SÖYLEŞİ
Mısır’da 12 yıl sonra ikinci bir Tahrir yolda mı?
Yayınlanma
25 Ocak 2011’de başlayan halk ayaklanmasıyla 30 yıllık Hüsnü Mübarek dönemi Mısır’da son buldu. 18 gün süren birinci eylem dalgasını takiben 11 Şubat’ta Mübarek istifaya zorlandı.
Mübarek’in ardından seçimle iş başına gelen Muhammed Mursi yönetimi ise 2013 yılında yeni bir eylem dalgası ve askerin müdahalesiyle sona erdi. Askeri müdahalenin lideri olan Savunma Bakanı Abdülfettah es-Sisi, 2014 Mayıs ayında düzenlenen, katılımın yüzde 45’lerde kaldığı seçimlerde oyların yüzde 90’ını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
Mübarek’in devrilmesinden bu yana geçen 12 yılda Mısır’da hem çok şey hem de çok az şey değişti. Daha özgür daha müreffeh bir toplum için sokaklara çıkanların talepleri ise yerini hayal kırıklığına bıraktı.
Zengin Körfez ülkelerinden, IMF ve Dünya Bankası’ndan aktarılan kaynaklara rağmen Mısır ekonomisinin kronik sorunlarına çözüm getirecek köklü iyileştirmeler gerçekleşmedi.
Mısır ordusunun hızla modernleştirildiği ve bu alana büyük kaynakların aktarıldığı son 10 yıllık dönemde Sisi yönetiminin başkent Kahire’de yeni bir yönetim merkezi inşasına girişmek gibi mega yatırımları, Türkiye’deki tabirle “çılgın projeleri” de ülke ekonomisinde önemli bir paya sahip oldu.
Pandemi ve sağlık krizini takip eden Rusya – Ukrayna savaşı, köklü sorunları dönüştürmede başarısız olan Mısır ekonomisini hazırlıksız yakaladı. Mısır, Rus ve Ukraynalı turistlerin getirdiği dövizden mahrum kaldı. Yabancı yatırımcılar bir yıl içinde Mısır piyasasından 25 milyar dolara yakın sıcak parayı çekti. Ülke parası dolar karşısında hızla değer kaybetti ve Mısır lirası geçen yıla göre yüzde elli oranında eridi.
Dövizin hızlı yükselişi ithalat maliyetlerini artırdı. Temel tüketim mallarına yoksulların erişimi zorlaştı. Milyonlar için et, yumurta gibi ürünler lüks tüketim malzemesi haline geldi. Orta sınıf ciddi bir refah kaybı yaşadı.
Tahıl krizi de ekmek sübvansiyonlarının nüfusun yüzde 70’ini kapsadığı 104 milyonluk Mısır’da tam anlamıyla bir milli güvenlik meselesi haline geldi.
Bu ağır koşullar sonucunda Mısır, son altı yılda dördüncü kez IMF’nin kapısını çaldı. Dört yıllığına 3 milyar dolar kaynak bulan Sisi yönetimi IMF’nin sıkı koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.
IMF’nin koşulları arasında döviz kuruna müdahalenin sonlanması, ordunun ekonomideki rolünün kısıtlanması ve özelleştirme yer alıyor. Döviz kurlarının dalgalı rejime bırakılması ilk etkisini, Mısır parasının hızla değer yitirmesiyle gösterdi. Liberalleştirme kapsamında diğer iki başlığın etkileri muhtemelen orta vadede kendisini gösterecek.
Bir yanda yükselen gökdelenler diğer yanda derinleşen yoksullukla Arap dünyasının kalbi Mısır’ı nasıl bir gelecek bekliyor?
Ağırlaşan ekonomik koşullar yeni bir Tahrir ayaklanmasını beraberinde getirir mi?
Orta Doğu’da toplumsal ayaklanmaların hızla iç savaşlara dönüştüğü geçmiş 10 yılın acı tecrübesi düşünüldüğünde Mısırlılar hakkını meydanlarda aramaya ne ölçüde istekli?
Şimdilik, büyük devrim rüzgârlarından geriye hayal kırıklığı ve bekleme duygusu kalmış gibi görünüyor. Ancak Nil nehrinin sonsuz akışından umudu kesmek kesinlikle mümkün değil…
Tahrir’de milyonların meydanları doldurmaya başladığı 25 Aralık 2011’in üzerinden 12 geçti. O günden bu güne Mısır’ın içinde bulunduğu ekonomik koşulları ve Arap Baharı fırtınasıyla yıkılan Türkiye – Mısır ilişkilerini Doğu Akdeniz ve Orta Doğu Araştırmalar Merkezi Başkanı Dalia Ziada’ya sorduk.
- Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Askeri Akademi’de yaptığı konuşmada “Zorluklar var ama işler kontrolümüz altında ve bu krizin üstesinden geleceğiz” dedi. Anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı Sisi, Mısır toplumuna “sakin olma” mesajı vermeye çalışıyor. Şu an Mısır ne tür ekonomik zorluklarla karşı karşıya ve yönetim bunların üstesinden gelmek için ne tür adımlar atıyor?
Mısır’da herkesin zihnini meşgul eden şey tam olarak bu. Bu sefer kriz, öncekilere göre birçok yönden daha karmaşık. Çünkü bir anlamda bütünleşik bir krizden bahsediyoruz. Bu kriz yeni değil, Kovid’le ya da Rusya-Ukrayna Savaşı ile başlamadı. Ancak bu son küresel ölçekteki olaylar Mısır’da 1960’lardan ve hatta 1950’lerden beri var olan krizi daha da körükledi. Ben buna Mısır ekonomisinin kronik krizi diyorum. Yani, şu anda bir yol ayrımında olduğumuz bir zorlukla karşı karşıyayız.
Geçmişte ekonomik plan veya makroekonomik politikalar, daha başından doğru bir şekilde uygulanmadı. Önce komünist bir cumhuriyet olarak başladık ve sosyalist politikalar uygulamaya koyulduk. Sonra liberal piyasa politikalarını deneyelim dedik. Ve sonra her şey birbirine girmişken 1990 ve 2000’ler boyunca çok çarpık bir makroekonomik sistemle karşı karşıya kaldık. Buna ek olarak, elbette uzun bir idari ve mali yolsuzluk mirasını da bugüne kadar getirdik. Bu süreç bugün Mısır’ın bu çarpık ekonomi veya makroekonomik sistemine yol açtı. Dolayısıyla birbiri ardına gelen bu iki kriz, bugün Mısır’ı bir yol ayrımına getirdi. Şimdi ya bu kronik krizi kesin olarak çözecek ve yepyeni bir makroekonomik sistem kuracağız ya da tüm bunlara göz yumup bu şekilde devam edeceğiz. Ancak işlerin bu şekilde gitmesi er ya da geç makroekonomik sistemin ve bir süredir tutmaya çalıştığımız toplam siyasi istikrarın da çöküşüne yol açacaktır.”
“Mısır borç içinde”
Geçen hafta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar başta olmak üzere tüm ekonomi yönetimi ve üst düzey devlet yetkililerinin her şeyin yolunda olduğuna dair çeşitli açıklamalar duyduk, ancak maalesef bu sahaya istendiği gibi yansımıyor. Şöyle ki bu açıklamaları duyduğumda bir vatandaş olarak ben mutlu oluyorum, ancak yiyecek almak için sokağa çıktığımda veya orta sınıf bir insan olarak yaptığım herhangi bir aktivitede artık çok zorlanıyorum. Örneğin, Türkiye ve diğer birçok ülkede böyle bir enflasyona, her zaman maaşlarda ve asgari ücrette yapılan zamlar eşlik eder, ancak Mısır’da buna sahip değiliz. Çünkü ülke zaten derin bir borç içinde ve maaşlarda herhangi bir artışı göze alamıyorlar. Aksine, bazı olumlu mesajlar verirlerken diğer yandan yemeklik yağ ve enerji gibi temel tüketim üzerindeki sübvansiyonların kaldırılmasından bahsediyorlar ve bu da maalesef daha fazla enflasyona sebep oluyor. Şu an piyasa üzerinde hiçbir kontrol sağlanamıyor.
“Silahlı kuvvetler Mısır devletinin bel kemiği”
- Mısır ordusunun ekonomideki rolü Batılı uzmanlar tarafından eleştiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?
Bu da çok iyi bir soru, çünkü bu orduya ait işletmeler meselesi, Mısır’da işlerin nasıl yürüdüğünü anlamayan biri için çok karmaşık bir mesele. Silahlı Kuvvetler, Mısır Devleti’nin hem siyasi hem de ekonomik olarak bel kemiği diyebilirim. Başka bir deyişle, Mısır’daki sivil hükümet; ordunun hem siyasette hem de ekonomide güvenlik ağı veya sigorta işlevi olmaksızın, hiçbir şey yapamaz. Tabii ki, demokratik bakış açısıyla bu tamamen yanlış ve Mısır’ın demokratik bir ülke olmasını gerçekten istiyorsak bu bir gün değişmeli. Ama soru şu, biz buna şimdi hazır mıyız? Maalesef hayır.
“IMF reformları Mısır için çok zor”
IMF’nin şu anda talep ettiği ekonomik reformlar, Mısır halkı için olduğu kadar Mısır piyasaları, tüccarlar ve üreticiler için de oldukça zor. Ülkede kendine ait özerk bir ekonomik sisteme sahip olan ve piyasada olup bitenlerden etkilenmeyen tek yapı ise ordu. Ordunun sivil hükümetin sunabileceği ile halkın ihtiyaç duyduğu emtialar arasındaki boşluğu doldurabilecek işletmeleri var. Çünkü bu boşluk inanın bana, gerçekten düşündüğünüzden daha büyük. Neticede Mısır’da bu boşluğu doldurabilecek tek yapı ordudur. Bu nedenle uzun vadede, evet, Mısır ekonomisini ve genel olarak Mısır siyasi yaşamını gerçekten geliştirmek istiyorsak ordu piyasadan tamamen çekilmeli ve özel yatırımcıların işlerini yapmalarına izin vermeli. Ancak şu anda, özellikle ekonomik arenada yaşadığımız tüm bu karmaşada, bu çok zor bir karar olur.
Rusya-Ukrayna savaşının etkileri ve IMF’nin şartları
Rusya-Ukrayna savaşı çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen bizi çok etkiledi. Çünkü Mısır; Rusya, Ukrayna ve Belarus’a iki temel sektörde, gıda ve turizmde çok büyük ölçüde bağlı. Bu yüzden, Rusya-Ukrayna savaşının Mısır’a etkisinin, diğer ülkelerden çok daha büyük olduğu kanısındayım. Bu yüzden tekrar bahsettiğim kriz döngüsüne düştük. Evet, şimdi yeniden kredi talep ediyoruz, ancak bu kredi elbette askerin piyasadan çekilmesi ve eski kredilerle yapılan ulusal mega projeleri yavaşlatma gibi IMF’nin talep ettiği yapısal reformları çok katı bir tutumla uygulamada kullanılacak. Bu da aslında 2016 kredisinden elde ettiğimiz tüm kazanımları riske atabilir. Bu durum, Mısırlıları yeni IMF kredisine olumsuz yaklaşmasına sebep oluyor.
Mübarek’i deviren nedenler ve ikinci Tahrir tartışmaları
- Rusya- Ukrayna savaşının yıkıcı etkilerini Mısır’da Türkiye’de, Avrupa’da ve dünya ölçeğinde görüyoruz. Özellikle Avrupa’da hükümetlere karşı büyük protestolara tanık oluyoruz. Eylemlerin Avrupa siyasetini nasıl şekillendireceğini bilmiyorum ancak bu tip eylemlerin Mısır’da ve Orta Doğu’da olması ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?
O dönemde insanların Mübarek’e karşı çıkmasının nedenleri arasında özelleştirmeler, devlete ait varlıkların yabancı yatırımcılara satılması gibi politikalar mevcuttu. Bu nedenle, elbette birçok analistin aklına Mısırlıların Sisi’yi protesto etmek için sokaklara çıkıp çıkmayacakları sorusunu geliyor. Kahire’den konuşuyorum ve gördüğüm kadarıyla son 10 yılda insanlar; siyasi geçişler, belirli zamanlarda güvenlik ve istikrar sorunu da dahil çok şey yaşadı ve şimdi ekonomik krizle birlikte, insanların böyle bir eylemde bulunamayacak bir yorgunlukta olduklarını düşünüyorum.
“Protesto kaosa neden olur düşüncesi var”
Sokakta “Evet, sıkıntı çektiğimizi biliyoruz ve durum iyi değil” gibi genel bir yaklaşım var ve birçok insan hükümetin politikalarına, özellikle ekonomik kısmına katılmıyor. Ama aynı insanlar “Şimdi sokağa çıkıp bir protesto düzenlersek, bu yine kaosa yol açacak ve kaos daha fazla ekonomik sıkıntıya neden olacak. Nihayetinde bu sıkıntıları aşmak için 10 yıl daha süre gerekecek” gibi bir fikre kapılıyor. Bu yüzden, hükümetin bu krizde gerçekten ne yapabileceğini görmek için henüz bekliyorlar. Dolayısıyla yakın zamanda halkın sokağa çıkabileceğini sanmıyorum. Arap Baharı’ndan bu yana geçen 10 yılda meydana gelen protestoculara da bakarsak, bunların yoksul kesimden olmadığını görürüz. Her zaman orta sınıf sokağa çıktı. Sokağa çıkarak gerçekten değişime yol açan hep orta sınıf, eğitimli kesim ve bürokratlardı.
“Mısır orta sınıfı ekonomik ve politik olarak büyük bir buhran yaşıyor”
- Orta sınıfın hissiyatını sormak istiyorum. Bundan 10 yıl önce bu kesimler birçok şeyi protesto etti. Belki büyük hayalleri ve Mısır’ın geleceğine dair umutları vardı. Ardan geçen 10 yılın ardından hissiyat nedir?
Orta sınıf birçok yönden çok büyük bir buhranın içinde. Bunlardan birisi elbette ekonomik, çünkü burada ekonomik bir sınıftan bahsediyoruz. Ama aynı zamanda başka bir kısmı da siyasi. Çünkü hükümetin demokratik değerler, özgürlükler ve insan hakları konusunda daha iyi performans göstereceği konusunda çok büyük umutlarımız vardı. Maalesef bugün hâlâ 10 yıl önce mücadele ettiğimiz ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokratikleşme gibi sorunlarla boğuşuyoruz. En ufak bir değişiklik olduğunda ve olumlu bir açılım yapıldığında bile “ekonomik krizler” veya “terörle mücadele” gibi güvenlik sorunları gerekçe gösterilerek hemen rafa kaldırıldı. Dolayısıyla bu siyasi buhranın kaynağı, ekonomik reform sürecinde veya güvenlik sıkıntılarıyla karşı karşıya kalındığında, bu hayallerin unutulmasından korktuğumuz gerçeği. Umarım insanlar gelecekte bunun gerçekleşmesi için yıkıcı bir şekilde değil de, yapıcı bir şekilde baskı yapmaya devam ederler. Ancak tüm bunlar bizi, ancak ekonomik olarak istikrarlı bir ülkede demokrasiyi ve insan haklarını savunabileceğimiz noktasına getiriyor.
Rötarlı normalleşme: Ankara-Kahire diyaloğu yavaşladı
- Arap Baharı’nın ardından Orta Doğu’da oldukça karmaşık bir “normalleşme” süreci yürüyor. Araplar arasında bir süreç var. İran ile Arap dünyası ve Türkiye ile Arap devletleri arasında normalleşme süreçleri yaşanıyor. Ankara ve Kahire arasındaki diyaloğu nasıl değerlendiriyorsun? Ne gibi engeller var?
Türkiye’yi elbette Orta Doğu’nun bir parçası olarak görüyorum. Burada lehimize olan şey, Arapların çoğunun Türkiye’ye, örneğin İran’a baktıkları gibi olumsuz bir şekilde bakmamalarıdır. En büyük Körfez ülkesi ve bölgedeki ana aktörlerden biri olan Suudi Arabistan da dahil olmak üzere çoğu Körfez ülkesi için bugün İran hâlâ bir düşman olarak görülüyor. Ama Kuzey Afrika’daki ülkelerde o kadar olmasa da, Türkiye hemen hemen herkes için her zaman dost olmuştur. Elbette son yedi, sekiz yıldaki diplomatik ve medya rekabetinden önce Türkiye her zaman bu bölgenin ayrılmaz bir parçası, çok önemli bir ortak ve bir oyuncu olmuştur. Özellikle Mısır ve Türkiye için bu ilişki diğer tüm ülkelerden de daha kritik. Bu sadece iki ülke arasındaki coğrafi yakınlıktan kaynaklanmıyor ki o da önemli: Afrika’nın kapısında olan Mısır ve Avrupa’nın kapısında olan Türkiye arasında ekonomik işbirliği her iki ülkeye de birçok fırsat sunuyor ve birlikte birçok şey yapabilecek durumdayız. İki Devlet Başkanı Sisi ve Erdoğan arasındaki tarihi el sıkışmadan sonra, aslında Mısır’da da umutlar çok yükseldi ve belki de sonunda doğru noktayı bulduğumuzu ve işlerin doğru yönde ilerlediğini düşündük. Ama ne yazık ki, bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Aradan iki ay geçti ve ne istihbarat teşkilatlarından ne de Dışişleri Bakanlıklarından yeni bir adım geldi. Hâlâ aynı noktadayız.
Üç anlaşmazlık noktası: Libya, Doğu Akdeniz, İhvan
- Süreç dondu ve Kahire’nin Ankara’dan ne tür beklentileri var?
Bence bu görüşmelerin dondurulmasının temel nedeni, her iki ülkenin de uzlaşmaya varmasını zorlaştıran üç ana konunun varlığı. Birincisi elbette Libya. Libya, Mısır ile en uzun sınırı paylaşan ülke. Dolayısıyla Mısır için burada devlet, Libya’yı ulusal stratejik derinliğin bir parçası olarak görüyor. Yani orada gerçekleşen herhangi bir eylem bizi doğrudan etkileyecektir. Şimdi burada, Türkiye’nin Libya’daki varlığı ve Libya ile anlaşmalar yapmaya çalışması konusunda daha fazla hoşgörü görebiliyorum. Çatışmaların yaşandığı ve Mısır’ın Türk askerlerinin varlığına çok kızdığı 2020 yılına göre çok daha fazla hoşgörü var. Çünkü Mısır devleti, artık Türkiye’nin ulusal güvenliğimiz için bir tehdit olmadığını anlamaya başladı ki bence Türkiye’nin buradaki Mısırlı yetkililerle net bir şekilde iletişim kurabilmesi çok önemli bir atılımdı.
Mısır’ın “Suriyesi” Libya sınırı
Ancak öte yandan, Türkiye ve Mısır, Libya çatışmasında hâlâ iki farklı tarafı destekliyor ve Mısır, Doğu gruplarını desteklememeyi göze alamaz, çünkü Mısır’ın Batı sınırını kontrol ediyorlar ve Mısır’ın Batı çölüne silah kaçakçılığını engellemede veya terörizmin Mısır’a sızmasını engellemede çok önemli rolleri var. Dolayısıyla, Türkiye’nin Trablus’un meşru hükümet olduğuna inandığı ve BM tarafından tanındığı için onu desteklemeye devam ettiği ve ayrıca Türkiye’nin Trablus merkezli hükümet üzerinde jeo-ekonomik veya jeopolitik çıkarları olduğu sırada onları kaybetmeyi göze alamazlar. Bu yüzden onu desteklemeleri de kendilerince mantıklı.
“Türk-Yunan gerilimine Mısır dahil oldu”
Bir diğer kritik konu da elbette Doğu Akdeniz. Son üç yılda gördüğümüz gibi, özellikle Mısır, Yunanistan ile Türkiye arasındaki çekişmelere yoğun bir şekilde dahil oldu. Mübarek döneminden beri bu çatışmaya dahil olmaktan her zaman kaçınıyorduk. Yunanistan’ın Mısır’dan deniz yetki anlaşması imzalamasını istemeye başladığı 2005 yılında bile Mısır hep “Hayır, önce gidip Türkiye ile sorununuzu çözün, ancak ondan sonra konuşabiliriz” dedi. Bu, Türkiye’nin deniz yetki alanlarına ya da Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarına saygısından yapılan bir hareketti. Ancak ne yazık ki son yedi-sekiz yılda yaşanan siyasi gerginlikler, Yunanistan’ın Kahire’ye bu tür taleplerde bulunmasını kolaylaştırdı ve Kahire’nin de bu taleplere olumlu yanıt vermesini mümkün kıldı. Ancak Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile imzaladığı anlaşmalara rağmen Mısır, Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanına girmemek için her zaman dikkatli olmaya devam etti ve bu da aslında olumlu bir duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla Mısır’ın Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la yaptığı anlaşmaların, Kahire’nin Ankara ile benzer bir anlaşmaya varmasını engellememesi gerektiğini düşünüyorum.
“Müslüman Kardeşler sorunu Libya ve Akdeniz kadar önemli değil”
Bana göre ilk ikisi kadar büyük olmayan üçüncü ve son mesele ise Müslüman Kardeşler meselesidir. Mısır, Müslüman Kardeşler’in silahlı kanadına dahil olan veya herhangi bir şiddet eylemine karışmayan üyeleri fark etmeksizin hepsinin Mısır’a iadesini ve cezalandırılmasını istiyor. Türkiye ise daha insani bir perspektiften yola çıkarak, sadece Mısır’a karşı siyasi muhalefet uygulayan ve aslında şiddet olaylarına karışmamış kişileri geri göndermek için iyi bir neden görmüyor. Bu iki devletin bu konu üzerinde de anlaşmaya varması gerekiyor ama bence bu kısım Doğu Akdeniz ve Libya gibi iki büyük meseleden daha ufak bir teferruat.
İlginizi Çekebilir
-
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
-
Batı yaptırımlarının ardından Rusya’da Çin malı otomobil satışları rekor kırdı
-
Ruslar yaptırımlar nedeniyle Güney Kıbrıs’tan Kuzey’e taşınmaya başladı
-
Trump’ın dönüşü, Ukrayna’ya silah tedariki sözü veren Güney Kore’yi tereddütte bıraktı
-
Trump’tan bir kez daha Ukrayna’daki savaşı bitime sözü
-
Avrupa, Ukrayna’da ‘güvenlik garantisi karşılığında toprak tavizi’ planını tartışıyor
SÖYLEŞİ
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”
Yayınlanma
3 gün önce14/11/2024
Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.
Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.
Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.
Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.
Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.
‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’
Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?
Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.
‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’
Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?
Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.
Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?
Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.
‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’
İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.
AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.
‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’
Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?
Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.
SÖYLEŞİ
‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’
Yayınlanma
3 hafta önce28/10/2024
Yazar
Esra KarahindibaTürk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.
Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?
Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.
Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.
2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.
O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.
Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?
Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.
Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında
Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.
Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.
Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.
Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.
Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız.
Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz?
Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.
Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.
Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?
Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.
“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?
Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.
Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.
Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?
Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.
Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.
Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.
Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.
Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?
Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.
Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.
Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.
Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.
Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.
Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.
Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.
Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?
Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.
Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?
Şart değil. Başlangıç sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.
Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.
Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak.
Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?
Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.
Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.
Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.
Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.
SÖYLEŞİ
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?
Yayınlanma
3 hafta önce28/10/2024
Yazar
İlber Vasfi SelRusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.
İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?
Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.
Bu ne anlama geliyor?
Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.
Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.
Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.
Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.
BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.
Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.
Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.
Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.
Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.
Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.
Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.
BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.
BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.
Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.
Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.
İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA5 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi