Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Neoliberalizmden sonra Amerika

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, ‘malumu ilam’ yazılarından biri dahadir. Bu makaleyi, diğer ‘neoliberalizmin sonu’ makalelerinden ayrı kılan, neoliberalizm sonrası döneme ilişkin Amerikan siyasetindeki çatlaklara vurgu yapmasıdır. Yazara göre, ‘post-neoliberalizm’ döneminde henüz yeni bir siyasi birlik oluşmadığı gibi, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların verili hali göz önünde bulundurulduğunda, bunun oluşması da pek mümkün görünmemektedir. Neoliberal dönem hakkındaki bazı mitleri de sorgulayan yazar, örneğin son 50 yıldaki ‘ticari serbestleşme’ anlatısının, sadece belli sektörleri kapsadığını, Büyük Teknoloji şirketlerinin fikri mülkiyet ve patent gibi konularda sert bir korumacılıkla dünyaya yayıldığını hatırlatıyor. Yeni dönem yamalı bir bohçayı andırmaktadır. Yazar, bunun bu şekilde devam etmesinin mümkün olup olmadığına ilişkin bir ipucu sunmuyor; ama kapitalist düzende sermaye hiziplerinin ortak/egemen bir ideolojiyi diğer sınıflara dayatamadığı durumlarda, mülk sahibi sınıfların birliğini sağlayacak faşist seçeneklerin gündemde olduğunu da biz hatırlatalım.

Metindeki köşedeki parantezler çevirmene aittir.


Neoliberalizmden sonra Amerika

Julius Krein
The New Statesman
23 Aralık 2023

ABD’nin geleneksel sol ve sağ koalisyonları, savaşmak için kurulmadıkları savaşlarla karşı karşıya.

2016’nın şokları ve Trump başkanlığının kaosuyla karşılaştırıldığında, Biden dönemi normale dönüş gibi görünebilir. Halbuki, medya terbiyesi ve Oval Ofis profesyonelliği bir yana, bu statükoya geri dönüş değil. Gerçekten de Joe Biden, yasama başarıları ve resmi politika açısından, selefinden çok daha büyük bir değişime başkanlık etti.

Donald Trump’ın sağ popülizminin yükselişine damgasını vuran birbiriyle ilişkili iki tarihsel gelişme –neoliberal hegemonyanın sonu ve “tarihin sonu”nun sonu– şimdi kararlı bir şekilde düzenli, merkez sol Beyaz Saray görünümünde kurumsallaşıyor. Yine de Trump, neoliberal konsensüsün devrimci devrilişini temsil ediyorsa, Biden yönetimi, ABD yarı iletken üretimini artırmayı amaçlayan CHIPS ve Bilim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası da dahil olmak üzere önemli (ve bazı durumlarda) partiler üstü yasaların kabul edilmesine rağmen, yeni bir politika düzenine veya seçimlerin yeniden düzenlenmesine yaklaşan hiçbir şeyi konsolide edemedi. Amerikan kültürel ve seçim kutuplaşmaları bunun yerine yeni boyutlar kazandı.  Ve anketler, 2024 seçimlerinin herkes tarafından kazanılabilir olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıktığı varsayılan yeni paradigmanın en yaygın adının ‘post-neoliberalizm’ olarak kalması, yeni bir konsensüs oluşturmanın zorluğunu gösteriyor. Seçimsel, kültürel, entelektüel olarak yeni bir düzeni sağlamlaştırmadaki bu başarısızlığın altında, oligarşik bir toplumun yerleşik partizan çerçeveleri ile yeni bir jeopolitik, iktisadi ve teknolojik rekabet çağının zorlukları arasındaki uçurum var. Hem sol hem de sağ koalisyonlar şimdi savaşmak için kurulmadıkları savaşlarla karşı karşıya ve ikisi de Roosevelt ya da Reagan’ın emrinde çok umut edilen bir ‘yeniden düzenlemeyi’ [realignment] gerçekleştiremedi. Bunun yerine, ABD’nin iktisadi stratejisi, kültürel tartışmalar ve dış politikası, huzursuz bir fetret döneminde sıkışıp kalmış durumda.

Post-neoliberalizmin ne olduğu konusundaki kafa karışıklığı, neoliberalizmin ne olduğuna dair eksik bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Neoliberalizmin savunucuları kadar eleştirmenler de neoliberalizmin kendi ideolojik benlik anlayışını kabul etme eğilimindedir: sermayenin, malların ve emeğin serbest dolaşımı; iktisat politikasını demokratik siyasetten yalıtmak; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vb. Bu nedenle, neoliberal hegemonyanın sona ermesinin, iktisat politikasının belirlenmesinde biraz daha fazla ‘devlet’ ve biraz daha az ‘piyasa’ ya da ekonomist Brad DeLong’un yakın tarihli bir kitabında belirttiği gibi daha fazla ‘Polanyi’ ve daha az ‘Hayek’ anlamına geldiği düşünülüyor. Bu akademik yaklaşım belki entelektüel tarih için uygundur, fakat ileriye dönük devlet müdahalesi için bir yön sağlayamıyor. Neoliberal politikalardan kaynaklanan ekonomik teşvikler ve kurumsal davranışlardaki somut değişiklikleri de yeterince açıklamıyor. Neoliberal yönetişim sadece servet dağılımını değiştirmedi ya da devleti küçültmedi (ikincisi, bu ABD’de hiçbir zaman başarılamadı; sadece kamu projeleri için devlet kapasitesi azaldı). Daha da önemlisi, neoliberalizm belirli servet yaratma biçimlerini teşvik etti ve bunun sonucunda şirket ve yatırımcı davranışlarında ortaya çıkan değişiklikler, neoliberal devrimin tartışmasız en derin ve kalıcı etkileridir.

Herman Mark Schwartz’ın gösterdiği gibi, büyük entegre imalatçıların (Ford, General Motors, General Electric vb.) egemen olduğu 20. yüzyılın ortalarındaki Fordist ekonomide, en kârlı şirketler aynı zamanda en büyük işverenler ve sermaye harcayanlardı. Bununla birlikte, neoliberal dönüşten sonra, fikri mülkiyet ve finansal rantların şirket kârlarının ana itici güçleri haline geldiği ‘yarıklı’ bir ekonomi ortaya çıktı. Yarıklı ekonomide, en kârlı işletmeler –günümüzün önde gelen teknoloji ve finans firmaları– nispeten az sayıda çalışana ve sermaye yatırımı ihtiyacına sahiptir ve çoğunlukla fiziksel üretim ve altyapıyı dışarıya taşere eder.

Bu yarıklı ekonominin inşası, Amerika’nın 1970’lerin krizlerine verdiği yanıttı. Amerikalı entegre üreticilerin artık küresel üretime hakim olamayacağı netleştiğinde, ABD firmaları üretimi giderek daha fazla dışarıya taşere etmeye başladılar ve kendilerini fikri mülkiyet ve finansal rantlar etrafında örgütlediler. Bu değişimler her zaman bilinçli veya kasıtlı değildi ve politikanın ötesindeki faktörler (teknolojik değişim gibi) rol oynadı.

Fakat neoliberalizm esasen bu dönüşümü meşrulaştıran ideolojik cila olarak işlev gördü ve ilgili politika değişiklikleri kritik katalizörlerdi. Örneğin, 1980’lerden Trump yönetimine kadar, ABD ticaret politikası sürekli olarak yerli üretim için tarifeleri ve diğer korumaları azaltmaya çalışırken, fikri mülkiyet korumalarını ve yabancı yatırımcı haklarını güçlendirmeye çalıştı. Antitröst yasasında, ‘dikey kısıtlamalar’ üzerindeki sınırlamalar kademeli olarak zayıflatıldı ve Apple gibi firmaların kârdan aslan payını almalarına ve ürünlerini üretmek zorunda kalmadan dış kaynaklı tedarikçiler ve işgücü üzerinde etkili bir kontrol uygulamalarına izin verdi. Patent yasaları büyük işletmeler için giderek daha elverişli hale geldi ve federal Ar-Ge politikaları, devlet araştırmalarının daha kolay ticarileştirilmesine izin verecek şekilde değiştirildi. Kurumsal yönetişimdeki değişiklikler, kurumsal varlık yöneticilerinin işletme yöneticileri karşısındaki gücünü artırdı. Bu değişiklikler, neoliberal ekonominin yaratılmasında herhangi bir vergi indiriminden daha önemliydi.

Yarıklı ekonomi erken getiriler sağladı, fakat maliyetleri ve çelişkileri külfetli hale geldi. Yüksek yatırımın yüksek ücretlere yol açtığı ve bunun da güçlü talebi tetiklediği Fordizmin erdemli döngüsünün aksine, şirket kârlarının şirket değer zincirlerinin en emek ve sermaye yoğun parçalarından uzaklaştırılması finansallaşmayı, durgunluğu ve artan eşitsizliği besler. Mali dürüstlüğün ideolojik iddialarına rağmen, neoliberal model tüketimi sürdürmek için borca dayanıyor, hanehalkı güvencesizliğini ve sistemik finansal istikrarsızlığı şiddetlendiriyor.

Dahası, üretimin içinin boşaltılması ve sermaye yoğun sanayilerin terk edilmesi, ABD’nin birçok sektörde inovasyon kapasitesini kademeli olarak zayıflattı, Amerika’nın jeo-ekonomik konumunu ve ekonominin bazı üst kademelerini tehdit etti, ayrıca orta sınıfın sürekli erozyonu ve artan bölgesel bölünmelerin neden olduğu iç gerilimler yarattı. ABD firmaları sadece ‘emtia’ üretiminden değil, aynı zamanda bir dizi kritik alanda ileri imalat ve teknolojik liderlikten de vazgeçtiler. Bu noktada, ABD savunma sanayi üssünün ve diğer kritik tedarik zincirlerinin bir kısmı bile jeopolitik rakiplerin üretim kapasitelerine bağımlıdır.

Özetle, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki neoliberalizmle ilgili sorun sadece vergilerin çok düşük olması veya milyarderlerin çok açgözlü olması veya şirketlerin çok ‘küreselci’ olması değil, aynı zamanda neoliberal servet birikimi biçimlerinin dayandıkları iktisadi, politik ve güvenlik koşullarını giderek daha fazla baltalamasıdır. Hem elit hem de popüler seçmenler arasında neoliberal ortodoksinin yeniden düşünülmesini motive eden tam da bu konulardır, yine de bu sorunlar nadiren bu kesin terimlerle tartışılır ve post-neoliberalizm yerleşik bir seçmen kitlesi bulmak için mücadele eder.

Kurumsal teşvikleri yeniden şekillendirmeyi amaçlayan gerçek bir post-neoliberal kalkınma gündemi –yeniden dağıtımdan ziyade ‘dağıtımdan öncesini’ değiştirmek– her iki eski siyasi koalisyona da garip bir şekilde uyuyor. Ahlaki ve sembolik-kimlikçi bir refahçılığı vurgulayan ilerici benlik imgesi, esasen milliyetçi hırslara sahip yeni devlet kapitalizmi kalkınma koalisyonları için çok az alana sahiptir. New Deal’in(*) bu unsurları uzak anılardır. Bu arada muhafazakârlar, onlarca yıldır kendilerine, devletin yalnızca sağın kendi kimliksel taahhütleriyle çarpıtılmış iktisadi ilerlemeyi engelleyebileceği inancını aşıladılar. Sosyal muhafazakârlar, artık neoliberal politikaya gerçekten inanmasalar da, genişletilmiş herhangi bir devlet gücünün yalnızca kendilerine karşı kullanılacağından şüphe duyuyorlar. Her iki partinin bağışçı ve entelektüel ağlarının, ister maddi ister idealist nedenlerle olsun, neoliberal düzenlemelere bağlı kalan önemli hizipleri, elbette bu bölünmeleri keskinleştirmeye hevesli.

Bu nedenle, jenerik bir ‘neoliberalizm’e yönelik partiler üstü hoşnutsuzluk, hızla yerleşik partizan pozisyonlarında kristalleşme eğilimindedir. Bu tartışmalar birazcık değişti: Sosyal güvenliğin özelleştirilmesi ve Obamacare’in yürürlükten kaldırılması konusundaki eski savaşlar, Trump’ın Cumhuriyetçilerin haklara karşı savaşında barış ilan etmesinden sonra (hâlâ ara sıra meydana gelse de) soldu. Genel olarak harcama savaşları, parti liderliği tarafından son dakikada önlenen bir federal hükümet kapanması üzerine son Cumhuriyetçi Özgürlük Grubu gerilim savaşlarında görüldüğü gibi, giderek daha saçma hale geldi. Bunun yerine, her iki taraf da görünüşte paylaşılan iktisadi kaygıları kutuplaştırıcı yönlere itmeye yatırım yapıyor: ilericiler ırksallaştırılmış eşitsizliğe odaklanırken, muhafazakarlar ‘duyarcı [woke] sermayeyi’ ve kültürel elitizmi kınıyor; yerinden edilmiş Appalachian kömür madencileri, güvencesiz kentsel hizmet işçilerine, Rust Belt fabrika işçilerine karşı öğrenci kredisi borçluları ile karşı karşıya geliyor. Post-neoliberal enerjiler böylece kültür savaşı mecazlarına indirgenirken, yarıklı ekonominin iniş çıkışlarını çevreleyen potansiyel olarak birleştirici endişeler susturuluyor.

Öte yandan, hem ilericiler hem de muhafazakârlar, temel bir neoliberal ya da en azından neoklasik varsayıma bağlılıklarını sürdürüyorlar: ‘piyasa’ ve ‘devlet’ gibi soyut kavramların iç içe geçmekten ziyade doğası gereği karşıt olduğu ve amacın karşılıklı olarak birbirini güçlendiren güçleri uyumlu hale getirmekten ziyade karşıt güçleri dengelemek olduğu. Zengin bir ulusal kalkınmacılık geleneğine rağmen –Alexander Hamilton, Henry Clay ve Abraham Lincoln’ün ‘Amerikan Sistemi’ ve her iki Roosevelt’in daha sonraki çabaları– Amerikalılar bir süredir ulusal ekonomik kalkınma hakkında çok derin düşünmek zorunda kalmadılar ve bu tür yaklaşımlar için ortak bir kavramsal çerçeveden veya bunları uygulamak için sağlam bir aygıttan yoksundurlar. Bu konular büyük ölçüde teknokratik aldatmacalarla sınırlıyken, kamusal söylem, aşırı parçalanmış medya ortamımızda olduğu ölçüde, neredeyse yalnızca kültür savaşları ve kişilik kültleri etrafında dönüyor.

Bu nedenle, son zamanlardaki neoliberalizmden politika sapmaları, bu mevzuatın etkileri önemli olsa da, henüz yeni bir entelektüel fikir birliğini temsil etmiyor ve yakın bir seçim düzenlemesinin habercisi değil. Bunlar daha ziyade, mevcut partizan koalisyonlarının (ulusal güvenlik, çevrecilik) eski ahlaki-ideolojik taahhütlerinin görevdeki endüstri lobileriyle (yarı iletkenler, üniversiteler, otomobil üreticileri) uyumlu hale geldiği kendine özgü vakalardır. Nihayetinde daha büyük bir yapbozun parçaları olarak görülebilirler, fakat bu noktada bu yapboz resminin ne olduğu veya nasıl bir araya getirileceği konusunda fikir birliği yoktur. Daha fazla yasama ivmesi, en azından 2024 seçimlerine kadar durdu.

Dış politika alanında da kafa karışıklığı hüküm sürüyor (bu noktada dış politika ile iktisat politikası arasındaki herhangi bir ayrım giderek daha yapay hale geliyor). ‘Tarihin sonu’ sona erdi: Çin, satın alma gücü paritesi açısından dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi ve dünyanın çoğu ile önde gelen ticaret ortağı, bazı alanlarda Batı ile yakın bir teknolojik rakip ve bir dizi kritik tedarik zincirinde baskın oyuncu haline gelme sürecinde. Pekin, Batı’nın siyasi liberalleşme beklentilerine (eğer tam tersi yönde ilerlemiyorsa) meydan okurken, kendi küresel etki alanını inşa etti. Pax Americana için devam eden umutlar, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesi ve jeopolitik ve jeo-ekonomik blokların yeniden örgütlenmesini hızlandırmasıyla suya düştü. 2016’da Trump’ın Çin’e karşı şahinliği olağandışıydı; bugün, partiler üstü anlaşmanın olduğu birkaç alandan biridir.

Yine de, birkaç yıl öncesinin geleneksel bilgeliğinden böylesine kesin bir kopuş, büyük ölçüde dış olaylar tarafından Amerikan zihnine dayatılmış, mutlaka ileriye dönük bir fikir birliği gündemine dönüşmez. Rusya, Soğuk Savaş anılarını ve ittifaklarını yeniden canlandırırken, Çin Soğuk Savaş kategorizasyonuna direniyor. İktisadi ve politik özgürlüğün temel birliğine inanmak üzere eğitilmiş Amerikalılar için, Amerika’nın sözde komünist, sıkı bir şekilde otoriter ve etkili bir şekilde kapitalist rakibi bir kuruntu ve bir muamma olarak görünüyor.

Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Çin, onlarca yıllık bilinçli entegrasyondan sonra ABD tedarik zincirlerine, kurumsal değer zincirlerine, finansal ağlara, üniversite araştırma sistemlerine ve ötesine derinden gömülüdür. Çin pazarlarını veya tedarik zincirlerini korumak için olsun, çoğu endüstri lobisi ABD’nin Çin’i kızdırabilecek herhangi bir eylemine karşı çıkıyor. Pekin ayrıca finans gibi güçlü sektörleri stratejik olarak geliştirdi. Her ne kadar kurumsal Amerika son yıllarda Çin’e olan hevesini biraz kaybetmiş olsa da –birçok Batılı ‘ortak’ kendilerini zorla teknoloji transferlerine maruz kalmış, ülke pazarlarının dışına itilmiş veya daha da kötüsü, Çin kendi ulusal şampiyonlarını geliştirdikten sonra– Amerikan büyük şirketleri hala Xi Jinping’in DC’deki en önemli müttefiki. Yine de, Amerika’nın son büyük ekonomik rakibi Japonya’nın aksine, Çin, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında değil ve açıkça çatışan dış politika hırsları peşinde koşuyor. Bu nedenle, 1985 Plaza Anlaşması(**) çizgisinde büyük bir yapılanma imkansız görünüyor.

İki ülke içindeki ve arasındaki şirket-hükümet ilişkilerinin asimetrik doğası daha fazla karmaşıklık yaratıyor. Şirket lobileri, ABD siyasetinde, devletin partiyle birlikte Çin kurumsal sektörü üzerinde etkili bir kontrol uyguladığı Çin’de olduğundan çok daha güçlü güçlerdir. Bu nedenle, ABD’li şirket aktörleri Çin Komünist Partisi’nden gerçekten korkuyor gibi görünüyor, Çin politikasını kamuoyu önünde nadiren eleştiriyor ve çoğu zaman kendilerini Pekin’e sevdirmek için oldukça görünür çabalar sarf ediyorlar. Buna karşılık, kurumsal Amerika, Washington’dan az ya da çok koşulsuz sübvansiyon talep ederken, ABD’nin ulusal çıkarlarını destekleme yükümlülüğünden açıkça kaçınıyor gibi görünüyor. Şirketleri bir dizi ABD devlet sübvansiyonu ve sözleşmesinden yararlanmaya devam eden ve SpaceX’i şu anda belki de Amerika’nın en başarılı ve beğenilen havacılık şirketi olan Elon Musk, kısa süre önce Çin’in ‘temel sosyalist değerlerine’ sadakat sözü verdi. Musk’ın Tesla’sı, elbette, Çin tedarik zincirlerine, sübvansiyonlarına ve nihai pazarlara yoğun bir şekilde tabi.

Benzer şekilde, Intel ve diğer yarı iletken şirketleri, CHIPS Yasası aracılığıyla milyarlarca sübvansiyon sağladıktan sonra, Çin’deki yarı iletken yatırımları üzerindeki ihracat kontrollerine ve kısıtlamalarına karşı lobi yaptılar. Nike ve diğer giyim şirketleri, Şincan’da Uygurların zorla çalıştırılması kullanılarak üretilen malların satışını engelleme çabalarına karşı lobi bile yaptı. Hollywood’dan NBA’e kadar eğlence şirketleri, Çinli yetkililerin hoşnutsuzluğunu önlemek için önleyici otosansür uyguladılar. Bu konulardan bazılarının politika özü karmaşık olabilir, fakat algılar basittir. Ulusal güvenlik tartışmaları ihracat kontrolleri ve oldukça naif bir ‘ayrışma’ kavramı etrafında dönerken, kurumsal diz çökme, ABD’nin kararlılığının sınırlarını ve ABD’nin iktisadi bağımlılığının kapsamını açıkça göstermektedir.

Biden yönetimi, ABD ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın bu yılın başlarında yaptığı önemli bir konuşmada dile getirdiği gibi, ‘küçük avlu, yüksek çit’ uzlaşı pozisyonunu izlemeye çalıştı. Bu tuhaf konuşma şekli, ulusal güvenlikle ilgili teknolojiler konusunda katı bir çizgi ve diğer her şeye daha rahat bir yaklaşım anlamına geliyor gibi görünüyor. Fakat çift kullanımlı teknolojiler çağında ve görünüşte düşük kaliteli üretimin (kritik mineral işleme gibi) hakimiyeti stratejik tedarik zincirlerini güvence altına alabildiğinde, bu tür retorik gelişmeler kimseyi tatmin etmiyor.

Teoride, uluslar rakiplerini ideolojik olarak gayri meşrulaştırmaya çalışmadan ekonomik ve teknolojik rekabete girebilirler. Ancak, ulusal çıkarların yavan takibi, kültür savaşı ahlakçılığına batmış Amerikan seçkinlerine doğal gelmiyor, bu nedenle Soğuk Savaş’ın ‘demokrasi’ ve ‘tiranlık’ arasındaki ikilemini yeniden canlandırma çabaları yoğunlaştı. Muhafazakârlar, izleyicilere Çin’in resmi olarak komünist olduğunu hatırlatmaktan zevk alıyorlar ve aynı zamanda Komünist Parti ‘rejiminden’ nefret ederken Çin ‘halkına’ saygı duyma konusundaki teröre karşı savaş söylemini yeniden canlandırdılar. Yine de, Cumhuriyetçilerin şirket lobilerine boyun eğmesi ve partinin tedarik zinciri bağımlılıklarını veya aşınan bir savunma sanayi tabanını ele alma konusundaki genel isteksizliği (bazı önemli istisnalara rağmen) ile birleştiğinde, sağın sembolik şahinliği temelde ciddiyetsiz görünüyor.

Bu arada ilericiler, liberal demokrasinin (sosyal olarak) ‘liberal’ kısmını giderek daha fazla vurguladılar ve iç siyasi tartışmaları dış politika alanına genişlettiler. Bu anlatı, anakronik anti-komünizmden biraz daha sağlamdır, çünkü Çin ve Rusya bazı yönlerden bu noktada ‘komünist’ olduklarından daha sosyal olarak muhafazakârdırlar. Bununla birlikte, Ross Douthat’ın New York Times’ta gözlemlediği gibi, sorun şudur: “Bu stratejiyi sürekli olarak iç siyasi rakiplerinizle olan çatışmanıza bağlarsanız, demokrasi yanlısı büyük bir strateji için sürekli partiler üstü destek toplayamazsınız. Ya da bu konuda, onu sürekli olarak yalnızca kendi siyasi koalisyonunuzun alanı olan değerlere bağlıyorsanız. Demokrasiyi basitçe sosyal liberalizm veya ilerlemecilikle eşitleyen büyük bir strateji, Cumhuriyetçilerden asla sürekli destek almayacak ve her zaman bir sonraki seçim döngüsüne rehin kalacaktır.”

‘Demokrasi’yi oldukça dar görüşlü Batı kültürel adetleri çizgisinde tanımlamak, Çin’i ‘çevrelemek’ için ittifaklar kurmayı daha da zorlaştırabilir ve Modi’nin Hindistan’ına, Erdoğan’ın Türkiye’sine, AMLO’nun Meksika’sına, Ortadoğu monarşilerine veya Vietnam Komünist Partisi’ne hitap etmesi pek olası görünmüyor. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Çin, ideolojik komünizmi küresel siyasi etkinin bir vektörü olarak desteklemiyor. Tam tersine Pekin, iktisadi yardımı liberalleşme ve demokratikleşmeye bağlayan Batılı programların aksine, diğer ülkelerin iç politikalarına ilgi duymadığını potansiyel iktisadi ve dış politika ortaklarına bir hoşa giden özellik olarak sık sık ilan ediyor. Amerikalılar, gelişmekte olan ülkelerin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra ‘bağlantısız’ pozisyonlar belirleme konusundaki bariz arzusuna şaşırdılar; fakat şaşırmamalılar.

Son zamanlarda, Amerikan medyası Çin’in büyüme modelinin belirgin düşüşüne odaklandı. Kuşkusuz, büyük bir iktisadi çöküş, özellikle de Komünist Parti üzerinde siyasi baskı yarattıysa, Amerika Birleşik Devletleri’nde hoş bir haber olacaktır. Fakat bu anlatı çok basit olabilir. Çin’in gelişmiş imalat sanayileri nispeten iyi durumda; örneğin Çin son zamanlarda dünyanın en büyük otomobil ihracatçısı haline geldi ve yarı iletkenler konusunda şaşırtıcı bir ilerleme kaydetti. Ülkenin büyümeyi ve istihdamı teşvik etmek için kullanılan kaldıraçlı emlak sektörleri, ülke içindeki ve dışındaki analistler tarafından uzun süredir tartışılan bir konudur. ‘Made in China 2025’ gibi girişimler doğrultusunda, Çinli yetkililer ülkeyi borca dayalı inşaattan vazgeçirirken gelişmiş üretim inşa etmeye niyetli görünüyorlar. Çin liderliğinin bu geçişi başarılı bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği açık bir soru olmaya devam ediyor, fakat Çin’in stratejik tedarik zincirlerine hakim olma stratejisi bozulmadan kalıyor.

Buna karşılık, Çin ile rekabet ABD siyasetinde birleştirici bir tema olsa da, iç kültür savaşında bir sopa olarak sıklıkla kullanılıyor. Bu kavgalar ile ikircikli (en iyi ihtimalle) bir kurumsal sektör arasında, ABD-Çin ilişkileri için bir uzlaşma stratejisi gibi bir şey ortaya çıkmadı.

Amerika’nın iktisadi ve dış politika karmaşasının ardında, partizan yönelim ve hırstaki daha büyük değişimler var. Onlarca yıl süren neoliberal depolitizasyondan sonra, demokratik siyasetin doğası hakkındaki temel varsayımlar –amacın, kamu yararı için tutarlı bir politika gündemi uygulamak için hükümet gücünü kullanmak amacıyla büyük çoğunluklar oluşturmak olduğu– artık geçerli görünmüyor.

Tarihçi Charles S Maier’in yakınlarda yayımlanan The Project-State and Its Rivals: A New History of the Twentieth and Twenty-First Centuries’i [Proje-Devleti ve Rakipleri: Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyılların Yeni Bir Tarihi] Soğuk Savaş’ın sonunda tartışılmaz görünen (neo)liberal konsensüsün çöküşünü analiz etme girişimi. Kitabın güncel siyaseti ele alışının kusurlu olduğunu iddia ediyorum, ancak Maier’in ‘proje devleti’ kavramı yine de aydınlatıcı. 20. yüzyılın deneyimlerine dayanarak, aktivist devletleri ve görkemli ideolojileri ile, partizan çatışmasının rakip ideolojik projelerden veya politika gündemlerinden kaynaklandığını düşünme eğilimindeyiz. Fakat bugün Amerikan siyasetindeki temel soru, hangi rakip politika vizyonunun zafer kazanacağı değil, herhangi bir siyasi projenin mümkün olup olmadığı veya arzu edilir olup olmadığı; sağ, sol veya merkez bir tane bile sunabilecek kapasitede olup olmadığıdır.

Sağ, Cumhuriyetçi Parti’nin son iki seçim döngüsünde bir politika platformu ortaya koyamamasının ve sadece bir Meclis başkanı seçmede karşılaşılan zorlukların kanıtladığı gibi, olumlu bir projeye sahip olma iddiasını esasen terk etti. Muhafazakâr bağışçılar, parti muhalif bir güç olarak işlev görebildiği, Demokratik girişimleri engellediği ve vergileri düşük tuttuğu sürece memnun görünüyor. Bu arada sağcı medya, entelektüeller ve seçmenler, eğlendikleri sürece mutlu görünüyorlar ve sembolik onaylama ve mem [meme] üretimi dışında adaylardan çok az beklentileri var.

Cumhuriyetçilerin politikadan geri çekilmesi, kısmen George W. Bush yönetiminin felaketlerinin bir sonucudur. Donald Trump’ın 2016’da kanıtladığı gibi, bu muhafazakâr ‘müesses nizam’, Cumhuriyetçi seçmenler arasında bile haklı olarak gözden düşmüştü ve politika aygıtı körelmeye devam etti. Birçok muhafazakâr uzman ve entelektüel, Trump’ın seçilmesinden sonra partiyi fiilen terk etti.

Daha az belirgin, ancak belki de daha temel olanı, 20. yüzyıl sosyal muhafazakârlığının olumlu bir siyasi proje olarak çöküşü olmuştur. Yüksek Mahkeme’nin 2022’de Roe vs Wade’i(***) bozarak federal kürtaj hakkını sona erdirmesi, önceki neslin 50 yıl önce başlayan projesinin doruk noktasıydı. Fakat sonrası, yalnızca hareket muhafazakârlığının bu kolunun tükenişini ortaya çıkardı. Roe’nun üst mahkemede bozulmasından bu yana, ‘koyu kırmızı’ eyaletlerdeki çok sayıda girişim de dahil olmak üzere, kürtajı kısıtlamaya yönelik her oylama önlemi başarısız oldu. Bilakis, ‘yaşam yanlısı’ hareket artık ulusal politikada çok daha az görünür; Roe sonrası bir an için ciddi bir seçim gündemi ortaya koymaya çalışmadı ve Cumhuriyetçi politikacılar için bir utanç kaynağı haline geldi.

Amerikan kültürü sola kaydıkça ve neoliberalizm altında aile oluşumu yere çakıldıkça, Hıristiyan gelenekçiliği hem bir ideoloji hem de bir yaşam biçimi olarak marjinalleştirildi. Mike Pence’in batan başkanlık kampanyasına atıfta bulunan yakın tarihli bir New York Times manşetinde söylendiği gibi, bu tür ‘eski tarz muhafazakârlık’ ‘azalan bir sürüyü’ temsil ediyor. Bugün, coşkuyla İncil’i vaaz eden evanjelistlerden ziyade ilericilerin, halkın katı bir ahlaki ortodoksiye bağlı kalmasını talep etme, yeni eğitim müfredatı, konuşma kodları ve sivil gözlemler için baskı yapma olasılığı daha yüksektir. Bu arada, küçülen bir seçmen ve entelektüel tabana sahip olan sosyal muhafazakârlar, tipik olarak, 20. yüzyıl kültür savaşının tutumlarının keskin bir tersine çevrilmesi olan alışılmadık yaşam biçimleri için muafiyet ve hoşgörü arayanlardır.

Bütüne bakıldığında, bugün Amerika’da politik olarak bağlantılı sosyal muhafazakârlık, 1980’lerin ahlaki çoğunluk ahlakından uzaklaştı ve yorumcu Matthew Walther’ın patavatsız spor web sitesi Barstool Sports’a atıfla ‘Barstool muhafazakârlığı’ olarak adlandırdığı bir tür ahlaki kayıtsızlığa doğru sürüklendi. Barstool muhafazakârları, ‘duyarcı’ siyasi doğruculuğa, çevresel kısıtlamalara, Covid kısıtlamalarına ve benzerlerine içerliyor. Fakat kürtajı yasaklamak, okul duasını geri getirmek veya bir Hıristiyan meydanını restore etmekle pek ilgilenmiyorlar. Bazen ‘ahali liberteryenleri’ [folk libertarians] olarak adlandırılırlar, fakat ezoterik piyasa teorisine veya politika deneylerine ya da refah devletini ortadan kaldırmaya veya mali kemer sıkmaya çok az ilgi duyarlar. Klişeye göre, en azından, esas olarak ‘iptal edilme’ korkusu olmadan ızgara yapmak, porno izlemek, spor bahisleri yapmak, video oyunları oynamak ve şakalar yapmak istiyorlar. İlerlemeciliğin görece popüler olmamasına bağlı olarak, Barstool muhafazakârlığı bir seçim gücü olabilir, fakat herhangi bir siyasi proje değildir.

Bu açıdan bakıldığında Trump, Evanjelik ‘Hıristiyan milliyetçiliğinin’ ya da neo-pagan etno-milliyetçiliğin avatarı değildir. Başkanlığı, Cumhuriyetçi Parti’de ciddi bir ‘Yeni Sağ’ ekonomik gündeminin doğuşunu da müjdelemedi. Eleştirmenlerini rahatlatacak ve ideolojik destekçilerini üzecek şekilde, Trump hiçbir zaman siyasi bir projeyi gerçekleştirmedi ve bir projeye tutarlı bir ilgi göstermedi. Kaos ve araçsal rasyonalitenin bariz eksikliği, tweetler, normların çiğnenmesi, eğlence gösterisi, çekiciliğinin ve hırsının özüydü ve öyle olmaya devam ediyor.

Buna karşın sol hâlâ proje odaklıdır, fakat bir proje devletinden ziyade bir proje-STK’ya odaklanmış gibi görünmektedir ve büyük demokratik çoğunluklar oluşturmaya çok az ilgi göstermektedir. Justin H. Vassallo’nun belirttiği gibi, ilerici sol ne seçilmiş Demokratlar için ‘kurnaz bir koalisyon ortağı’ ne de ‘güvenilir, bağımsız bir siyasi güç’; bu da ‘Bidenomics’ ve diğer gündem maddelerinin potansiyel çekiciliğini sınırlıyor. Başlıca çevrecilik ve (tek kelimeyle) ‘duyarcılık’ projeleri, yeni bir ulusal projenin temelleri olarak hizmet etmek şöyle dursun, genellikle herhangi bir geniş tabanlı fikir birliğinin oluşumunu baltalama işlevi görür. Bu nedenle, Cumhuriyetçi Parti’nin kasvetli ve bölünmüş durumuna rağmen, Demokratlar Cumhuriyetçi bir Meclis ve belirsiz seçim beklentileriyle karşı karşıya.

İlerici çevrecilik –iklim değişikliğinin en endişe verici yorumunu varsaysak bile– çok sayıda ve görünüşte kendi kendine empoze edilen kör noktalardan muzdariptir. Günlük yaşamları altüst etmeye odaklanıyor –örneğin yakın zamanda gaz sobalarına karşı bir haçlı seferi başlattı– en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde milyarder bağışçıların devasa mülklerinden ve özel jetlerinden neredeyse hiç bahsetmiyor. Neredeyse tamamen fosil yakıtları, yerli sanayileri ve destekledikleri bölgesel ekonomileri cezalandırmaya odaklanırken, çoğunlukla ticaret odaklı çevresel arbitraj ve kirlilik offshoring’ini görmezden geliyor. Bu bariz sınıfsal ve bölgeci önyargılar, temiz enerji projeleri de dahil olmak üzere hemen hemen her yeni inşaata karşı kavgacı muhalefeti gibi, kendi ilan ettiği aciliyetin altını oyuyor. Sierra Club gibi çevre grupları genellikle yeni güneş ve rüzgar alanlarının ve pil üretim tesislerinin en şiddetli muhalifleridir. Bazı ‘arz yönlü ilericiler’ son zamanlarda bunu düzeltmek için reforma izin vermekle ilgilendiler, fakat küçülme [de-growth] ideolojisine batmış bir hareketi yeniden yönlendirmek kolay bir iş değil.

Şüphesiz, çevre lobisinin Enflasyonu Düşürme Yasası’nda görüldüğü gibi ulusal sanayi politikasının ön saflarına sıçraması, daha önce küresel anlaşmaları, ulusötesi düzenlemeleri ve finansallaştırılmış karbon ticaretini vurgulayan bir hareket için bazı yönlerden şaşırtıcı bir değişimdir. Bu neoliberal yaklaşımlar son yıllarda yeşil davayı açıkça başarısızlığa uğratmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük yayıcısı olan Çin’in kendisini çok kutuplu bir dünyada bağımsız bir kutup olarak kurması nedeniyle umutsuz görünüyorlar. Bununla birlikte, taktiklerdeki değişime rağmen, Amerikan çevreciliği, arketipik neoliberal seçmenlerin –STK’lar, çokuluslu şirketler, şirketler ve teknokrat uzmanların– ötesine geçmekle mücadele etti. O, her aşamada, gerçek bir ulusal seferberlik projesine dönüşmeye direndi, bunun yerine üst sınıf, beyaz yakalı tabanı için ahlaki doğrulama ve mali teşvikler sunarken, diğer herkesten kemer sıkma talep etti.

İlericilerin diğer büyük projesi, ‘duyarcılık’, belki de daha da kutuplaştırıcıdır. O da bir başarısızlığa tepkidir. Martin Luther King Jr ve sivil haklar hareketinden sonra hüküm süren ‘renk körü’ ırksal entegrasyon fikir birliği, her ne sebeple olursa olsun, kazanç, servet, eğitim kazanımı, hapsedilme ve diğer ölçütlerdeki önemli ırksal eşitsizliklerin üstesinden gelmedi. İlericiler, pozitif ayrımcılık lehine renk körlüğünü reddeden yeni bir ‘ırkçılık karşıtlığı’nın yanı sıra yeni ulusal tarihler, tatiller, konuşma kodları, okul müfredatı ve benzerlerini benimseyerek yanıt verdiler. Bununla birlikte, bu hareketin öncüllerine katılsın ya da katılmasın, sivil haklar hareketinin sonunda inşa ettiği türden bir ulusal fikir birliğinin temelini oluşturması pek olası görünmüyor.

En başta, duyar siyaseti, içsel olarak kendini yok eden bir şekilde, çoğunluk karşıtı görünüyor. Mağdur azınlık kimliklerini onaylamaya ve bu temelde sembolik ve maddi tavizler vermeye çalışıyor ve çoğunluğu fiilen ezen olarak bırakıyor. Daha somut olarak, koalisyon ortaklarından ziyade ‘müttefikler’ arıyor ve pragmatik politika yerine ahlaki mutlakiyetçiliği vurguluyor. Renk körü entegrasyon, teoride nihai bir hedef ortaya koyabilirken, duyarcı aktivistler genellikle Amerikan ırkçılığının doğal ve telafi edilemez olduğunu öne sürerek, politika reçetelerinin toplumsal dönüşümden çok kişisel kefarete yönelik olduğunu ima ediyor.

Bu nedenle, seçkin kurumlardaki önemli ilerlemelere, önemli bağış toplamalarına ve 2020’deki büyük Black Lives Matter protestolarına rağmen, duyarcı politika başarıları ihmal edilebilir ve hareket sönüyor gibi görünüyor. ‘Polisin finansmanını azaltmak’ gibi birkaç somut politik atılım, bölge savcısını (ve ayrı olarak okul yönetim kurulu üyelerini) geri çağıran San Francisco gibi ultra ilerici şehirler de dahil olmak üzere, tepki yaratmada muhtemelen başarılı oldu. Duyarcılık karşıtı savaş narası, kırılgan sağı bir arada tutan birkaç şeyden biridir ve seçkin üniversitelerde antisemitik konuşmalar konusundaki son tartışmalar, ‘duyarcı’ kurumlara muhalefetin siyasi sağın çok ötesindeki seçmenleri kapsayacak şekilde genişlediğini göstermektedir.

Amerikan muhafazakârlığı her türlü siyasi sorumluluk duygusunu ve bununla birlikte olumlu siyasi projeler geliştirme kapasitesini terk etmiş gibi görünse de, ilericiler demokratik koalisyon inşasını engelleyen bir ahlaki coşku dalgasından, rahatına düşkün bir aşırı ahlakçılıktan muzdariptir. Demokrat senatör Chris Murphy kısa süre önce, tamamen bilimsel olmasa da, açıklayıcı bir Twitter anketinde, ilericilerin, iktisadi gündemler etrafında daha büyük bir koalisyon kurmak için bazı kültürel taahhütlerini ılımlı hale getirmeleri gerekip gerekmediğini sordu. Yanıt son derece olumsuzdu. Ve soruyu tersine çevirmenin –daha büyük bir kültürel koalisyonu güvence altına almak için iktisat politikasını ılımlı hale getirmenin– benzer sonuçlar vereceğinden şüpheleniliyor. Gerçek bir anket olmasa da, politik bir projeyi uygulamak için belirleyici bir çoğunluk oluşturma hırsının artık demokratik siyasetin canlandırıcı dürtüsü olmadığına dair elle tutulur bir his yakalıyor.

Nihayetinde, Soğuk Savaş sonrası konsensüsün çöküşü, en iyi şekilde, neoliberalizmin siyasi bir proje olarak çöküşü olarak anlaşılabilir. Neoliberal bir toplum inşa etme fikri kendi şartlarında başarısız oldu ve artık uygulanabilir değil: başka bir vergi indiriminin büyümeyi hızlandıracağına veya başka bir ticaret anlaşmasının Çin’i demokratikleştireceğine veya yeni bir karbon kredisi planının iklim değişikliğini sona erdireceğine inanmak artık makul değil. Fakat bu, yeni bir konsensüsün eskisinin yerini aldığı anlamına gelmez, sadece tüm siyasi projelerin eşit derecede mantıksız göründüğü anlamına gelir. Gerçekten de, programatik neoliberal projenin terk edilmesi, neoliberal içgüdünün nihai zaferini temsil edebilir: herhangi bir ortak projenin yokluğunda, siyaset kolektif özyönetimden ziyade tamamen bireysel bir kendini gerçekleştirme süreci olarak kavramsallaştırılır – kişisel zenginleşme, kişisel kefaret ve hatta kişisel eğlence yoluyla.

Bu anlamda, yeni bir post-neoliberal konsensüs oluşturmak için gerekli koşullar yerine getirilmemiş gibi görünüyor. Eski parti aparatçiklerinin unvan değiştirdiği ancak iktidarı elinde tuttuğu komünizm sonrası bir geçişte olduğu gibi, resmi politikadaki neoliberal ortodoksiden sapmalar, siyasi etkinin altında yatan modları ve yapıları –veya çoğu durumda personeli– değiştirmedi. Büyük bağışçılar, yukarıdan aşağıya STK’lar, Büyük Teknoloji platformları ve diğer fikri mülkiyet odaklı şirket lobileri, ABD siyasetindeki baskın güçler olmaya devam ediyor. New Deal döneminin kitle örgütleri yeniden canlanmadı, onların yerini alacak yeni siyasi biçimler ve endüstri koalisyonları ortaya çıkmadı. Seksenlik politikacılar ve bağışçılar hem sağda hem de solda önde gelen oyuncular olmaya devam ediyor.

Öte yandan, ‘post-neoliberalizm’ solcu bir rüyadan Trumpist bir isyana dönüştü ve şimdi liberal bir düzen yönetiminin gündemini şekillendiriyor. Yine de genel eleştiriden önemli bir projeye ve paylaşılan fikir birliğine dönüşebilir. Yeni politika paradigmalarına yönelik iştah, dış olayların ivmesi gibi kalıcı görünüyor. On yıllarca süren neoliberal depolitizasyon, Amerikalıların siyasi eylem ve ulusal olasılık anlayışını çarpıttı, fakat eski ideolojik kategorilerin boşluğu da partiler arası işbirliği ve politika deneyleri için yeni fırsatlar yarattı.

Elli yıl önce, neoliberalizm, Amerika’nın ekonomik hakimiyetini –ve kilit açılardan mistifikasyonu– olarak ortaya çıktı. Bugünün neoliberalizmden uzaklaşması, aynı kaygılarla motive edilmesiyle, benzer şekilde, tam bir özbilinç olmadan, mutlaka tutarlı olmayan çeşitli kalıtsal ideolojik kisveler altında ilerleyebilir. Neoliberalizm depolitizasyonu ve dekolektivizasyonu hedeflerken, post-neoliberalizm çok daha fazla ilerlemek için ortak bir yapıcı vizyon gerektirecektir.

Post-neoliberal moment, birbirinden çok farklı iki başkanlık yönetiminde varlığını sürdürdü, fakat hâlâ kendi hareketini ve hatta kendi kendini tanımlamasını arayan bir moment.


(*) New Deal: Franklin D. Roosevelt’in başkanlığı döneminde, 1930’lu yıllarda uygulamaya konan ve ‘Keynesçi refah devleti’nin zirvesi olarak görülen iktisat politikalarına verilen ad. 1929’daki küresel finans krizine tepki olarak, devlet müdahaleciliğine verilen önemli bilinir. (ç.n.)

(**) 1985 Plaza Anlaşması: 22 Eylül 1985 tarihinde Fransa, Batı Almanya, Japonya, ABD ve Birleşik Krallık’ın New York’ta bulunan Plaza Otel’de para piyasalarına müdahale ederek, Japon yeni ve Alman Markı karşısında ABD dolarının değer kaybetmesi için yaptıkları antlaşmadır. Amaç, özellikle Amerikan mallarını Japon malları karşısında ihracat üstünlüğüne sahip kılmaktı. Amerikan korumacılığının zirvelerinden biri olarak görülen Plaza Anlaşması, sanayi-tarım-hizmetler sektöründen oluşan geniş bir dış rekabete karşı korumacı koalisyonun Reagan yönetimine baskısıyla imzalandı. (ç.n.)

(***) Roe v. Wade: Roe v. Wade ile ABD Federal Yüksek Mahkemesi, 14. Maddede işaret edilen mahremiyet hakkının kürtajı temel bir hak olarak koruduğuna karar verdi. Fakat devlet, hamileliğin evresine bağlı olarak kürtaja erişimi düzenleme veya kısıtlama yetkisini elinde tuttu. (ç.n.)

Dünya Basını

Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, savaş sonrası Suriye’de HTŞ’nin selefi cihatçı lideri Colani şahsında şekillenen yeni Sünni popülizmin ideolojik dayanaklarını, toplumsal tabanını ve tarihsel referanslarını mercek altına alıyor. Yazar Malik al-Abdeh’e göre neo-Emevîci retorik, yalnızca bir kimlik siyaseti değil, aynı zamanda yeni rejimin meşruiyet inşasında stratejik bir araç olarak da karşımıza çıkıyor. Bu süreçte, dini sembollerle bezenmiş popülist anlatı, 8 Aralık öncesi Suriye Arap Cumhuriyeti’nin seküler mirasına açıktan bir reddiye niteliği taşıyan yeni bir tarihsel bilinç inşa ediyor. Makale, bu dönüşümü aktarırken, tarihle kurulan bu yeni ilişkinin hem toplumsal aidiyetler hem de siyasal tahayyüller üzerindeki etkilerini sorgulamak için verimli bir zemin sunuyor.


“Suriye’yi Yeniden Büyük Yap”: Savaş Sonrası Suriye’yi Dönüştüren Sünni Popülizm

Malik al-Abdeh
Al Majalla
16 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’nin geçiş dönemi liderine duyduğu aleni hayranlık kimse için şaşırtıcı olmadı. İki lider, güç kavramına, sistemle mücadeleye ve zafer kazanmaya dair karşılıklı bir takdiri paylaşıyor. Riyad’daki görüşmelerinin ardından Trump, Ahmed eş-Şara’yı basına “Genç, etkileyici bir adam. Sert bir tip. Güçlü bir geçmişi var. Çok güçlü geçmiş. Savaşçı” diye tanıtmıştı. Trump ve eş-Şara ayrıca sosyal medya üzerinden kendi seçmen kitleleriyle bağ kurma ve kendilerini halklarının yegâne kurtarıcısı ve savunucusu olarak konumlandırmada dikkate değer bir ortaklığı da paylaşıyorlar.

Eş-Şara’nın IŞİD ve El-Kaideci geçmişinden küresel başkentlerde kabul gören bir devlet başkanına uzanan yolculuğu, sıradan Sünniler nezdinde onun kahraman imajını pekiştirdi. İç savaşta kazanılan zaferin bir tür Sünni gururuna dönüşmesi, savaş zamanının liderine verilen desteğe yansıyor.

The Economist’in 2 Nisan’da yayımlanan ve ülkenin tüm bölgelerinden ve mezhepsel gruplarından 1500 Suriyeli ile yapılan bir anket çalışmasına göre, Suriyelilerin yüzde 81’i eş-Şara yönetimini onaylıyor. Bu oranın, ABD yaptırımlarının kaldırılmasının ardından daha da yükselmiş olması muhtemel.

Ancak çok da uzun sayılmayacak bir zaman önce eş-Şara bu popülaritenin çok uzağındaydı. Cihatçı aşırılıkla fazlasıyla ilişkilendirildiği gerekçesiyle Suriye devriminin ana akımı tarafından kabul görmüyordu. Bugün onun karizması ve siyasi kavrayışına övgüler düzen pek çok televizyon yorumcusu ve sosyal medya fenomeni, bir zamanlar onu en sert şekilde eleştiriyordu.

Elbette, başarı kaçınılmaz olarak destekçileri galip tarafa çeker; dolayısıyla bu türden “fırsatçılıklar”da pek de şaşırtıcı bir yan yok. Fakat burada daha incelikli bir dinamik devreye girdi: Eş-Şara’nın bilinçli şekilde Sünni Arap popülizmine yönelmesi. Batı’da Suriye’ye dönük yaptırımların kaldırılmasına dönük tartışmalarda eş-Şara’nın pragmatizmine yapılan yatırım ve Suriye’nin yeniden inşası pastasından pay koparabilme arzusu göz ardı ediliyor.

Tüm bunlara paralel olarak ise, Suriye içinde farklı bir anlatı güç kazanıyor: Eş-Şara’yı Sünni mahalinde eleştirilemez kılmak için özenle kurgulanmış bir retorik – yani Emevîcilik.

Neo- Emevîcilik

Eş-Şara’nın yakın danışmanları tarafından desteklenen ve kendisine sadık sosyal medya fenomenleri tarafından yaygınlaştırılan bu nostaljik kavram, Suriye’nin Sünni Araplarına onların “yeni Emevîler” olduğunu vaaz ediyor. Hükümet yanlısı medya figürü Musa el-Ömer (X’te 685,000 takipçisi var), 19 Şubat’ta sosyal medya hesabından eş-Şara’nın at sırtında olduğu bir video paylaştı. Videoda çalan şarkının ilk dizesi şöyleydi: “Emevîler altın soyundandır / adları Pers krallarına korku salar / kitaplar onları övmeye yetmez.”

Eş-Şara’nın 26 Şubat’ta Ürdün Kralı II. Abdullah’ı ziyareti sırasında, Heyet-i Tahrir Şam’ın (HTŞ) yönettiği sosyal medya hesaplarında ana slogan “Emevîler Haşimilerle buluşuyor” idi. Hükümet yanlısı din adamı ve ulusal diyalog hazırlık komitesi başkanı Hasan ed-Duğaym, 21 Nisan’da bir grup Hristiyan lidere yaptığı konuşmada yeni devletin onlara “tıpkı Emevîler gibi adil davranacağını” ilan etmişti.

Bu hem gurur okşayan hem de oldukça güçlü bir tarihsel referans: MS 661-750 yılları arasında 89 yıl boyunca Emevî hanedanı, başkenti Şam olan ve Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a, oradan Orta Asya’ya uzanan bir imparatorluğu yönetti. Daha sonra, İspanya’ya yerleşmiş, 275 yıl boyunca da (756–1031) Kurtuba’dan hüküm sürmüşlerdi. Dünyevi ve pragmatik bir hanedan olarak bilinen Emevîler, Bizans idari yapılarını uyarlayıp geliştirmiş, göreli bir hoşgörü sürdürmüş, dönemin IŞİD’i sayılabilecek Haricileri bastırmışlardı.

Emevîler aynı zamanda İslam’ın dördüncü halifesi ve Şiilerin en kutsal figür olarak saydıkları Ali’nin tarihsel düşmanlarıydı. Ali’ye isyan etmiş ve onun soyundan gelenlerle -en meşhuru ikinci Emevî “halifesi” Yezid tarafından Kerbela’da katledilen oğlu Hüseyin ile – savaşmışlardı. Bu tarih, Emevîleri Şii teolojisinde şeytanlaştırılmış bir timsal haline getirir.

Bir de tabii, Emevîler Arap milliyetçisiydi ve uyguladıkları politikalarla sistematik olarak Perslere ayrımcılık uyguluyordu. “İran işgalinden kurtarılmış” bir Arap ülkesinde, Emevîler Esad ve İran’dan geriye kalan ne varsa onu simgeliyordu.

Mezhepsel bir şifrenin ötesi

Emevî referansı, yalnızca mezhepsel bir şifre değil. HTŞ, tarihsel Emevî devletinin mirasına yaptığı atıfla, siyasi projesine pratik bir meşruiyet kazandırmayı ve etkisini Selefi çevrelerin dar sınırlarının ötesindeki Sünni topluluklara yaymayı hedefliyor. Bu strateji, HTŞ’nin radikal İslamcı bir silahlı örgüt olmaktan çıkıp, destekçileri nezdinde etkin yönetim becerisine sahip ve Suriye’ye eski “ihtişamını” kazandıracak iddialı başarılar vaat eden daha “vatansever” bir siyasi yapı olarak görülmesini de sağlıyor.

Sünni fakihlerin ana akım görüşü, Emevîlerin Ali ile olan çekişmesinde hatalı olduğu ve Hüseyin’in katlinin kabul edilemez bir suç teşkil ettiği, fakat ümmetin maslahatının Müslümanların onların liderliğini kabul edip ilerlemesini gerektirdiği yönünde. Antik ve modern tarihçiler ise, Emevîler döneminde seküler çıkarların dini ilkelerin önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Öyle ki Emevîler dini hassasiyetlerden çok etkililiğe öncelik veriyorlardı.

Günümüzde “Benî Ümeyye” tabiri¹, dini bağlılık derecesine bakılmaksızın eş-Şara’yı ve onun hükümetini destekleyen Sünnilerle eş anlamlı kullanılır hâle geldi. Emevîler yalnızca devlet yönetiminde dindarlığı bir kenara bırakmakla kalmamış, istişare (şura) prensibini de terk etmişti. Bu durum, yeni kurulacak Suriye devletinin de benzer şekilde demokratik bir meşruiyetten yoksun, anayasal bir cumhuriyetten ziyade yarı-monarşik bir yapıya benzemesi nedeniyle bilhassa işlevli bir referans sunuyor.

Sünni sokağındaki cazibe

Ne var ki tüm Suriyeliler Emevîciliğe aynı ölçüde coşku duymuyor. Dini azınlıklar bunu bir İslam devleti ile eş anlamlı görürken, Kürtler Arap şovenizminin örtülü şekli olarak yorumluyor. Liberal Sünniler şovenizm, kimi İslamcılar ise Muhammed peygamber ve sahabelerin ideal modelinden bir adım geri çekiliş olarak değerlendiriyor.

Ne var ki HTŞ için Emevîler, antik ile modernin kusursuz bir kimlik sentezini temsil ediyor: İslami ama İslamcı değil, geleneksel ama idealist, hoşgörülü ama gerektiğinde acımasız olabilen, görünüşte dindar ama maddi servet biriktirmeye de açık ve elbette ki “Suriyeli.”

Emevîcilik, ideolojik sembolizm açısından pek de sofistike sayılmaz; fakat ona asıl gücünü belki de popülist sadeliği kazandırıyor. Yeni bir altın çağ vaadi taşıdığı için, savaşın yükünü en ağır şekilde taşımış, bürokratlar, entelektüeller ve azınlıklar tarafından aşağılanmış ve ikinci sınıf muamelesi görmüş geniş bir kesimde teveccüh görüyor. Eş-Şara sayesinde, bu kesimler hem itibar hem de devlet kaynaklarından önemli bir pay elde ediyorlar.

Alabama’daki beyaz işçi sınıfı için kırmızı MAGA [Make America Great Again – Amerikayı Yeniden Büyük Yap] şapkası neyse Halep’in kırsalındaki Sünni bir Arap için bir “Benî Ümeyye” şarkısı odur. Bu, ülkelerinin artık kendilerine ait olduğunu, kontrolü yeniden ele aldıklarını ve “Suriye’yi Yeniden Büyük Yapacaklarını” ilan etme biçimleridir.

Tıpkı Riyad’daki yeni liderleri gibi, artık sahnedeler…


¹ “Benî Ümeyye” (Ümeyye soyundan gelen veya Emevîler), İslam tarihindeki ilk hanedanlık olan Emevîler’in (661–750) kurucu kabilesine verilen isimdir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Yayınlanma

Editörün notu: İtalyan gazeteci, yazar ve çevirmen Thomas Fazi, Avrupa Birliği’nin Rus enerji ithalatını kesme politikasının, yaptırımlar ve Ukrayna’yı destekleme arzusundan kaynaklandığını, ancak Avrupa için yüksek enerji maliyetleri ve sanayisizleşme gibi ekonomik zararlara yol açtığını vurguluyor. Bu politika, ABD LNG’sinin Rus boru hattı gazından daha pahalı ve çevreye daha zararlı olmasına rağmen, Avrupa’ya önemli bir LNG tedarikçisi haline gelen ABD’ye fayda sağlıyor. Unherd portalında kaleme aldığı makalesinde Fazi, AB’nin tutumunun aynı zamanda Rusya ile ilişkilerin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusundan ve ABD’nin ticari çıkarlarından kaynaklandığını, bunun da Avrupa’nın stratejik özerkliğini ve ekonomik rekabet gücünü zayıflattığını ifade ediyor. Rus gazının bariz avantajlarına rağmen, AB liderleri küresel piyasalardan temin edilen daha maliyetli LNG’ye olan bağımlılıklarını artırarak Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarını ve jeopolitik gerilimleri körüklüyor.


Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Amerika kazançlı çıkacak

Thomas Fazi

Unherd

Avrupa Birliği’nin (AB) binlerce yaptırımla adeta kendi ayağına sıkma politikası tüm hızıyla sürüyor. Son üç yılda Avrupa’ya verdiği ekonomik ve endüstriyel zarardan tatmin olmamış görünen Avrupa Komisyonu, bu ayın başlarında, iki yıl içinde tüm Rus enerji ithalatını —doğalgaz, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG), petrol ve nükleer santraller için zenginleştirilmiş uranyum dahil— ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir plan açıkladı.

Güncellenmiş REPowerEU yol haritasının bir parçası olarak Komisyon, 2025 sonuna kadar Rusya’dan spot piyasa doğalgaz ithalatını —şu anda AB gaz alımlarının üçte birini oluşturan mevcut ve yeni sözleşmeler dahil— yasaklama sözü verdi. Ayrıca, 2027 yılına kadar tüm uzun vadeli Rus enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını önerdi.

Ukrayna’daki savaştan önce Rusya, AB’nin gaz ihtiyacının büyük kısmını boru hatları aracılığıyla karşılıyordu. O zamandan beri AB, Rusya’nın gaz ithalatındaki payını 2021’de yüzde 45’ten 2024’te yüzde 19’a düşürdü ve 2025 için yüzde 13’lük bir düşüş daha öngörülüyor. Yine de Rusya, Norveç ve Cezayir’in ardından AB’nin en büyük üçüncü gaz tedarikçisi olmaya devam ediyor. Boşluğu doldurmak için Avrupa, toplam gaz ithalatındaki payı yüzde 20’den yüzde 50’ye yükselen sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) yöneldi. Bunun neredeyse yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nden geliyor.

Sorun şu ki, LNG, boru hattı gazından çok daha pahalı ve değişken. Boru hattı ithalatı genellikle uzun vadeli sözleşmelerle güvence altına alınırken, LNG fiyatları küresel spot piyasasına bağlıdır, bu da onları finansal spekülasyona ve jeopolitik şoklara karşı savunmasız hâle getirir; sonuç olarak daha yüksek maliyetler ve daha büyük belirsizlik ortaya çıkar.

İronik bir şekilde, AB, Rusya’dan boru hattı ithalatını azaltırken, Rus LNG alımlarını artırıyor. Sadece 2025’in ilk dört ayında, Rus LNG’sinin Avrupa’ya teslimatları bir önceki yıla göre yüzde 12 arttı. Neden mi? Çünkü tam ve ani bir kesinti hiçbir zaman mümkün olmadı; dahası, Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler ucuz Rus gazını maliyetli ABD LNG’si ile değiştirmeyi açıkça reddetti. Fakat bu aynı zamanda yasal nedenlerden de kaynaklanıyordu: Pek çok Avrupalı şirket, Rus tedarikçilerle uzun vadeli “al ya da öde” sözleşmelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Genellikle 2022’den önce imzalanan bu anlaşmalar kapsamında, alıcılar gazı alıp almadıklarına bakılmaksızın sözleşmeli hacimler için ödeme yapmak zorundadır. Bu, daha yüksek fiyatlarda bile ithalatın devam etmesini rasyonel bir seçim hâline getiriyor.

Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika ve İtalya şu anda Rus LNG’sinin en büyük ithalatçıları konumunda. Yeniden gazlaştırıldıktan sonra —yani tekrar doğalgaza dönüştürüldükten sonra— bu gaz Avrupa şebekesine giriyor ve sonuç olarak Almanya gibi diğer ülkelere de tedarik sağlıyor. Bu arada, Rus boru hattı gazı hâlâ Avrupa’ya —ve şaşırtıcı bir şekilde Ukrayna’ya da— Türkiye üzerinden Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’a transit geçiş yapan TurkStream boru hattı aracılığıyla akmaya devam ediyor, diğer büyük güzergâhlar (Yamal-Avrupa, Kuzey Akım, Ukrayna) kapanmış olsa bile.

Ancak Brüksel şimdi tüm bunlara bir son vermek istiyor. AB Enerji Komiseri Dan Jørgensen, “Geçen yıl enerji ithalatımız için Rusya’ya hâlâ 23 milyar avro ödedik,” dedi ve ekledi: “Gelecekte tek bir molekül bile ithal etmek istemiyoruz. Kendi güvenliğimiz ve Ukrayna ile dayanışmamız için.” Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ise şunları söyledi: “Şimdi Avrupa’nın güvenilmez bir tedarikçiyle enerji bağlarını tamamen koparma zamanıdır. Kıtamıza ulaşan enerji kaynakları Ukrayna’ya karşı savaşı finanse etmemelidir.”

AB ayrıca, 2022 sonundan itibaren Rus ham petrolünün deniz yoluyla ithalatını ve Şubat 2023’ten itibaren Rus rafine petrol ürünlerini yasaklayan altıncı yaptırım paketinden muaf tutulan ve petrolünün yüzde 80’ini hâlâ Moskova’dan ithal eden Macaristan ve Slovakya’ya karşı sert bir tutum sergileyeceğini duyurdu. Bu ülkelerin 2027 yılına kadar kalan ithalatı aşamalı olarak sonlandırma planları sunmaları gerekecek. Komisyon ayrıca şirketlerin ceza ödemeden Rus gaz sözleşmelerinden çıkmak için “mücbir sebep” ileri sürmelerine olanak tanımanın yollarını araştırıyor.

Son olarak, Brüksel ayrıca Rusya ile yeni enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını ve mevcut ithalata yönelik yeni yaptırımları da değerlendiriyor. Ancak bu tür önlemler neredeyse kesinlikle Macaristan ve Slovakya’dan veto yiyecektir. Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó’nun ifade ettiği gibi: “AB Komisyonu’nun Rus enerjisini yasaklamaya yönelik siyasi güdümlü planı ciddi bir hatadır. Enerji güvenliğini tehdit ediyor, fiyatları artırıyor ve egemenliği ihlal ediyor.” Buna katılmamak zor.

Gerçekten de, ithal LNG’nin —özellikle ABD LNG’sinin— daha yüksek maliyeti, Avrupalı haneleri ve sanayileri derinden etkiledi. Yakın tarihli Draghi raporu, yüksek enerji fiyatlarının Avrupa’nın azalan rekabet gücünde önemli bir faktör olduğunu doğruladı. AB şirketleri artık elektrik için Amerikalı muadillerine göre iki ila üç kat, gaz için ise dört ila beş kat daha fazla ödüyor. Sonuçları acımasız oldu: AB genelinde art arda üç yıl boyunca düşen sanayi üretimi ve durgunluk, Batı Avrupa’nın büyük bölümünde —özellikle Almanya’da— ise doğrudan sanayisizleşme yaşandı.

Almanya, diğer ülkeler gibi, şüphesiz önceden var olan zorluklarla boğuşuyor olsa da, enerji maliyetlerinin artık Alman ve Avrupa sanayisi için en büyük tek tehdit olduğu aşikar. Pek çok firma üretimi yurt dışına taşımaya başladı. Büyük kimya gruplarının Avrupa’dan tamamen çıkmaya hazırlandığı bildiriliyor. Bir raporda, “Bu değişimler, Avrupa’nın enerji maliyetlerinin yaklaşık üç yıldır olağanüstü yüksek kaldığı bir zamanda geliyor. AB imalat üretiminin yüzde 5 ila 7’sini oluşturan ve 1,2 milyon kişiyi istihdam eden kimya sektörü olağanüstü bir baskı altında. Avrupa Kimya Sanayii Konseyi, 21 büyük tesiste 11 milyon tonun üzerinde üretim kapasitesinin planlanan kapanışı konusunda uyardı ve acil eylem çağrısında bulundu,” denildi.

Fakat Brüksel dinlemiyor. Gerçekten de, AB’nin Rus gazına tam bir yasak getirmesi, Avrupa’nın zaten bocalayan sanayi tabanına muhtemelen son darbeyi vuracaktır. Avrupa sadece daha büyük hacimlerde daha yüksek fiyatlı LNG —öncelikle ABD’den— ithal etmek zorunda kalmakla kalmayacak, aynı zamanda Rusya LNG’sini daha uzak pazarlara yönlendirdikçe taşıma maliyetleri artacak, zaten değişken olan küresel gaz fiyatlarını daha da yukarı çekecek ve AB’ye ithalatı daha da pahalı hâle getirecektir.

Peki bu görünüşte intihar gibi görünen politikanın ardındaki mantık nedir? Resmi argüman —Rus enerjisinin “Putin’in savaş makinesini finanse ettiği”— zayıf. Rusya askerlerine ödemelerini ve silahlarını ruble ile yapıyor, dövizle değil. Gazı Avrupa’ya, Çin’e ya da Hindistan’a satması Rusya için pek fark etmiyor. Brüksel’deki bürokratların bunu anladığı varsayılabilir — bu da Avrupa Komisyonu’nun son hamlesinin Rusya’nın Ukrayna’da savaşma kapasitesini zayıflatmaktan çok başka hedefler peşinde koştuğunu gösteriyor. Bunlar arasında, AB-Rusya ilişkilerinin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusunun olduğunu öne sürüyorum.

Bu durum, 2022’de bir Ukraynalı grubun gerçekleştirdiği iddia edilen su altı bombalı sabotajına uğrayan Kuzey Akım 2 boru hattının asla yeniden açılmamasını sağlamak için “her şeyi” yapacağına yemin eden yeni Almanya Şansölyesi Friedrich Merz tarafından açıkça ortaya kondu. Von der Leyen, ekibinin üzerinde çalıştığı “yeni yaptırım paketinin” bir parçası olarak Kuzey Akım’dan bile bahsetti. Financial Times‘a göre, Berlin ve Brüksel’de Kuzey Akım’ın herhangi bir şekilde yeniden canlanmasını engellemeye yönelik tartışmalar, Rus ve ABD’li iş çevrelerinin boru hattının operasyonlarını yeniden başlatma seçeneklerini araştırdığı haberleriyle tetiklendi.

Merz’in Kuzey Akım’a kalıcı bir yasağı onaylama kararı sadece ekonomik olarak anlamsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa tarihindeki en kötü endüstriyel sabotaj eylemini, özellikle Alman hükümeti ve müttefiklerinin saldırı hakkında potansiyel ön bilgisi konusunda hâlâ gizemini koruyan bir olayı etkili bir şekilde meşrulaştırıyor. Dahası, Almanya içinde Rus gaz tedarikinin yeniden sağlanmasına yönelik artan kamuoyu desteğine açık bir saygısızlık gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir anket, boru hattının sonlandığı Mecklenburg-Vorpommern’deki sakinlerin yüzde 49’unun Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasını desteklediğini ortaya koydu. Bu arada, ulusal düzeyde yüzde 20’nin üzerinde oy alan AfD, Kuzey Akım’ın yeniden açılması çağrısında bulundu; bu fikir iş dünyası liderleri ve hem CDU hem de Sosyal Demokratlar üyeleri tarafından giderek daha fazla paylaşılıyor.

Nedenini anlamak kolay: Boru hattını yeniden açmak ekonomik ve stratejik açıdan mantıklı. Rus gazı, yüksek emisyonlu hidrolik kırma (fracking) yöntemiyle üretilen ve dünyanın öbür ucundan taşınan Amerikan LNG’sinden daha ucuz, daha istikrarlı ve çevreye daha az zararlıdır. Buna karşı her zamanki argüman, Kuzey Akım’ın “Rus gazına sorumsuz bir bağımlılık yarattığıdır”. Ancak bir Alman analistin de belirttiği üzere, uzun bir süre boyunca önce Sovyetler Birliği, ardından da Rusya, çeşitli jeopolitik krizlere rağmen Almanya’ya enerji tedarik etmeye devam etti. Bu durum, Batı’nın agresif söylemler eşliğinde ekonomik bir savaş başlattığı zaman bile devam etti. Ve hatta Almanya’nın Ukrayna’ya silah teslimatından ve ardından Kuzey Akım’a yönelik terör saldırısından sonra bile, Rus tarafı gaz tedarikinin yeniden başlatılıp başlatılmayacağının Alman tarafına bağlı olduğunu defalarca belirtti.

Yine de Alman ve AB liderleri yeniden angajmana en şiddetle karşı çıkanlar olmaya devam ediyor. Neden? Kısmen Rusya’ya karşı derinden kökleşmiş düşmanlıkları nedeniyle. Ama aynı zamanda daha derin jeopolitik dinamikler de devrede. Küresel LNG piyasası arz kısıtlı. Fazla kapasitesi olan az sayıda ülke var. Şu anda LNG ihracat altyapısını genişleten Amerika Birleşik Devletleri, kâr elde etmek için benzersiz bir konumda. Trump, LNG’yi ticaret politikasının merkezine koyarak, ticaret dengesizliğini daraltmanın bir yolu olarak AB’ye daha fazla alım yapması için baskı yaptı. Bu durum, AB’nin “stratejik özerklik” söylemleriyle alay eder nitelikte. Kamuoyu önünde Trump’a meydan okuyan AB liderleri, Avrupa’nın ekonomik düşüşünü hızlandırsa bile, sessizce onun enerji taleplerini uyguluyorlar.

Bir Alman yorumcunun gözlemlediği üzere: “Planlanan Rus gaz ithalatı yasağının Ukrayna’daki savaşla pek ilgisi yok, her şey Amerika’nın ticaret savaşıyla ilgili. AB, Trump’a teslim oluyor. Bu teslimiyetin bedeli, özellikle Almanya için yıkıcı olacak.” Ve AB liderlerinin iklim ikiyüzlülüğünü de unutmayalım. ABD LNG’si, hem uzun mesafeli taşımacılığı hem de hidrolik kırma tabanlı çıkarımı nedeniyle Rus boru hattı gazından çok daha yüksek bir karbon ayak izine sahip. Ancak ironik bir şekilde, boru hattı akışlarının yeniden sağlanmasına en çok karşı çıkanlar, kendilerini çevreci ilan eden Alman Yeşilleridir.

Sonuç olarak, Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasının her düzeyde mantıklı olduğu açık olmalıdır: LNG’den daha ucuz, daha güvenilir, çevre açısından daha temizdir ve aynı zamanda Moskova ile jeopolitik ilişkilerin istikrara kavuşmasına yardımcı olacaktır. İşte tam da bu yüzden AB liderlerinin tam tersini yapması şaşırtıcı değil: dünyanın dört bir yanından gelen daha pahalı, daha değişken ve daha kirletici LNG’ye olan bağımlılığı derinleştiriyor, Avrupa’nın sanayisizleşmesini hızlandırıyor ve Rusya ile çatışma ateşini körüklüyorlar.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FP: ABD anlaşma değil teslimiyet istiyor

Yayınlanma

Foreign Policy’ye göre, Washington’un İran’dan talepleri gerçekçi bir anlaşmadan çok, koşulsuz teslimiyet anlamına geliyor. İran ise nükleer programını ulusal bir hak olarak görüyor ve bu ilkesinden vazgeçmeye yanaşmıyor. Geçmişte Şah döneminde başlayan bu kararlılık, bugün de İslam Cumhuriyeti yönetiminde devam ediyor. FP’nin analizine göre, diplomasi ancak karşılıklı taviz ve doğrulanabilir denetim mekanizmalarıyla mümkün olabilir:

***

FP: İran’la müzakerelerde maksimalist bir yaklaşım neden işe yaramaz?

İslam Cumhuriyeti, tıpkı kendisinden önceki monarşi gibi, nükleer yakıt üretimini bir hak olarak görüyor.

Sina Azodi

İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ile ABD özel temsilcisi Steve Witkoff arasında yürütülen beşinci tur nükleer görüşmeler geçen hafta Roma’da “bir miktar ama kesin olmayan” ilerlemeyle sona erdi, görüşmelere aracılık eden Ummanlı diplomat böyle açıkladı.

Görüşmelerdeki temel anlaşmazlık noktası İran’ın zenginleştirme kapasitesi oldu. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) çerçevesinde uranyum zenginleştirme hakkına sahip olduğunu uzun süredir savunurken, ABD bu iddiayı tutarlı şekilde reddediyor. Washington’a göre NPT açıkça böyle bir hak tanımıyor. ABD şu anda İran’dan uranyum zenginleştirme programından tamamen vazgeçmesini talep ediyor, ancak bu maksimalist bir talep ve İran tarafından kabul edilmeyecek.

Irakçi, ABD ile yürütülen görüşmelere liderlik eden isim olarak, İran’ın bu konudaki tavrını yeniden teyit etti. Nükleer silahlara sahip olmamasını garanti altına alacak bir anlaşmanın “mümkün” olduğunu söyleyen Irakçi, uranyum zenginleştirmenin ise “anlaşma olsun ya da olmasın devam edeceğini” belirtti. Ayetullah Ali Hamaney, 20 Mayıs’ta ABD’nin talepleri hakkında yaptığı konuşmada, “İran’da kimse onların iznini beklemiyor. İslam Cumhuriyeti’nin kendi politikaları ve yönü belli ve buna sadık kalacakt” dedi.

ABD-İran nükleer müzakerelerinde 5. tur Roma’da yapıldı

ABD tarafındaysa iki farklı görüş var ama her ikisi de İran’ın uranyumu kendisinin zenginleştirmesine karşı çıkıyor. Daha önce sınırlı bir zenginleştirme kapasitesine yeşil ışık yakabileceğini ima eden Witkoff, 18 Mayıs’ta bu tutumunu değiştirerek, ABD’nin “Yüze bir oranında dahi zenginleştirmeye” izin veremeyeceğini söyledi.

Trump yönetimi yetkilileri, İran’ın uranyumu zenginleştirmediği sürece sivil bir nükleer programa sahip olabileceği görüşünde. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Nisan ayında, “İran sivil bir nükleer program istiyorsa, dünyadaki diğer birçok ülke gibi zenginleştirilmiş uranyumu ithal edebilir” demişti.

Ancak bu tutum 1990’larda ABD’nin İran’daki sivil amaçlı da olsa her türlü nükleer programa tamamen karşı olduğu yaklaşımdan açık bir sapma olarak görülse de iki tarafın istediği türden bir anlaşmaya götürmeyecek. Çünkü İran’ın nükleer faaliyetlerin tüm aşamalarına erişimi hak gören tutumu İslam Cumhuriyeti’nden önceye dayanıyor. Aslında, bu konu İran ile ABD arasındaki uzun süredir devam eden çıkmazın göbeğinde.

1970’lerde, o dönemde ABD’nin yakın müttefiki olan İran Şahı, Tahran’ın devasa petrol gelirlerini iddialı bir nükleer programa yatırdı. Haziran 1974’te, İran Fransa ile beş adet 1.000 megavatlık nükleer reaktör inşa edilmesi için 4 milyar dolarlık anlaşma imzaladı; reaktörlerin 1985’e kadar tamamlanması planlanıyordu. Aynı yılın Kasım ayında İran, Batı Alman şirketi Kraftwerk Union ile Buşehr’de iki adet 1.200 megavatlık hafif su reaktörü (İran I ve İran II) inşası için anlaşma yaptı. Anlaşma, reaktörler tamamlandıktan sonra İran’ın, Batı Almanya ile istişare ederek kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlemek üzere tesisler kurmasını öngörüyordu.

İranlılar ABD’den reaktör satın almakla da ilgilenmişti, ancak Washington ile yürütülen müzakereler çok daha zordu. Hindistan’ın 1974 Mayıs’ında gerçekleştirdiği “Barışçıl Nükleer Patlama” sonrasında ABD, İran gibi gelişmekte olan ülkelere hassas teknoloji ihracatı konusundaki kısıtlamaları sıkılaştırmıştı. İronik olarak, Hindistan bu testi ABD Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dixy Lee Ray Tahran’ı ziyaret ederken gerçekleştirmişti.

ABD’li yetkililer, Şah’tan sonra düşmanca bir rejimin iktidara gelmesi durumunda neler olabileceği konusunda giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Haziran 1974 tarihli bir notta Savunma Bakanı James Schlesinger’a, “İran nükleer silah kapasitesi geliştirmeye çalışırsa… planlanan 20.000 MW’lık İran nükleer enerji programından elde edilecek yıllık plütonyum, 600-700 nükleer başlığa denk olacaktır” uyarısı yapıldı.

ABD ayrıca Şah’ın gerçek niyetlerinden de endişeliydi. Ekim 1977’de, CIA psikiyatristi Jerrold Post, gizli bir notta ajansın Şah’ın nükleer silah konusundaki taahhütlerine güven duymadığını belirtti. 1978’e gelindiğinde, İran ordusu bir generalin gözetiminde nükleer silahla ilgili araştırmalar yürütüyordu.

ABD ve İsrail arasında İran gerginliği: Telefonda hararetli tartışma

Tahran ile Washington arasındaki temel anlaşmazlık, kullanılmış uranyumunun yeniden işlenmesiyle elde edilen ve silah yapımı için kritik önemdeki plütonyum konusundaydı. ABD, yakın müttefiki Şah’a, yeniden işleme planlarını terk ederek ABD’nin denetiminde bir çözümle ilerlemesini ve nükleer sahnede “devlet adamlığı” göstermesini istedi.

Bu talep, Tahran için ciddi bir ikilem oluşturuyordu. Yıllar sonra bir röportajda, Şah’ın nükleer programının mimarı Ekber İtimad, bunu şöyle açıklamıştı: “Amerikalılarla çalışamazdık çünkü bize dediler ki eğer yakıtı bizden alırsanız, kullanılmış yakıtla ne yapacağınıza biz karar veririz”

“Ön onay hakkı” olarak bilinen bu koşul, ABD’den ithal etse dahi İran’ın kullandığı yakıtı kendisinin işlemesini engelleyecekti. İranlılara göre bu tür kısıtlamalar ülkenin egemenliğini ihlal ediyordu ve karşı çıkılması gerekiyordu.

İranlı yetkililer, İtimad ve Şah dahil, yeniden işlemeyi hem yasal bir hak hem de ulusal egemenlik meselesi olarak değerlendirdiler. ABD ile yürütülen müzakerelerde, İran tarafı NPT’nin yeniden işleme dahil barışçıl nükleer teknolojilere tam erişim garantisi verdiğini savundu. ABD ise bu yorumu reddetti.

Tahran’ın bu konudaki inatçılığında nükleer milliyetçilik de rol oynadı. İtimad, “Hiçbir ülke başka bir ülkeye nükleer politikayı dikte etme hakkına sahip değil” diyerek bu duruşu özetledi. Şah da ABD’li yetkililere “Bizden, egemenliğimizle bağdaşmayan güvenceler istiyorsunuz” diyerek açıkça itiraz etti.

Reaktör satışlarındaki anlaşmazlıklar, ABD yetkililerinin ifadesiyle ikili ilişkilerde “ciddi bir rahatsızlık” haline gelmişti. Ancak Washington, Şah’ın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu algıyı yumuşatmaya çalıştı. Kasım 1975’te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dönemin İran Büyükelçisi Richard Helms’e, ABD’nin “İran’a özel ve olumsuz bir muamele uygulamadığını” iletmesini istedi. Ford yönetimi, “veto hakkı” talebini “sıkı güvenlikli program” ifadesiyle değiştirmeyi teklif ettiğinde bile İran yine reddetti.

Tahran ayrıca ABD’nin İran’da çok uluslu bir yeniden işleme tesisi kurulması önerisini de komşu ülkelerle zayıf ilişkileri gerekçe göstererek reddetti. Kissinger daha sonra çok uluslu yeniden işleme fikrini “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Sonuçta, Ford yönetimi İran’ın güçlü karşı çıkışları nedeniyle anlaşmaya varamadı.

Yine de İran, Şubat 1977’de kullanılmış yakıtı yeniden işleme konusundaki ısrarından kısmen vazgeçmeyi kabul etti. Bu taviz karşılığında ABD, İran’a “En çok gözetilen ulus” statüsündeki diğer müttefiklerine sağladığı ayrıcalıklı muameleyi tanıdı. Temmuz 1978’de nükleer reaktör satışı konusunda bir anlaşma imzalandı, ancak bu anlaşma Şah’ın Şubat 1979’da devrilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi.

Ancak bu gelişme İran’ın nükleer hedeflerinin sonu olmadı aksine yeni bir yönetim altında aynı hedeflerle, anti-emperyalist bir söylemle dönüştü.

İslam Cumhuriyeti, Şah’ın nükleer programını devraldığında, önce faaliyetleri durdurdu ve azalttı. Fakat 1982’den itibaren yeniden başladı ve kısa sürede öncülünün hedeflerine benzer bir yola girdi. 1999 yazında uranyum zenginleştirme kapasitesine ulaşan İran, o tarihten bu yana programını istikrarlı şekilde genişletti. Nükleer programını, Batı’dan ekonomik ve ticari tavizler almak için pazarlık aracı olarak kullanmaya çalıştı.

ABD’nin İran’dan istediklerinin gerçekçi olmadığını anlaması zaman aldı. Clinton yönetimi, İran’da herhangi bir nükleer programa kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Mayıs 1995’te “İran’ın tüm nükleer programının sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” demişti.

Daha sonra Başkan George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, ABD’nin İran’da sınırlı ama sıfır zenginleştirmeye dayalı bir programa razı olması gerektiğini kabul etti. Gerçek bir diplomatik çözüm ancak Başkan Barack Obama, ABD’nin “sıfır zenginleştirme” talebinden vazgeçmesi gerektiğini fark ettiğinde mümkün olabildi.

ABD istihbaratı: İsrail İran’a saldırı hazırlığında olabilir

Ancak Washington’daki görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Senatör Lindsey Graham dahil bazı şahin isimler hâlâ İran’ın nükleer programının tamamen sonlandırılmasını savunuyor; bu da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talepleriyle örtüşüyor. Tahran’a göre böyle bir anlaşma, koşulsuz teslimiyet anlamına gelir ve kesinlikle reddedilecektir.

İran’ın dini lideri Hamaney, uzun süredir eski Libya lideri Muammer Kaddafi örneğini bir uyarı olarak gösteriyor. Hamaney 2011’deki bir vaazında, “Kaddafi, nükleer ekipmanlarını batıya teslim etti. Sonra onlar Libya’ya saldırdı ve petrolünü aldı” demişti.

İran liderliğine göre bu tür taleplerin esas hedefi rejim değişikliği. Ülkede, halk arasında bir anlaşma isteği bulunsa da böyle bir teslimiyetin kabul edilmesi İran yönetimi için telefisi zor siyasi bedeller doğurur. İran yönetimi, nükleer programını 1951’deki petrolün millileştirilmesinden bile daha büyük bir ulusal hak olarak görüyor.

Kendinden önceki monarşi gibi, İslam Cumhuriyeti de nükleer yakıt üretiminden vazgeçmeye istekli görünmüyor. İran’ın nükleer programı ve teknolojik kapasitesi artık sahadaki bir gerçek. Eğer Trump yönetiminin amacı Tahran’ın nükleer silah eşiğini aşmasını önlemekse, akıllıca strateji teslimiyet dayatmaları değil, denetime ve karşılıklı tavizlere dayanan diplomasi olmalı.

İran, yaptırımların ciddi olarak hafifletilmesi karşılığında zenginleştirme kapasitesine sınır getirilmesini kabul etmeye hazır olduğuna dair sinyaller veriyor. Kalıcı bir anlaşmanın temeli de budur; tek taraflı, koşulsuz teslimiyet değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English