bunlara göz yumup bu şekilde devam edeceğiz. Ancak işlerin bu şekilde gitmesi er ya da geç makroekonomik sistemin ve bir süredir tutmaya çalıştığımız toplam siyasi istikrarın da çöküşüne yol açacaktır.”
“Mısır borç içinde”
Geçen hafta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar başta olmak üzere tüm ekonomi yönetimi ve üst düzey devlet yetkililerinin her şeyin yolunda olduğuna dair çeşitli açıklamalar duyduk, ancak maalesef bu sahaya istendiği gibi yansımıyor. Şöyle ki bu açıklamaları duyduğumda bir vatandaş olarak ben mutlu oluyorum, ancak yiyecek almak için sokağa çıktığımda veya orta sınıf bir insan olarak yaptığım herhangi bir aktivitede artık çok zorlanıyorum. Örneğin, Türkiye ve diğer birçok ülkede böyle bir enflasyona, her zaman maaşlarda ve asgari ücrette yapılan zamlar eşlik eder, ancak Mısır’da buna sahip değiliz. Çünkü ülke zaten derin bir borç içinde ve maaşlarda herhangi bir artışı göze alamıyorlar. Aksine, bazı olumlu mesajlar verirlerken diğer yandan yemeklik yağ ve enerji gibi temel tüketim üzerindeki sübvansiyonların kaldırılmasından bahsediyorlar ve bu da maalesef daha fazla enflasyona sebep oluyor. Şu an piyasa üzerinde hiçbir kontrol sağlanamıyor.
“Silahlı kuvvetler Mısır devletinin bel kemiği”
- Mısır ordusunun ekonomideki rolü Batılı uzmanlar tarafından eleştiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?
Bu da çok iyi bir soru, çünkü bu orduya ait işletmeler meselesi, Mısır’da işlerin nasıl yürüdüğünü anlamayan biri için çok karmaşık bir mesele. Silahlı Kuvvetler, Mısır Devleti’nin hem siyasi hem de ekonomik olarak bel kemiği diyebilirim. Başka bir deyişle, Mısır’daki sivil hükümet; ordunun hem siyasette hem de ekonomide güvenlik ağı veya sigorta işlevi olmaksızın, hiçbir şey yapamaz. Tabii ki, demokratik bakış açısıyla bu tamamen yanlış ve Mısır’ın demokratik bir ülke olmasını gerçekten istiyorsak bu bir gün değişmeli. Ama soru şu, biz buna şimdi hazır mıyız? Maalesef hayır.
“IMF reformları Mısır için çok zor”
IMF’nin şu anda talep ettiği ekonomik reformlar, Mısır halkı için olduğu kadar Mısır piyasaları, tüccarlar ve üreticiler için de oldukça zor. Ülkede kendine ait özerk bir ekonomik sisteme sahip olan ve piyasada olup bitenlerden etkilenmeyen tek yapı ise ordu. Ordunun sivil hükümetin sunabileceği ile halkın ihtiyaç duyduğu emtialar arasındaki boşluğu doldurabilecek işletmeleri var. Çünkü bu boşluk inanın bana, gerçekten düşündüğünüzden daha büyük. Neticede Mısır’da bu boşluğu doldurabilecek tek yapı ordudur. Bu nedenle uzun vadede, evet, Mısır ekonomisini ve genel olarak Mısır siyasi yaşamını gerçekten geliştirmek istiyorsak ordu piyasadan tamamen çekilmeli ve özel yatırımcıların işlerini yapmalarına izin vermeli. Ancak şu anda, özellikle ekonomik arenada yaşadığımız tüm bu karmaşada, bu çok zor bir karar olur.
Rusya-Ukrayna savaşının etkileri ve IMF’nin şartları
Rusya-Ukrayna savaşı çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen bizi çok etkiledi. Çünkü Mısır; Rusya, Ukrayna ve Belarus’a iki temel sektörde, gıda ve turizmde çok büyük ölçüde bağlı. Bu yüzden, Rusya-Ukrayna savaşının Mısır’a etkisinin, diğer ülkelerden çok daha büyük olduğu kanısındayım. Bu yüzden tekrar bahsettiğim kriz döngüsüne düştük. Evet, şimdi yeniden kredi talep ediyoruz, ancak bu kredi elbette askerin piyasadan çekilmesi ve eski kredilerle yapılan ulusal mega projeleri yavaşlatma gibi IMF’nin talep ettiği yapısal reformları çok katı bir tutumla uygulamada kullanılacak. Bu da aslında 2016 kredisinden elde ettiğimiz tüm kazanımları riske atabilir. Bu durum, Mısırlıları yeni IMF kredisine olumsuz yaklaşmasına sebep oluyor.
Mübarek’i deviren nedenler ve ikinci Tahrir tartışmaları
- Rusya- Ukrayna savaşının yıkıcı etkilerini Mısır’da Türkiye’de, Avrupa’da ve dünya ölçeğinde görüyoruz. Özellikle Avrupa’da hükümetlere karşı büyük protestolara tanık oluyoruz. Eylemlerin Avrupa siyasetini nasıl şekillendireceğini bilmiyorum ancak bu tip eylemlerin Mısır’da ve Orta Doğu’da olması ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?
O dönemde insanların Mübarek’e karşı çıkmasının nedenleri arasında özelleştirmeler, devlete ait varlıkların yabancı yatırımcılara satılması gibi politikalar mevcuttu. Bu nedenle, elbette birçok analistin aklına Mısırlıların Sisi’yi protesto etmek için sokaklara çıkıp çıkmayacakları sorusunu geliyor. Kahire’den konuşuyorum ve gördüğüm kadarıyla son 10 yılda insanlar; siyasi geçişler, belirli zamanlarda güvenlik ve istikrar sorunu da dahil çok şey yaşadı ve şimdi ekonomik krizle birlikte, insanların böyle bir eylemde bulunamayacak bir yorgunlukta olduklarını düşünüyorum.
“Protesto kaosa neden olur düşüncesi var”
Sokakta “Evet, sıkıntı çektiğimizi biliyoruz ve durum iyi değil” gibi genel bir yaklaşım var ve birçok insan hükümetin politikalarına, özellikle ekonomik kısmına katılmıyor. Ama aynı insanlar “Şimdi sokağa çıkıp bir protesto düzenlersek, bu yine kaosa yol açacak ve kaos daha fazla ekonomik sıkıntıya neden olacak. Nihayetinde bu sıkıntıları aşmak için 10 yıl daha süre gerekecek” gibi bir fikre kapılıyor. Bu yüzden, hükümetin bu krizde gerçekten ne yapabileceğini görmek için henüz bekliyorlar. Dolayısıyla yakın zamanda halkın sokağa çıkabileceğini sanmıyorum. Arap Baharı’ndan bu yana geçen 10 yılda meydana gelen protestoculara da bakarsak, bunların yoksul kesimden olmadığını görürüz. Her zaman orta sınıf sokağa çıktı. Sokağa çıkarak gerçekten değişime yol açan hep orta sınıf, eğitimli kesim ve bürokratlardı.
“Mısır orta sınıfı ekonomik ve politik olarak büyük bir buhran yaşıyor”
- Orta sınıfın hissiyatını sormak istiyorum. Bundan 10 yıl önce bu kesimler birçok şeyi protesto etti. Belki büyük hayalleri ve Mısır’ın geleceğine dair umutları vardı. Ardan geçen 10 yılın ardından hissiyat nedir?
Orta sınıf birçok yönden çok büyük bir buhranın içinde. Bunlardan birisi elbette ekonomik, çünkü burada ekonomik bir sınıftan bahsediyoruz. Ama aynı zamanda başka bir kısmı da siyasi. Çünkü hükümetin demokratik değerler, özgürlükler ve insan hakları konusunda daha iyi performans göstereceği konusunda çok büyük umutlarımız vardı. Maalesef bugün hâlâ 10 yıl önce mücadele ettiğimiz ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokratikleşme gibi sorunlarla boğuşuyoruz. En ufak bir değişiklik olduğunda ve olumlu bir açılım yapıldığında bile “ekonomik krizler” veya “terörle mücadele” gibi güvenlik sorunları gerekçe gösterilerek hemen rafa kaldırıldı. Dolayısıyla bu siyasi buhranın kaynağı, ekonomik reform sürecinde veya güvenlik sıkıntılarıyla karşı karşıya kalındığında, bu hayallerin unutulmasından korktuğumuz gerçeği. Umarım insanlar gelecekte bunun gerçekleşmesi için yıkıcı bir şekilde değil de, yapıcı bir şekilde baskı yapmaya devam ederler. Ancak tüm bunlar bizi, ancak ekonomik olarak istikrarlı bir ülkede demokrasiyi ve insan haklarını savunabileceğimiz noktasına getiriyor.
Rötarlı normalleşme: Ankara-Kahire diyaloğu yavaşladı
- Arap Baharı’nın ardından Orta Doğu’da oldukça karmaşık bir “normalleşme” süreci yürüyor. Araplar arasında bir süreç var. İran ile Arap dünyası ve Türkiye ile Arap devletleri arasında normalleşme süreçleri yaşanıyor. Ankara ve Kahire arasındaki diyaloğu nasıl değerlendiriyorsun? Ne gibi engeller var?
Türkiye’yi elbette Orta Doğu’nun bir parçası olarak görüyorum. Burada lehimize olan şey, Arapların çoğunun Türkiye’ye, örneğin İran’a baktıkları gibi olumsuz bir şekilde bakmamalarıdır. En büyük Körfez ülkesi ve bölgedeki ana aktörlerden biri olan Suudi Arabistan da dahil olmak üzere çoğu Körfez ülkesi için bugün İran hâlâ bir düşman olarak görülüyor. Ama Kuzey Afrika’daki ülkelerde o kadar olmasa da, Türkiye hemen hemen herkes için her zaman dost olmuştur. Elbette son yedi, sekiz yıldaki diplomatik ve medya rekabetinden önce Türkiye her zaman bu bölgenin ayrılmaz bir parçası, çok önemli bir ortak ve bir oyuncu olmuştur. Özellikle Mısır ve Türkiye için bu ilişki diğer tüm ülkelerden de daha kritik. Bu sadece iki ülke arasındaki coğrafi yakınlıktan kaynaklanmıyor ki o da önemli: Afrika’nın kapısında olan Mısır ve Avrupa’nın kapısında olan Türkiye arasında ekonomik işbirliği her iki ülkeye de birçok fırsat sunuyor ve birlikte birçok şey yapabilecek durumdayız. İki Devlet Başkanı Sisi ve Erdoğan arasındaki tarihi el sıkışmadan sonra, aslında Mısır’da da umutlar çok yükseldi ve belki de sonunda doğru noktayı bulduğumuzu ve işlerin doğru yönde ilerlediğini düşündük. Ama ne yazık ki, bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aradan iki ay geçti ve ne istihbarat teşkilatlarından ne de Dışişleri Bakanlıklarından yeni bir adım geldi. Hâlâ aynı noktadayız.
Üç anlaşmazlık noktası: Libya, Doğu Akdeniz, İhvan
- Süreç dondu ve Kahire’nin Ankara’dan ne tür beklentileri var?
Bence bu görüşmelerin dondurulmasının temel nedeni, her iki ülkenin de uzlaşmaya varmasını zorlaştıran üç ana konunun varlığı. Birincisi elbette Libya. Libya, Mısır ile en uzun sınırı paylaşan ülke. Dolayısıyla Mısır için burada devlet, Libya’yı ulusal stratejik derinliğin bir parçası olarak görüyor. Yani orada gerçekleşen herhangi bir eylem bizi doğrudan etkileyecektir. Şimdi burada, Türkiye’nin Libya’daki varlığı ve Libya ile anlaşmalar yapmaya çalışması konusunda daha fazla hoşgörü görebiliyorum. Çatışmaların yaşandığı ve Mısır’ın Türk askerlerinin varlığına çok kızdığı 2020 yılına göre çok daha fazla hoşgörü var. Çünkü Mısır devleti, artık Türkiye’nin ulusal güvenliğimiz için bir tehdit olmadığını anlamaya başladı ki bence Türkiye’nin buradaki Mısırlı yetkililerle net bir şekilde iletişim kurabilmesi çok önemli bir atılımdı.
Mısır’ın “Suriyesi” Libya sınırı
Ancak öte yandan, Türkiye ve Mısır, Libya çatışmasında hâlâ iki farklı tarafı destekliyor ve Mısır, Doğu gruplarını desteklememeyi göze alamaz, çünkü Mısır’ın Batı sınırını kontrol ediyorlar ve Mısır’ın Batı çölüne silah kaçakçılığını engellemede veya terörizmin Mısır’a sızmasını engellemede çok önemli rolleri var. Dolayısıyla, Türkiye’nin Trablus’un meşru hükümet olduğuna inandığı ve BM tarafından tanındığı için onu desteklemeye devam ettiği ve ayrıca Türkiye’nin Trablus merkezli hükümet üzerinde jeo-ekonomik veya jeopolitik çıkarları olduğu sırada onları kaybetmeyi göze alamazlar. Bu yüzden onu desteklemeleri de kendilerince mantıklı.
“Türk-Yunan gerilimine Mısır dahil oldu”
Bir diğer kritik konu da elbette Doğu Akdeniz. Son üç yılda gördüğümüz gibi, özellikle Mısır, Yunanistan ile Türkiye arasındaki çekişmelere yoğun bir şekilde dahil oldu. Mübarek döneminden beri bu çatışmaya dahil olmaktan her zaman kaçınıyorduk. Yunanistan’ın Mısır’dan deniz yetki anlaşması imzalamasını istemeye başladığı 2005 yılında bile Mısır hep “Hayır, önce gidip Türkiye ile sorununuzu çözün, ancak ondan sonra konuşabiliriz” dedi. Bu, Türkiye’nin deniz yetki alanlarına ya da Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarına saygısından yapılan bir hareketti. Ancak ne yazık ki son yedi-sekiz yılda yaşanan siyasi gerginlikler, Yunanistan’ın Kahire’ye bu tür taleplerde bulunmasını kolaylaştırdı ve Kahire’nin de bu taleplere olumlu yanıt vermesini mümkün kıldı. Ancak Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile imzaladığı anlaşmalara rağmen Mısır, Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanına girmemek için her zaman dikkatli olmaya devam etti ve bu da aslında olumlu bir duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla Mısır’ın Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la yaptığı anlaşmaların, Kahire’nin Ankara ile benzer bir anlaşmaya varmasını engellememesi gerektiğini düşünüyorum.
“Müslüman Kardeşler sorunu Libya ve Akdeniz kadar önemli değil”
Bana göre ilk ikisi kadar büyük olmayan üçüncü ve son mesele ise Müslüman Kardeşler meselesidir. Mısır, Müslüman Kardeşler’in silahlı kanadına dahil olan veya herhangi bir şiddet eylemine karışmayan üyeleri fark etmeksizin hepsinin Mısır’a iadesini ve cezalandırılmasını istiyor. Türkiye ise daha insani bir perspektiften yola çıkarak, sadece Mısır’a karşı siyasi muhalefet uygulayan ve aslında şiddet olaylarına karışmamış kişileri geri göndermek için iyi bir neden görmüyor. Bu iki devletin bu konu üzerinde de anlaşmaya varması gerekiyor ama bence bu kısım Doğu Akdeniz ve Libya gibi iki büyük meseleden daha ufak bir teferruat.
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
ORTADOĞU2 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?