Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Neoliberalizmden sonra Amerika

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, ‘malumu ilam’ yazılarından biri dahadir. Bu makaleyi, diğer ‘neoliberalizmin sonu’ makalelerinden ayrı kılan, neoliberalizm sonrası döneme ilişkin Amerikan siyasetindeki çatlaklara vurgu yapmasıdır. Yazara göre, ‘post-neoliberalizm’ döneminde henüz yeni bir siyasi birlik oluşmadığı gibi, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların verili hali göz önünde bulundurulduğunda, bunun oluşması da pek mümkün görünmemektedir. Neoliberal dönem hakkındaki bazı mitleri de sorgulayan yazar, örneğin son 50 yıldaki ‘ticari serbestleşme’ anlatısının, sadece belli sektörleri kapsadığını, Büyük Teknoloji şirketlerinin fikri mülkiyet ve patent gibi konularda sert bir korumacılıkla dünyaya yayıldığını hatırlatıyor. Yeni dönem yamalı bir bohçayı andırmaktadır. Yazar, bunun bu şekilde devam etmesinin mümkün olup olmadığına ilişkin bir ipucu sunmuyor; ama kapitalist düzende sermaye hiziplerinin ortak/egemen bir ideolojiyi diğer sınıflara dayatamadığı durumlarda, mülk sahibi sınıfların birliğini sağlayacak faşist seçeneklerin gündemde olduğunu da biz hatırlatalım.

Metindeki köşedeki parantezler çevirmene aittir.


Neoliberalizmden sonra Amerika

Julius Krein
The New Statesman
23 Aralık 2023

ABD’nin geleneksel sol ve sağ koalisyonları, savaşmak için kurulmadıkları savaşlarla karşı karşıya.

2016’nın şokları ve Trump başkanlığının kaosuyla karşılaştırıldığında, Biden dönemi normale dönüş gibi görünebilir. Halbuki, medya terbiyesi ve Oval Ofis profesyonelliği bir yana, bu statükoya geri dönüş değil. Gerçekten de Joe Biden, yasama başarıları ve resmi politika açısından, selefinden çok daha büyük bir değişime başkanlık etti.

Donald Trump’ın sağ popülizminin yükselişine damgasını vuran birbiriyle ilişkili iki tarihsel gelişme –neoliberal hegemonyanın sonu ve “tarihin sonu”nun sonu– şimdi kararlı bir şekilde düzenli, merkez sol Beyaz Saray görünümünde kurumsallaşıyor. Yine de Trump, neoliberal konsensüsün devrimci devrilişini temsil ediyorsa, Biden yönetimi, ABD yarı iletken üretimini artırmayı amaçlayan CHIPS ve Bilim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası da dahil olmak üzere önemli (ve bazı durumlarda) partiler üstü yasaların kabul edilmesine rağmen, yeni bir politika düzenine veya seçimlerin yeniden düzenlenmesine yaklaşan hiçbir şeyi konsolide edemedi. Amerikan kültürel ve seçim kutuplaşmaları bunun yerine yeni boyutlar kazandı.  Ve anketler, 2024 seçimlerinin herkes tarafından kazanılabilir olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıktığı varsayılan yeni paradigmanın en yaygın adının ‘post-neoliberalizm’ olarak kalması, yeni bir konsensüs oluşturmanın zorluğunu gösteriyor. Seçimsel, kültürel, entelektüel olarak yeni bir düzeni sağlamlaştırmadaki bu başarısızlığın altında, oligarşik bir toplumun yerleşik partizan çerçeveleri ile yeni bir jeopolitik, iktisadi ve teknolojik rekabet çağının zorlukları arasındaki uçurum var. Hem sol hem de sağ koalisyonlar şimdi savaşmak için kurulmadıkları savaşlarla karşı karşıya ve ikisi de Roosevelt ya da Reagan’ın emrinde çok umut edilen bir ‘yeniden düzenlemeyi’ [realignment] gerçekleştiremedi. Bunun yerine, ABD’nin iktisadi stratejisi, kültürel tartışmalar ve dış politikası, huzursuz bir fetret döneminde sıkışıp kalmış durumda.

Post-neoliberalizmin ne olduğu konusundaki kafa karışıklığı, neoliberalizmin ne olduğuna dair eksik bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Neoliberalizmin savunucuları kadar eleştirmenler de neoliberalizmin kendi ideolojik benlik anlayışını kabul etme eğilimindedir: sermayenin, malların ve emeğin serbest dolaşımı; iktisat politikasını demokratik siyasetten yalıtmak; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vb. Bu nedenle, neoliberal hegemonyanın sona ermesinin, iktisat politikasının belirlenmesinde biraz daha fazla ‘devlet’ ve biraz daha az ‘piyasa’ ya da ekonomist Brad DeLong’un yakın tarihli bir kitabında belirttiği gibi daha fazla ‘Polanyi’ ve daha az ‘Hayek’ anlamına geldiği düşünülüyor. Bu akademik yaklaşım belki entelektüel tarih için uygundur, fakat ileriye dönük devlet müdahalesi için bir yön sağlayamıyor. Neoliberal politikalardan kaynaklanan ekonomik teşvikler ve kurumsal davranışlardaki somut değişiklikleri de yeterince açıklamıyor. Neoliberal yönetişim sadece servet dağılımını değiştirmedi ya da devleti küçültmedi (ikincisi, bu ABD’de hiçbir zaman başarılamadı; sadece kamu projeleri için devlet kapasitesi azaldı). Daha da önemlisi, neoliberalizm belirli servet yaratma biçimlerini teşvik etti ve bunun sonucunda şirket ve yatırımcı davranışlarında ortaya çıkan değişiklikler, neoliberal devrimin tartışmasız en derin ve kalıcı etkileridir.

Herman Mark Schwartz’ın gösterdiği gibi, büyük entegre imalatçıların (Ford, General Motors, General Electric vb.) egemen olduğu 20. yüzyılın ortalarındaki Fordist ekonomide, en kârlı şirketler aynı zamanda en büyük işverenler ve sermaye harcayanlardı. Bununla birlikte, neoliberal dönüşten sonra, fikri mülkiyet ve finansal rantların şirket kârlarının ana itici güçleri haline geldiği ‘yarıklı’ bir ekonomi ortaya çıktı. Yarıklı ekonomide, en kârlı işletmeler –günümüzün önde gelen teknoloji ve finans firmaları– nispeten az sayıda çalışana ve sermaye yatırımı ihtiyacına sahiptir ve çoğunlukla fiziksel üretim ve altyapıyı dışarıya taşere eder.

Bu yarıklı ekonominin inşası, Amerika’nın 1970’lerin krizlerine verdiği yanıttı. Amerikalı entegre üreticilerin artık küresel üretime hakim olamayacağı netleştiğinde, ABD firmaları üretimi giderek daha fazla dışarıya taşere etmeye başladılar ve kendilerini fikri mülkiyet ve finansal rantlar etrafında örgütlediler. Bu değişimler her zaman bilinçli veya kasıtlı değildi ve politikanın ötesindeki faktörler (teknolojik değişim gibi) rol oynadı.

Fakat neoliberalizm esasen bu dönüşümü meşrulaştıran ideolojik cila olarak işlev gördü ve ilgili politika değişiklikleri kritik katalizörlerdi. Örneğin, 1980’lerden Trump yönetimine kadar, ABD ticaret politikası sürekli olarak yerli üretim için tarifeleri ve diğer korumaları azaltmaya çalışırken, fikri mülkiyet korumalarını ve yabancı yatırımcı haklarını güçlendirmeye çalıştı. Antitröst yasasında, ‘dikey kısıtlamalar’ üzerindeki sınırlamalar kademeli olarak zayıflatıldı ve Apple gibi firmaların kârdan aslan payını almalarına ve ürünlerini üretmek zorunda kalmadan dış kaynaklı tedarikçiler ve işgücü üzerinde etkili bir kontrol uygulamalarına izin verdi. Patent yasaları büyük işletmeler için giderek daha elverişli hale geldi ve federal Ar-Ge politikaları, devlet araştırmalarının daha kolay ticarileştirilmesine izin verecek şekilde değiştirildi. Kurumsal yönetişimdeki değişiklikler, kurumsal varlık yöneticilerinin işletme yöneticileri karşısındaki gücünü artırdı. Bu değişiklikler, neoliberal ekonominin yaratılmasında herhangi bir vergi indiriminden daha önemliydi.

Yarıklı ekonomi erken getiriler sağladı, fakat maliyetleri ve çelişkileri külfetli hale geldi. Yüksek yatırımın yüksek ücretlere yol açtığı ve bunun da güçlü talebi tetiklediği Fordizmin erdemli döngüsünün aksine, şirket kârlarının şirket değer zincirlerinin en emek ve sermaye yoğun parçalarından uzaklaştırılması finansallaşmayı, durgunluğu ve artan eşitsizliği besler. Mali dürüstlüğün ideolojik iddialarına rağmen, neoliberal model tüketimi sürdürmek için borca dayanıyor, hanehalkı güvencesizliğini ve sistemik finansal istikrarsızlığı şiddetlendiriyor.

Dahası, üretimin içinin boşaltılması ve sermaye yoğun sanayilerin terk edilmesi, ABD’nin birçok sektörde inovasyon kapasitesini kademeli olarak zayıflattı, Amerika’nın jeo-ekonomik konumunu ve ekonominin bazı üst kademelerini tehdit etti, ayrıca orta sınıfın sürekli erozyonu ve artan bölgesel bölünmelerin neden olduğu iç gerilimler yarattı. ABD firmaları sadece ‘emtia’ üretiminden değil, aynı zamanda bir dizi kritik alanda ileri imalat ve teknolojik liderlikten de vazgeçtiler. Bu noktada, ABD savunma sanayi üssünün ve diğer kritik tedarik zincirlerinin bir kısmı bile jeopolitik rakiplerin üretim kapasitelerine bağımlıdır.

Özetle, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki neoliberalizmle ilgili sorun sadece vergilerin çok düşük olması veya milyarderlerin çok açgözlü olması veya şirketlerin çok ‘küreselci’ olması değil, aynı zamanda neoliberal servet birikimi biçimlerinin dayandıkları iktisadi, politik ve güvenlik koşullarını giderek daha fazla baltalamasıdır. Hem elit hem de popüler seçmenler arasında neoliberal ortodoksinin yeniden düşünülmesini motive eden tam da bu konulardır, yine de bu sorunlar nadiren bu kesin terimlerle tartışılır ve post-neoliberalizm yerleşik bir seçmen kitlesi bulmak için mücadele eder.

Kurumsal teşvikleri yeniden şekillendirmeyi amaçlayan gerçek bir post-neoliberal kalkınma gündemi –yeniden dağıtımdan ziyade ‘dağıtımdan öncesini’ değiştirmek– her iki eski siyasi koalisyona da garip bir şekilde uyuyor. Ahlaki ve sembolik-kimlikçi bir refahçılığı vurgulayan ilerici benlik imgesi, esasen milliyetçi hırslara sahip yeni devlet kapitalizmi kalkınma koalisyonları için çok az alana sahiptir. New Deal’in(*) bu unsurları uzak anılardır. Bu arada muhafazakârlar, onlarca yıldır kendilerine, devletin yalnızca sağın kendi kimliksel taahhütleriyle çarpıtılmış iktisadi ilerlemeyi engelleyebileceği inancını aşıladılar. Sosyal muhafazakârlar, artık neoliberal politikaya gerçekten inanmasalar da, genişletilmiş herhangi bir devlet gücünün yalnızca kendilerine karşı kullanılacağından şüphe duyuyorlar. Her iki partinin bağışçı ve entelektüel ağlarının, ister maddi ister idealist nedenlerle olsun, neoliberal düzenlemelere bağlı kalan önemli hizipleri, elbette bu bölünmeleri keskinleştirmeye hevesli.

Bu nedenle, jenerik bir ‘neoliberalizm’e yönelik partiler üstü hoşnutsuzluk, hızla yerleşik partizan pozisyonlarında kristalleşme eğilimindedir. Bu tartışmalar birazcık değişti: Sosyal güvenliğin özelleştirilmesi ve Obamacare’in yürürlükten kaldırılması konusundaki eski savaşlar, Trump’ın Cumhuriyetçilerin haklara karşı savaşında barış ilan etmesinden sonra (hâlâ ara sıra meydana gelse de) soldu. Genel olarak harcama savaşları, parti liderliği tarafından son dakikada önlenen bir federal hükümet kapanması üzerine son Cumhuriyetçi Özgürlük Grubu gerilim savaşlarında görüldüğü gibi, giderek daha saçma hale geldi. Bunun yerine, her iki taraf da görünüşte paylaşılan iktisadi kaygıları kutuplaştırıcı yönlere itmeye yatırım yapıyor: ilericiler ırksallaştırılmış eşitsizliğe odaklanırken, muhafazakarlar ‘duyarcı [woke] sermayeyi’ ve kültürel elitizmi kınıyor; yerinden edilmiş Appalachian kömür madencileri, güvencesiz kentsel hizmet işçilerine, Rust Belt fabrika işçilerine karşı öğrenci kredisi borçluları ile karşı karşıya geliyor. Post-neoliberal enerjiler böylece kültür savaşı mecazlarına indirgenirken, yarıklı ekonominin iniş çıkışlarını çevreleyen potansiyel olarak birleştirici endişeler susturuluyor.

Öte yandan, hem ilericiler hem de muhafazakârlar, temel bir neoliberal ya da en azından neoklasik varsayıma bağlılıklarını sürdürüyorlar: ‘piyasa’ ve ‘devlet’ gibi soyut kavramların iç içe geçmekten ziyade doğası gereği karşıt olduğu ve amacın karşılıklı olarak birbirini güçlendiren güçleri uyumlu hale getirmekten ziyade karşıt güçleri dengelemek olduğu. Zengin bir ulusal kalkınmacılık geleneğine rağmen –Alexander Hamilton, Henry Clay ve Abraham Lincoln’ün ‘Amerikan Sistemi’ ve her iki Roosevelt’in daha sonraki çabaları– Amerikalılar bir süredir ulusal ekonomik kalkınma hakkında çok derin düşünmek zorunda kalmadılar ve bu tür yaklaşımlar için ortak bir kavramsal çerçeveden veya bunları uygulamak için sağlam bir aygıttan yoksundurlar. Bu konular büyük ölçüde teknokratik aldatmacalarla sınırlıyken, kamusal söylem, aşırı parçalanmış medya ortamımızda olduğu ölçüde, neredeyse yalnızca kültür savaşları ve kişilik kültleri etrafında dönüyor.

Bu nedenle, son zamanlardaki neoliberalizmden politika sapmaları, bu mevzuatın etkileri önemli olsa da, henüz yeni bir entelektüel fikir birliğini temsil etmiyor ve yakın bir seçim düzenlemesinin habercisi değil. Bunlar daha ziyade, mevcut partizan koalisyonlarının (ulusal güvenlik, çevrecilik) eski ahlaki-ideolojik taahhütlerinin görevdeki endüstri lobileriyle (yarı iletkenler, üniversiteler, otomobil üreticileri) uyumlu hale geldiği kendine özgü vakalardır. Nihayetinde daha büyük bir yapbozun parçaları olarak görülebilirler, fakat bu noktada bu yapboz resminin ne olduğu veya nasıl bir araya getirileceği konusunda fikir birliği yoktur. Daha fazla yasama ivmesi, en azından 2024 seçimlerine kadar durdu.

Dış politika alanında da kafa karışıklığı hüküm sürüyor (bu noktada dış politika ile iktisat politikası arasındaki herhangi bir ayrım giderek daha yapay hale geliyor). ‘Tarihin sonu’ sona erdi: Çin, satın alma gücü paritesi açısından dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi ve dünyanın çoğu ile önde gelen ticaret ortağı, bazı alanlarda Batı ile yakın bir teknolojik rakip ve bir dizi kritik tedarik zincirinde baskın oyuncu haline gelme sürecinde. Pekin, Batı’nın siyasi liberalleşme beklentilerine (eğer tam tersi yönde ilerlemiyorsa) meydan okurken, kendi küresel etki alanını inşa etti. Pax Americana için devam eden umutlar, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesi ve jeopolitik ve jeo-ekonomik blokların yeniden örgütlenmesini hızlandırmasıyla suya düştü. 2016’da Trump’ın Çin’e karşı şahinliği olağandışıydı; bugün, partiler üstü anlaşmanın olduğu birkaç alandan biridir.

Yine de, birkaç yıl öncesinin geleneksel bilgeliğinden böylesine kesin bir kopuş, büyük ölçüde dış olaylar tarafından Amerikan zihnine dayatılmış, mutlaka ileriye dönük bir fikir birliği gündemine dönüşmez. Rusya, Soğuk Savaş anılarını ve ittifaklarını yeniden canlandırırken, Çin Soğuk Savaş kategorizasyonuna direniyor. İktisadi ve politik özgürlüğün temel birliğine inanmak üzere eğitilmiş Amerikalılar için, Amerika’nın sözde komünist, sıkı bir şekilde otoriter ve etkili bir şekilde kapitalist rakibi bir kuruntu ve bir muamma olarak görünüyor.

Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Çin, onlarca yıllık bilinçli entegrasyondan sonra ABD tedarik zincirlerine, kurumsal değer zincirlerine, finansal ağlara, üniversite araştırma sistemlerine ve ötesine derinden gömülüdür. Çin pazarlarını veya tedarik zincirlerini korumak için olsun, çoğu endüstri lobisi ABD’nin Çin’i kızdırabilecek herhangi bir eylemine karşı çıkıyor. Pekin ayrıca finans gibi güçlü sektörleri stratejik olarak geliştirdi. Her ne kadar kurumsal Amerika son yıllarda Çin’e olan hevesini biraz kaybetmiş olsa da –birçok Batılı ‘ortak’ kendilerini zorla teknoloji transferlerine maruz kalmış, ülke pazarlarının dışına itilmiş veya daha da kötüsü, Çin kendi ulusal şampiyonlarını geliştirdikten sonra– Amerikan büyük şirketleri hala Xi Jinping’in DC’deki en önemli müttefiki. Yine de, Amerika’nın son büyük ekonomik rakibi Japonya’nın aksine, Çin, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında değil ve açıkça çatışan dış politika hırsları peşinde koşuyor. Bu nedenle, 1985 Plaza Anlaşması(**) çizgisinde büyük bir yapılanma imkansız görünüyor.

İki ülke içindeki ve arasındaki şirket-hükümet ilişkilerinin asimetrik doğası daha fazla karmaşıklık yaratıyor. Şirket lobileri, ABD siyasetinde, devletin partiyle birlikte Çin kurumsal sektörü üzerinde etkili bir kontrol uyguladığı Çin’de olduğundan çok daha güçlü güçlerdir. Bu nedenle, ABD’li şirket aktörleri Çin Komünist Partisi’nden gerçekten korkuyor gibi görünüyor, Çin politikasını kamuoyu önünde nadiren eleştiriyor ve çoğu zaman kendilerini Pekin’e sevdirmek için oldukça görünür çabalar sarf ediyorlar. Buna karşılık, kurumsal Amerika, Washington’dan az ya da çok koşulsuz sübvansiyon talep ederken, ABD’nin ulusal çıkarlarını destekleme yükümlülüğünden açıkça kaçınıyor gibi görünüyor. Şirketleri bir dizi ABD devlet sübvansiyonu ve sözleşmesinden yararlanmaya devam eden ve SpaceX’i şu anda belki de Amerika’nın en başarılı ve beğenilen havacılık şirketi olan Elon Musk, kısa süre önce Çin’in ‘temel sosyalist değerlerine’ sadakat sözü verdi. Musk’ın Tesla’sı, elbette, Çin tedarik zincirlerine, sübvansiyonlarına ve nihai pazarlara yoğun bir şekilde tabi.

Benzer şekilde, Intel ve diğer yarı iletken şirketleri, CHIPS Yasası aracılığıyla milyarlarca sübvansiyon sağladıktan sonra, Çin’deki yarı iletken yatırımları üzerindeki ihracat kontrollerine ve kısıtlamalarına karşı lobi yaptılar. Nike ve diğer giyim şirketleri, Şincan’da Uygurların zorla çalıştırılması kullanılarak üretilen malların satışını engelleme çabalarına karşı lobi bile yaptı. Hollywood’dan NBA’e kadar eğlence şirketleri, Çinli yetkililerin hoşnutsuzluğunu önlemek için önleyici otosansür uyguladılar. Bu konulardan bazılarının politika özü karmaşık olabilir, fakat algılar basittir. Ulusal güvenlik tartışmaları ihracat kontrolleri ve oldukça naif bir ‘ayrışma’ kavramı etrafında dönerken, kurumsal diz çökme, ABD’nin kararlılığının sınırlarını ve ABD’nin iktisadi bağımlılığının kapsamını açıkça göstermektedir.

Biden yönetimi, ABD ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın bu yılın başlarında yaptığı önemli bir konuşmada dile getirdiği gibi, ‘küçük avlu, yüksek çit’ uzlaşı pozisyonunu izlemeye çalıştı. Bu tuhaf konuşma şekli, ulusal güvenlikle ilgili teknolojiler konusunda katı bir çizgi ve diğer her şeye daha rahat bir yaklaşım anlamına geliyor gibi görünüyor. Fakat çift kullanımlı teknolojiler çağında ve görünüşte düşük kaliteli üretimin (kritik mineral işleme gibi) hakimiyeti stratejik tedarik zincirlerini güvence altına alabildiğinde, bu tür retorik gelişmeler kimseyi tatmin etmiyor.

Teoride, uluslar rakiplerini ideolojik olarak gayri meşrulaştırmaya çalışmadan ekonomik ve teknolojik rekabete girebilirler. Ancak, ulusal çıkarların yavan takibi, kültür savaşı ahlakçılığına batmış Amerikan seçkinlerine doğal gelmiyor, bu nedenle Soğuk Savaş’ın ‘demokrasi’ ve ‘tiranlık’ arasındaki ikilemini yeniden canlandırma çabaları yoğunlaştı. Muhafazakârlar, izleyicilere Çin’in resmi olarak komünist olduğunu hatırlatmaktan zevk alıyorlar ve aynı zamanda Komünist Parti ‘rejiminden’ nefret ederken Çin ‘halkına’ saygı duyma konusundaki teröre karşı savaş söylemini yeniden canlandırdılar. Yine de, Cumhuriyetçilerin şirket lobilerine boyun eğmesi ve partinin tedarik zinciri bağımlılıklarını veya aşınan bir savunma sanayi tabanını ele alma konusundaki genel isteksizliği (bazı önemli istisnalara rağmen) ile birleştiğinde, sağın sembolik şahinliği temelde ciddiyetsiz görünüyor.

Bu arada ilericiler, liberal demokrasinin (sosyal olarak) ‘liberal’ kısmını giderek daha fazla vurguladılar ve iç siyasi tartışmaları dış politika alanına genişlettiler. Bu anlatı, anakronik anti-komünizmden biraz daha sağlamdır, çünkü Çin ve Rusya bazı yönlerden bu noktada ‘komünist’ olduklarından daha sosyal olarak muhafazakârdırlar. Bununla birlikte, Ross Douthat’ın New York Times’ta gözlemlediği gibi, sorun şudur: “Bu stratejiyi sürekli olarak iç siyasi rakiplerinizle olan çatışmanıza bağlarsanız, demokrasi yanlısı büyük bir strateji için sürekli partiler üstü destek toplayamazsınız. Ya da bu konuda, onu sürekli olarak yalnızca kendi siyasi koalisyonunuzun alanı olan değerlere bağlıyorsanız. Demokrasiyi basitçe sosyal liberalizm veya ilerlemecilikle eşitleyen büyük bir strateji, Cumhuriyetçilerden asla sürekli destek almayacak ve her zaman bir sonraki seçim döngüsüne rehin kalacaktır.”

‘Demokrasi’yi oldukça dar görüşlü Batı kültürel adetleri çizgisinde tanımlamak, Çin’i ‘çevrelemek’ için ittifaklar kurmayı daha da zorlaştırabilir ve Modi’nin Hindistan’ına, Erdoğan’ın Türkiye’sine, AMLO’nun Meksika’sına, Ortadoğu monarşilerine veya Vietnam Komünist Partisi’ne hitap etmesi pek olası görünmüyor. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Çin, ideolojik komünizmi küresel siyasi etkinin bir vektörü olarak desteklemiyor. Tam tersine Pekin, iktisadi yardımı liberalleşme ve demokratikleşmeye bağlayan Batılı programların aksine, diğer ülkelerin iç politikalarına ilgi duymadığını potansiyel iktisadi ve dış politika ortaklarına bir hoşa giden özellik olarak sık sık ilan ediyor. Amerikalılar, gelişmekte olan ülkelerin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra ‘bağlantısız’ pozisyonlar belirleme konusundaki bariz arzusuna şaşırdılar; fakat şaşırmamalılar.

Son zamanlarda, Amerikan medyası Çin’in büyüme modelinin belirgin düşüşüne odaklandı. Kuşkusuz, büyük bir iktisadi çöküş, özellikle de Komünist Parti üzerinde siyasi baskı yarattıysa, Amerika Birleşik Devletleri’nde hoş bir haber olacaktır. Fakat bu anlatı çok basit olabilir. Çin’in gelişmiş imalat sanayileri nispeten iyi durumda; örneğin Çin son zamanlarda dünyanın en büyük otomobil ihracatçısı haline geldi ve yarı iletkenler konusunda şaşırtıcı bir ilerleme kaydetti. Ülkenin büyümeyi ve istihdamı teşvik etmek için kullanılan kaldıraçlı emlak sektörleri, ülke içindeki ve dışındaki analistler tarafından uzun süredir tartışılan bir konudur. ‘Made in China 2025’ gibi girişimler doğrultusunda, Çinli yetkililer ülkeyi borca dayalı inşaattan vazgeçirirken gelişmiş üretim inşa etmeye niyetli görünüyorlar. Çin liderliğinin bu geçişi başarılı bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği açık bir soru olmaya devam ediyor, fakat Çin’in stratejik tedarik zincirlerine hakim olma stratejisi bozulmadan kalıyor.

Buna karşılık, Çin ile rekabet ABD siyasetinde birleştirici bir tema olsa da, iç kültür savaşında bir sopa olarak sıklıkla kullanılıyor. Bu kavgalar ile ikircikli (en iyi ihtimalle) bir kurumsal sektör arasında, ABD-Çin ilişkileri için bir uzlaşma stratejisi gibi bir şey ortaya çıkmadı.

Amerika’nın iktisadi ve dış politika karmaşasının ardında, partizan yönelim ve hırstaki daha büyük değişimler var. Onlarca yıl süren neoliberal depolitizasyondan sonra, demokratik siyasetin doğası hakkındaki temel varsayımlar –amacın, kamu yararı için tutarlı bir politika gündemi uygulamak için hükümet gücünü kullanmak amacıyla büyük çoğunluklar oluşturmak olduğu– artık geçerli görünmüyor.

Tarihçi Charles S Maier’in yakınlarda yayımlanan The Project-State and Its Rivals: A New History of the Twentieth and Twenty-First Centuries’i [Proje-Devleti ve Rakipleri: Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyılların Yeni Bir Tarihi] Soğuk Savaş’ın sonunda tartışılmaz görünen (neo)liberal konsensüsün çöküşünü analiz etme girişimi. Kitabın güncel siyaseti ele alışının kusurlu olduğunu iddia ediyorum, ancak Maier’in ‘proje devleti’ kavramı yine de aydınlatıcı. 20. yüzyılın deneyimlerine dayanarak, aktivist devletleri ve görkemli ideolojileri ile, partizan çatışmasının rakip ideolojik projelerden veya politika gündemlerinden kaynaklandığını düşünme eğilimindeyiz. Fakat bugün Amerikan siyasetindeki temel soru, hangi rakip politika vizyonunun zafer kazanacağı değil, herhangi bir siyasi projenin mümkün olup olmadığı veya arzu edilir olup olmadığı; sağ, sol veya merkez bir tane bile sunabilecek kapasitede olup olmadığıdır.

Sağ, Cumhuriyetçi Parti’nin son iki seçim döngüsünde bir politika platformu ortaya koyamamasının ve sadece bir Meclis başkanı seçmede karşılaşılan zorlukların kanıtladığı gibi, olumlu bir projeye sahip olma iddiasını esasen terk etti. Muhafazakâr bağışçılar, parti muhalif bir güç olarak işlev görebildiği, Demokratik girişimleri engellediği ve vergileri düşük tuttuğu sürece memnun görünüyor. Bu arada sağcı medya, entelektüeller ve seçmenler, eğlendikleri sürece mutlu görünüyorlar ve sembolik onaylama ve mem [meme] üretimi dışında adaylardan çok az beklentileri var.

Cumhuriyetçilerin politikadan geri çekilmesi, kısmen George W. Bush yönetiminin felaketlerinin bir sonucudur. Donald Trump’ın 2016’da kanıtladığı gibi, bu muhafazakâr ‘müesses nizam’, Cumhuriyetçi seçmenler arasında bile haklı olarak gözden düşmüştü ve politika aygıtı körelmeye devam etti. Birçok muhafazakâr uzman ve entelektüel, Trump’ın seçilmesinden sonra partiyi fiilen terk etti.

Daha az belirgin, ancak belki de daha temel olanı, 20. yüzyıl sosyal muhafazakârlığının olumlu bir siyasi proje olarak çöküşü olmuştur. Yüksek Mahkeme’nin 2022’de Roe vs Wade’i(***) bozarak federal kürtaj hakkını sona erdirmesi, önceki neslin 50 yıl önce başlayan projesinin doruk noktasıydı. Fakat sonrası, yalnızca hareket muhafazakârlığının bu kolunun tükenişini ortaya çıkardı. Roe’nun üst mahkemede bozulmasından bu yana, ‘koyu kırmızı’ eyaletlerdeki çok sayıda girişim de dahil olmak üzere, kürtajı kısıtlamaya yönelik her oylama önlemi başarısız oldu. Bilakis, ‘yaşam yanlısı’ hareket artık ulusal politikada çok daha az görünür; Roe sonrası bir an için ciddi bir seçim gündemi ortaya koymaya çalışmadı ve Cumhuriyetçi politikacılar için bir utanç kaynağı haline geldi.

Amerikan kültürü sola kaydıkça ve neoliberalizm altında aile oluşumu yere çakıldıkça, Hıristiyan gelenekçiliği hem bir ideoloji hem de bir yaşam biçimi olarak marjinalleştirildi. Mike Pence’in batan başkanlık kampanyasına atıfta bulunan yakın tarihli bir New York Times manşetinde söylendiği gibi, bu tür ‘eski tarz muhafazakârlık’ ‘azalan bir sürüyü’ temsil ediyor. Bugün, coşkuyla İncil’i vaaz eden evanjelistlerden ziyade ilericilerin, halkın katı bir ahlaki ortodoksiye bağlı kalmasını talep etme, yeni eğitim müfredatı, konuşma kodları ve sivil gözlemler için baskı yapma olasılığı daha yüksektir. Bu arada, küçülen bir seçmen ve entelektüel tabana sahip olan sosyal muhafazakârlar, tipik olarak, 20. yüzyıl kültür savaşının tutumlarının keskin bir tersine çevrilmesi olan alışılmadık yaşam biçimleri için muafiyet ve hoşgörü arayanlardır.

Bütüne bakıldığında, bugün Amerika’da politik olarak bağlantılı sosyal muhafazakârlık, 1980’lerin ahlaki çoğunluk ahlakından uzaklaştı ve yorumcu Matthew Walther’ın patavatsız spor web sitesi Barstool Sports’a atıfla ‘Barstool muhafazakârlığı’ olarak adlandırdığı bir tür ahlaki kayıtsızlığa doğru sürüklendi. Barstool muhafazakârları, ‘duyarcı’ siyasi doğruculuğa, çevresel kısıtlamalara, Covid kısıtlamalarına ve benzerlerine içerliyor. Fakat kürtajı yasaklamak, okul duasını geri getirmek veya bir Hıristiyan meydanını restore etmekle pek ilgilenmiyorlar. Bazen ‘ahali liberteryenleri’ [folk libertarians] olarak adlandırılırlar, fakat ezoterik piyasa teorisine veya politika deneylerine ya da refah devletini ortadan kaldırmaya veya mali kemer sıkmaya çok az ilgi duyarlar. Klişeye göre, en azından, esas olarak ‘iptal edilme’ korkusu olmadan ızgara yapmak, porno izlemek, spor bahisleri yapmak, video oyunları oynamak ve şakalar yapmak istiyorlar. İlerlemeciliğin görece popüler olmamasına bağlı olarak, Barstool muhafazakârlığı bir seçim gücü olabilir, fakat herhangi bir siyasi proje değildir.

Bu açıdan bakıldığında Trump, Evanjelik ‘Hıristiyan milliyetçiliğinin’ ya da neo-pagan etno-milliyetçiliğin avatarı değildir. Başkanlığı, Cumhuriyetçi Parti’de ciddi bir ‘Yeni Sağ’ ekonomik gündeminin doğuşunu da müjdelemedi. Eleştirmenlerini rahatlatacak ve ideolojik destekçilerini üzecek şekilde, Trump hiçbir zaman siyasi bir projeyi gerçekleştirmedi ve bir projeye tutarlı bir ilgi göstermedi. Kaos ve araçsal rasyonalitenin bariz eksikliği, tweetler, normların çiğnenmesi, eğlence gösterisi, çekiciliğinin ve hırsının özüydü ve öyle olmaya devam ediyor.

Buna karşın sol hâlâ proje odaklıdır, fakat bir proje devletinden ziyade bir proje-STK’ya odaklanmış gibi görünmektedir ve büyük demokratik çoğunluklar oluşturmaya çok az ilgi göstermektedir. Justin H. Vassallo’nun belirttiği gibi, ilerici sol ne seçilmiş Demokratlar için ‘kurnaz bir koalisyon ortağı’ ne de ‘güvenilir, bağımsız bir siyasi güç’; bu da ‘Bidenomics’ ve diğer gündem maddelerinin potansiyel çekiciliğini sınırlıyor. Başlıca çevrecilik ve (tek kelimeyle) ‘duyarcılık’ projeleri, yeni bir ulusal projenin temelleri olarak hizmet etmek şöyle dursun, genellikle herhangi bir geniş tabanlı fikir birliğinin oluşumunu baltalama işlevi görür. Bu nedenle, Cumhuriyetçi Parti’nin kasvetli ve bölünmüş durumuna rağmen, Demokratlar Cumhuriyetçi bir Meclis ve belirsiz seçim beklentileriyle karşı karşıya.

İlerici çevrecilik –iklim değişikliğinin en endişe verici yorumunu varsaysak bile– çok sayıda ve görünüşte kendi kendine empoze edilen kör noktalardan muzdariptir. Günlük yaşamları altüst etmeye odaklanıyor –örneğin yakın zamanda gaz sobalarına karşı bir haçlı seferi başlattı– en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde milyarder bağışçıların devasa mülklerinden ve özel jetlerinden neredeyse hiç bahsetmiyor. Neredeyse tamamen fosil yakıtları, yerli sanayileri ve destekledikleri bölgesel ekonomileri cezalandırmaya odaklanırken, çoğunlukla ticaret odaklı çevresel arbitraj ve kirlilik offshoring’ini görmezden geliyor. Bu bariz sınıfsal ve bölgeci önyargılar, temiz enerji projeleri de dahil olmak üzere hemen hemen her yeni inşaata karşı kavgacı muhalefeti gibi, kendi ilan ettiği aciliyetin altını oyuyor. Sierra Club gibi çevre grupları genellikle yeni güneş ve rüzgar alanlarının ve pil üretim tesislerinin en şiddetli muhalifleridir. Bazı ‘arz yönlü ilericiler’ son zamanlarda bunu düzeltmek için reforma izin vermekle ilgilendiler, fakat küçülme [de-growth] ideolojisine batmış bir hareketi yeniden yönlendirmek kolay bir iş değil.

Şüphesiz, çevre lobisinin Enflasyonu Düşürme Yasası’nda görüldüğü gibi ulusal sanayi politikasının ön saflarına sıçraması, daha önce küresel anlaşmaları, ulusötesi düzenlemeleri ve finansallaştırılmış karbon ticaretini vurgulayan bir hareket için bazı yönlerden şaşırtıcı bir değişimdir. Bu neoliberal yaklaşımlar son yıllarda yeşil davayı açıkça başarısızlığa uğratmakla kalmadı, aynı zamanda dünyanın en büyük yayıcısı olan Çin’in kendisini çok kutuplu bir dünyada bağımsız bir kutup olarak kurması nedeniyle umutsuz görünüyorlar. Bununla birlikte, taktiklerdeki değişime rağmen, Amerikan çevreciliği, arketipik neoliberal seçmenlerin –STK’lar, çokuluslu şirketler, şirketler ve teknokrat uzmanların– ötesine geçmekle mücadele etti. O, her aşamada, gerçek bir ulusal seferberlik projesine dönüşmeye direndi, bunun yerine üst sınıf, beyaz yakalı tabanı için ahlaki doğrulama ve mali teşvikler sunarken, diğer herkesten kemer sıkma talep etti.

İlericilerin diğer büyük projesi, ‘duyarcılık’, belki de daha da kutuplaştırıcıdır. O da bir başarısızlığa tepkidir. Martin Luther King Jr ve sivil haklar hareketinden sonra hüküm süren ‘renk körü’ ırksal entegrasyon fikir birliği, her ne sebeple olursa olsun, kazanç, servet, eğitim kazanımı, hapsedilme ve diğer ölçütlerdeki önemli ırksal eşitsizliklerin üstesinden gelmedi. İlericiler, pozitif ayrımcılık lehine renk körlüğünü reddeden yeni bir ‘ırkçılık karşıtlığı’nın yanı sıra yeni ulusal tarihler, tatiller, konuşma kodları, okul müfredatı ve benzerlerini benimseyerek yanıt verdiler. Bununla birlikte, bu hareketin öncüllerine katılsın ya da katılmasın, sivil haklar hareketinin sonunda inşa ettiği türden bir ulusal fikir birliğinin temelini oluşturması pek olası görünmüyor.

En başta, duyar siyaseti, içsel olarak kendini yok eden bir şekilde, çoğunluk karşıtı görünüyor. Mağdur azınlık kimliklerini onaylamaya ve bu temelde sembolik ve maddi tavizler vermeye çalışıyor ve çoğunluğu fiilen ezen olarak bırakıyor. Daha somut olarak, koalisyon ortaklarından ziyade ‘müttefikler’ arıyor ve pragmatik politika yerine ahlaki mutlakiyetçiliği vurguluyor. Renk körü entegrasyon, teoride nihai bir hedef ortaya koyabilirken, duyarcı aktivistler genellikle Amerikan ırkçılığının doğal ve telafi edilemez olduğunu öne sürerek, politika reçetelerinin toplumsal dönüşümden çok kişisel kefarete yönelik olduğunu ima ediyor.

Bu nedenle, seçkin kurumlardaki önemli ilerlemelere, önemli bağış toplamalarına ve 2020’deki büyük Black Lives Matter protestolarına rağmen, duyarcı politika başarıları ihmal edilebilir ve hareket sönüyor gibi görünüyor. ‘Polisin finansmanını azaltmak’ gibi birkaç somut politik atılım, bölge savcısını (ve ayrı olarak okul yönetim kurulu üyelerini) geri çağıran San Francisco gibi ultra ilerici şehirler de dahil olmak üzere, tepki yaratmada muhtemelen başarılı oldu. Duyarcılık karşıtı savaş narası, kırılgan sağı bir arada tutan birkaç şeyden biridir ve seçkin üniversitelerde antisemitik konuşmalar konusundaki son tartışmalar, ‘duyarcı’ kurumlara muhalefetin siyasi sağın çok ötesindeki seçmenleri kapsayacak şekilde genişlediğini göstermektedir.

Amerikan muhafazakârlığı her türlü siyasi sorumluluk duygusunu ve bununla birlikte olumlu siyasi projeler geliştirme kapasitesini terk etmiş gibi görünse de, ilericiler demokratik koalisyon inşasını engelleyen bir ahlaki coşku dalgasından, rahatına düşkün bir aşırı ahlakçılıktan muzdariptir. Demokrat senatör Chris Murphy kısa süre önce, tamamen bilimsel olmasa da, açıklayıcı bir Twitter anketinde, ilericilerin, iktisadi gündemler etrafında daha büyük bir koalisyon kurmak için bazı kültürel taahhütlerini ılımlı hale getirmeleri gerekip gerekmediğini sordu. Yanıt son derece olumsuzdu. Ve soruyu tersine çevirmenin –daha büyük bir kültürel koalisyonu güvence altına almak için iktisat politikasını ılımlı hale getirmenin– benzer sonuçlar vereceğinden şüpheleniliyor. Gerçek bir anket olmasa da, politik bir projeyi uygulamak için belirleyici bir çoğunluk oluşturma hırsının artık demokratik siyasetin canlandırıcı dürtüsü olmadığına dair elle tutulur bir his yakalıyor.

Nihayetinde, Soğuk Savaş sonrası konsensüsün çöküşü, en iyi şekilde, neoliberalizmin siyasi bir proje olarak çöküşü olarak anlaşılabilir. Neoliberal bir toplum inşa etme fikri kendi şartlarında başarısız oldu ve artık uygulanabilir değil: başka bir vergi indiriminin büyümeyi hızlandıracağına veya başka bir ticaret anlaşmasının Çin’i demokratikleştireceğine veya yeni bir karbon kredisi planının iklim değişikliğini sona erdireceğine inanmak artık makul değil. Fakat bu, yeni bir konsensüsün eskisinin yerini aldığı anlamına gelmez, sadece tüm siyasi projelerin eşit derecede mantıksız göründüğü anlamına gelir. Gerçekten de, programatik neoliberal projenin terk edilmesi, neoliberal içgüdünün nihai zaferini temsil edebilir: herhangi bir ortak projenin yokluğunda, siyaset kolektif özyönetimden ziyade tamamen bireysel bir kendini gerçekleştirme süreci olarak kavramsallaştırılır – kişisel zenginleşme, kişisel kefaret ve hatta kişisel eğlence yoluyla.

Bu anlamda, yeni bir post-neoliberal konsensüs oluşturmak için gerekli koşullar yerine getirilmemiş gibi görünüyor. Eski parti aparatçiklerinin unvan değiştirdiği ancak iktidarı elinde tuttuğu komünizm sonrası bir geçişte olduğu gibi, resmi politikadaki neoliberal ortodoksiden sapmalar, siyasi etkinin altında yatan modları ve yapıları –veya çoğu durumda personeli– değiştirmedi. Büyük bağışçılar, yukarıdan aşağıya STK’lar, Büyük Teknoloji platformları ve diğer fikri mülkiyet odaklı şirket lobileri, ABD siyasetindeki baskın güçler olmaya devam ediyor. New Deal döneminin kitle örgütleri yeniden canlanmadı, onların yerini alacak yeni siyasi biçimler ve endüstri koalisyonları ortaya çıkmadı. Seksenlik politikacılar ve bağışçılar hem sağda hem de solda önde gelen oyuncular olmaya devam ediyor.

Öte yandan, ‘post-neoliberalizm’ solcu bir rüyadan Trumpist bir isyana dönüştü ve şimdi liberal bir düzen yönetiminin gündemini şekillendiriyor. Yine de genel eleştiriden önemli bir projeye ve paylaşılan fikir birliğine dönüşebilir. Yeni politika paradigmalarına yönelik iştah, dış olayların ivmesi gibi kalıcı görünüyor. On yıllarca süren neoliberal depolitizasyon, Amerikalıların siyasi eylem ve ulusal olasılık anlayışını çarpıttı, fakat eski ideolojik kategorilerin boşluğu da partiler arası işbirliği ve politika deneyleri için yeni fırsatlar yarattı.

Elli yıl önce, neoliberalizm, Amerika’nın ekonomik hakimiyetini –ve kilit açılardan mistifikasyonu– olarak ortaya çıktı. Bugünün neoliberalizmden uzaklaşması, aynı kaygılarla motive edilmesiyle, benzer şekilde, tam bir özbilinç olmadan, mutlaka tutarlı olmayan çeşitli kalıtsal ideolojik kisveler altında ilerleyebilir. Neoliberalizm depolitizasyonu ve dekolektivizasyonu hedeflerken, post-neoliberalizm çok daha fazla ilerlemek için ortak bir yapıcı vizyon gerektirecektir.

Post-neoliberal moment, birbirinden çok farklı iki başkanlık yönetiminde varlığını sürdürdü, fakat hâlâ kendi hareketini ve hatta kendi kendini tanımlamasını arayan bir moment.


(*) New Deal: Franklin D. Roosevelt’in başkanlığı döneminde, 1930’lu yıllarda uygulamaya konan ve ‘Keynesçi refah devleti’nin zirvesi olarak görülen iktisat politikalarına verilen ad. 1929’daki küresel finans krizine tepki olarak, devlet müdahaleciliğine verilen önemli bilinir. (ç.n.)

(**) 1985 Plaza Anlaşması: 22 Eylül 1985 tarihinde Fransa, Batı Almanya, Japonya, ABD ve Birleşik Krallık’ın New York’ta bulunan Plaza Otel’de para piyasalarına müdahale ederek, Japon yeni ve Alman Markı karşısında ABD dolarının değer kaybetmesi için yaptıkları antlaşmadır. Amaç, özellikle Amerikan mallarını Japon malları karşısında ihracat üstünlüğüne sahip kılmaktı. Amerikan korumacılığının zirvelerinden biri olarak görülen Plaza Anlaşması, sanayi-tarım-hizmetler sektöründen oluşan geniş bir dış rekabete karşı korumacı koalisyonun Reagan yönetimine baskısıyla imzalandı. (ç.n.)

(***) Roe v. Wade: Roe v. Wade ile ABD Federal Yüksek Mahkemesi, 14. Maddede işaret edilen mahremiyet hakkının kürtajı temel bir hak olarak koruduğuna karar verdi. Fakat devlet, hamileliğin evresine bağlı olarak kürtaja erişimi düzenleme veya kısıtlama yetkisini elinde tuttu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English