Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Mizansen, suç, hakikat ve hafıza

Yayınlanma

Filistinli güçlerin 7 Ekim saldırısının ardından batı kamuoyunun aklında en çok kalan yalan, Hamas’ın emzikteki bebekleri başlarını keserek öldürdüğü iddiasıydı. Bu yalan bizzat İsrail’in faşist hükümeti tarafından üretilmiş, batının bütün medya kartellerinin bangır bangır bağıran spotlarına çıkmış, yetmemiş, suçlu ve sapık olmaktan başka Ukrayna’da büyük yatırımları da bulunan oğlunun özel yazışmalarında “pedofil” dediği ABD başkanı tarafından dünyanın gözlerinin içine bakarak tekrarlanmıştı; hiç kuşku yok ki ABD başkanı bu sırada artık giderek sıklaşan bunaklık krizlerinden birinde değildi ve kısa bir süre sonra gene ABD’de ailesi müslüman olan bir çocukla annesinin vahşice öldürülmesine yol açacak provokatif yalanı yayarken gayet aklıbaşındaydı.

Normal şartlarda en azından kamuoyunu yalan haberle galeyana getirme suçundan ağır şekilde cezalandırılması gereken yalancılar “demokrat” oldukları için medya hızla unutmayı tercih etti; çünkü amaca ulaşılmıştı.

Mizansenler

Masum bir insanı öldürmek yeterince kötü bir şey; bir bebeği öldürmek ise kimsenin affetmeyeceği şeytani bir suçtur. Tam da bu yüzden, bebek öldürme haberleri manşetlerde sık sık yer bulur. Ama insanı insanlığından utandıran fotoğraflar genel kamuoyu karşısında her zaman kendi başına aynı etkiyi yaratmaz, hatta bunların çoğu genellikle masumlaştırılır. Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de Amerikan, Fransız, Britanya, İsrail bombardımanlarında veya onların vekil güçlerince yapılan saldırılarda öldürülen bebekler hiç de infial yaratmaz; ama masabaşı senaryolarından üretilmiş, olmayan cinayetler bütün dünyayı sarsabilir.

9 Mart 2022’de Rusya’nın Mariupol doğumevine hava saldırısı düzenlediği ve biri bebek, biri de hamile bir kadın olmak üzere dört kişinin öldürüldüğü haberi, Ukrayna savaşında Rusya’ya yönelik ilk küresel provokasyon girişimiydi. Hepsi bir merkezden yönlendirilmiş “gibi” (ve bu “gibi” fazlalıktır; aşağıda değineceğim) aynı fotoğraflar benzer manşetlerle servis edildi. Sky News’un başlığı şöyleydi: “Rusya’nın hava saldırısından sonra çocuklar yıkıntıların altında gömülü kaldı.” The Guardian: “Rusya’nın doğumevini bombalaması ‘soykırım’”. The Week: “Mariupol katliamı”. Haberlerde başrolü AP oynamıştı; onun çektiği, saldırıdan kan içinde kurtulan hamile genç kadın fotoğrafları bütün dünyaya yayılmıştı.

Talihi varmış ki bu kadın yaşıyor. Adı, Mariana Vişegirskaya. Vişegirskaya bir ay geçmeden bebeğiyle birlikte Rusya’nın kontrolü altındaki Donetsk’e yerleşti ve buradan bir video mesajı yayınladı: ne kendisinin ne diğer hastaların uçak sesi duyduklarını (Rusya da o gün bölgeye hava saldırısı yapılmadığını açıklamıştı), hastane yakınında arka arkaya iki patlama olduğunu (top mermisi) söylüyordu. Kadına göre ilk gün, daha sonra çok meşhur olacak o fotoğrafı çeken kişi Ukrayna ordu kıyafeti giymişti, kocası onun AP muhabiri olduğunu söylüyordu. Faşist paramiliter-militer Azovculara “embedded” AP muhabirinin (ve onu oraya “embed” eden AP yönetiminin) provokasyonda bilinçli ve örgütçü bir rol oynadığı anlaşılıyordu.

AP 8 Nisan’da bir başka haberle daha eski haberinin arkasında durdu, ama bu defa Vişegirskaya’nın videosuna da değinmek zorunda kalmıştı. Haberciliğin hokuspokusu budur: bütün gerçekleri az çok eksiksiz de yazabilirsiniz, ama ustalık, onların hepsini sizin büyük yalanınızın manivelası haline getirmekte, olmazsa büyük yalanın içinde gözden yitirmekte yatar. Haber şuydu: AP’nin görüştüğü, doğumevinden Ukrayna’nın batısına tahliye edilen doktorlar ve “uzmanlar” ağız birliği etmişçesine hava saldırısı olduğunda birleşiyorlardı, ama “şimdi Rusya kontrolündeki bölgede bulunan” Vişegirskaya ise “tam olarak ne şartlarda ve nerede videoya alındığı belirsiz” mülakatında “hava saldırısı olmadığını” söylemişti. Batıya gidenlerin hür ve objektif olduğu kendinden menkul, doğuya gidenler ise… Söylemeye ne hacet! Şeytanlaştırma bir kez tamamlandı mı hakikati pek az insan sorgular. Mariupol doğumevi haberi amacına ulaşmıştı.

Bir ay geçmeden, bu defa 3 Nisan’da bütün dünyada “anaakım” medyanın manşetlerini tek bir olay süslüyordu: Buça katliamı. Spotlar ve başlıklar kanlı görüntülerle haykırıyordu: “Global outrage”, “Russian cruelty”, “Russia’s killing fields”, “Genocide”, vb.

Rusya birlikleri şehirden 30 Mart’ta ayrılmıştı, 31 Mart’ta belediye başkanı bunu doğrulayan bir video paylaşmıştı, aynı gün şehre ilk giren Ukrayna Milli Muhafız grubunun yayınladığı videoda sokaklarda hiçbir ceset görülmüyordu, 1 ve 2 Nisan’da faşist paramiliter-militer Azov taburu mensupları şehre girmişlerdi, 2 Nisan’da Ukrayna polisinin Buça’dan geçtiği basın notu ve fotoğraflarda da ne ceset görüntüsü ne “ceset dağlarıyla” ilgili bir bilgi vardı, 30 Mart ile 3 Nisan arasında şehre sivillerin ve gazeteciler girmesi de yasaktı, ve 3 Nisan’da bir anda yüzlerce ceset ortaya çıktı.

Ne olmuştu peki gerçekte? En ciddi şüphe, Botsman adıyla tanınan, Azovcuların bölgedeki önde gelenlerinden Sergey Kototkih’in yayınladığı bir videoya dayanıyor. Burada bir Azovcunun diğerine şöyle sorduğu duyuluyor: “Mavi pazıbantları yoksa vurabilir miyiz?” Diğeri cevap veriyor: “Ya ne olacaktı!” Ve gerçekten de mavi pazıbantlı ceset yoktu. Mavi bazıbantlarını Kiev rejimi yanlısı, beyaz pazıbantlarını ise Rusya yanlıları veya tarafsız olanlar bağlıyordu.

Aylar sonra, mizansen korosunun en gayretkeş solistlerinden The Guardian bile soru işaretlerini koymak zorunda kalacaktı; ama oraya gelinceye kadar amaca yeterince ulaşılmıştı.

8 Nisan’da Kramatorsk tren istasyonu saldırıya uğradı, Kiev açıklamasına göre 57 kişi öldü, 107 kişi yaralandı. Bütün uluslararası ajanslar ve onların müşterileri haberi aşağı yukarı şu başlıkla verdi: “Rusya’nın Kramatorsk istasyonuna acımasız saldırısı”. Yalnız küçük bir sorun vardı: Ukrayna televizyonlarında görüntüleri yayınlanan füze parçasından bunun bir Toçka-U olduğu anlaşılıyordu. Scott Ritter uzunca bir inceleme yayınladı olayın arkasından, sonunu şöyle bağlıyordu: “Kramatorsk tren istasyonundaki patlamayla ilgili her ciddi soruşturma sözkonusu füzeye ilişkin soruşturmayı da kapsayacaktır ve iticinin üzerinde kazılı olan füze seri numarası bunda başlıca rolü oynayacaktır. Eğer olay gerçekten böyleyse (ve mevcut kanıtlar kuvvetle böyle olduğunu gösteriyor) bu durumda Zelenskiy ve yönetimi hayatlarını koruduğunu iddia ettiği sivilleri katletme suçundan yargılanacaktır.”

Bugün nesnelliğini korumaya çalışan çevrelerde genellikle Kramatorsk saldırısının Kiev rejimi tarafından fırlatıldıktan sonra hedef şaşıran veya kontrolünü kaybeden bir füzenin eseri olduğu sanılıyor; oysa bu durumdaki bir füzenin başka bir yere değil de şehrin en kalabalık yerine düşmesi ihtimali herhalde pek yüksek değildir; bu nedenle esas şüphe, füzenin bilinçli olarak mı oraya ateşlendiği olmalı.

Hayallerin gerçek oluşu

Bu saldırıların “mizansen” olduğu az çok kesinlikle ortaya çıktı. Ama bu, mizansenlerdeki vahşi atmosferin sadece hayal gücünün eseri olduğu anlamına gelmez. Hayır, tam tersidir aslında: mizansenler gerçekten de sahnelenmek için örgütlenmiştir, ama sahne, oyunun sergilendiği yer değildir; ve dahası, mizansene konu olan kurban ve katil gerçek hayatta tamamen yer değiştirmiştir. Kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın, mizansenin parçası olduğunda merhamet ve ıstırap, katile karşı da öfke üretir; kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın gerçek olduğunda ise sadece bir “collateral damage”, bir “tali zarar”, kaçınılmaz sivil kayıptır, hatta bundan bile azıdır: o aslında suçludur, çünkü “katiller” onun arkasında saklanırlar. Şimdi öldüren değil ölen suçludur.

Filistin’de olan tam da budur. Sayılamayacak kadar çok cesedin yan yana dizilmesinin batı kamuoyunda yarattığı etki, ya “o kadar da değil”, ya da “ama onlar da…” etkisidir. Kurban ve cellat tamamen yer değiştirmiştir ve bu, son derece bilinçli bir enformasyon çabasının eseridir. Eğer hastanenin aslında hastane değil, hastaların da hasta değil, meskenin silah deposu ve meskûnların en azından potansiyel terörist olduklarını yeterince sık ve ikna edici şekilde (bakımlı yüzler, şık kıyafetler, hoş bir podyum, vb.) tekrar ettiyseniz buranın içindekilerle birlikte yerle bir edilmesi meşru görülür. Meskûn mahalin içinde ve altında teröristlere ait tünelleri yeterince tekrar ettiyseniz, bu evlere ve tünellere zehirli gaz basılması haklı sayılır. Aslında doğru olan bunun tam tersidir; (Suriye’de olduğu gibi) “sizinkiler” gerçekten de hastaneleri silah deposuna çevirir, tapınakları askeri üsse çevirir, (Ukrayna’da olduğu gibi) sivilleri pazıbantlarına bakarak kurşuna dizer, ama en güçlü silah, yani yalanları üretme ve gerçekleri unutturma makineleri sizin elinizde olduğu için her tür yaygarayı siz koparırsınız.

Aslında yaptığınız şey sadece başkasına karşı tezgâhladığınız mizanseni kendiniz için gerçek kılmaktan ibaret de değildir. Bu daha çok, vahşi hayallerini kâğıda döken bir sapığın en nihayet onları hayata geçirmesi gibidir. ABD’nin oğlu tarafından pedofil olduğu söylenen başkanının görmediği (sadece mevcut olmadığından ötürü göremeyeceği değil, aynı zamanda sahte resimleri bile üretilmeyen) yalanları kusması, gerçek bir sapığın eylemini ne çok hatırlatıyor!

Savaş suçu

Her savaş savaş suçu üretir. Ama her savaş baştan aşağı savaş suçu değildir. Bir savaşın doğrudan doğruya savaş suçu olması, savaşta işlenen tekil savaş suçlarının genel bir kural haline gelmesi, yani savaşın askeri ve siyasi karar alıcılarının savaşın yürütülüş biçimiyle ilgili tutumlarına bağlıdır.

O sırada Quebec Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü olan Marco Sassòli’nin 2004 tarihli bir makalesi Uluslararası Kızıl Haç Komitesi tarafından yayınlanmıştı. Sassòli makalesinin başında “uluslararası hukukun tartışma götürmez ilkesi gereği silahlı bir çatışmadaki tarafların sivil ve muharipler ve keza sivil ve askeri tesisler arasındaki farkı gözetmekle yükümlü olduğunu” yazar. İlk kural askeri hedefin belirlenmesidir; ancak bu durumda bile “saldırı eğer sonucunda siviller veya sivil tesisler için aşırı tali zarar bekleniyorsa gayrimeşru sayılabilir”. Bundan başka “meşru bir hedefe saldırı halinde bile sivilleri korumak için tedbirler alınmalıdır”.

Sassòli daha sonra askeri tesisin anlamını sorgular. Ancak bu hiç de kolay bir iş değildir, zira her tesis askeri amaçla kullanılabilir. Daha da önemlisi, pekala şu ileri sürülebilir: sivil tesisler düşmanın askeri faaliyetlerine devam etmesi için psikolojik ve siyasi bir temel sundukları ölçüde askeri hedef kabul edilebilir. Eğer öyleyse, sözgelimi bir televizyon kulesi veya radyo vericisi psikolojik savaş amacıyla kullanıldığı iddiasıyla savaş uçakları tarafından bombalanabilir mi ve bu savaş hukukuna uygun olur mu? Ancak savaş hukukuna göre, birincisi, hedef tesis düşmanın askeri eylemine “etkili bir katkıda” bulunmalıdır. İkincisi, hedef tesisin yok edilmesi, tahrip edilmesi, etkisiz hale getirilmesi veya ele geçirilmesi, bunu yapan tarafa açık bir askeri üstünlük sağlamalıdır. Ama bu da tıpkı savaşın kendisi gibi savaş hukuku açısından bitmeyecek bir tartışma doğurur: bir toprak parçasının tahribi veya akarsuyun zehirlenmesi bile askeri üstünlük sağlamaz mı? O zaman gene temel ilkeye dönülür: siviller ve muhariplerin ayrılması ve sivillerin korunması. Ama belirsizlikler gene de bitmez: tali zarar askeri eylemle birlikte zaten öngörüldüğüne göre, bunun ölçüsü neye göre belirlenecektir?

Tartışmanın aslında hukuki değil düpedüz siyasi olduğuna dikkat edin. İtiraz argümanlarının hiçbiri hukuki mülahazaları aydınlatmaya yönelik değildir; bunlar tamamen temel ilkeyi aşındırma girişimleridir ve hepsi de o amaçla üretilmiştir. Hukuk, galibin cezasızlık güvencesinden başka bir şey değildir. Ve bunun tersi de doğrudur: suçluya cezasını vermek için galip olmaktan başka yol yoktur.

Hakikat ve hafıza

Siyasi mücadelelerde güç en çok şunlarla ilişkilendirilir: stratejik doğruluk, taktik ustalık, propaganda yeteneği, kitle ilişkilerinin varlığı ve yaygınlaştırılması. Ama bir şey daha var ki sıkça unutulur: unutmamaktır bu. Dahası, “onların” bütün demagojik faaliyetinin temeli yalan ve unutturmak üzerine kurulu olduğuna göre, “bizim” siyasi mücadelemizin en önemli halkalarından ikisi de sorgulamak ve unutmamak olmalı.

Yayınlanmayı bekleyen “1939” üzerine çalışırken Britanya’nın yayınlanmış belgelerini de elden geçirme fırsatım olmuştu. Bunlar arasında bir dizi yazışma, Dışişleri Bakanı Lord Halifax’ın Almanya’nın Londra Büyükelçisi Dirksen’le yaptığı görüşmeye ilişkindir. Lord’a göre Dirksen görüşmede her iki tarafta da bir “basın ateşkesi” önerir. Lord şöyle yazar: “Böyle yapmakta mutabık kalırsak, Alman hükümeti elbette bunu yüzde 100 yerine getirecektir; biz de, eğer gazete sahipleri üzerinde tesirimi kullanabilirsem, mesela yüzde 75 yerine getirebiliriz.”

Burjuvazinin siyasi krizi artık çözümsüzlük noktasına vardığında “demokrasi” ve faşist diktatörlük arasındaki fark, tıpkı 1939’da olduğu gibi, bir nitelik farkı olmaktan çıkar, yüzde 25’lik, hatta çok daha az bir nicelik farkı haline gelir. Tam da bu nedenle, yüzde 25’lik hakikat payını aramaktansa hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmemek gerekir.

GÖRÜŞ

Kim Jong-un’un ‘savaşa hazırlık’ çağrısı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Medyada, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) lideri Kim Jong-un’un savaşa hazırlık çağrısında bulunduğuna ilişkin haberler gündemde.

Medyada doğal olarak yalnızca Kim’in savaş hazırlığı çağrısı gündeme gelse de, Kore’de aslında önemli bir askeri toplantı düzenlendi.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde, 15-16 Kasım tarihlerinde ‘Kore Halk Ordusu Tabur Komutanları ve Siyasi Eğitmenler Toplantısı’ düzenlendi. Yarımadada gerilimin had safhaya ulaştığı bir dönemde, bu yıl dördüncüsü düzenlenen bu toplantıların üçüncüsü 10 yıl önce gerçekleştirilmişti.

Toplantı konusu olan ‘taburlar’, Kore ordusunda yalnızca askeri bir birimi değil, siyasi bir zemini de ifade ediyor.

Sayıları genellikle yaklaşık 300 ila bin personel arasında değişen bu taburlar, Kore İşçi Partisi’nin doğrudan bağlantılı olduğu, ideolojik rehberliğini doğrudan uyguladığı bir askeri birim. Bu taburlara yönelik ideolojik eğitim, partinin askeri doktrininin merkezinde yer alıyor.

Partinin bir nevi ‘askeri tabanı’ olan bu birimler, parti ve devlet için ‘sadakatle savaşacak elit güçler’ olarak tanımlanıyor.

Toplantıda neler yaşandı?

Toplantıya KDHC’nin silahlı kuvvetlerinin tabur komutanları ve siyasi eğitmenleri ile farklı askeri ve siyasi organların komuta subayları katıldı.

Savunma Bakanı No Kwang-chol, Kore Halk Ordusu Genelkurmay Başkanı Ri Yong-gil, Kore Halk Ordusu Genel Siyasi Bürosu Müdürü Jong Kyong-thaek de toplantıda hazır bulundu.

Toplantıda, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu tarafından gönderilen ‘Güçlü Ordu İnşa Etme Davasını, Taburların Güçlendirilmesinde Elde Edilen İlerleme ile Garanti Altına Alalım’ başlıklı bir mektup okundu.

Katılımcılara okunan mektupta, sadece askeri meydan okumalara değil, aynı zamanda halkın yaşamını tehlikeye atan ani krizlere de proaktif olarak karşı koyan tabur komutanları ve siyasi eğitmenlerin öncülük rolüne vurgu yapıldı.

Toplantıda ayrıca, Savunma Bakanı No Kwang-chol da bir rapor sundu.

Kore ordusunu ‘demir yumruk ve mutlak güçten oluşan bir yapı’ olarak tanımayan bakan, raporunda genel olarak Kim Jong-un’un orduyu güçlendirme konusundaki fikirlerini övdü.

Toplantıda Kim Jong-un da uzun bir konuşma yaptı ve konuşması üzerine bu sefer 16-17 Ekim tarihlerinde ayrı bir çalıştay daha düzenlendi.

Kim’in uzun konuşmasından öne çıkan ifadeler ise şu şekilde:

“Şu anda devrimci güçlerimizin sorumlu olduğu pek çok cephe bulunuyor ve bunların her biri ülkenin ve halkın kaderini, devrimin ilerleyişini veya geri çekilmesini belirleyen önemli cepheler.

‘En önemli görev’

Ancak bunlar arasında en önemli cephe anti-emperyalist sınıf cephesidir ve en önemli görev savaşa hazırlıktır.

Savaş hazırlığı ne kadar eksiksiz olursa, bu topraklarda barış o kadar güçlü olacak ve güçlü, refah içinde bir devlet inşa etme hedefimize o kadar yaklaşacağız.

Silahlı kuvvetlerimizin savaş hazırlığının tamamlandığı an, devletimizin egemenliğinin ve huzurunun kalıcı hale geldiği andır.

Bu, devrimci silahlı kuvvetlerin asıl görevi ve misyonudur.

ABD-Güney Kore-Japonya ittifakı

ABD, Kore ile arasındaki ittifakı tam anlamıyla bir nükleer ittifaka dönüştürmekte ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü askeri işbirliğini güçlendirerek ‘Asya tipi NATO’yu hızla kurmakta, Kore ve çevresine her gün stratejik askeri teçhizat unsurları göndererek NATO üyesi ülkeler de dahil olmak üzere müttefik ülkelerin silahlı kuvvetlerini bölgeye çekerek istilacı savaşlarda eğitmeyi amaçlayan çeşitli tatbikatlar gerçekleştirmekte.

Nükleer güçler merkezli, halkın öz savunma yeteneklerini sınırsız bir şekilde güçlendirmeye devam edeceğiz.

Ukrayna savaşının amacı

ABD ve Batı’nın Ukrayna ile birlikte Rusya’ya karşı savaşı, pratik savaş deneyimini artırmayı ve dünya çapında askeri müdahalenin kapsamını genişletmeyi amaçlayan bir savaş olarak görmeliyiz.

Silahlı kuvvetlerimizin her kademesi, tüm faaliyetlerini kesinlikle savaş hazırlıklarına yönlendirmeli ve bunların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı göstermelidir.

Bugün her gün, savaşa karşı hazırlıkların hızlandırılması açısından çok değerli bir zaman. 

Silahlı Kuvvetler bu değerli zamanı mümkün olduğu kadar verimli kullanmalı ve proaktifliğini kaybetmeden herhangi bir askeri durumda proaktif rol üstlenmek için her türlü hazırlıkları yapmalı.

İdeolojik üstünlüğe vurgu

Modern harbin yönleri nasıl gelişirse gelişsin ve ileri askeri teknolojinin harekât ve muharebeler üzerindeki etkisi ne olursa olsun, ideolojik ve psikolojik zaferi öncelemek, dün, bugün ve yarın, değişmeyen savaş yöntemimiz ve zafer felsefemizdir.

Düşman anti-komünizm

Bize karşı çıkan ABD ve Kore, en vahşi anti-komünist ideoloji ve anti-komünist ruha sahip.

Anti-komünizm sadece ABD ile Kore arasında ulusal bir politika olarak algılanmamalı. 

Karşımızdaki düşman, kökten komünizm karşıtı olan ve anti-komünizm yolunda ilerleyen bir düşmandır.” 

Kim’in konuşmasından ne anlıyoruz?

Kim Jong-un’un orduya “Savaşa hazır olun” demesi aslında sürpriz değil. Sürpriz olmadığı gibi, Kore halihazırda silahlı kuvvetlerini sürekli savaşa hazır halde tutan bir ülke. Çünkü yarımadada 1950-53 yıllarında yaşanan savaşın ardından henüz bir barış anlaşması imzalanmadı.

Peki, Kim’in konuşması ve savaş vurgusu ne anlama geliyor?

Kore Yarımadası’nda bir süredir köprüler tam anlamıyla atılmış durumda. Ekim ayının başından bu yana, Güney’in gönderdiği insansız hava aracı, karşılıklı sert açıklamalar ve Güney’e giden yolların patlatılması gibi adımları, Rusya ile Kore arasında imzalanan savunma anlaşması, balistik füze denemeleri ve ABD-Kore-Japonya arasındaki askeri anlaşmalar takip etti.

Kim ayrıca, geçtiğimiz günlerde yeni geliştirilen saldırı tipi insansız hava araçlarını yerinde inceledi. İnceleme sırasında yaptığı konuşmada Kim, insansız hava araçlarının savaşlardaki önemine dikkat çekti ve ‘savunma bilimi ve eğitim sektörünün acilen harekete geçmesi ve çabalarını iki katına çıkarması gerektiğini’ söyledi ve bunun partinin ‘merkez planlarından biri’ olduğunu vurguladı.

Bu konuşmanın hemen ardından, Ticari-Ekonomik ve Bilimsel-Teknolojik İşbirliği Komitesinin 11. toplantısına katılmak üzere yeni bir Rus heyet daha Pyongyang’a gitti.

Bu süreçte, Kim, üst düzey devlet yetkilileri ve devlet medyasının, dünyada devam eden bütün çatışmaların birbiriyle bağlantılı olduğunu, ancak ‘en sıcak noktanın’ Kore olduğu yönündeki vurguları dikkat çekici.

Yani Kim liderliğinde Güney’le köprüleri atan Kore, artık açık bir şekilde ‘gelecekteki savaş’ diye bahsettikleri savaşın önce kendi topraklarında çıkacağını düşünüyor, bunun için yeni askeri önlemler alıyor ve teknolojik gelişmeleri yakalamaya uğraşıyor.

Bütün bunları yaparken de, ‘ideolojik hazırlığın’ en önemli faktör olduğu görüşünü dile getiriyor. İdeolojik hazırlığa yapılan bu vurgunun alıcısının yalnızca askeri personel olmayacağı açık. Dolayısıyla, ‘taburlarla’ başlayan bu toplantıların, sivil gönüllüleri kapsayacak şekilde devam etmesi öngörülebilir. Çünkü Kore, askeri gücü merkeze alsa da, nihayetinde ‘halk savaşını’ politikasının merkezinde tutan, seferberlik odaklı bir yönetim biçimine sahip.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır  

Yayınlanma

Yazar

Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım’da Türkiye’nin İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Azerbaycan ziyaretleri dönüşünde yaptığı açıklamayı aktardı. “Şu anda bu ülkeyle hiçbir ilişkimiz yok” diyen Erdoğan, Türkiye’nin tüm ticari alışverişi durdurmak da dahil olmak üzere somut önlemler alarak ‘İsrail’in zulmüne’ en güçlü şekilde yanıt verdiğini vurguladı. Ayrıca iktidardaki Cumhur İttifakı’nın da bu tutumu kuvvetle desteklediğini belirtti.

Gözlemciler Erdoğan’ın Riyad Arap-İslam Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı bu açıklamaların Türkiye’nin söylem gücünü artırmayı, Filistin halkının çektiği acılara daha fazla sempati duyduğunu ifade etmeyi, İsrail’in saldırganlığına yönelik öfkesini sürdürmeyi ve Beyaz Saray’a dönmek üzere olan İsrail yanlısı Trump üzerinde baskı kurmayı amaçladığını düşünüyor. Bu hamle aynı zamanda ülke içindeki güçlü İsrail karşıtı kamuoyunu yatıştırmaya da hizmet edebilir. Ancak bu duruşun jeopolitik manzarayı değiştirmek bir yana, Ortadoğu’daki mevcut savaş durumunun gelişimini etkilemeyeceği, aksine Türkiye’ye ABD ve Avrupa Birliği’nden baskı getirebileceği düşünülebilir.

Erdoğan’ın açıklamaları ayrıca Türkiye’nin geçtiğimiz yıl İsrail’e karşı sert tutumunu ve yaptırımlarını vurgulayarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir ülke, özellikle de İslami bir güç olarak siyasi sorumluluğunu, insani kaygılarını ve dini yükümlülüklerini göstermeye çalışıyor. Nesnel olarak bu, İsrail’le siyasi ilişkilerini sürdüren altı Arap ülkesini mahcup edecek ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki anlaşmazlıklarda, özellikle de bu tür çatışmaların azaltılması sürecini teşvik etmede söylem gücünü artıracaktır.

Türkiye sadece Ortadoğu ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi değil, aynı zamanda bir NATO üyesi ve AB aday ülkesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın başlatıcısı ve lideridir. Türkiye, 2011’de ‘Arap Baharı’nın patlak vermesinden 2022’deki Rusya-Ukrayna savaşına kadar çok aktif bir jeopolitik aktör olmuş ve bölgesel manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak mevcut İsrail-Filistin çatışmasının tetiklediği İsrail’in “sekiz cepheli savaşının” büyük satranç tahtasında Türkiye’nin manevra alanı çok sınırlı.

Erdoğan’ın kamuoyuna açıkladığı İsrail ile ilişkilerin kesilmesi bir tür “selamı kesme”, hatta acısız bir “yumuşak kesme” gibi görünüyor ve bu nedenle önemli şok dalgalarına neden olmayacak. Türkiye geçen yıl kasım ayında İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış ve bu yılın mayıs ayında da Filistin halkının yaşadığı insani trajediyi daha da kötüleştirdiği için İsrail’i cezalandırmak amacıyla bu ülkeyle tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını duyurmuştu. Ağustos ayında Türkiye, İsrail’in sözde “soykırımına” karşı Güney Afrika tarafından başlatılan davaya katılmak üzere Uluslararası Adalet Divanı’na resmen başvuruda bulunarak İsrail’e karşı uluslararası hukuk yollarını kullanan az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biri haline geldi.

Ancak Türkiye ne İsrail’deki diplomatik temsilciliklerini kapattığını açıkladı ne de İsrail’i Mayıs 2018’de olduğu kadar sert ve hatta kaba bir şekilde cezalandırdı. Altı yıl önce Trump, ABD’nin İsrail’deki Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını ve böylece Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladığında, Erdoğan hükümeti ABD ve İsrail’deki büyükelçilerini derhal geri çağırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in Türkiye Büyükelçisini de sınır dışı etti. Büyükelçinin havaalanında üst araması ve ayakkabılarının çıkarılması da dahil olmak üzere bir dizi aşağılayıcı güvenlik kontrolüne tabi tutulması, ikili ilişkilerin tarihi bir dibe vurmasına neden oldu, ancak iki yıl önce ilişkiler yavaş yavaş düzelmeye başladı.

İsrail, Türkiye’nin “diplomatik ilişkileri kesme” yönündeki son açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi ve düşük bir profil sergilemeye ya da itidalli davranmaya devam edebilir. Belki de İsrail Türkiye’nin yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü “öfkeli diplomasiye” uyum sağlamıştır ya da şu anda Ankara’yı kışkırtacak ve böylece kendisine yeni düşmanlar yaratacak enerji ve istekten yoksundur. Zaten İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ve Birleşmiş Milletler ile uğraşmaktan bunalmış durumda, üst düzey yetkilileri arasındaki iç sürtüşmeler ve güç mücadelelerinden bahsetmeye bile gerek yok.

Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu aslında çok benzer tarihsel senaryolarla karşı karşıyadır ve Filistin kartını oynarken güçsüz ve hatta verimsiz görünmesine neden olmaktadır. Çünkü Arap dünyası, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun halefinin uzun süredir devam eden Batı odaklı “Kemalizm’i” “doğuya ve güneye doğru” bir yaklaşımla değiştirmesini hoş karşılamıyor. Özellikle Türkiye’nin Arap meselelerine derinlemesine müdahil olmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, tıpkı İran’ın Arap dünyasında bir “Şii Hilali” inşa etmesine duydukları güçlü nefret gibi. Bu perspektiften bakıldığında, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap dünyası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmekten aciz olsalar da, her türlü dış müdahaleye karşı çıkarak bir “Arap Monroe Doktrini” sergilemektedir.

Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’deki genel seçimleri kazanmasından bu yana, AB üyeliği yolunda tekrarlanan başarısızlıklardan kaynaklanan hayal kırıklığı ve memnuniyetsizliğin yanı sıra Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılığa ikili bir dönüşe dayanan Türkiye, dış politika çerçevesinde Doğu’da, özellikle de geleneksel etki alanı olan Ortadoğu’da stratejik konumunu önemli ölçüde yükseltmiştir. Ankara buna, İran nükleer krizinde aktif bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışarak başladı, Filistin meselesine aniden yüksek profilli bir ilgi gösterdi ve 2008’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda dönemin Başbakanı Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında kamuoyu önünde bir tartışma patlak verdi.

Mayıs 2010’da Türkiye, İsrail’in uyarılarını dikkate almayarak insani yardım gemisi “Mavi Marmara”yı gönderdi ve İsrail’in deniz ablukasını zorla geçerek Gazze Şeridi’ne yanaşmaya çalıştı. Bunun üzerine İsrail özel kuvvetleri gemiye hava saldırısı düzenleyerek kanlı bir çatışmaya yol açtı. Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı ve İsrail’in özür dilemesinin ardından ikili ilişkiler yeniden tesis edildi. Ancak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve hatta FKÖ’nün İsrail’e karşı tek başına savaşan Filistin İslami Direniş Hareketi’ne (Hamas) karşı kayıtsız ve hatta eleştirel tutumu nedeniyle Türkiye’nin proaktif “dış yardım” eylemleri coşkulu tepkiler almadı.

2011’in başlarında “Arap Baharı”nın patlak vermesinin ardından Arap dünyasının kalkınma modeli geniş çapta sorgulandı ve hatta gelecekteki yönünü kaybetti. “Türk modeli” yaygın bir uluslararası ilgi gördü ve hatta Arap ülkeleri için bir referans veya seçenek olarak kabul edildi. Başarısızlık ve kaosa saplanmış bir Arap dünyası karşısında Erdoğan hükümeti oldukça proaktif davrandı, hatta “İslam dünyasının lideri gibi davranmaya çalışıyor” şeklinde tanımlandı. Bu tür arzulu düşünceler ve stratejik dürtülerle hareket eden Türkiye, Mısır’ın “Meydan Devrimi”ni yüksek profilli bir şekilde desteklemekle kalmadı, iktidar mücadelelerine karışan Müslüman Kardeşler’i güçlü bir şekilde destekledi, Suriye ve Libya’ya asker gönderdi, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz anlaşmazlıklarına müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile rekabetinde Katar’ı açıkça destekledi. Sonuçta, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri idealize edilen “sıfır sorun diplomasisi”nden kabus gibi bir “tüm sorunlar diplomasisi”ne dönüştü.

“Arap Baharı”nın “Arap Kışı”na dönüştüğü yaklaşık on yıllık dönemin, Türkiye’nin realist saldırı diplomasisinin ve ‘doğuya ve güneye doğru’ stratejisinin büyük yenilgiler aldığı bir dönem olduğu söylenebilir. Türkiye sadece geleneksel müttefiki İsrail’i kaybetmekle ve Arap dünyasının yarısından fazlasını küstürmekle kalmadı, aynı zamanda Rusya ve ABD ile ilişkileri de benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaştı.

Bugün Ortadoğu bir kez daha savaş ve kargaşaya sürüklenmiş durumda ancak bunun nedenleri, doğası, çatışmaları “Arap Baharı” ya da Soğuk Savaş dönemindeki Arap-İsrail çatışmalarından çok farklı. Arap ülkelerinden birçok devlet dışı aktör, bazılarının “Altıncı Ortadoğu Savaşı” olarak adlandırdığı bu savaşa dahil olmuş durumda. Ancak İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas ve hatta Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülkelerin Arap-İsrail çatışmasının tarihsel akışına yeniden girmeye niyetleri yok. Aksine, İran ve “Şii Hilali” liderliği, bu yeni Ortadoğu savaşında İsrail’in karşısındaki ana güçler haline gelmiştir. Arap ülkelerindeki bazı devlet dışı aktörler Şii Hilali ile ittifak halinde yeni bir “Direniş Ekseni” oluşturmuştur. Jeopolitik ilişkilerdeki bu değişim, Arap ülkelerinin tutumlarını daha nüanslı hale getirmektedir. Yine de “çıkarlar ve doğrular” arasında denge kurarken, zor kazanılan Arap-İsrail barışına ve önemli Arap-Amerikan ilişkilerine hala değer veriyorlar. Her ne kadar Arap ülkeleri İsrail’in ateşkesi reddetmesinden dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramış ve durumu değiştirmek için kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da, İran ve Türkiye’nin Arap meselelerinde liderlik etmesini kesinlikle kabul etmek istemiyorlar.

Bu nedenle Türkiye’nin yeni Orta Doğu diplomasisi, “Arap Baharı” sonrasındakine benzer garip bir pozisyona düşecektir. Arap dünyasında yaygın ve olumlu tepkiler alması ya da mevcut “sekiz cepheli savaş” üzerinde önemli bir etki yaratması pek olası değil. Bununla birlikte, Ankara’nın Filistin halkının haklarını desteklemeye yönelik diplomatik çabaları övgüye değer, makul ve hatta ana akım uluslararası kamuoyunda yankı uyandırıyor.

Açıkça İsrail yanlısı olan Trump ekibinin Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’u kontrol etmesi ve İsrail’e her zaman daha sıcak bakan Cumhuriyetçi Parti’nin ABD yasama, yürütme ve yargı organlarını tamamen kontrol etmesiyle Washington’un Ortadoğu politikası daha da İsrail’e doğru kayacaktır. Yeni ABD hükümeti İsrail’i mevcut çatışmaları ve savaşları tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etmese bile, İsrail’in muhaliflerini uzlaşmaya zorlamak için tüm kaynaklarını seferber edecek ve onlara azami baskı uygulamak için her türlü aracı kullanacaktır. O zaman, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İsrail’e karşı sert tutumu nedeniyle yeni sürtüşmeler ve belirsizlikler yaşayacaktır.

Yeni ABD hükümetinin Ortadoğu politikası Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert yaklaşımını ödüllendirmeyeceği gibi, aynı zamanda genel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen ve İran ile onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı olumsuz görüşlere sahip olan büyük Avrupalı güçler de Türkiye’nin İsrail üzerindeki yoğun baskısından memnun olmayacaklardır. Bu da Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde gelişmesini etkileyebilir.

Bu nedenle, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumu sert olsa da, uygulayabileceği baskı neredeyse tükenmiştir ve İsrail, özellikle Türkiye’nin “ilişkileri yumuşak bir şekilde kesmesinden” kaynaklanan bu tür baskılara dayanma kapasitesine sahiptir. Arap ülkelerinin Türkiye’nin derin müdahalesini hoş karşılamadığı ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin İsrail karşıtı kampa katılmasına karşı çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve manevra alanı çok sınırlıdır ve önemli atılımlar yapması pek olası değildir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English