Görüş
Mizansen, suç, hakikat ve hafıza

Filistinli güçlerin 7 Ekim saldırısının ardından batı kamuoyunun aklında en çok kalan yalan, Hamas’ın emzikteki bebekleri başlarını keserek öldürdüğü iddiasıydı. Bu yalan bizzat İsrail’in faşist hükümeti tarafından üretilmiş, batının bütün medya kartellerinin bangır bangır bağıran spotlarına çıkmış, yetmemiş, suçlu ve sapık olmaktan başka Ukrayna’da büyük yatırımları da bulunan oğlunun özel yazışmalarında “pedofil” dediği ABD başkanı tarafından dünyanın gözlerinin içine bakarak tekrarlanmıştı; hiç kuşku yok ki ABD başkanı bu sırada artık giderek sıklaşan bunaklık krizlerinden birinde değildi ve kısa bir süre sonra gene ABD’de ailesi müslüman olan bir çocukla annesinin vahşice öldürülmesine yol açacak provokatif yalanı yayarken gayet aklıbaşındaydı.
Normal şartlarda en azından kamuoyunu yalan haberle galeyana getirme suçundan ağır şekilde cezalandırılması gereken yalancılar “demokrat” oldukları için medya hızla unutmayı tercih etti; çünkü amaca ulaşılmıştı.
Mizansenler
Masum bir insanı öldürmek yeterince kötü bir şey; bir bebeği öldürmek ise kimsenin affetmeyeceği şeytani bir suçtur. Tam da bu yüzden, bebek öldürme haberleri manşetlerde sık sık yer bulur. Ama insanı insanlığından utandıran fotoğraflar genel kamuoyu karşısında her zaman kendi başına aynı etkiyi yaratmaz, hatta bunların çoğu genellikle masumlaştırılır. Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de Amerikan, Fransız, Britanya, İsrail bombardımanlarında veya onların vekil güçlerince yapılan saldırılarda öldürülen bebekler hiç de infial yaratmaz; ama masabaşı senaryolarından üretilmiş, olmayan cinayetler bütün dünyayı sarsabilir.
9 Mart 2022’de Rusya’nın Mariupol doğumevine hava saldırısı düzenlediği ve biri bebek, biri de hamile bir kadın olmak üzere dört kişinin öldürüldüğü haberi, Ukrayna savaşında Rusya’ya yönelik ilk küresel provokasyon girişimiydi. Hepsi bir merkezden yönlendirilmiş “gibi” (ve bu “gibi” fazlalıktır; aşağıda değineceğim) aynı fotoğraflar benzer manşetlerle servis edildi. Sky News’un başlığı şöyleydi: “Rusya’nın hava saldırısından sonra çocuklar yıkıntıların altında gömülü kaldı.” The Guardian: “Rusya’nın doğumevini bombalaması ‘soykırım’”. The Week: “Mariupol katliamı”. Haberlerde başrolü AP oynamıştı; onun çektiği, saldırıdan kan içinde kurtulan hamile genç kadın fotoğrafları bütün dünyaya yayılmıştı.
Talihi varmış ki bu kadın yaşıyor. Adı, Mariana Vişegirskaya. Vişegirskaya bir ay geçmeden bebeğiyle birlikte Rusya’nın kontrolü altındaki Donetsk’e yerleşti ve buradan bir video mesajı yayınladı: ne kendisinin ne diğer hastaların uçak sesi duyduklarını (Rusya da o gün bölgeye hava saldırısı yapılmadığını açıklamıştı), hastane yakınında arka arkaya iki patlama olduğunu (top mermisi) söylüyordu. Kadına göre ilk gün, daha sonra çok meşhur olacak o fotoğrafı çeken kişi Ukrayna ordu kıyafeti giymişti, kocası onun AP muhabiri olduğunu söylüyordu. Faşist paramiliter-militer Azovculara “embedded” AP muhabirinin (ve onu oraya “embed” eden AP yönetiminin) provokasyonda bilinçli ve örgütçü bir rol oynadığı anlaşılıyordu.
AP 8 Nisan’da bir başka haberle daha eski haberinin arkasında durdu, ama bu defa Vişegirskaya’nın videosuna da değinmek zorunda kalmıştı. Haberciliğin hokuspokusu budur: bütün gerçekleri az çok eksiksiz de yazabilirsiniz, ama ustalık, onların hepsini sizin büyük yalanınızın manivelası haline getirmekte, olmazsa büyük yalanın içinde gözden yitirmekte yatar. Haber şuydu: AP’nin görüştüğü, doğumevinden Ukrayna’nın batısına tahliye edilen doktorlar ve “uzmanlar” ağız birliği etmişçesine hava saldırısı olduğunda birleşiyorlardı, ama “şimdi Rusya kontrolündeki bölgede bulunan” Vişegirskaya ise “tam olarak ne şartlarda ve nerede videoya alındığı belirsiz” mülakatında “hava saldırısı olmadığını” söylemişti. Batıya gidenlerin hür ve objektif olduğu kendinden menkul, doğuya gidenler ise… Söylemeye ne hacet! Şeytanlaştırma bir kez tamamlandı mı hakikati pek az insan sorgular. Mariupol doğumevi haberi amacına ulaşmıştı.
Bir ay geçmeden, bu defa 3 Nisan’da bütün dünyada “anaakım” medyanın manşetlerini tek bir olay süslüyordu: Buça katliamı. Spotlar ve başlıklar kanlı görüntülerle haykırıyordu: “Global outrage”, “Russian cruelty”, “Russia’s killing fields”, “Genocide”, vb.
Rusya birlikleri şehirden 30 Mart’ta ayrılmıştı, 31 Mart’ta belediye başkanı bunu doğrulayan bir video paylaşmıştı, aynı gün şehre ilk giren Ukrayna Milli Muhafız grubunun yayınladığı videoda sokaklarda hiçbir ceset görülmüyordu, 1 ve 2 Nisan’da faşist paramiliter-militer Azov taburu mensupları şehre girmişlerdi, 2 Nisan’da Ukrayna polisinin Buça’dan geçtiği basın notu ve fotoğraflarda da ne ceset görüntüsü ne “ceset dağlarıyla” ilgili bir bilgi vardı, 30 Mart ile 3 Nisan arasında şehre sivillerin ve gazeteciler girmesi de yasaktı, ve 3 Nisan’da bir anda yüzlerce ceset ortaya çıktı.
Ne olmuştu peki gerçekte? En ciddi şüphe, Botsman adıyla tanınan, Azovcuların bölgedeki önde gelenlerinden Sergey Kototkih’in yayınladığı bir videoya dayanıyor. Burada bir Azovcunun diğerine şöyle sorduğu duyuluyor: “Mavi pazıbantları yoksa vurabilir miyiz?” Diğeri cevap veriyor: “Ya ne olacaktı!” Ve gerçekten de mavi pazıbantlı ceset yoktu. Mavi bazıbantlarını Kiev rejimi yanlısı, beyaz pazıbantlarını ise Rusya yanlıları veya tarafsız olanlar bağlıyordu.
Aylar sonra, mizansen korosunun en gayretkeş solistlerinden The Guardian bile soru işaretlerini koymak zorunda kalacaktı; ama oraya gelinceye kadar amaca yeterince ulaşılmıştı.
8 Nisan’da Kramatorsk tren istasyonu saldırıya uğradı, Kiev açıklamasına göre 57 kişi öldü, 107 kişi yaralandı. Bütün uluslararası ajanslar ve onların müşterileri haberi aşağı yukarı şu başlıkla verdi: “Rusya’nın Kramatorsk istasyonuna acımasız saldırısı”. Yalnız küçük bir sorun vardı: Ukrayna televizyonlarında görüntüleri yayınlanan füze parçasından bunun bir Toçka-U olduğu anlaşılıyordu. Scott Ritter uzunca bir inceleme yayınladı olayın arkasından, sonunu şöyle bağlıyordu: “Kramatorsk tren istasyonundaki patlamayla ilgili her ciddi soruşturma sözkonusu füzeye ilişkin soruşturmayı da kapsayacaktır ve iticinin üzerinde kazılı olan füze seri numarası bunda başlıca rolü oynayacaktır. Eğer olay gerçekten böyleyse (ve mevcut kanıtlar kuvvetle böyle olduğunu gösteriyor) bu durumda Zelenskiy ve yönetimi hayatlarını koruduğunu iddia ettiği sivilleri katletme suçundan yargılanacaktır.”
Bugün nesnelliğini korumaya çalışan çevrelerde genellikle Kramatorsk saldırısının Kiev rejimi tarafından fırlatıldıktan sonra hedef şaşıran veya kontrolünü kaybeden bir füzenin eseri olduğu sanılıyor; oysa bu durumdaki bir füzenin başka bir yere değil de şehrin en kalabalık yerine düşmesi ihtimali herhalde pek yüksek değildir; bu nedenle esas şüphe, füzenin bilinçli olarak mı oraya ateşlendiği olmalı.
Hayallerin gerçek oluşu
Bu saldırıların “mizansen” olduğu az çok kesinlikle ortaya çıktı. Ama bu, mizansenlerdeki vahşi atmosferin sadece hayal gücünün eseri olduğu anlamına gelmez. Hayır, tam tersidir aslında: mizansenler gerçekten de sahnelenmek için örgütlenmiştir, ama sahne, oyunun sergilendiği yer değildir; ve dahası, mizansene konu olan kurban ve katil gerçek hayatta tamamen yer değiştirmiştir. Kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın, mizansenin parçası olduğunda merhamet ve ıstırap, katile karşı da öfke üretir; kucağında bebeğinin ölüsüyle kameraya bakan kadın gerçek olduğunda ise sadece bir “collateral damage”, bir “tali zarar”, kaçınılmaz sivil kayıptır, hatta bundan bile azıdır: o aslında suçludur, çünkü “katiller” onun arkasında saklanırlar. Şimdi öldüren değil ölen suçludur.
Filistin’de olan tam da budur. Sayılamayacak kadar çok cesedin yan yana dizilmesinin batı kamuoyunda yarattığı etki, ya “o kadar da değil”, ya da “ama onlar da…” etkisidir. Kurban ve cellat tamamen yer değiştirmiştir ve bu, son derece bilinçli bir enformasyon çabasının eseridir. Eğer hastanenin aslında hastane değil, hastaların da hasta değil, meskenin silah deposu ve meskûnların en azından potansiyel terörist olduklarını yeterince sık ve ikna edici şekilde (bakımlı yüzler, şık kıyafetler, hoş bir podyum, vb.) tekrar ettiyseniz buranın içindekilerle birlikte yerle bir edilmesi meşru görülür. Meskûn mahalin içinde ve altında teröristlere ait tünelleri yeterince tekrar ettiyseniz, bu evlere ve tünellere zehirli gaz basılması haklı sayılır. Aslında doğru olan bunun tam tersidir; (Suriye’de olduğu gibi) “sizinkiler” gerçekten de hastaneleri silah deposuna çevirir, tapınakları askeri üsse çevirir, (Ukrayna’da olduğu gibi) sivilleri pazıbantlarına bakarak kurşuna dizer, ama en güçlü silah, yani yalanları üretme ve gerçekleri unutturma makineleri sizin elinizde olduğu için her tür yaygarayı siz koparırsınız.
Aslında yaptığınız şey sadece başkasına karşı tezgâhladığınız mizanseni kendiniz için gerçek kılmaktan ibaret de değildir. Bu daha çok, vahşi hayallerini kâğıda döken bir sapığın en nihayet onları hayata geçirmesi gibidir. ABD’nin oğlu tarafından pedofil olduğu söylenen başkanının görmediği (sadece mevcut olmadığından ötürü göremeyeceği değil, aynı zamanda sahte resimleri bile üretilmeyen) yalanları kusması, gerçek bir sapığın eylemini ne çok hatırlatıyor!
Savaş suçu
Her savaş savaş suçu üretir. Ama her savaş baştan aşağı savaş suçu değildir. Bir savaşın doğrudan doğruya savaş suçu olması, savaşta işlenen tekil savaş suçlarının genel bir kural haline gelmesi, yani savaşın askeri ve siyasi karar alıcılarının savaşın yürütülüş biçimiyle ilgili tutumlarına bağlıdır.
O sırada Quebec Üniversitesi Uluslararası Hukuk Profesörü olan Marco Sassòli’nin 2004 tarihli bir makalesi Uluslararası Kızıl Haç Komitesi tarafından yayınlanmıştı. Sassòli makalesinin başında “uluslararası hukukun tartışma götürmez ilkesi gereği silahlı bir çatışmadaki tarafların sivil ve muharipler ve keza sivil ve askeri tesisler arasındaki farkı gözetmekle yükümlü olduğunu” yazar. İlk kural askeri hedefin belirlenmesidir; ancak bu durumda bile “saldırı eğer sonucunda siviller veya sivil tesisler için aşırı tali zarar bekleniyorsa gayrimeşru sayılabilir”. Bundan başka “meşru bir hedefe saldırı halinde bile sivilleri korumak için tedbirler alınmalıdır”.
Sassòli daha sonra askeri tesisin anlamını sorgular. Ancak bu hiç de kolay bir iş değildir, zira her tesis askeri amaçla kullanılabilir. Daha da önemlisi, pekala şu ileri sürülebilir: sivil tesisler düşmanın askeri faaliyetlerine devam etmesi için psikolojik ve siyasi bir temel sundukları ölçüde askeri hedef kabul edilebilir. Eğer öyleyse, sözgelimi bir televizyon kulesi veya radyo vericisi psikolojik savaş amacıyla kullanıldığı iddiasıyla savaş uçakları tarafından bombalanabilir mi ve bu savaş hukukuna uygun olur mu? Ancak savaş hukukuna göre, birincisi, hedef tesis düşmanın askeri eylemine “etkili bir katkıda” bulunmalıdır. İkincisi, hedef tesisin yok edilmesi, tahrip edilmesi, etkisiz hale getirilmesi veya ele geçirilmesi, bunu yapan tarafa açık bir askeri üstünlük sağlamalıdır. Ama bu da tıpkı savaşın kendisi gibi savaş hukuku açısından bitmeyecek bir tartışma doğurur: bir toprak parçasının tahribi veya akarsuyun zehirlenmesi bile askeri üstünlük sağlamaz mı? O zaman gene temel ilkeye dönülür: siviller ve muhariplerin ayrılması ve sivillerin korunması. Ama belirsizlikler gene de bitmez: tali zarar askeri eylemle birlikte zaten öngörüldüğüne göre, bunun ölçüsü neye göre belirlenecektir?
Tartışmanın aslında hukuki değil düpedüz siyasi olduğuna dikkat edin. İtiraz argümanlarının hiçbiri hukuki mülahazaları aydınlatmaya yönelik değildir; bunlar tamamen temel ilkeyi aşındırma girişimleridir ve hepsi de o amaçla üretilmiştir. Hukuk, galibin cezasızlık güvencesinden başka bir şey değildir. Ve bunun tersi de doğrudur: suçluya cezasını vermek için galip olmaktan başka yol yoktur.
Hakikat ve hafıza
Siyasi mücadelelerde güç en çok şunlarla ilişkilendirilir: stratejik doğruluk, taktik ustalık, propaganda yeteneği, kitle ilişkilerinin varlığı ve yaygınlaştırılması. Ama bir şey daha var ki sıkça unutulur: unutmamaktır bu. Dahası, “onların” bütün demagojik faaliyetinin temeli yalan ve unutturmak üzerine kurulu olduğuna göre, “bizim” siyasi mücadelemizin en önemli halkalarından ikisi de sorgulamak ve unutmamak olmalı.
Yayınlanmayı bekleyen “1939” üzerine çalışırken Britanya’nın yayınlanmış belgelerini de elden geçirme fırsatım olmuştu. Bunlar arasında bir dizi yazışma, Dışişleri Bakanı Lord Halifax’ın Almanya’nın Londra Büyükelçisi Dirksen’le yaptığı görüşmeye ilişkindir. Lord’a göre Dirksen görüşmede her iki tarafta da bir “basın ateşkesi” önerir. Lord şöyle yazar: “Böyle yapmakta mutabık kalırsak, Alman hükümeti elbette bunu yüzde 100 yerine getirecektir; biz de, eğer gazete sahipleri üzerinde tesirimi kullanabilirsem, mesela yüzde 75 yerine getirebiliriz.”
Burjuvazinin siyasi krizi artık çözümsüzlük noktasına vardığında “demokrasi” ve faşist diktatörlük arasındaki fark, tıpkı 1939’da olduğu gibi, bir nitelik farkı olmaktan çıkar, yüzde 25’lik, hatta çok daha az bir nicelik farkı haline gelir. Tam da bu nedenle, yüzde 25’lik hakikat payını aramaktansa hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmemek gerekir.
Görüş
Kazan Forum: İslam Dünyası Rusya’ya Yaklaşıyor

Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek.
Günümüz dünyasında pek anlaşılmayan noktalardan birisi de Müslüman nüfusa sahip ancak İslam Dünyası içerisinde kabul görmeyen ülkelerdir. Mesela Rusya, Hristiyan veya “laik” bir devlet olarak kabul görse de 20 milyona yakın bir Müslüman nüfusu içinde barındırıyor.
İşte bu nedenle Rusya’da “helal ürün” endüstrisi aktif olarak gelişiyor, İslami bankacılık teşvik ediliyor ve genel olarak Müslüman nüfusa yönelik birçok ürün arz ediliyor. Moskova ile İslam Dünyası arasında küresel ekonomik boyutlarda geniş ilişki yelpazesi böylece inşa ediliyor.
Aslında bu etkileşimi halihazırda sistematik ve köklü olarak kabul etmek mümkün. Örneğin: Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek. Bu etkinliği örnek gösterme sebebim ise Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’dan İslam Dünyasının liderleri ve önde gelen girişimcilerinin katılması diyebilirim.
Bu tam teşekküllü Kazan Forum zirvesinde Rusya ve İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan iştirak eden katılımcılar; enerji, inşaat, tarım ve diğer endüstriyel alanlarda oldukça ciddi ortak projeler başlattılar.
Kazan Forum sadece bir örnek. Aslında Moskova, dünya sahnesindeki etkileri giderek artan uluslararası örgütler aracılığıyla İslam Dünyası ülkelerine her geçen gün daha da yaklaşıyor. Rusya Federasyonu, 2005 yılından bu yana İslam İşbirliği Teşkilatı’nda “gözlemci” statüsünde yer alıyor ve taraflar arasındaki ekonomi ve güvenlik alanındaki işbirliğini teşvik ediyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na ek olarak Müslüman nüfusu yoğun olan birçok ülke BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesinde bulunuyor. İlgili 3 oluşum içerisindeki katılımcılar arasında, Batılı ülkelerin baskısı altında dünya ekonomisi için çok kutuplu ve karşılıklı faydaya dayanan bir ortam oluşmasını sağlayan dünyanın büyük devletleri yer alıyor.
Öte yandan Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve Endonezya’nın yakın zamanda BRICS’e katılmasının amacı tam da ticaret süreçlerini ve dış politikalarını egemen kılmaktı.
Pekala Batı, İslam Dünyası ile Rusya’nın yakınlaşmasını engellemeye çalışıyor. Gerçek şu ki: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Ortadoğu’nun en büyük ekonomilerinin bulunduğu Basra Körfezi ile Rusya Federasyonu’nun birleşmesinin; tek bir grup olarak hareket eden liberal Batı’ya çok sert darbe indirebileceğinin farkında.
Tam da bu sebeple Brüksel ve diğer bazı aktörler, İslam İşbirliği Teşkilatı katılımcılarıyla Rusya arasındaki insani işbirliğini, tarafların ekonomik ve politik etkileşiminden bahsetmeyi bile engellemeye çalışıyor.
Örneğin: Moskova, Karadeniz’deki ticaret akışının karmaşıklığı nedeniyle 2023 yılından itibaren Kuzey Afrika’daki İslam ülkelerine tahıl tedarikini artırmaya çalışıyor. Dahası Rusya, gıda kaynaklarının ücretsiz ve insani bir biçimde bu bölgelere tedarikini gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2023 ve 2024 yıllarında Moskova’nın Sudan, Somali, Yemen ve diğer birkaç devlet de dahil olmak üzere kıtlık tehdidiyle karşı karşıya kalan ülkelere tahıl bağışlamaya hazır olduğunu dile getirdi. Bu girişimler, Kuzey Afrika’daki gıda krizini daha da kötüleştiren Batı yaptırımlarına karşı koymaya yönelikti.
Ancak Avrupalılar ve Amerikalılar, Rusya’nın gıda yardımını sadece siyasi nüfuz aracı olarak kullandığını savunarak Rus girişimine karşı çıktı. Batılı ülkeler ayrıca yaptırımlar nedeniyle Rus gemilerinin uluslararası limanlara erişimini ve kargo sigortasını kısıtlayarak tedarik lojistiğini engelledi.
Gören gözler için her şey açık: Bu suçlamalar asılsızdır. Çünkü Rusya, bu insani yardımları Batı ile çatışma yaşamaya başlamadan önce uygulamaya koydu. Moskova, ürün kıtlığıyla karşı karşıya kalan Afrika’daki İslam ülkelerine 10 yılı aşkın süredir her yıl ücretsiz gıda tedariki yapıyor.
Bu bağlamda, Moskova’nın Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’ni “gıda sömürgeciliği” ile suçlaması, Avrupa kotalarının ve tarımsal ihracat kısıtlamalarının küresel açlık sorunlarının çözümünü engellediğine işaret etmesi oldukça anlaşılır hale geliyor.
Kaldı ki 2023 ve 2024 yıllarında Ukrayna ile yapılan sözde “tahıl anlaşması” kapsamındaki gıda tedarikleri, “sebebi bilinmeyen (!)” bir nedenden ötürü Avrupa ülkelerine ulaştı. Ukrayna’nın ihraç ettiği tahılın yalnızca çok küçük bir kısmı Afrika ülkelerine ulaştı.
Her şeye rağmen Rusya, Türkiye ve Katar’ın arabuluculuğu sayesinde Suriye, Mali, Burkina Faso gibi bazı ülkelere tahıl sevkiyatları göndererek; insani gıda projelerini kısmen uygulamaya devam etti.
Bu gelişmeler, Batı yaptırımlarının İslam Dünyasının en savunmasız bölgelerine zarar verdiğini bir kez daha gözler önüne getiriyor. Tahıl konusundaki çatışma, ticari meselelerin Batı’nın küresel liderlik mücadelesinde bir argüman olarak kullandığı jeopolitik çatışmaların bir başka örneği haline geldi diyebiliriz.
Pekala Rusya ile İslam Dünyası arasındaki etkileşim, yeni bir şey değil. İslam Dünyasındaki ülkeler, geleneksel olarak Rusya’daki dindaşlarıyla iyi ilişkiler sürdürdüler. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, uzun zamandır Moskova ile enerji, güvenlik ve ticaret alanlarında ortaklıklar kurdular.
Rusya ise İslam Dünyasının çıkarlarını her zaman dikkate aldı. Moskova, Ortadoğu’daki çatışmaların adil bir şekilde çözülmesini tutarlı bir şekilde savunuyor ve bölgedeki tüm ülkeler arasındaki diyaloğu destekliyor.
Batı merkezli artan baskı zemininde, Rusya ile İslam Dünyası arasındaki yakınlaşmanın daha da belirgin hale gelmesini bekliyorum. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, tek taraflı yaptırımlar uygulayarak; kendi siyasi, ekonomik ve kültürel ajandasını dayatmaya çalışarak, aslında onlarca yıldır inşa edilmiş küresel ticaret zincirlerini istikrarsızlaştırıyor.
İşte tüm bunlar, İslam Dünyasını alternatif kalkınma yolları aramaya zorluyor ve Batı’nın sözde liberalizmine karşı çıkan bir ülke olarak Rusya doğal bir müttefik haline geliyor.
Bugünlerde Rusya ve İslam Dünyası, Batı hegemonyasının ötesine geçmeyi amaçlayan yeni bir etkileşim modeli sergiliyor. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar, çok kutuplu bir dünya inşa etmek için ideal platformlar haline geliyor.
İslam Dünyası, Rusya’yı yalnızca karşılıklı olarak faydalı işbirliği sunmakla kalmayıp; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde egemenlik ve adalet ilkelerini savunan güvenilir bir ortak olarak görüyor.
Bu yakınlaşma, Batı’nın saldırgan politikalarına bir yanıt ve daha dengeli bir küresel sisteme doğru atılmış bir adım olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
Görüş
BAE’nin Küresel Yapay Zeka Yarışında Cesur Adımı

Shamma Al Qutbah – Araştırmacı / TRENDS Research & Advisory
Bu makale, Trends Araştırma ve Danışmanlık ve Harici tarafından ortak yayımlanmak üzere hazırlanmıştır.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) yerli üretim yapay zekâ (AI) modeli Falcon, küresel teknoloji arenasında büyük ses getiriyor ve OpenAI’nin ChatGPT’si ile Çin’in DeepSeek’i gibi devlere meydan okuyor. Ancak Falcon yalnızca yapay zekâ yarışında bir rakip değil; güvenlik, güvenilirlik ve yeniliği merkezine alan, BAE’nin yapay zekâ geleceğine liderlik etme iddiasının cesur bir göstergesi.
İlk kez Mart 2023’te tanıtılan Falcon, Abu Dabi’nin kalbinde, şehrin önde gelen küresel bilimsel araştırma merkezi olan Teknoloji İnovasyon Enstitüsü (TII) bünyesinde geliştirildi. Bu model, diğerlerinin sınırlamalarına bağlı kalmayan, dünyanın en ileri açık kaynak büyük dil modellerinden (LLM) biri olarak gururla öne çıkıyor.[1]
Stratejik bir hedef ve vizyonla, dünyanın farklı yerlerinden gelen 25 bilgisayar bilimci, araştırmacı ve yapay zekâ uzmanından oluşan son derece yetenekli bir ekiple, Falcon sınırları zorlamak ve BAE’yi küresel inovasyonun ön saflarına taşımak için tasarlandı.[2]
Uzun saatler süren titiz geliştirme, yorulmak bilmeyen çaba ve adanmış araştırmalar sonucunda, bu uzmanlar hedefi gerçeğe dönüştürmek için çalıştı. Modeli büyük miktarda veriyle eğiterek yalnızca algoritmaların değil, kültür, diplomasi ve ilerlemenin diliyle de konuşabilmesini sağladılar.[3]
Her bir satır kod, parametre ve testte, bu uzmanlar makine öğrenimi, sinir ağları ve hesaplama verimliliği konusundaki bilgilerini bir araya getirerek, BAE’yi yalnızca teknolojiyi kullanan değil, AI’de lider bir ülke konumuna getirecek gerçekten istisnai bir model yarattılar. Gerçekleştirilebilir görülenin sınırlarını zorlayarak Falcon’u öncekilerden daha akıllı, daha hızlı ve daha uyarlanabilir hale getirdiler.
Neyse ki bu bitmek bilmeyen çabalar karşılığını buldu.
Falcon ilk piyasaya sürüldüğünde adeta çığır açıcıydı. Dünyanın dört bir yanındaki yapay zekâ araştırmacıları, mühendisler, geliştiriciler ve uzmanlar Falcon’un piyasaya çıktığı an büyük heyecan yaşadı.
Gelişmiş tasarımı ve etkileyici performansıyla Falcon sadece sahneye çıkmakla kalmadı, Hugging Face’in Büyük Dil Modeli sıralamasında kısa sürede üst sıralara yükselerek önemli bir rakip haline geldi.[4] Bu değerlendirme platformu, yapay zekâ modellerini doğal dil anlama, üretme ve verimlilik açısından değerlendirip sıralar.
Ancak teknik ustalığın ötesinde, Falcon’u büyük dil modeli (LLM) alanındaki diğerlerinden gerçekten ayıran ne? San Francisco’dan Pekin’e sektör uzmanlarının ilgisini çeken şey ne? Yapay zekâ sahnesinde bu kadar öne çıkmasının nedeni ne? Ve dünya neden BAE’nin yapay zekâ geliştirme yaklaşımına dikkat etmeli?
Falcon’a kendine özgü üstünlüğünü kazandıran şey oldukça basit: AI’ye erişilebilirlik, verimlilik ve maliyet etkinliğinde devrimsel bir değişimi temsil etmesi ve bunun arkasında BAE’nin benzersiz vizyonu ve kararlılığının olması. En ileri düzey yapay zekâ modellerinin giderek daha pahalı ve ayrıcalıklı hale geldiği bir dönemde, BAE Falcon’u farklı bir yolda konumlandırdı: açık, uyarlanabilir ve AI devlerinin egemenliğine meydan okumaya hazır.
Belki de Falcon’u rakiplerinden en belirgin şekilde ayıran özellik açık kaynak yapısıdır. DeepSeek maliyet etkinliği, ChatGPT ise gelişmiş sohbet yetenekleriyle öne çıkarken; Falcon, açık kaynaklı çerçevesi sayesinde dikkatleri üzerine çekti. Bu da BAE’nin küresel iş birliğini teşvik ederken teknolojik liderliğini vurgulama stratejisinin bir yansımasıdır.
Çoğu gelişmiş LLM, yalnızca seçkinlerin erişebileceği şekilde şirket duvarları arkasında yer alırken, Falcon bu normlara meydan okuyarak yeteneklerini herkesin kullanımına sundu. Çünkü bu, BAE’nin yapay zekânın küresel inovasyonu ve ilerlemeyi destekleyecek ortak bir değer olması gerektiğine dair inancına dayanıyor – ayrıcalıklı bir kesimin kontrolünde olan bir kaynak değil.
Ancak Falcon’un gücü yalnızca açık kaynak olmasında değil. Model aynı zamanda maliyet etkinliği ve verimliliğiyle de biliniyor. Yapay zekâ modellerini çalıştırmak ve eğitmek çoğu zaman pahalı ve büyük hesaplama kaynakları gerektiren bir süreçtir. Ancak Falcon için durum böyle değil.
Sadece 680 milyon parametreden oluşan model, olağanüstü performans sergileyip maliyeti düşük tutarak, daha az kaynakla daha fazlasını yapacak şekilde tasarlandı.[5] Bu durum Falcon’u sadece daha erişilebilir kılmakla kalmaz, aynı zamanda BAE’nin erişilebilir ve sürdürülebilir yapay zekâ taahhüdünü de destekler.
Modelin benzersizliği burada da bitmiyor. Falcon’un çok dilli yetenekleri – özellikle Arapça doğal dil işleme alanındaki güçlü odaklanması – bir başka öne çıkan özelliğidir. Falcon, diğer LLM’lerin aksine Arapçayı derinlemesine anlayacak ve farklı lehçelerde yüksek doğrulukla metin üretecek şekilde geliştirildi. Bu özelliği onu kültürleri gerçekten birbirine bağlayabilen nadir AI sistemlerinden biri yapıyor.[6]
Ancak dünya Falcon’a neden dikkat etmeli sorusunun belki de en güçlü yanıtı, BAE’nin ileri görüşlü vizyonu ve bu modelin arkasındaki büyük hedefidir. BAE’nin yapay zekâdaki ilerlemesi, bu alandaki başarının yalnızca maddi kaynaklara ya da teknik mirasa değil; vizyon, strateji ve kapsayıcılığa dayandığını göstermiştir.
Yine de birçok insanın aklındaki soru şu: Petrol rezervleriyle tanınan bir ülke, nasıl olur da yeni bir kimlik kazanarak ileri düzey AI teknolojisinde bir güç merkezi haline gelir ve AI devlerini performans açısından geride bırakabilir?
Bu sorunun cevabı tesadüf değil, BAE’nin ileri görüşlü liderliğidir. Kaynak zengini pek çok ülkenin aksine, BAE liderleri erken dönemde bir ülkenin geleceğinin ve gerçek gücünün yalnızca petrole değil; inovasyon, bilgi, entelektüel sermaye ve teknolojik ilerlemeye bağlı olduğunu fark etti.
Hızla değişen dünyada rekabetçi kalabilmek için, geleceğin sektörlerine yatırım yapılması gerektiğini anladılar ve yapay zekâ bu dönüşümün merkezinde yer aldı. Bu vizyonla ülke, yalnızca yapay zekâ teknolojilerini benimsemekle kalmayıp, küresel AI sahnesinde liderlik pozisyonuna ulaşmak adına cesur adımlar attı.
2017 yılında BAE, dünyada bir ilke imza atarak Yapay Zekâ Bakanlığı’nı kurdu ve ilk AI bakanını atadı.[7] Bu adım sembolik değil, derinlemesine stratejikti; AI’nin uzun vadeli vizyonun merkezinde yer alacağının bir işaretiydi.
Kısa süre sonra, ülke 2031 Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi’ni açıkladı. Bu, sağlık ve eğitimden güvenlik ve ekonomik gelişime kadar kilit sektörlerde yapay zekânın entegre edilmesini hedefleyen kapsamlı bir yol haritasıydı.[8] Bu strateji ile BAE, birçok ülkede olduğu gibi dağınık politika süreçlerinden ziyade, AI yönetişimini karar alma mekanizmalarının en üst seviyelerine dahil ederek, AI uygulamasında bütüncül ve stratejik bir yaklaşım benimsedi.
BAE ayrıca, bu vizyonu hayata geçirmek ve AI benimsenmesinin yalnızca bir politika belgesi olarak kalmamasını sağlamak amacıyla bakanlıklarda ve federal kurumlarda Yapay Zekâ İcra Kurulu Başkanı (CEO) pozisyonları oluşturdu.[9] Bu sıra dışı ama son derece etkili yaklaşım sayesinde AI, yalnızca özel sektörde konuşulan bir konu değil, devlet hizmetleri ve politikalarının tasarımında aktif bir rol oynayan bir yapı haline geldi.
AI’nin dönüştürücü potansiyelinden tam anlamıyla yararlanmak adına BAE, Yapay Zekâ Konseyi’ni de kurdu. Bu konseyin görevleri arasında AI politikalarının geliştirilmesi, araştırmaların teşvik edilmesi ve kamu-özel sektör ile uluslararası iş birliklerinin kurulması yer alıyor.[10]
AI’nin tüm potansiyelini açığa çıkarmak kolay değildir. Pek çok ülke dış uzmanlara bağımlı kalırken, BAE farklı bir yola gitti. Gerçek liderliğin yerli yetenek temeline dayanması gerektiğini kabul eden ülke, yapay zekâ eğitimi ve araştırmalarına stratejik yatırımlar yaptı. Bu, hatta ABD ve Çin gibi AI devlerinin bile sık sık zorlandığı, dış yeteneklere bağımlı olduğu bir alandır.
2019’da, dünyanın yalnızca yapay zekâya odaklanan ilk üniversitesi olan Mohamed bin Zayed Yapay Zekâ Üniversitesi’ni (MBZUAI) kurdu. Bu üniversite, dönüştürücü yapay zekâ teknolojilerinin geliştirilmesini teşvik etmeyi, yeni nesil AI liderlerini güçlendirmeyi ve BAE’yi yapay zekâ araştırmaları ve düşünce liderliği alanında küresel bir merkez hâline getirmeyi hedefliyor.[11]
Bu vizyonu tamamlayan unsur ise Abu Dabi merkezli yerli AI geliştirme holdingi G42’dir. 2018 yılında kurulan G42, AI araştırmalarını sağlık, enerji ve ulusal güvenlik gibi alanlarda gerçek dünyaya uygulamaya dönüştürme amacı taşıyor.[12] Bu kamu-özel iş birliği, BAE’ye büyük bir avantaj sağladı; yapay zekâ çözümlerini birçok ülkenin erişemeyeceği bir hızla geliştirmesini ve uygulamasını mümkün kıldı.
BAE’nin AI liderliğini sağlamlaştırma çabaları burada da durmadı. Yıllar içinde, AI Everything Summit ve Küresel Yapay Zekâ Zirvesi gibi küresel AI zirvelerine ev sahipliği yaptı. Bu platformları bilgi paylaşımı, uluslararası iş birliği ve küresel tartışmaların şekillendiği merkezler haline getirdi.[13] Etik, politika ve sorumluluk üzerine tartışmalara liderlik etti ve küresel AI gündeminin belirleyicisi konumuna geldi. Diğer ülkeler bilinmeyenden korkarken, BAE geleceği yaratma cesaretini gösterenlere ait olduğuna inandı.
Dolayısıyla, BAE’nin AI alanındaki yükselişi bir tesadüf değil; stratejik bir vizyon, cesur yatırımlar ve teknolojik liderliğe olan sarsılmaz bağlılığın bir sonucudur. Pek çok ülke yapay zekânın nasıl entegre edileceğini tartışırken, BAE bunu hayata geçirdi.
Bugün BAE, yapay zekâ devriminin ön saflarında yer almaktadır. AI’nin potansiyelini erkenden fark edip bu hedefi gerçeğe dönüştüren lider ülkelerden biridir ve doğru strateji ile, geçmişi ne olursa olsun, her ülkenin kendini yeniden inşa edebileceğini ve yarının sektörlerine liderlik edebileceğini kanıtlamıştır.
[1] Ben Wodecki. “Inside Falcon: The UAE’s Open Source Model Challenging AI Giants.” Capacity Media. February 5, 2025. https://www.capacitymedia.com/article/2ednrsm6eglrmfzs429ds/long-reads/article-inside-falcon-the-uaes-open-source-model-challenging-ai-giants.
[2] Billy Perrigo. “The UAE Is on a Mission to Become an AI Power.” Time, March 22, 2024. https://time.com/6958369/artificial-intelligence-united-arab-emirates/.
[3] Saha, Rohit, Angeline Yasodhara, Mariia Ponomarenko, and Kyryl Truskovskyi. 2023. “The Practical Guide to LLMs: Falcon.” Medium. August 31, 2023. https://medium.com/georgian-impact-blog/the-practical-guide-to-llms-falcon-d2d43ecf6d2d.
[4] “Falcon 3: UAE’s Technology Innovation Institute Launches World’s Most Powerful Small AI Models That Can Also Be Run on Light Infrastructures, Including Laptops.” 2024. Technology Innovation Institute. December 17, 2024. https://www.tii.ae/news/falcon-3-uaes-technology-innovation-institute-launches-worlds-most-powerful-small-ai-models.
[5] “Falcon LLM vs. Other Language Models: A Comparative Analysis.” BotPenguin. May 14, 2024. https://botpenguin.com/blogs/falcon-llm-vs-other-language-models
[6] Hasan, Suha. 2024. “The Middle East Scores Big in Building Arabic AI Models despite Challenges—What’s Next?” Fast Company Middle East. https://fastcompanyme.com. August 8, 2024. https://doi.org/10c3369/b9b7d4cb412ec452dc997a75f
[7] “How Is AI Regulated in the UAE? What Lawyers Need to Know – TR – Legal Insight MENA.” 2024. Thomson Reuters . June 13, 2024. https://insight.thomsonreuters.com/mena/legal/posts/how-is-ai-regulated-in-the-uae-what-lawyers-need-to-know
[8] “The U.A.E.’S Big Bet on Artificial Intelligence.” 2024. U.S. – U.A.E Business Council. https://usuaebusiness.org/wp-content/uploads/2024/02/SectorUpdate_AIReport_Web.pdf
[9] Emirates News Agency WAM. “UAE Cabinet Approves National Youth Agenda 2031; Introduces ‘Blue Residency’ for Sustainability Experts,” May 15, 2024. https://www.wam.ae/en/article/b35yptd-uae-cabinet-approves-national-youth-agenda-2031
[10] “Artificial Intelligence in Government Policies | the Official Portal of the UAE Government.” n.d. The United Arab Emirates’ Government Portal U.AE. https://u.ae/en/about-the-uae/digital-uae/digital-technology/artificial-intelligence/artificial-intelligence-in-government-policies
[11] “Abu Dhabi Launches First Dedicated AI University (and Consultancy).” Consultancy-Me. October 18, 2019. https://www.consultancy-me.com/news/2413/abu-dhabi-launches-first-dedicated-ai-university-and-consultancy.
[12] Hart, Robert. 2024. “What to Know about G42—the Emirati AI Giant That Just Got a $1.5 Billion Investment from Microsoft.” Forbes, April 16, 2024. https://www.forbes.com/sites/roberthart/2024/04/16/what-to-know-about-g42-the-emirati-ai-giant-that-just-got-a-15-billion-investment-from-microsoft/.
[13] “Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026.” 2025. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026.
“Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026”. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026
-
Avrupa1 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Görüş2 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin