Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Büyük savaş kaçınılmaz mı?

Yayınlanma

1) Uluslararası mali sermaye ile Almanya’nın savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasında yeni bir ittifak kuruluyor.

Mali sermaye, banka ve tekel sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu kavramı Marksist emperyalizm teorisinin temeli olarak kullanan ilk kişi Lenin’di ve kuşkusuz, meselenin siyasi veçhesinde, siyaset biliminin Aristocu temel taşlarına da gönderme yapıyordu; zira mali sermaye kendi yönetimi olan mali oligarşiyi doğurur; tıpkı Aristo’ya göre oligarşinin aristokrasinin yozlaşması olduğu gibi mali oligarşi de burjuva demokrasisinin yozlaşmasıdır. Mali oligarşinin başında da, sanayi ve ticaret karşısında hâkimiyetini tesis etmiş olan banka sermayesi vardır.

Burjuva devleti olağan dönemlerde göreli özerkliğini korur; çünkü burjuvazi iktidarsızdır. Benim yayınlanmayı bekleyen “1939”da, “Kısa bir devlet teorisi” başlığı altında altını çizmiştim bunun. Kapitalist toplumda genel, olağan eğilim şu yöndedir: burjuvazi kendi başına yönetmeye muktedir değildir, çünkü kişisel bağımlılık ilişkilerinin temeli ortadan kalkmıştır; bu yüzden normal burjuva toplumlarında burjuvazi adına onun paralı memurları (ideologları, siyasetçileri, mülki idarecileri, vb.) yönetirler. Ama bu genel eğilim olağan dönemlere özgüdür; olağanüstü dönemlerde (her ne kadar klasik faşist diktatörlüklerde bile devletin görece özerkliği korunuyor olsa bile) burjuvazi doğrudan müdahale eder ve memurlarıyla değil kendisi yönetmeye başlar.

Artık olağanüstü bir dönemdeyiz. Önce bizde mi başladı, ABD’de mi, İtalya’da mı, kesin olarak söylemek galiba mümkün değil. Gerçi Trump başlı başına bir “fenomen”. İtalya ise hep bir istisnadır; dolayısıyla sıra dışılığı bizden başlatmak daha doğru bir yaklaşım olabilir: sektörlerin en gözde patronları bakanlıklara atandılar. Bizi Fransa takip etti ve Rothschild’in altın çocuğu, Fransa’nın savaştan bu yana en gerici ama en çok parlatılan başkanı olarak ülkenin başına atandı. Bu parlak ve becerikli delikanlı, sarı yeleklileri kanla ve gözlerini oyarak bastırmakla kalmadı, benzeri görülmemiş bir demokratlık halesiyle de ödüllendirildi.

Bugün Fransa’yı denizin öte yakası takip ediyor: Goldman Sachs’ın altın çocuğu, Hintli sömürge işbirlikçisi bir familyanın en son ve en seçkin temsilcisi Sunak, neoliberal dünyanın alkışları arasında III’üncü Charles’ın hükümetinin başına getirildi. Derisinin rengini parlatan bu alkışlar Britanya “demokrasisine” övgüler düzmek için kullanılıyor; oysa raf ömrü marulu geçemeyen teneke leydi bile Downing Str. 10 numaraya halkın değilse bile en azından Muhafazakâr Parti delegelerinin oylarıyla taşınmıştı, Goldman Sachs’ın çocuğu ise doğrudan atandı.

Eğilim tekil değil. Endonezya’daki G20 zirvesinde veya Davos’ta olduğu gibi hemen bütün devletlerarası etkinliklere Schwab, Soros ve Gates gibi tiplerin de katılması, bu küresel burjuva elitinin uluslararası gelişmelerde oynadığı aracısız, doğrudan role, dolayısıyla burjuva devleti açısından yeni normal haline gelen küresel bir anomaliteye işaret ediyor.

Demek ki şunu söylemek kesinlikle doğrudur: bugün mali oligarşi, sadece mali sermayenin yönetimi değil, onun ta kendisidir. Dahası, bu oligarşi emperyalist troyka nezdinde küreselleşti ve bütün yerel oligarşileri yeniden şekillendiriyor. Bu süreç savaşsız tamamlanamaz; yerel oligarşilere küreselleşmiş bir ortaklık temelinde mutlak iktidar ve azami kâr vaat eden savaş, uluslararası mali sermaye ile başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’nın, Japonya’nın ve troykanın (Güney Kore’den Kanada’ya kadar) uydularının savaş sanayisine itilen geleneksel sanayi sermayesi arasındaki yeni ittifakın motorudur. Öte yandan tam da bu ittifak, bu halkaların siyasi bağımsızlıklarını da ortadan kaldırıyor.

2) Bu ittifak başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı Amerikan siyasi iradesine tabi kılarken sanayinin önüne daha büyük kârlar elde etme imkânı kazandırıyor.

Geleneksel sanayi savaş sanayisine dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir ve dönüşür. BMW fabrikalarından tank, Mercedes fabrikalarından zırhlı, Fiat fabrikalarından mühimmat, Citroen fabrikalarından top, Airbus fabrikalarından savaş uçağı çıkarmanın önünde hiçbir engel yoktur. Bunlar zaten uğraştıkları işlerdir. Sorun sadece, mesela BASF’dan Ziklon B mi çıkaracakları sorunudur ki, her ne kadar bunun da bir sakıncası yoksa bile (ABD ve ortaklarının başta Ukrayna olmak üzere pek çok ülkede askeri-biyolojik laboratuvarlarını unutmayalım) hiç değilse Avrupa Komisyonu’nun başındaki barones ve velinimetlerinin servetlerine servet katmak için ölümcül aşılar veya genetiği değiştirilmiş gıda için tohum ve gübre üretebilirler.

“Siyaset bilimcilerin” ve “jeopolitikçilerin” tartışmaları genellikle bunun gerçekleştirilebilirliği üzerinden değil (buna pek bakılmıyor), bir önceki başlıkta değindiğim ön şart üzerinden yapılıyor: troykanın diğer halkaları ve uyduları siyasi bağımsızlıklarını kaybetmeyi neden göze alıyorlar? Oysa bu, sınıf ilişkilerinin ve kapitalizmin tabiatının yerine aslında iradesiz oldukları halde irade sahipleri oldukları varsayılan bir grup insanın planlarını, duygularını, beklentilerini geçiren yanlış bir sorudur; doğrusu şöyle olmalı: neden göze almasınlar, dahası siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler? Gerçekte siyasi bağımsızlık çoktan kaybedilmiş bir şeydir, bugün arzu edilen sadece vassal haklarının genişletilmesidir. Rothschild bankerinin başkanlık yaptığı Fransa’nın (geleneksel olarak siyasi bağımsızlığına en düşkün batı Avrupa ülkesi) dışişleri bakanı Catherine Colonna daha kasım ayında bunu çok açık ifade etmişti; ekselansları Madame şöyle demişlerdi: “Eğer Avrupalılar her Amerikan seçiminde gerilim yaşamak istemiyorlarsa daha çok özerkliğe giden yolu bulmalılar.” Bağımsızlık değil özerklik; (halkı boş verin) kendi burjuvazisinin menfaatlerini kollayan devlet değil troykanın seksiyonu. Aslında bundan daha makul bir şey de olamaz, zira bu siyasi çerçeveyi kuran iktisadi ortam zaten, yerli mali oligarşilerin küresel mali oligarşi çetesinin organik bileşenlerinden ibaret oluşu, ve ülkelerin de doğrudan doğruya ve aracısız olarak bunlar tarafından yönetilmekte oluşudur.

3) Bu süreç iddia edilmesi moda haline gelen “sanayisizleştirme” değil sanayinin askerileştirilmesi anlamına geliyor.

Avrupa’nın ABD tarafından “sanayisizleştirildiği” iddiaları dalga dalga yayıldı. Ben, savaşın kaçınılmaz olduğunu birçok defa yazdığım 24 Şubat’ın çok öncesinden beri tamamen aksi fikirdeyim: hayır, Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi süreci yaşanıyor. Bu, büyük burjuvaziye rağmen Amerikan baskısıyla yaşanmıyor; büyük burjuvazinin kâr hırsının Amerikan hegemonya planlarıyla çakışması yüzünden yaşanıyor, zira sanayinin askerileştirilmesi büyük burjuvazi için azami kâr anlamına gelir. Son olarak Münih konferansındaki eşi benzeri görülmemiş saldırgan retorikten başka NATO’nun askeri harcamalarda GSYH’nın en az yüzde 2’si dayatmasının da ötesine geçmesi, AB “reichsführerlerinin” silah ve mühimmat üretimine hız verme çağrıları ve halk kitlelerine bütün bunları doğal, gerekli, kaçınılmaz şeylermiş gibi kabul ettirmeye yönelik benzersiz endoktrinasyon, bu durumu açık seçik gösteriyor; dahası geleneksel Avrupa sanayi sermayesi büyük bir şevkle işe koyulmuş ve savaş envanterini genişletmeye girişmiş durumda.

Avrupa’da ekonominin askerileştirilmesi, onun yeniden yapılandırılması demektir.

Apaçık bir ırkçı ve faşist olan “sosyalist” cübbeli diplomasi şefi, savaş çağrıcısı Borrell, daha ekim ayında şöyle demişti: “Refahımız, Rusya’dan gelen ucuz enerji temeli üzerinde kuruluydu. Açıktır ki bugün, bir bağımlılığın yerine diğerini koymamak, mümkün olduğunca Avrupa içinde enerji kaynakları aramak zorundayız. En iyi enerji, içeride üretilendir. İnsanlar henüz, Rusya ve Çin’in, daha önce ekonomimizin kalkınması için oynadıkları rolü artık oynamayacaklarının farkında değiller. Bu da ciddi bir yeniden yapılanma gerektiriyor.”

Bu, şunları kaçınılmaz olarak öngerektirir: 1) emperyalist troykanın siyasi kenetlenmesi; 2) Rusya yerine Avrupa’da Norveç ve Britanya’nın, Ortadoğu’da Katar’ın, okyanus ötesinde ABD ve Kanada’nın enerji kaynaklarına bağımlılık; 3) Çin’in dünyanın fabrikası rolünün ürettiği kırılganlığına dayanarak siyasi olarak etkisizleştirilmesi.

Hiç unutmamak için tekrar etmek gerek: bu süreç bilinçli ve örgütlü bir şekilde hazırlandı. Avrupa Komisyonu adını taşıyan kıtanın en büyük Amerikan lobisinin “reichsführeri” barones, Münih konferansında, daha 2021 eylül ayından itibaren Rusya’ya karşı yaptırımlara hazırlandıklarını söylemekte sakınca görmedi. Yeşillerin eşbaşkanı, Bundesminister des Auswärtigen Annalena Baerbock (tarihteki yeri ve misyonu Reichsminister des Auswärtigen Joachim von Ribbentrop’un yanıdır) provokatör rolünün yanı sıra daha ağustos başında Alman silah sanayisine “özel olarak Ukrayna için silah üretme” ve çatışmaların 2023’te de sürmesine hazır olma çağrısı yapmıştı.

Bu ittifak içinde savaş sanayisiyle doğrudan ilişkisi nedeniyle bilişim sektörü özel bir rol oynuyor. Çağdaş faşizmin kaldıracının, çağdaş kapitalizmin en ilerici halkası sayılan bu sektörde yatması şaşırtıcı değil. Görünürde bu halka LGBT’den kadınlara ve azınlıklara varıncaya kadar her türlü hakkın savunucusu gibi geçinir, gerçekteyse sınıfsal bağları parçalar, ilişkileri amorflaştırır, soysuzlaştırır. Bu halkanın siyasi temsilcileri, ideologları, giydikleri ilericilik ve çağdaşlık elbisesinin altında her türlü gericiliğin ve faşistleşme sürecinin doğrudan failleridir. Borrell vb.nin arkasındaki gerçek güç, hem askeri sanayi hem de banka sermayesiyle tamamen iç içe geçmiş olan bu globalistlerdir.

Kapitalist sanayi üretilen emtianın süratle tüketilmesini gerektirir, bunun en ideal yolu savaşlardır. Öte yandan savaş sanayisi bütün temel hak ve hürriyetlerin süratle ve amansızca budanmasını gerektirir; açlıktan titreyen emekçiler, büyük burjuvazi daha çok kazansın diye sefalete düşen ve ölen emekçiler olduğu sürece sistem mükemmel işler.

4) Bunun siyasi sonucu başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın militarize edilmesidir ve bu süreç geri dönüşsüzdür.

Sanayinin askerileştirilmesi siyasetin militarizasyonuyla paralel yürür ve bu, 20’nci yüzyıl tarihinin defalarca gösterdiği gibi, faşistleşme sürecinde son eşiğin aşılması demektir.

Süreç geri dönülmez noktaya çoğu zaman sanayinin ve siyasetin militarizasyonuyla varır. Birincisi, bir ekonomik istikrar sağlar, derin bir milli krizin arkasından hızlı sanayileşme, muazzam kârlardan emekçi kitlelere düşecek kırıntılarda artış, işsizlik ve resesyonun arkasından istihdam ve artan büyüme vaat eder. Bu, toplumun siyasi gericileşmeye karşı reflekslerini köreltir. İlerici güçlerin tasfiyesi kolaylaşır, burjuva demokratik hak ve hürriyetlerin tasfiyesi hızla tamamlanır.

Buna karşı tek makul itiraz, böyle bir gelişmenin kapitalizmin nihai çıkarlarına uygun olmayacağı, veya (Almanya örneğinden devam edersek) “Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olmasıdır. Öyle ya, yenilmez sayılan Leopardlar Ukrayna’da tutuşmaya başlayınca ne olacak? Washington zaten Leopardları elden çıkarmaları karşılığında Abrams koklatacağının işaretini çaktı.

Bu yaklaşım eksik, dolayısıyla yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, birincisi, kapitalizm kendi nihai menfaatini her şeyin önüne koyan akıllı bir makine, işlevsel bir beyin değildir; ve ikincisi, bu yaklaşım, ABD’nin Almanya siyasetini kuklalaştırma eğilimini, bunun ABD’nin kadir-i mutlak gücünden veya diğer ülkelerin siyasi güçsüzlüğünden kaynaklandığı önkabulüyle abartıyor, gerçek nedenin güç-güçsüzlük ilişkisinde değil ilişki biçimlerini doğuran sınıf menfaatlerinde yattığını gözden kaçırıyor. Alman finans ve sanayi burjuvazisinin ortak menfaatlerini, ilkinin uluslararası emperyalist ortaklığın bir parçası olduğunu ve ikincisini kredilerle beslemekle kalmayıp doğrudan doğruya militarizasyon yolunda teşvik ettiğini, ve neticede bunların her ikisinin de menfaatlerinin ekonominin, dolayısıyla siyasetin de militarizasyonunda yattığını görmüyor.

“Alman sanayisinin silah sanayisine evrilmesinin Alman tanklarının hem şöhret hem de pazar kaybetmesine yol açacak” olması, ikincisinden sakınmak için ilkinden vazgeçme sonucunu doğurmaz. Normal şartlarda sosyal-demokratlar kapitalizmin uzun vadeli menfaatlerini burjuvazinin diğer siyasi temsilcilerinden daha iyi kollarlar, ama tam da bu yüzden onların siyaseti sık sık kapitalist sistemle çatışır, zira sistem (kısmen abartarak söylüyorum) insani akılla değil hayvani refleksle işler. Alman sanayi burjuvazisinin ve sanayinin kendisinin militarizasyonu, Almanya kapitalizminin uzun vadeli menfaatleri için uygunsuz olabilir, ama öyle diye burjuvazi bundan vazgeçmez, gelecekte riskle karşılaşabileceği endişesiyle bugünkü kârından vazgeçmez.

Doğru, risk vardır; ama 1936’da da risk vardı. Normal şartlarda burjuva siyaseti, sadece sosyal-demokratlar değil muhafazakârlar da, geleceğe yönelik bu risk potansiyelini azaltabilirler; ama anormal şartlarda kapitalizmin en saldırgan kesimlerinin doğrudan temsilcileri olan Yeşiller ve faşistler gibi partiler burjuva siyasetinin geri kalanını da domine ederler.

5) Almanya’da sermayenin en saldırgan, en şoven, en gerici, en militarist kesiminin siyasi temsilcisi Yeşillerdir.

Bu iddianın ne anlama geldiği yeterince açık: Avrupa’da faşist diktatörlükler ancak Yeşiller vb. neoliberal akımlar üzerinde yükselebilir.

Faşizm üzerine teorik tartışmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Bütün bu analizlerin güçlü olduğu yanlar da var, zayıf olduğu yanlar da. Faşizmi cinsellikle, kadın-erkek eşitsizliğiyle, kimi düpedüz uçuk kaçık ideolojik akımlarla, ütopya diye sunulan dizütopik dünya tasarımlarıyla, dinle veya dindışılıkla ilişkilendiren analizler de var. Bunların her biri, genel olarak faşizmin veya özgül bir faşist hareket yahut diktatörlüğün muhtelif, tekil yanlarını ilgilendiriyor. Ama bütün siyasi hareketler ve rejimler gibi faşizm de bu özgüllükleriyle değil ancak genel, ortak, sınıfsal nitelikleriyle doğru biçimde kavranabilir.

20’nci yüzyılın yirmili yıllarında küçük burjuva sağcılıkları faşizm adının çeşitli varyasyonlarıyla yükselmeye başlamışlardı, ama bu kavramın bugün bildiğimiz, en azından marksistlerin büyük bölümünün mutabık kaldığı anlamıyla henüz faşist değillerdi. Bu mutabakat, faşist diktatörlüklerin ve faşist hareketlerin sınıf ilişkilerinin analizine dayanır ve en genelde, bunların milli bir krizin ardından, bu krizin diğer veçhelerinin yanı sıra ideolojik veçhesinin de sonucu olarak küçük burjuva sağcılığının yükselişiyle, ama en önemlisi, bu hareketlerin büyük burjuvazinin menfaatleriyle bütünüyle örtüşmesiyle açıklanır. Ve tam da bu nedenle faşist hareketler ve diktatörlükler, (Poulantzas’ın deyişiyle) “dönüşsüzlük noktasından” “stabilizasyon döneminin” sonuna kadar gerçek anlamda faşisttirler. (Ve Dimitrov’un deyişiyle): “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür. Faşizm sınıflarüstü bir iktidar ve küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki iktidarı değildir. Faşizm bizatihi mali sermayenin iktidarıdır.”

Demagoji en çok faşist diktatörlüklerin uzmanlık alanıdır. Avrupa’nın birbirleriyle yarışan savaş kışkırtıcısı partilerinin, ama en çok da Yeşillerin sözlüğünde bütün kelimelerin yeni bir anlam kazanması boşuna değildir: barış, savaştır; refah, savaş sanayisidir; çevre, düşmandır; tarım, açlıktır; hürriyet, köleliktir; bağımsızlık, uşaklıktır.

 

GÖRÜŞ

Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de

Yayınlanma

Küresel dikkat, Orta Doğu’ya ve Batı’nın Orta Doğu ve Avrupa’daki savaşlara yönelik eylemlerine odaklanmışken Hindistan Güneydoğu Asya ve Kore Yarımadası ile ilişkisine odaklanarak Doğuya Hareket politikasını güçlendirmeye devam ediyor. Şu sıralar dünya özellikle Orta Doğu ile fazlasıyla meşgulken Yeni Delhi bu yolda “sessizce” bir adım attı ve 3,5 yıldan uzun bir aradan sonra Kuzey Kore başkenti Pyongyang’daki büyükelçiliğini yeniden açtı. Bu “sessiz” adımın en önemli itici gücü, Kuzey Kore’nin Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirirken nükleer ve füze yeteneklerini genişletmesi ile stratejik önem kazanması ve daha da önemlisi, Pyongyang’ın Pakistan’a uzanmaması.

Kuzey Kore büyük bir belirsizlik içinde hareket ediyor ve Pyongyang yönetiminin bu opak doğası da Yeni Delhi’nin Pyongyang ile diplomatik ilişkilerini dünyanın geri kalanından habersiz ve sessiz bir şekilde, gölgede sürdürmesine yol açıyor. Temmuz 2021’de de Hindistan, Pyongyang’daki büyükelçiliğini “sessizce” kapatmış ve Büyükelçisi Atul Malhari Gotsurve tüm personeli ile birlikte Moskova üzerinden Yeni Delhi’ye dönmüştü. Ancak Hindistan Dışişleri Bakanlığı, Kuzey Kore ile ilgili çoğu şey gibi, büyükelçiliğin resmi olarak “kapalı” olduğunu ilan etmekten kaçınmış ve gazeteciler tarafından tüm personelin neden geri çağrıldığı sorulduğunda, bu adımın COVID-19 nedeni ile atıldığını söylemişti.

O zamandan beri misyon inaktif kaldı. Yıllar geçti, Pyongyang’daki diplomatik Misyon ile ilgili hiçbir gelişme olmadı ve Eylül 2023’te Atul Malhari Gotsurve’ye Moğolistan Büyükelçisi olarak yeni bir görev verildi. Bir yıl daha geçti ve sonra aniden, bu ayın başlarında, Hindistan Kuzey Kore’deki diplomatik varlığını yeniden etkinleştirmeye karar verdi ve birkaç gün içinde de teknik personel ve diplomatik personelden oluşan bir ekip Pyongyang’a gönderildi. Ancak Kuzey Kore’nin kötü şöhretli ve şeffaf olmayan bürokrasisinden beklenen gecikmeler, yeni bir büyükelçi ve ekibin geri kalanının gönderilen ilk personele katılmasının birkaç ay sürebileceği anlamına geliyor. Elçiliği faaliyete geçirmek için hata ayıklamak ve güvenlik ve casusluk tehlikelerinden temizlemek üzere kapsamlı kontrollerin yapılması gerekiyor ki Kuzey Kore’nin yabancılara karşı kullandığı şüpheli istihbarat yöntemleri ve ev sahipliği yapmayı kabul ettiği elçilikler ile ilişkilerinde kötü niyetli olması ile ünlü olduğu göz önüne alınırsa, bu bir önlem adımı.

Sinsi ve öngörülemez nükleer programının büyük Birleşmiş Milletler yaptırımlarına yol açması ile Kuzey Kore izole edilmiş nükleer silahlı bir diktatörlük. Ancak onlarca yıldır Hindistan’a güvenen bir dost. Kuzey Kore’nin dünyanın en izole ve tehlikeli ülkelerinden biri olmasına karşın Delhi onlarca yıldır Pyongyang ile yakın ilişki içinde.

Peki, Kuzey Kore Hindistan’a neden güveniyor dersiniz? Bunu anlamak için kısa bir tarih yolculuğuna çıkalım:

1950’de Kore Savaşı çıktı. Çin ve Sovyetler tarafından desteklenen Komünist Kuzey Kore, Amerika tarafından desteklenen Güney Kore’ye karşı savaştı. Çatışma çıkmaza girince Hindistan barışa arabuluculuk etmeye davet edildi. Delhi yönetimi dengeli bir pozisyon aldı ve anti-Komünist bir çizgi benimsemeyi kabul etmedi. Bu, Hindistan’ın denge politikasını ve hem Güney hem de Kuzey Kore ile ilişkileri sürdürmesini sağladı. Yeni Delhi 1970’lerde Kuzey Kore ile resmen bağ kurdu ve Pyongyang büyük bir nükleer silah geliştirme programına giriştiğinde dahi bu ilişkileri sürdürdü. Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri ve füze fırlatmaları Asya’nın güvenliğini tehdit ediyor ve bu testler aynı zamanda diplomatik izolasyona da yol açıyor olsa da Yeni Delhi Pyongyang ile teması kesmeyi reddetti.

Pyongyang’da büyükelçiliği bulunan az sayıdaki ülkeden biri olan Hindistan uzun bir süre Kuzey Kore’nin ikinci veya üçüncü büyük ticaret ortağıydı. Kuzey Kore Dışişleri Bakanı 2015 yılında Hindistan’ı ziyaret ederken Hindistan Dışişleri Devlet Bakanı (Hindistan’da Dışişleri Bakanı’na Dışişleri Devlet Bakanı veya daha düşük rütbeli Dışişleri Bakan Yardımcısı yardımcı olur.) General Vijay Kumar Singh de 2018’de Kuzey Kore’ye gitti. Böyle bir olayın ne kadar nadir olduğu dikkate alınınca, VK Singh’in ziyareti özellikle uluslararası ilgi gördü. Oysa Amerika 2017’de Delhi’den Kuzey Kore ile diplomatik temaslarını azaltmasını istemişti ama Hindistan Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj bunu reddederek Delhi’nin iletişimi açık tutabileceğini belirtmişti.

Hindistan ayrıca Kuzey Koreli diplomatları eğitmeye de devam etti. Dahası, 2016 yılında Birleşmiş Milletler, Dehradun’daki bir enstitünün yıllardır Kuzey Koreli nükleer bilim adamlarına eğitim verdiğini ortaya çıkardı. Yeni Delhi’nin aynı zamanda başka kritik yardımları da oldu: 2022’de Kuzey Kore sel felaketinin mahsulünü mahvetmesinin ardından Hindistan’dan pirinç istemişti.

Peki, Hindistan neden dünyanın en opak doğaya sahip en tehlikeli ülkelerinden biri ile ilişki kuruyor? Bunun yanıtı şaşırtıcı değil:

Yeni Delhi’nin ilgisi, Kuzey Kore’nin nükleer programı ve Pakistan ile olan bağlantılarıdır. Pakistan nükleer teknolojisi yıllarca Kuzey Kore’nin kendi nükleer silahlarını geliştirmesine yardımcı oldu. Ayrıca Kuzey Kore Pakistan’ın füze geliştirmesine yardım etti. Hindistan, Pakistan ile Kuzey Kore arasındaki bu bağlantılar hakkında uluslararası topluma sürekli bilgi verdi. Ve doğrusu kendi güvenlik çıkarlarına Kuzey Kore’nin saygı duymasını sağlamak için Pyongyang ile birlikte çalışıyor. VK Singh’in 2018 ziyareti sırasında Pyongyang, Delhi’nin güvenliğini tehlikeye atmayacağına dair açıkça söz verdi. Kuzey Kore Çin’e son derece yakın olsa da Pekin ile ilişkilerinde gergin bir dinamik var. Dolayısıyla Delhi ayrıca ona Çin dışında bazı seçenekler sunmak için de Pyongyang rejimi ile temasa geçiyor. Ancak Hindistan ve Kuzey Kore ilişkisi de sınırlı; Yeni Delhi, Kuzey Kore’den çok Amerika ve Güney Kore’ye yakın. Ayrıca Kuzey Kore’nin pervasız nükleer ve füze denemelerini de rutin olarak kınadı. İkili arasında son 5 yılın üzerinde herhangi bir üst düzey görüşme de gerçekleşmedi.

Kısa bir Güney Kore arası:

Bu arada Güney Kore bu yıl Ulusal Günü’nü Yeni Delhi’deki geniş Jawaharlal Nehru Stadyumu’nda kutladı. Hindistan’daki büyükelçiliğinin, -Hindistan’daki çoğu büyükelçiliğin ulusal günlerinde yaptığı gibi-, avizeli salonlarda rutin kokteyl resepsiyonlarından uzaklaşması ile binlerce genç Delhili açık alanda K-pop’a (Kore pop müziği) ritim tuttu. Seul, Hindistan ile ilişkilerine çok uzun vadeli bakıyor ve bağları toplumlar aracılığı ile sağlamlaştırmak istiyor. Singapur gibi —1991’den beri uyguladığı bir strateji olarak ekonomisinin ikinci bir kolunu Hindistan gibi gelişmekte olan pazarlar aracılığı ile geliştirme politikası. Ancak son yirmi yılda hızlı ilerlemeler kaydeden Delhi ve Seul arasındaki ekonomik ilişkiler zora girdi ve bunun bir nedeni Güney Kore ekonomisinin yavaşlaması ki tekrarlanan siyasi kargaşalar büyük ölçüde hükümet desteğine bağlı olan ülkenin makroekonomik faaliyetlerini etkiledi ve en ciddisi Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol’ün sıkıyönetim ilan etme girişiminin başarısız olması ve ardından görevden alınmasıydı.

Hindistan ayrıca Güney Kore’nin Amerika, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan oluşan bir güvenlik ve ticaret grubu Quad’a davet edilmesi çağrılarına soğuk davrandı. Ve üst düzey ziyaretler sıklıkla gerçekleşirken artık düzensiz. Başbakan Narendra Modi, 2019’un başından beri Seul’ü ziyaret etmedi. Güney Kore Cumhurbaşkanı’nın Yeni Delhi’ye yaptığı son ziyaret ise Modi’nin gezisinden bir yıl önceydi. Her iki ülkenin dışişleri bakanları daha sık bir araya geldi ancak aralarındaki alışverişin sıklığı, örneğin Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın Birleşik Arap Emirlikleri veya Singapur’dan mevkidaşı ile etkileşiminin düzenliliği ve dinamizminden yoksundu.

Kuzey Kore’ye geri dönüyoruz:

Kore yarımadasındaki gelişmeler bugün Hindistan için dört yıl öncesine göre daha büyük stratejik öneme sahip. Askeri olarak, Kuzey Kore nükleer cephaneliğini istikrarlı bir şekilde artırırken aynı zamanda hipersonik füzeler, taktik silahlar, kısa, orta ve uzun menzilli füzeler gibi teknolojiler üzerinde gayretle çalışıyor. Hindistan için, Pyongyang’da bulunmak ve bu tür teknolojilerin Pakistan’a veya öngörülemez elementlerine ulaşmaması için bağlar kurmak önemli. Ayrıca son birkaç yılda Kuzey Kore, Rusya, Çin ve İran ile bağlarını da derinleştirdi. Bu aks birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir eksen olarak görülüyor. Bu da Hindistan’ın diplomatik olarak ele alması gereken önemli bir öncelik.

Yeni Delhi’nin Moskova ile zaten çok güçlü bağları var. Ayrıca Tahran ile de iyi diplomatik ilişkileri var. Hindistan ve Çin aynı zamanda Asya’da kalıcı barışı sağlamak için farklılıkları gidermeye çalışıyor. Geriye Pyongyang kalıyor; Delhi’nin şu ana kadar büyük bir dikkatle yürüdüğü bir ilişki. Bu arada Kuzey Kore Rusya ile ticaret ilişkilerini de artırdı ve hatta Rus askerleri ile birlikte savaşmak üzere Ukrayna’ya asker gönderdi. Yeni Delhi Kuzey Kore’nin Moskova ile artan bağlarını kendi genel güvenlik paradigmasına göre ayarlamak istiyor. Dolayısıyla Hindistan, Pyongyang’ın Asya’daki büyüyen statüsünü ve etkinliğini göz önünde bulundurarak, küresel bakış açısına ve hedeflerine uygun olarak diplomatik bağları geliştirmeyi amaçlıyor. Kuzey Kore böylece Delhi için stratejik olarak giderek daha önemli hale geliyor ve Pyongyang’daki büyükelçiliğin yeniden açılması bir iletişim kanalının yeniden kurulmasının ilk adımı olarak görülüyor.

Prensipte Hindistan şubat ayında Pyongyang dinleme istasyonunu yeniden açmaya karar verdi ki Kuzey Kore’de bir dinleme noktası Delhi için önemli bir kazanç. Delhi’nin girişimi, Donald Trump’ın Amerika başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından kasımda aciliyet kazandı. İlk başkanlık döneminde Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un üç kez bir araya geldiler ki bu daha önce görülmemiş bir durumdu. Bu zirveler somut sonuçlar vermese dahi Trump’ın Beyaz Saray’a döndüğünde Kim ile zirve diplomasisini yeniden canlandırması muhtemel. Pyongyang’da yetkili bir büyükelçinin bulunduğu bir dinleme üssü, Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın merkezi Güney Blok için önemli bir stratejik varlık anlamına gelir.

Kuzey Kore’de, yıllardır süren diplomatik izolasyonun ardından, İsveç ve Polonya’nın sırasıyla eylül ve kasım aylarında kapatılan temsilciliklerini yeniden açan ilk Batılı ülkeler olmasının sonrasında, şimdi de Hindistan’ın Pyongyang’daki büyükelçiliğinin faaliyetlerini yeniden başlatması söz konusu oluyor. Tüm dünyanın Orta Doğu ve Avrupa’daki çatışmaları çözmeye öncelik verdiği bir zamanda, Kuzey Kore’nin stratejik önemi son yıllarda belirgin şekilde artarken Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirmesi ve bunun da birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir denge unsuru olarak görülen yeni bir Asya ittifakını çağrıştırıyor olması, Moskova ve Tahran ile yakın ilişki ve Pekin ile yeniden normalleşme içinde olan Yeni Delhi için Pyongyang ile ilişki kurmayı diplomatik bir zorunluluk haline getiriyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kirillov suikasti, olası sonuçlar  

Yayınlanma

Yazar

Ne oldu?

Rusya silahlı kuvvetleri radyoaktif, kimyasal ve biyolojik savunma birlikleri (RHBZ) komutanı İgor Kirillov, 17 Aralık günü evinin önüne park edilen bir scootere yerleştirilmiş patlayıcının uzaktan kumandayla infilak ettirilmesi sonucu yardımcısı İlya Polikarpov ile birlikte öldürüldü. 1970 doğumlu olan Kirillov 2017’den beri bu görevdeydi.

Olağan şüpheli doğal olarak Ukrayna istihbaratıydı (SBU). Kiev rejimi başkanlık ofisi müsteşarı Podolyak, rejimin saldırıda dahli olduğu iddialarını reddetti; bununla birlikte Bild, Reuters, The New York Times gibi rejimin destekçisi uluslararası ajanslar ve yayın organları saldırının Kiev istihbaratı tarafından örgütlendiğini yazdılar (örneğin Reuters, SBU içindeki “kaynağına” dayanarak şöyle yazdı: “SBU Moskova’daki özel operasyonda general İgor Kirillov’u öldürdü), dahası rejimin yarı resmi haber ajansı Ukrinform da “SBU operasyonu” diye verdi. (Ukrinform’un haberi de şöyleydi: “SBU’daki gelişmeleri bilen bir kaynağın bildirdiğine göre, Kirillov bir savaş suçlusu ve tamamen meşru bir hedefti, zira Ukrayna ordusuna karşı yasaklanmış kimyasal silahların kullanılması emirlerini… vermişti.”)

Kirillov daha Ukrayna harekâtı başlamazdan beri Savunma Bakanlığı’nda yaptığı açıklamalarla sık sık gündeme gelmiş bir isimdi. Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova suikastin ardından yaptığı açıklamada özellikle Britanya’ya işaret etti: “Kirillov uzun yıllardır sistematik ve eldeki olgulara dayanarak Anglosaksonların suçlarını ifşa ediyordu: NATO’nun Suriye’de kimyasal silah provokasyonları, Britanya’nın yasaklanmış kimyasal maddelerle ilgili manipülasyonları ve Solsbery ve Amesbury’deki provokasyonları, Amerikan biyolojik laboratuvarlarının Ukrayna’daki ölümcül faaliyetleri ve daha pek çok şey.”

Gerçekten de Kirillov’un, özellikle Ukrayna harekâtının ardından Ukrayna topraklarında gizli Pentagon laboratuvarlarıyla ilgili bir dizi açıklaması dikkat çekmişti. Kirillov, bu açıklamaların en önemlilerinden birinde, daha 2022 martında, Ukrayna’da biyolojik laboratuvarların siparişçilerin 7’sinin Pentagon ve ordu, üçünün de ABD Dışişleri, Demokratik Parti ve USAID, bunların yatırımcılarının ise Soros ve (ABD başkanının oğlu — özel yazışmalarında babasının pedofil olduğunu yazdığı ortaya çıkmıştı) Hunter Biden olduğunu söylemiş, Rusya ordusunun ele geçirdiği Biden’in şirketiyle Pentagon arasındaki bu faaliyetin “Ukrayna’nın Rusya’dan kültürel ve iktisadi bağımsızlığına yardımcı olmak” için yapıldığını gösteren belgeye işaret etmişti. Kirillov’a göre Rusya’nın harekâtının arifesinde bütün patojenler özel bir uçakla ABD’ye gönderilmiş, harekât günü de (24 Şubat) Ukrayna sağlık bakanlığı bütün izlerin silinmesi talimatı vermişti.

Terör saldırısı mı?

Uluslararası hukukta terörün tanımıyla ilgili pek az belge var. Tek tek eylemlerin (gemi ve uçak kaçırma, diplomatik temsilciliklere ve kişilere saldırı, rehin almalar, nükleer malzemelerin çalınması, vb.) terör şeklinde tanımlandığı bir dizi sözleşme mevcut, bununla birlikte, terörün kesin bir tanımının yapıldığı tek bir sözleşme var: BM Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1999’da kabul edilen “Terörizmin finansmanıyla mücadele uluslararası sözleşmesi”. Bu sözleşmenin ikinci maddesinin b fıkrası, diğer ilgili uluslararası sözleşmelerle tanımlanandan başka, terör eylemini şöyle tanımlar:

“Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin veya bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi bir başka kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler.”

Bu durumda sorulması gereken soru, Kirillov’un neden hedef alındığı. Ukrinform’un SBU’ya dayandırdığı “haberinde” Rusya ordusunun Ukrayna’da kimyasal silah kullandığı için hedef alındığı ileri sürülüyor; oysa bunu teyit edecek hiçbir soruşturma, hiçbir belge yok. Dolayısıyla eylemin amacı bu olamaz. Dahası, Kirillov çatışma alanında değil, “muhasemata” doğrudan katılıyor değil; saldırı da doğrudan doğruya “bir halkı korkutmak” amacını güdüyor. Dolayısıyla, eğer uluslararası hukuk belgeleri ciddiye alınacak olursa (aslında çok nadiren ciddiye alınır bunlar) saldırının bir terör eylemi olduğu açık.

Öyle anlaşılıyor ki Kirillov, koruma yetersizliği yüzünden gerçekleştirilebilir bir cinayet olduğu için hedef alındı, ve sadece bu nedenle hedef alındı.

Ama saldırının tedhiş ve korkutma amacıyla yapılmış olması, tedhiş ve korkutmanın altında bir mantık örgüsü olmadığı anlamına da gelmez.

Ateşkes girişimleri

Macaristan başbakanı Orbán geçtiğimiz günlerde Trump’la malikânesinde yüz yüze buluşmanın hemen ardından Rusya devlet başkanı Putin ile telefon görüşmesi yaptı. Orbán bu görüşmede, hiç kuşkusuz Trump’ın talimatıyla, iki öneride bulundu: 1) Geniş kapsamlı bir esir takası, 2) Noel’de ateşkes.

Rusya’nın takas listelerinin Kiev tarafından kabul edilmediği ve esir takasının sınırlı tutulduğu uzun zamandır biliniyordu. Dolayısıyla ilk önerinin Kiev’den itiraz göreceği veya fiilen kabul edilmeyeceği belliydi, ancak önerinin gündeme getirilmesi, öyle anlaşılıyor ki, Trump’ın çatışmaya son vermeye yönelik bir “iyi niyet” gösterisi olarak planlanmıştı.

Rusya yönetiminin ikinci öneriye ne cevap verdiğini kesin olarak bilmiyoruz; ancak daha sonraki gelişmelere bakılırsa mevcut temas hattında Noel’le sınırlı bir ateşkes üzerinde çalışılabileceğini söylemişti. Ne var ki Ukrayna’nın başındaki (anayasaya dayanan hukuki meşruiyeti de bu yılın 22 Mayıs’ında görev süresi dolmuş olmasına rağmen koltuğunda kalarak ortadan kalkmış olan) komedyen başkan, aynı gün, Orbán’ın (yani Trump’ın) teklifini büyük bir öfkeyle geri çevirdi.

Amerikan yönetiminin Rusya’nın derinlerine saldırı onayı vermesinin ardından ilk ATACMS ve Storm Shadow saldırıları, Kiev rejiminin Noel ateşkesi teklifini reddi ve füze saldırılarının devam etmesi (bunların en son ve en önemlisi, görüntülere bakılırsa ciddi bir hasar vermemiş olsa bile, geçtiğimiz hafta Taganrog hava üssüne yapıldı) tek bir şeyi gösteriyor: Trump’ın yemin töreninin ardından yeni Amerikan yönetiminin ateşkes ve “çözüm” iddiasını şimdiden baltalamak için mümkün olduğunca çok provokasyonlar örgütlemek. Bunların sahadaki durumu değiştirip değiştirmeyeceğinin bir önemi yok, önemli olan tek şey, Rusya’yı simetrik cevap vermeye zorlayarak Trump’ın vaatlerinin gerçekleşmesine engel olmak.

Soğukkanlılığın sınırı

Rusya yönetimi epey bir süredir sahadaki gelişmeler ne olursa olsun soğukkanlılığını korumaya ve stratejik planlarını hiçbir şeyden etkilenmeden hayata geçirmeye çalışıyor. Askeri ve diplomatik siyaset simetrik değil asimetrik cevaplar üzerinden tanımlanıyor. Putin bunu ilk defa 2022 güzünde, en sert yaptırım dalgaları karşısında Dışişleri Bakanlığı’nın bütün bunlara simetrik cevap verme kararlılığına bir eleştiri olarak doğrudan Lavrov’un yüzüne karşı söylemiş, her şeye simetrik cevap vermenin anlamsız olduğunu, hatta her şeye cevap da verilmeyebileceğini, zira temel kaygının “milli menfaatlerin” korunması olması gerektiğini vurgulamıştı.

Bu dikkat çekici bir mantık örgüsüydü ve gerçekten de, kırmızı çizgilerin birer birer aşınmasına rağmen hem diplomatik hem de sahadaki durumu kendi stratejik taarruz programına göre, karşı tarafın tahriklerine pabuç bırakmadan uygulamaya çalıştı.

Bugün Rusya yönetimi belli ki, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’nin yeni yönetiminin tutumunu görmek istiyor ve sahada taarruzuna devam ederken siyasi gelişmelerde Trump’ın elini zayıflatacak adımlar atmaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak Kirillov’un öldürülmesi, Kiev’deki karar alıcıların hedef alınmasını giderek kaçınılmaz kılıyor olabilir. Suikastlerle kışkırtılan olası bir misilleme kapsamında Kiev rejiminin askeri altyapısının yok edilmesinin ötesinde askeri saldırılarda bulunulması hiç şaşırtıcı olmaz.

Ateşkes olur mu?

Kiev rejiminin Orbán’ın (yani Trump’ın) esir takası ve geçici ateşkes teklifini aşağılayarak reddetmesi, devam eden ATACMS saldırıları ve Kirillov suikasti (keza Duma savunma komitesi başkanı Kartapolov’un aracına bomba yerleştirilmesi) açık bir şekilde rejimin olası ateşkes girişimlerini engellemek için provokasyon örgütlemeye çalıştığını gösteriyor. Rejim bağımsızlığını koruduğu için değil, Ukrayna bir yenösömürgenin bütün karakteristik niteliklerini taşıyan ideal bir yenisömürge olduğundan böyle. Bir yenisömürge her şeyden önce sömürgedir. En uç sınırlarına vardırılmış bir yenisömürge olarak Ukrayna’da yönetimin hiçbir siyasi inisiyatifi olamaz ve iktidar içi çatışmalar gerçekte sömürgeci devletlerin arasındaki gerilimlerin yansımasıdır.

Rejim eğer Trump’ın teklifini geri çeviriyorsa, bunun tek anlamı, geri çevirmesini isteyen başka güçler bulunduğudur. Rejimin “cesaretinin” birinci dayanağı Amerikan yönetimindeki neoconlar ve bunlar Trump görevi devraldıktan sonra da zayıflamayacak. Ve ikinci dayanak, bu neoconların (henüz) kuklası değilse bile ideolojik ve ekonomik ortağı Avrupalılar, en başta da Londra hükümetidir.

Bunlara rağmen, Trump’ın yemin töreninin ardından temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilmesini Rusya yönetimi de öngörüyor olabilir. Yeni Amerikan yönetimi bir takım sözler verdiği takdirde Kremlin’in ateşkes teklifini kendisi için en avantajlı sayacağı şartlarda kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor, zira bu aynı zamanda, küçük bir ihtimal bile olsa, düşman cephesindeki siyasi yarılmayı derinleştirmenin vasıtası olabilir.

Trump’ın eline geçireceği yetkiye, varsa iradesine ve temsil ettiği kesimlerin arzularına rağmen bunlara direnebileceğini, “çözüm” girişiminin başarıya ulaşacağını beklemiyorum; hatta tam tersine, yeni Amerikan yönetiminin bu yöndeki olası bütün girişimlerinin ve hatta çabalarının sert engellere çarpacağını ve darmadağın olacağını, ve bizatihi bu yönetimin de bir noktadan sonra yeni provokasyonlara girişeceğini ve böylece mevcut temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilse bile ardından çatışmanın daha da tırmanacağını düşünüyorum.

Bunlar elbette şimdilik varsayım ve öyle ani gelişmeler yaşanabilir ki bu varsayımlar en gerçekçi göründüğü ve hayata geçirilmeye hazırlanıldığı bir anda hesaplar çökebilir. Nereye varacak, yakın zamanda göreceğiz. Ama bir şey var ki neredeyse şüphe götürmüyor: Kiev’deki komedyen başkanın miadı anlaşılan doldu ve yerine tatlı bir geçiş hazırlığında herkes. Trump’ın hiç değilse bu konudaki iradesi, biraz da kişisel yapısı gereği (rejimin eski yönetimle akçeli ilişkileri ve Trump’ın altını oymak için aktif çabası) herhalde bu sonuca yol açacaktır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol

Yayınlanma

Yazar

9 Aralık’ta Rusya, Suriye’nin eski Devlet Başkanı Beşar Esad ve ailesine sığınma hakkı tanıdığını resmen duyurdu. Aynı gün, Rusya’daki Suriye büyükelçiliği, yarım yüzyıldan uzun süredir dalgalanan “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin iki yıldızlı üç renkli bayrağını indirip muhalefetin üç yıldızlı üç renkli bayrağını çekti. Böylece Rusya, Suriye muhalefet hükümetine sorunsuz şekilde geçiş yapan ilk büyük güç oldu. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun zamandır müttefiki olan İran da yeni Şam rejimini tanıdığını kamuoyuna duyurdu. Beşar’ın mücadelesinde yanında duran “stratejik müttefikler” Rusya ve İran, bir gecede eski düşmanlarına kucak açarak eski müttefiklerinin gözyaşlarını görmezden gelen soğukkanlı bir pragmatizm sergiledi. Bu tutum hem kafa karıştırıcı hem de tedirgin ediciydi.

Ancak gerçek, her zamanki gibi acımasız ve açıktır. Politika kalpsizdir ve ulusal çıkarların savunulması ve peşinden koşulması çıplak, merhametsiz ve şeffaftır. Beşar rejimi artık bir yük ve güvenilmez bir ortak haline geldiğinde, terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Rusya ve İran kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalınca, Beşar’ı terk edip taraf değiştirmek, zarar kontrolü ve kayıpları durdurmak için son dakika çabası olarak görüldü.

Beşar rejiminin ani çöküşü, en gelişmiş istihbarat ve bilgi ağlarına sahip tarafları bile şaşkına çevirdi. Aksi takdirde İsrail’in Suriye askeri hedeflerini süpüren bombardımanını ve daha fazla toprak işgalini, ya da ABD’nin Suriye’de kalan IŞİD hedeflerine yönelik geniş çaplı hava saldırılarını nasıl açıklayabiliriz? Bu eylemler, İsrail ve Batı’nın Beşar rejiminin bu kadar hızlı ve tamamen çökeceğini öngörmediğini gösteriyor. Dahası, İsrail ve Batı için daha büyük tehdit oluşturan muhalif güçlerin, özellikle “Suriye’nin Kurtuluşu” ittifakının, Suriye’nin kalbini bu kadar kolay ele geçirip ülkenin tüm savaş makinelerini kontrol altına almasını beklemiyorlardı.

Beşar rejiminin hızlı ve yıkıcı yenilgisinin derinlemesine incelenmesi büyük değer taşımaktadır. Bu, otoriter hükümetler için yönetişim ve karar alma mekanizmalarına dair önemli dersler sunarken, tüm ülkeler için diplomatik ittifakların nasıl sürdürülmesi ve geçerliliklerinin hangi şartlara bağlı olduğuna dair içgörüler sağlar.

Suriye’deki bu tarihi değişimin birincil nedeni, Beşar rejiminin kendisi veya daha geniş anlamda Suriye’yi 50 yıldan fazla bir süre kontrol eden Esad ailesi ve çevresindeki elit kesimlerdir. Ana çıkarım şudur: savaşın girdabında sıkışıp kalan rejim, duruma uyum sağlayamamış, savaş ve barış hakkında doğru kararlar alamamış veya ulusal bütünleşme çabalarını sürdürememiştir. Bunun yerine rejim, topraklarını, egemenliğini ve iktidarını korumak için aşırı derecede dış güçlere bağımlı kalmıştır. Nihayetinde, bu bağımlılık rejimi, yabancı savaş makinelerinin bir parçası haline getirmiştir. İşlevsiz hale geldiğinde ise terk edilmesi ve değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Suriye’nin yükselişi ve düşüşü, modern Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinin daha geniş bir yansımasıdır; bu karmaşık sürecin bir mikrokozmosu ve canlı bir müzesidir. 1948 yılından itibaren, Arap milliyetçiliği idealleriyle hareket eden Suriye, Filistin’in bölünmesine karşı koyma çabalarına aktif olarak katıldı. Bu durum, Suriye’yi İsrail ile uzun vadeli bir çatışma rotasına soktu ve Batı ile sürekli bir düşmanlığa yol açtı. Sonuç olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya, ardından Rusya ve İran ile sıkı bağlar geliştirmeye mecbur kaldı; bu, hayatta kalma ve kalkınma mücadelesinin bir parçası oldu.

Esad ailesi, Şii İslam’ın bir alt kolu olan Alevi mezhebine mensup bir azınlık olarak uzun süre baskı, ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kaldı. Fransız sömürge döneminde, Alevi erkeklerinin geçimlerini sağlamak için orduya katılmaktan başka seçenekleri yoktu. Bu zorluk, farkında olmadan Alevi mezhebinin Suriye ordusunda güçlü bir konuma yükselmesini sağladı. Aleviler, Faysal monarşisini devirmede merkezi bir rol oynadı ve Arap Sosyalist Baas Partisi’nin temel direklerinden biri oldu. Sonunda Aleviler, akışı tersine çevirdiler ve Suriye’nin kaderini ellerinde tutan yönetici aile olarak öne çıktılar.

1967 yılında, istihbarat şefi Moskova tarafından etkisi altına alınan Suriye, Sovyetler Birliği tarafından yanıltıldı ve “İsrail’in bir saldırı başlatacağı” yönündeki sahte istihbarata inandırıldı. Mısır ile birlikte Suriye savaşa hevesle hazırlandı; bu durum, büyük bir baskı altındaki İsrail’i önleyici bir saldırı düzenlemeye itti. İsrail, yalnızca kendi gücüyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ü mağlup etti; Filistin’in Mısır kontrolündeki Gazze Şeridi’ni, Ürdün Haşimi Krallığı’nın elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve ayrıca Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı. Bu savaş, Suriye’nin işgal ve saldırı mağduru imajını pekiştirdi, onun “cephe hattı devleti” rolünü güçlendirdi ve Esad ailesinin, çoğunluğu Sünni Müslüman olan halk üzerinde meşruiyetini artırdı.

6 Ekim 1973’te, Suriye ve Mısır, Yom Kippur Savaşı olarak bilinen büyük bir ani saldırı düzenledi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük blitzkrieg (yıldırım saldırısı) olan bu savaşta, Suriye Golan Tepeleri’ni neredeyse geri aldı ve İsrail’i çöküşün eşiğine getirdi. Ancak ABD’nin desteğiyle İsrail karşı saldırı düzenleyerek Golan Tepeleri’ni yeniden ele geçirdi. Bu savaş, İsrail’in yenilmezlik efsanesini yıktı ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ı, Mısır Devlet Başkanı Sedat ile birlikte çağdaş bir Arap kahramanı olarak yükseltti. Her ikisi de Arap milliyetçiliğinin yeni sembolleri oldular.

Ancak, 7 Ekim 2023’te, Filistin İslami Direniş Hareketi olan Hamas, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde İsrail’e sürpriz bir saldırı başlattı. Trajik bir şekilde, bu olay, nihayetinde Suriye hükümetinin çökmesine ve Esad ailesinin iktidarının tamamen sona ermesine yol açtı—sanki tarih büyük bir şaka yapıyordu. Yine de Suriye’nin mevcut trajedisi, Yom Kippur Savaşı sonrasında izlediği yanlış yola kadar uzanıyor.

Yom Kippur Savaşı’nın “zaferi”, Sedat’a siyasi sermaye ve tarihi bir fırsat sundu. Böylece Sedat, Filistin çatışmasından geri çekilerek yönünü değiştirdi. Mısır zaten büyük bir bedel ödemişti—100.000 kayıp, yüz milyarlarca dolarlık maddi zarar ve barış ve kalkınma odaklı 40 yıllık kayıp. Sedat, Camp David Anlaşmaları aracılığıyla Sina Yarımadası’nı tamamen geri almayı başardı ancak bunun karşılığında Suriye, Ürdün ve Filistin’i terk etti.

Mısır’ın bu “ihanetine” uğrayan Suriye, Libya ve Irak ile bir araya gelerek Arap milliyetçiliği bayrağını yükseltti ve Arap direniş hareketinin merkezi haline geldi. Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin, doğal olarak Arap dünyasının “üç güçlü adamı” olarak ortaya çıktılar. Hem İsrail karşıtı direniş güçlerini desteklediler hem de Arap dünyasında liderlik için birbirleriyle rekabet ettiler.

Ancak Esad’ın Suriye’si, barışın savaşla ya da bağımsız direnişle sağlanmasını imkânsız kılan içsel zayıflıklara sahipti—bu trajik rol, Beşar Esad döneminde de devam etti. Suriye’nin sınırlı toprakları, küçük nüfusu ve karmaşık etnik yapısı, çoğunluk olan Sünni Müslüman halkı laikleşmeyi savunan Alevi elitlerinin yönetimi altında bıraktı. Öte yandan, İsrail’in yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki başkent Şam’ın boğazına dayanan stratejik Golan Tepeleri’ni elinde tutması, Esad’ın zorlu durumunu daha da kötüleştirdi.

Bu durum Esad rejimini zorlu ve bölünmüş bir duruma soktu: İçeride, Arap Sosyalist Baas Partisi’nin “tek millet, tek parti, tek lider” ideolojisine dayanarak, İsrail işgaline direniş söylemi altında otoriter yönetimi sürdürdü; dışarıda ise daha fazla yıkımdan kaçınmak için İsrail ile askeri çatışmadan kaçındı ve yarım yüzyıl süren “soğuk barışı” koruyarak, nispeten istikrarlı bir ortamda yavaş bir ulusal kalkınma sağladı.

Irak’taki Baas Partisi ile Arap milliyetçiliğinin meşruiyeti ve liderliği için rekabetin yanı sıra, Alevi elitlerinin Sünni çoğunluktan duyduğu korku nedeniyle Esad, 1979-1988 İran-Irak Savaşı sırasında kesin bir şekilde İran’ın yanında yer aldı ve geniş Arap topluluğunu arkasında bıraktı. Şubat 1982’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi’nin başlattığı İslami uyanıştan ilham alan Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, Suriye’nin “kafir rejimini” devirmek amacıyla Hama’da silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu isyan acımasız bir şekilde bastırıldı. Bu tarihi olay, 2011 Arap Baharı sırasında Hama’nın muhalefeti desteklemesinin zeminini hazırladı ve Suriye savaşında yerel halkların isyancı güçlere büyük saldırılar düzenlerken ya işbirliği yapmasına ya da pasif kalmasına yol açtı.

1982 Lübnan Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’ni zaten kaybetmiş ve Lübnan’ı nüfuz alanının bir parçası olarak gören Esad rejimi, İsrail ile doğrudan yüzleşecek güce sahip değildi. Bunun yerine, kaybedilen toprakları geri alma ulusal sorumluluğunu, İran tarafından yeni silahlandırılan ve yetiştirilen Hizbullah’a devretti. Bu durum, İran’ın Arap topraklarına batıya doğru genişlemesine kapı açtı ve Suriye’yi kademeli olarak “Şii Hilali” olarak adlandırılan oluşuma entegre etti. Bir bakıma, bu durum Esad rejiminin, Mısır’ın yaptığı gibi cesurca İsrail ile barış arayarak kalkınmaya, demokrasiye, halkın refahına ve sivil haklara odaklanmak yerine, Suriye’nin ulusal kaderini ve kendi iktidarını üçüncü bir tarafa emanet etmesi anlamına geliyordu.

1991 Körfez Savaşı’nın ardından Orta Doğu, umut verici bir barış on yılına girdi. Kuveyt’i işgal ederek İsrail’in geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan Saddam Hüseyin’in bir milyondan fazla elit askerden oluşan ordusu, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ve ABD liderliğindeki koalisyon tarafından ezildi. ABD Başkanı George H. W. Bush, “Çöl Fırtınası Operasyonu”nu başlattı ve ardından Rusya (Sovyetler Birliği’nin halefi), Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve İspanya ile birlikte Madrid Barış Sürecini başlattı. İsrail, alışık olduğu “düşmanları birer birer alt etme” stratejisinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Suriye, Lübnan, Ürdün (Filistin temsilcileriyle birlikte) ile aynı çatı altında “toprak karşılığı barış” görüşmelerini müzakere etti.

Beklenmedik bir şekilde, Esad ikinci ve üçüncü Arap ihanetiyle karşılaştı. İsrail’e karşı Suriye ile birlikte hareket etme sözü veren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Ürdün, İsrail ile ayrı anlaşmalar yaptı. FKÖ, 1993 yılında gizli müzakereler yoluyla Filistin’e geçici özerklik tanıyan Oslo Anlaşmalarını imzalarken, Ürdün 1994 yılında İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Bu noktadan itibaren Esad, Filistin ve Ürdün liderlerini birer yabancı, hatta düşman olarak görmeye başladı ve tüm ilişkileri kesti.

Esad’ın asıl veliahtı Beşar değil, 1962 doğumlu en büyük oğlu Basil idi. Ancak, Esad’ın yaşlandığı ve Basil’in kişisel itibarının yükseldiği bir dönemde, rejimi devralmaya hazırlanan Basil, 1994 yılında gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu olay, Suriye tarihini yeniden yazdı. Aslen göz doktoru olmayı planlayan Beşar, derhal Suriye’ye geri çağrıldı. Hızla orduya katıldı, rütbeleri tırmandı ve veliaht olarak yetiştirildi; böylece Esad hanedanının devamı sağlandı.

Eğer Esad daha uzun yaşasaydı, Beşar belki bir barış mirası devralır ve farklı bir yol seçebilirdi. Eğer ağabeyi Basil ölmeseydi, Beşar muhtemelen uluslararası alanda oldukça saygı duyulan bir doktor, hatta belki de Nobel Tıp Ödülü sahibi olurdu. Ne yazık ki, kraliyet ailelerinin bazı üyeleri kendi geleceklerini seçebilirken, diğerleri bunu yapamaz; bu, Doğu ve Batı kültürel gelenekleri arasındaki büyük bir tezatı yansıtır.

1999 yılının sonunda, Golan Tepeleri ile ilgili müzakereler bir anlaşmaya oldukça yaklaşmıştı, ancak Orta Doğu tarihini ve Suriye’nin kaderini tamamen değiştiren beklenmedik bir olay nedeniyle tamamen çöktü. 1999 yılının sonlarında, Ürdün Kralı II. Hüseyin hayatını kaybetti. Olağanüstü duygusal zekâsı ve geniş diplomatik bağlarıyla tanınan kralın Amman’daki cenazesi, çok sayıda dünya lideri ve devlet yetkilisinin katılımıyla büyük bir diplomatik buluşmaya dönüştü.

Muhtemelen ömrünün sonuna yaklaştığı için yumuşayan kalbinden, o anki baskıdan ya da açıklanamaz bir hatalı karardan dolayı, sağlığına rağmen Esad, geleneği yıkarak Kral Hüseyin’in cenazesine bizzat katıldı. Amman’daki cenazeden sonra İsrail, Golan Tepeleri müzakerelerini askıya aldığını aniden duyurdu. İsrail parlamentosu, Golan Tepeleri’nin geleceğini etkileyen herhangi bir politikanın Knesset’te üçte iki çoğunlukla onaylanmasını ve ardından ulusal bir referanduma sunulmasını zorunlu kılan bir kararı kabul etti.

Yıllar sonra, güçlü İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Esad’ın Amman’daki cenaze töreninde kullandığı geçici tuvaleti gizlice değiştirdiği ve Esad’ın idrarını analiz ettiği ortaya çıktı. Yapılan analiz, Esad’ın kanserin son evresinde olduğunu ve ömrünün az kaldığını doğruladı. İsrail Güvenlik Kabinesi, o dönemde henüz 30’larının başında olan Beşar’ın iktidarını sağlamlaştıramayacağından endişe etti. Eğer Golan Tepeleri geri verilirse ve Şam rejimi Arap milliyetçileri ya da İran yanlısı güçlerin eline geçerse, bu durum İsrail için adeta kendi boynuna ilmek geçirmek anlamına gelecekti. Böylece, barış görüşmeleri kalıcı olarak donduruldu.

Altı ay sonra Esad vefat etti. İsrail hükümeti, düşman ve savaş halinde olan bir ülke olmasına rağmen, Suriye halkına, hükümetine ve Esad’ın ailesine başsağlığı dileyerek, onu barışa sadık bir lider olarak tanımladı. Beklendiği gibi Beşar Esad iktidarı devraldı ve rejimini sağlamlaştırdı. Ancak, Golan Tepeleri’ni barışçıl yollarla geri alma fırsatını sonsuza dek kaybetti. Bunun yerine, Suriye’yi “Şii Hilali” ve “cephe hattı devleti” olmak üzere iki farklı araca bağlanmaya zorladı ve nihayetinde “Direniş Ekseni”nin merkezi haline gelerek her taraftan sömürüldü. Bu anlamda Beşar’ın Suriye’si, Batı Roma İmparatorluğu’na benziyor; kuzey barbarlarının son darbeleri altında çökmüştü. Ya da Doğu Roma İmparatorluğu gibi, bin yıllık hayatta kalmanın ardından savaşlar ve kuşatmalarla yıpranmış, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilip parçalanmasının ardından nihayet Osmanlı İmparatorluğu tarafından mezara gönderilmişti.

Beşar, hiçbir zaman Suriye’nin meleği ya da reform kahramanı olmayı arzulamadı. 2000 yılında iktidarı devraldıktan sonra hemen reform yapmayı denedi, kısıtlamaları gevşetti ve geçici olarak canlı ve övgüye değer bir “Şam Baharı” başlattı. Ancak, liberalizasyon ve demokratikleşme eğilimlerinin siyasi dönüşümü tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Beşar, güçlü muhafazakâr güçlerin ve kökleşmiş elitlerin yoğun baskısı altında kaldı—ve bu süreci sürdürecek gücü ve siyasi zekâsı olmadığından—yalnızca iki yıl sonra reform kapısını ani bir şekilde kapattı. Bu, tarihi, İran’ı ve Şii Hilali’ni geride bırakıp Golan Tepeleri’ni ayrı müzakereler yoluyla geri alma fırsatının kaçırıldığı an oldu. Beşar, böyle bir riski göze alamadı; toprak karşılığı barış arayışında olan Sedat’ın, hayatıyla ödediği kaderini tekrar etmekten korkuyordu.

2005 yılında, Suudi destekli Lübnanlı Sünni Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğraması, Suriye istihbaratını ve Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum, İslam dünyasındaki mezhepsel çatışmaları ve Lübnan üzerindeki mücadeleyi gözler önüne serdi. Bu olay, “Beyrut Baharı” ya da “Sedir Devrimi” olarak adlandırılan hareketi tetikledi ve Suriye’yi, Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığını sonlandırmaya zorlayarak Lübnan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirdi.

2011 Arap Baharı, Tunus’un “Yasemin Devrimi” ile başladı ve Akdeniz’in kuzeybatısındaki birçok otoriter Arap hükümetinin çökmesine yol açtı. Bu devrim dalgası, nihayetinde doğudaki Suriye’ye ulaştı. Güneydeki Dera kasabasında öğrencilerin protestolarına yönelik sert müdahaleler, daha geniş çaplı bir ayaklanmaya yol açtı ve huzursuzluk, Alevi karşıtı geleneksel kalelerden biri olan Hama gibi şehirlere yayıldı. Beşar, iktidardaki on yılının ardından ilk büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı ancak kötü bir performans sergiledi. Özür dilemek ve yolsuzluk ile kötü yönetimi ele almak yerine, Batı’yı “renkli devrim” planlamakla suçladı ve diyalog kapısını kapattı. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyen yaygın memnuniyetsizliği körükledi.

Kritik bir anda, Suudi Kralı Abdullah Beşar’ı arayarak, 20 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketi teklif etti. Bu yardımın amacı, istihdam yaratmak, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve rejimin devamlılığını sağlamaktı. Ancak bunun şartı, Şam’ın İran ve Şii Hilali ile olan stratejik bağlarını koparmasıydı. Beşar, Suudi Arabistan’ın sunduğu bu ilacı bir zehirli hap olarak gördü; çünkü Alevi azınlık rejimi, hayatta kalmak için Şii ittifakına bağımlıydı. Ayrıca, Golan Tepeleri’ni geri alma çabası, İran ve Hizbullah’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Suudi Arabistan’ın uzattığı zeytin dalı reddedildi. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Arap Ligi’ni harekete geçirip Batılı ülkelerle iş birliği yaptı ve sivilleri koruma ve insan haklarını savunma bahanesiyle Suriye iç işlerine müdahale etti. Böylece, Suriye İç Savaşı başlamış oldu ve muhalefet güçlerine dış finansman ve destek sağlandı.

Rejimin çöküşün eşiğine geldiği bir noktada, Rusya devreye girdi. ABD ve NATO ile Ukrayna üzerinden jeopolitik bir mücadeleye girişmiş olan Rusya, baskıyı azaltmak ve Orta Doğu’daki son Sovyet dönemi nüfuz alanını, özellikle Suriye’deki Akdeniz deniz üssünü korumak istedi. Bu doğrultuda Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Ligi ve Batı’nın desteklediği Suriye tasarılarını veto ederek, Libya’daki rejim değişikliği senaryosunun Suriye’de tekrarlanmasını engelledi. Terörle mücadele altında, Hizbullah ve on binlerce Şii milis sınırları geçerek rejime destek oldu. Böylece Beşar’ın hükümeti, kaybettiği toprakların büyük kısmını ve önemli nüfus merkezlerini geri aldı. Mart 2020’de muhalefetle imzalanan ateşkes anlaşması, on yıllık bir dönemde ilk kez istikrar sağladı. Ancak bu durum, ülkeyi bölünmüş halde bırakarak iç savaşın köklerini ve parçalanmayı devam ettirdi.

Beşar, muhalefeti ortadan kaldırmanın önemini biliyordu; ancak Suriye, kuzeybatıda Türkiye tarafından korunan isyancıları ve kuzeydoğu ile doğuda ABD tarafından desteklenen Kürt güçlerini bertaraf edecek güce sahip değildi. Rusya ve İran da Beşar’ın birleşme hedefini gerçekleştirmek için Türkiye veya ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeyi göze alamadı. Defalarca Beşar’a istikrarı kabul etmesini ve müzakereler yoluyla bir koalisyon hükümeti kurmasını önerdiler—ancak Beşar bu teklifi reddetti. Temelde Suriye, Rusya ve İran’ın jeopolitik çıkarları için bir pazarlık kozu olmaya devam ediyor. Onlar için önemli olan, Şam’da kimin iktidarda olduğu değil, kendi ulusal çıkarlarının korunmasıdır. Aksi takdirde, neden Rusya, İran, Hizbullah ve Iraklı milisler, Beşar’ın son anında onu yüzüstü bıraktı?

Beşar, aslında “kendi haline bırakılmış” bir figürdü. Dindar olmamasına rağmen, Hangzhou’daki Asya Oyunları sırasında Lingyin Tapınağı’nı ziyareti, onu bir internet sansasyonuna dönüştürdü ve birçok tartışmayı ve temelsiz spekülasyonu ateşledi. Belki de artık bir sürgün lider olarak Beşar, 24 yıldır taşıdığı ağır yüklerden sonunda kurtulabilir—bu yükler, onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. O, sıradan bir insana veya eski mesleği olan tıbba geri dönebilir. Ancak yarım yüzyıldır ameliyat masasında olan Suriye, hâlâ parçalanmış ve kanamakta. Onu bu ıstıraptan kim kurtaracak?

Beşar rejimini devirmek ve Baas Partisi’nin kalıntılarını ortadan kaldırmak, Suriye’nin onlarca yıllık kanlı tarihini sona erdirmek yerine, Saddam Hüseyin rejiminin 20 yıl önceki yıkılışında olduğu gibi, yeni çatışmaların ve acıların başlangıcı olabilir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English