Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Nijer’e müdahale için “güç rekabeti” kışkırtması

Yayınlanma

Fransa, bugüne kadar Orta Doğu’da ABD politikalarını desteklemesi karşılığında Sahel’de Washington’un desteğini kazandı. Ancak Nijer’de askerlerin yönetime el koyması ile başlayan süreçte belirgin bir ayrışma yaşanıyor. Paris yönetimi, Sahel’deki son kalesini korumak için askeri müdahaleyi kışkırtmaya çalışıyor. Washington ise henüz daha temkinli bir yaklaşım sergiliyor.

Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs, ABD’nin bu tutumunu sürmesi gerektiğini savunan bir analiz yayınladı. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analizde, Fransa başta olmak üzere dış müdahale savunucularının destek toplamak için büyük güçler arasındaki rekabete başvurduğu tehlikeli oyuna dikkat çekildi:

***

Nijer’in Darbesi ve Amerika’nın Seçimi

Washington Askeri Müdahale İçin Değil, Arabuluculuk İçin Bastırmalı

Hannah Rae Armstrong

26 Temmuz’da Nijerya Devlet Başkanı Muhammed Bazum, kendi başkanlığının güvenlik gücü tarafından evinde gözaltına alındı. Bazum’un koruma şefi General Abdurrahman Tchiani 48 saat içinde ordudan destek alarak kendisini geçiş hükümetinin başkanı ilan etti. Ağustos sonu itibariyle Fransa ve Batı Afrika devletlerinden oluşan bir blok askeri müdahaleye hazırlanırken Bazum hâlâ başkanlık sarayında sıkışmış durumda. Tchiani, görevi devralmasını tersine çevirmeye yönelik herhangi bir yabancı girişimin “çocuk oyuncağı” olmayacağı konusunda uyarıda bulundu.

Nijer’de darbeler nispeten rutin bir olay; başkentteki elitlerin büyük ölçüde kansız bir şekilde yer değiştirmesi. Son altmış yılda ülke beş darbe yaşadı. Ancak bu seferki farklı. Batı’nın Afrika Sahel’inde terörizme karşı son siperi olarak görülen ülkede ilk demokratik iktidar değişiminden sadece iki yıl sonra gerçekleşti. Mart ayında Nijer’i ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ülkeyi bir “demokrasi modeli” olarak ilan etti. Ancak Batı, Nijer’in gerçekte olduğundan daha istikrarlı bir rotada ilerlediğini düşünerek kendini kandırdı.

Bu kriz sürpriz olmamalıydı. Geçen on yıl boyunca, Fransa’nın başını çektiği ve ABD’nin desteklediği Sahel’i istikrara kavuşturma çabaları bölgenin sivil kurumlarını giderek zayıflattı ve güvenliği sağlamakta başarısız oldu. Beş Sahel ülkesinden dördünde askeri yöneticiler iktidara geldi; Batı’nın bu yeni rejimlere desteğini çekmesinin ardından Mali ve Burkina Faso’daki cuntalar güvenlik yardımı için Rusya’ya başvurdu. Batı’nın Bazum’u takdir etmesi, 2021’de göreve geldiğinden beri artan hoşnutsuzlukla karşı karşıya kaldığı Nijer’deki gerçeklikten kopuktu.

Artık geçmişteki darbelere göre daha fazlası tehlikede. Kriz korkunç yeni boyutlar kazanmaya devam ediyor: Nijer cuntası iktidara geldikten hemen sonra Fransız savunma anlaşmalarını iptal etti ve olası işbirliği biçimlerini görüşmek üzere acımasız Wagner paramiliter şirketinin liderleriyle bir araya geldi. Aynı hızla, sınırlarında El Kaide ve İslam Devleti ile bağlantılı grupların saldırıları çoğaldı. Bu arada Bazum’un müttefiki olan iki eski isyancı lider, Bazum’u yeniden iktidara getirmek için yeni silahlı hareketler başlattı.

Ancak Fransa ve Batı Afrika ülkelerinin Bazum’u yeniden iktidara getirmek için güç kullanmak istemesi, diğerlerinin ise diplomatik çözüm çağrısında bulunması krizin nasıl çözüleceği konusunda bir çatlak yarattı. Pek çok gözlemci ABD’nin bölgede genellikle yaptığı gibi Fransa’nın liderliğini takip etmesini bekliyordu. Ancak şu ana kadar Washington, Nijer’e yapılacak bir askeri müdahalenin rakip yabancı güçler tarafından desteklenen bölgesel gruplar arasında yeni bir çatışmayı tetikleyeceğini kabul ederek akıllıca arabuluculuğu teşvik etti. ABD bu tutumundan vazgeçmemeli ve savaşı önlemek için hiçbir çabadan kaçınmamalı.

UZUN VE FIRTINALI YOL

Darbenin doğrudan tetikleyicisi iç gerilimlerdi. Ancak kriz aynı zamanda Sahel’de yabancıların önderliğinde on yıl süren kötü tasarlanmış istikrar politikalarının da doruk noktasıydı. Cihatçı grupların Bamako’yu ele geçirmeye hazır göründüğü 2013 yılında Fransa Mali’ye birkaç bin asker gönderdi. Fransızlar bazı üst düzey cihatçı liderleri ortadan kaldırırken onları kovalaması cihatçıların Mali’nin merkezine ve Nijer ile Burkina Faso’nun yanı başındaki sınır bölgesine yayılmasına neden oldu.

Sınırlandırılmış bir müdahale olarak başlayan süreçte asıl amaçtan uzaklaşıldı. Sahel’in siyasi diyalog çağrılarını görmezden gelen Fransa, Sahel’deki birçok ülkenin güvenlik ve siyasetinde aşırı fazla rol oynamaya başladı. 2010’ların sonlarında, giderek yaygınlaşan kırsal isyanlarla karşı karşıya kalan Fransa, Mali hükümetine bağlı etnik milislerle terörle mücadele ortaklıkları kurdu. Toplumsal gerilim arttıkça, savaşçılar sivilleri katletti ve yakın zamana kadar görece barış içinde yaşayan topluluklar kendilerini savunmak için silahlanmak zorunda kaldı.

Şiddetin durmaksızın yayılması birçok sıradan Sahelliyi Fransa ile ortaklık kuran rejimlere karşı kışkırttı. Askerler katliama gönderilmeye direnirken siviller de kendi liderlerini giderek Paris’in vekilleri olarak görmeye başladı. Şiddetin tırmanması ve Fransız karşıtlığındaki keskin artış 2020’de Mali’de ve 2022’de Burkina Faso’da darbelere yol açtı. Aynı yılın ağustos ayında, Bamako ile ilişkileri çözülürken Fransa, Mali’deki güçlerini tamamen geri çekti.

Ancak Paris askerlerini evlerine göndermedi. Birçoğunu Nijer’e yolladı. Bu durum, pek çok dış gözlemcinin Nijer’in 2020’nin sonlarında ve 2021’in başlarında gerçekleştirdiği iki turlu seçimi neden bir tür mucize olarak lanse etmeye hevesli olduğunu açıklıyor- France24 haber kuruluşunun ifadesiyle, bir gecede Sahel’in “demokrasinin son kalesini” yaratan bir mucize. Nijer, Sahel’in istikrara kavuşması için Batı’nın umutlarını tek başına taşımak zorundaydı.

BATI KUMARI

Ancak Batılılar seçimin ne kadar çok Nijeryalı tarafından tiyatro olarak algılandığını gözden kaçırdı. Eski bir kabine bakanı olan Bazum, selefi Mahamadou Issoufou’nun yakın çevresinden çıktı. Issoufou onu kendi halefi olarak seçti ve iktidara giden yolu kolaylaştırmak için Bazum’un ana muhalefet adayını çocuk kaçakçılığı gibi sahte suçlamalarla tutuklattı. Şubat 2021’de devlet medya kuruluşları Bazum’un kıl payı zaferini duyurduğunda, yüzlerce muhalefet destekçisi sonuçların hileli olduğunu ilan etmek için sokaklara döküldü. Issoufou’nun polisi, derhal yaklaşık 500 kişiyi tutukladı ve interneti haftalarca kapattı.

Çoğu Nijeryalı Bazum döneminde çok az değişiklik bekliyordu. Yolsuzluğa göz yumdu ve hükümetin baskılarını ve güvenlik güçlerinin ihlallerini protesto eden gazetecileri, blog yazarlarını ve sivil toplum aktivistlerini kovuşturmak için kullanılan 2019 siber suç yasası gibi Issoufou döneminin baskıcı politikalarını sürdürdü. Ancak Bazum’a en çok zarar veren, Fransa’nın Nijer’i Sahel askeri operasyonları için yeni üssü haline getirmesine izin verme tercihi oldu.

Fransa, Sahel’deki konumunu güçlendirmek için 2022’nin ikinci yarısında Nijer’e 1.000 asker konuşlandırdı; Bazum da Fransa’dan gıda ve altyapı için 70 milyon avroluk yeni hibe ve kredi aldı. Bu Bazum için riskli bir anlaşmaydı, ancak Mali’den çekilirken olduğu gibi Fransız varlığını gizli tutabileceğine dair kumar oynadı.

Bu kumar onun Batı’nın sevgilisi statüsünü pekiştirdi. ABD’nin de istikrarlı ve dost bir Nijer’e ihtiyacı var; ayrıca burada önemli güvenlik çıkarları da söz konusu. Washington, Dirkou’daki CIA İHA üssünü güney Libya üzerinde gizli gözetleme görevleri yapmak için kullanıyor. Yakın zamanda, ABD’nin bölgedeki istihbarat kapasitesini artırmak için kuzeydeki bölgesel başkent Agadez’deki hava üssüne 100 milyon doların üzerinde yatırım yaptı. ABD yaklaşık 1,000 askerini buradaki ve başkent Niamey’deki üslerde tutuyor.

HAYAT BİR BUMERANG

Ancak Bazum’un Batı’ya kur yapması onu kendi halkıyla tehlikeli bir şekilde ters düşürdü. Fransa’nın Batı Afrika’daki son askeri maceralarından önce bile Nijerlilerin bu ülkeye karşı belirgin bir hoşnutsuzluğu vardı. Fransa, nükleer enerji endüstrisi için Nijer uranyumuna ucuz erişim sağlamak amacıyla on yıllardır yolsuz ve hatta bazen yasadışı uygulamalara başvurdu ve Nijer’i ihracatından kâr edemez hale getirdi.

Kasım 2021’de Nijer’e giren bir Fransız konvoyunun üç protestocuyu öldürmesi onlarca yıllık yaraları yeniden açtı ve 2022 yılı boyunca bir sivil toplum koalisyonu olan M62 hareketi Fransız güçlerinin ülkeyi terk etmesini talep etmek için başkentte gösteriler düzenledi. Ocak ayında Bazum, grubun lideri Abdoulaye Seydou’yu kamu düzenini bozma suçlamasıyla gözaltına aldı.

Halkın bu memnuniyetsizliği, hoşnutsuz askeri aktörleri cesaretlendirdi. Bazum her zaman ordusunu dizginlemek için mücadele etmişti. Göreve başlamasından günler önce bir darbe girişimini engelledikten sonra düzinelerce üst düzey subayı tasfiye etti. Geçen Nisan ayında Nijer ordusunun genelkurmay başkanını görevden aldı ve darbeden hemen önce Tchiani’yi görevden almanın eşiğinde olduğu bildirildi.

Her ikisi de sonunda cuntanın lideri olacaktı. Bazum’un Batı yanlısı tutumu ve generallere yönelik baskıları, sivil toplum ve askeri muhalifleri arasında beklenmedik bir ittifak oluşturdu: darbeden sonra cunta, M62’nin desteği karşılığında Seydou’yu serbest bırakmayı kabul etti.

Ancak Bazum’un hataları başarılarını gölgelememeli. Fransa, Burkina Faso ve Mali’nin isyancılarla mücadelede benimsediği yaklaşım -etnik milislerle ortaklık- şiddetin hızla artmasına neden oldu. Bazum ise bunun aksine, temel nedenleri ele almanın ve tırmanmayı önlemenin yollarını aradı. “Açık el” yaklaşımı olarak adlandırdığı, isyancılar ve hükümet arasında siyasi diyaloğu kolaylaştıran, ateşkeslere aracılık eden ve iltica edenlere af sunan benzersiz bir akıllı güvenlik politikası tasarladı.

Aynı zamanda, ordusunun resmi sınır güvenliği operasyonlarını güçlendirdi ve Fransız ve ABD hava desteğini güvence altına aldı. Bu yaklaşım meyvelerini verdi: Nijer’in Mali ile olan yaklaşık 200 kilometrekarelik sınır bölgesinde 2021 ve 2022 yılları arasında sivillere yönelik şiddet olaylarında yüzde 80’lik bir düşüş görüldü.

Tarihsel olarak, kuzey Nijerliler hükümetten dışlanmış ve bu da bölgeyi özellikle huzursuz hale getirmişti. Bazum’un kuzeyli elitlerle özenle geliştirdiği sıkı ilişkiler de buradaki istikrarı sessizce destekledi. Eski bir felsefe profesörü olan Bazum’un, yüksek doğurganlık oranına (kadın başına 6,8 doğum), düşük okuryazarlık oranına (yüzde 37) ve süregelen gıda güvensizliğine sahip bir ülkede son derece acil bir ihtiyaç olan Nijer eğitim sistemini yeniden inşa etme sözünü yerine getirme şansı bulamamış olması üzücü.

ÇİFTE SORUN

Bazum döneminde kaydedilen ilerlemenin kaybedilmemesini sağlamak kritik önem taşıyor. Ancak bazı çok güçlü oyuncular, sanki bölgenin kurtuluşu sadece Bazum’u kurtararak mümkünmüş gibi hareket ediyor. Bu koalisyonun başını Fransa ve bölgesel bir siyasi ve ekonomik birlik olan Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu çekiyor. Bölgede darbelerin yayılabileceğinden korkan ECOWAS, Nijer’e asker gönderme hazırlıklarının yanı sıra, ülkenin elektrik arzının yüzde 70’ini kesen sert yaptırımlar uyguladı. Sahel’deki son müttefikini de kaybetmekten korkan Fransa, ECOWAS’ın çabalarına askeri destek vereceğini açıkladı.

ABD ise Fransa’dan ayrılarak daha pasifist bir tepkiyi savunuyor. Washington’un tutumu sürpriz oldu. ABD, Orta Doğu’daki çabalarına destek karşılığında Sahel’de Fransa’nın liderliğini izlemekten genellikle memnun olmuştur. Ancak ABD, durumu “darbe” olarak nitelendirmekten kaçındı ki bu da ABD yasalarına göre Nijer’e askeri yardımı kesmesini gerektirecek bir açıklama olurdu. Cuntanın iktidarı ele geçirmesinden tam üç hafta sonra Pentagon krizi hâlâ “darbe girişimi” olarak tanımlıyordu.

Blinken, Nijer krizinin “kabul edilebilir bir askeri çözümü olmadığını” açıkça ifade etti. O ve diğer ABD’li liderler defalarca barışçıl bir çözüm ve cumhurbaşkanın görevine iade edilmesi değil ancak serbest bırakılması çağrısında bulundu. Bu ayrım, cuntanın Bazum’u iktidardan uzaklaştırdığını kabul etmekte.

İki kutup ortaya çıkıyor: Nijer’deki darbeyi tersine çevirmek için güç kullanmanın uzun vadeli güvenliği sağlamlaştıracağına inananlar ve askeri bir müdahaleden kaçınılması gerektiğine inananlar. Blinken 9 Ağustos’ta Washington’da Cezayir Dışişleri Bakanı Ahmed Attaf’ı ağırladı; Cezayir Sahel’in en güçlü arabulucu devleti. Attaf verdiği bir mülakatta ülkesinin amacının krize barışçıl bir çözüm bulmak olduğunu söyledi. Afrika Birliği de ECOWAS’ın düpedüz kılıç sallamasından uzak durdu.

Konuyla ilgili resmi yorum yapma yetkisi olmadığı için isminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir Afrikalı diplomata göre, Libya’nın çöküşünün hatırası Afrika Birliği’nin kararı üzerinde büyük bir baskı yarattı. Nijer’de “şimdi kötü bir hükümet var” dedi. “Ama onları bombalarsanız, hükümet falan kalmaz. Sadece cihatçılar ve hizipler olur.” NATO’nun Libya’daki ayaklanmaya müdahalesinden 12 yıl sonra Trablus’ta hâlâ resmi bir hükümet olmadığına dikkat çekti.

TERCİH EDİLMEYEN YOL

Askeri müdahaleyi savunanlar destek toplamak için büyük güçler arasındaki rekabete başvuruyor. Bir Fransız dışişleri bakanlığı sözcüsü Bazum’un görevine iade edilmesini haklı göstermek için Rusya’nın müdahale ihtimalinden bahsetti. Bazum’un kendisi de gözaltındayken Washington Post’a yazdığı yazıda darbenin başarılı olması halinde “tüm orta Sahel bölgesinin Rus etkisine girebileceği” uyarısında bulundu.

Ancak Washington’un mevcut rotası doğru ve ABD’li politika yapıcılar müdahaleyi destekleme çağrılarına direnmeli. Sahel’de Rusya ile Batı arasında bir vekalet savaşının patlak vermesi hiçbir şekilde kaçınılmaz değil. Aslında askeri bir müdahale, Rusya’nın bölgeye daha kapsamlı bir şekilde müdahil olma ihtimalini artıracaktır. Cunta Moskova ile işbirliği yapmaya istekli görünse de Moskova bugüne kadar bu konuda ikircikli davrandı. Ancak yabancı orduların cuntaya meydan okuması halinde, Rusya Afrikalı ortaklarını koruma sözünü yerine getirmek zorunda kalabilir.

Bu yolda ilerlemenin önündeki en büyük engel, krizin barışçıl yollarla çözülmesi için yapılacak ciddi bir girişimin ABD’nin cuntayı tanımasını gerektirecek olmasıdır. Yakın vadede bu tanıma Başkan Joe Biden’ın değerler odaklı dış politikasıyla çelişiyor. Ancak Nijerliler için Batılı bir gücün, köylerinde daha fazla yabancı askerin dolaşmasını değil, diplomasiye dayalı bir yaklaşım görmek istediklerini nihayet kabul ettiğini görmek de anlamlı olacaktır.

Ancak barışçıl bir çözümün uzun vadede fayda sağlayabilmesi için ABD’nin dikkatini acilen iki özel soruna yöneltmesi gerekiyor. Birincisi, Bazum’un sınır bölgesindeki akıllı güvenlik yaklaşımı çöküyor. Askerlerin dikkati başkente çevrilmişken isyancılar bu boşluktan faydalanıyor. Nijer’in yeni askeri liderleri, Burkina Faso ve Mali’deki meslektaşlarının izinden giderek ve milisler için gönüllüler toplayarak diyalog odaklı bir stratejiyi çok yumuşak bulabilirler. ABD Nijerli subaylar için eğitim programları yürüttüğünden, bazı cunta liderleriyle zaten yakın bağları var. ABD’li ortaklar Bazum’un yaklaşımının kazanımlarını onlara anlatarak işe yarayan güvenlik politikalarının devamlılığını teşvik etmelidir.

İkinci olarak, ABD kuzeydeki isyan riskiyle ilgilenmeli. Kuzeyli ekonomik, siyasi ve askeri elitler Bazum ve selefi ile yakın bağlara sahipti. Ancak Niamey, kuzeyli isyancılarla dört yıl süren savaşı sona erdirmek için 1995’te imzaladığı barış anlaşmasında verdiği sözlerin çoğunu, özellikle de kuzeyli Nijerlilerin uranyum kaynaklarından daha fazla yararlanmalarına yardımcı olma sözünü hiçbir zaman yerine getirmedi. Bazum’a sadık iki kişi, daha şimdiden yeni isyan cepheleri açarak cuntaya direnmek için silah, asker ve yabancı destek arayışına girdi.

Potansiyel yeni nesil kuzeyli isyancılar, silahlara kolay erişimin yanı sıra madencilik ve uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen fonlara da sahip. ABD, cunta liderlerini, kuzeyli liderleri yeni hükümete dahil etmeye teşvik için tanıma ya da askeri işbirliğini sürdürme teklifiyle baskı oluşturmalı. Bu, son derece tehlikeli bir dönemde zulümle karşılaşmayacakları konusunda kuzeyli topluluklara güven verecektir.

Washington’un hamleleri büyük önem taşıyor. Fransa’nın aksine ABD Sahel’de hâlâ olumlu bir itibarı ve saygınlığı var. Yerel halk ve yetkililer, ABD’nin bölgede askerlerini ihtiyatlı bir şekilde konuşlandırmasını şiddetli bir bölünmeden ziyade ortaklıklar için bir fırsat olarak algılama eğiliminde. Fransa’nın hatalarını tekrarlayarak bu saygınlığı bozmamalı. Darbe ne kadar istenmeyen bir şey olsa da güç kullanmaya kalkışmanın riskleri çok daha büyük.

DÜNYA BASINI

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Atlantik’in iki yakasında yükselen sağ hareketlerde yeni olan ne? Meloni, Le Pen, Orbán, Geerts, Farage ve Trump gibi siyasetçiler “neoliberalizm sonrası muhafazakârlık” olarak adlandırılabilecek yeni bir “enternasyonal”in parçası olarak öne çıkıyorlar: Milli muhafazakârlık. “Milli egemenlik”e vurgu yapan bu hareketler ve isimler, aşağıda çevirisini verdiğimiz Londra Metropolitan Ünviersitesi’nden Angelos Chryssogelos’a göre, aslında “küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması” olarak görülmeli. Dolayısıyla bu yeni sağcılık türü, küreselleşmenin krizine aynı zamanda bir yanıttır da. Yazarın daha ilginç bir tespiti ise, bu milli kimliği “demarke edici” hareketlerin neoliberalizmi “teritoryalize” ederek “milli silolar” oluşturdukları. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milli muhafazakârlık, muhafazakâr siyasetin yeni paradigması

Angelos Chryssogelos
LSE Blogs
29 Haziran 2024

Milli muhafazakârlık gibi hareketleri, kendilerini yeniden tanımlamaya çalışan muhafazakâr partilerin popülist, aşırı sağcı ve hatta aşırılık yanlısı bir fraksiyonu olarak görmek kolay. Fakat Angelos Chryssogelos, ulusal egemenliğe ve devletin kültürü şekillendirme gücüne odaklanan yeni küresel muhafazakâr siyaset paradigması olarak ciddiye alınması gerektiğini savunuyor.

Milli muhafazakârlık yeniden gündemde. Nisan ayında Brüksel’de yüksek profilli sağcı politikacıların katıldığı bir konferans Belçika polisi tarafından geçici olarak engellendi ve bu konferans Mayıs 2023’te Londra’da düzenlenen ilk konferansın devamı niteliğindeydi. Her iki toplantıya da Suella Braverman ve Nigel Farage gibi İngiliz siyasetçiler, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Polonya eski Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin yanı sıra çok sayıda tanınmış entelektüel katıldı.
Birleşik Krallık’ta milli muhafazakârlık genellikle Suella Braverman gibi siyasetçilerin, yaklaşan genel seçimlerde neredeyse kesin bir yenilgiye uğrayacak olan Muhafazakâr Parti’ye liderlik etme hırslarının ideolojik aracı olarak görülüyor. Bu anlamda, Liz Truss’un popüler muhafazakârları gibi giderek parçalanan Muhafazakâr evrende sadece bir başka grup olarak anlaşılabilir.
Yine de milli muhafazakârlığın kişisel siyasi hırslar ve salt fırsatçılıktan çok daha fazlası olduğu görülüyor. Bu terim, yeni bir muhafazakârlık paradigması yaratma ve sağ siyaset pratiğini yeniden tanımlama çabası içinde olan siyasetçiler ve entelektüeller tarafından sürekli olarak geliştiriliyor.

Sınırların ötesinde milli muhafazakârlık

“NatCon” [Milli Muhafazakârlık’ın İngilizcesi National Conservatism’in kısaltması] aynı zamanda herhangi bir ülkenin seçim takviminin üzerinde işleyen gerçek bir ulusötesi olgudur. Avrupa’da milli muhafazakârlık, nisan ayındaki Brüksel konferansının resmi duyurusunda belirtildiği gibi, “Avrupa’da ulus-devleti koruma” çabası olarak markalanıyor ve destekçilerinin Avrupa ve Batı’nın bir bütün olarak kapsayıcı bir “medeniyet” görüşü içinde uluslararası işbirliğinin gerekliliğini fazlasıyla takdir ettiklerini ima ediyor.

Milli muhafazakârlık Avrupa’yı da aşıyor. İlk NatCon konferansı 2019’da Washington DC’de düzenlendi ve birçok yönden Trumpizmi uygulanabilir ve tutarlı bir ideolojik amentüde sistematik hale getirme çabası olarak işlev gördü. Amerikalı muhafazakâr talk show sunucusu ve yorumcu Tucker Carlson bu terimin hayranlarından. ABD ve Avrupa’nın merkez olduğu milli muhafazakârlık, dünyanın dört bir yanından aktörlere hitap etme potansiyeline sahip.

Tüm bu toplantılara rağmen, milli muhafazakârlığın net bir çerçevesi hâlâ çizilebilmiş değil. Muhafazakâr siyasette sıklıkla görüldüğü üzere, bu siyasetin savunucuları genellikle neye karşı çıktıkları konusunda –göç, çok kültürlülük ve liberalizmin “aşırılıkları”– neyi desteklediklerinden çok daha iyi anlaşıyorlar.

Muhaliflerinin çoğu onları “aşırı sağcı”, “popülist” ya da “aşırıcı” olarak adlandırmakta ısrar ediyor. Ancak Görkem Altınörs ve benim kısa süre önce savunduğumuz gibi, milli-muhafazakârlık (bizim anladığımız şekliyle kavramı destekçilerinin ideolojik etiketinden ayırmak için tire ile ayırıyoruz) gerçekten de farklı, kendi içinde tutarlı bir olgudur: egemenlik ve neoliberal ekonomiye odaklanan yeni bir muhafazakârlık paradigması. Milli-muhafazakârlık küresel bir olgudur ve ortaya çıkan sağcı politikacılar Avrupa, Amerika ve Asya’nın bazı bölgeleri ile Müslüman dünyasında ortak özellikler sergilemektedir. Ayrıca “popülizm”, “aşırı sağ” vb. yerine bir “muhafazakârlık” biçimi olarak anlaşılması daha doğrudur çünkü kendi siyasi sistemlerinin fiili yeni ana akım sağı haline gelmiş ya da gelme sürecinde olan güçleri tanımlamaktadır.

Neoliberalizmden sonra muhfazakârlık

İlk gözlemimiz, ana akım sağ siyasetin hakim paradigmasının dünya genelinde bir süredir değişmekte olduğudur. Soğuk Savaş ve küreselleşme döneminin büyük bir kısmında ana akım sağ partiler, küreselleşen bir pazarda neoliberal ekonomiye, bu uluslararası açık sistemin yönetilmesine yardımcı olan çok taraflı kurumlara ve milli kimlik gibi sosyal meselelere genellikle yüksek derecede pragmatizmle yaklaşan ılımlı muhafazakâr bir bakış açısını birleştiren bir görünüme sahipti.

Bu muhafazakâr paradigmanın son on yılda geri çekilmekte olduğu açıktır. Bu geri çekilmenin dünya çapında gerçekleşiyor olması, bizi bu değişimin sistemik bir açıklamasını aramaya sevk etti. Bu durumun, uzun süredir büyük çelişkiler ve dışsallıklarla karşı karşıya olan küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması olduğunu savunuyoruz.

Yirmi yıldan uzun bir süre önce başlayan süreçte, küreselleşmenin birbirini izleyen krizleri –2000’lerin “terörle savaşı”, 2010’ların “küresel mali krizi” ve bugün Çin’in yükselişiyle tanımlanan değişen jeopolitik düzen– hem devletten açık neoliberal küreselleşmiş ekonominin birçok şiarını terk etmesine yönelik yeni talepler hem de bu adaptasyonu huzursuz yerli halklara karşı meşrulaştırma ihtiyacı yarattı. Milli-muhafazakârlığın yükselişi, hem sağcı politikacıların siyasi güç kazanma veya sürdürme çabalarını hem de küreselleşmenin krizlerine uyum sağlayan devlet iktidarı için yeni bir meşrulaştırıcı ideolojiyi temsil etmektedir.

Milli-muhafazakarlık, popülizm sonrası bir olgu olarak anlaşılabilir. Geçtiğimiz on yılın popülist kırılmaları, siyasi sistemlerde ana akım sağın yerini ve rolünü temelde yeni bir aktör biçiminin işgal etmeye başladığı yeni bir dengeyi beraberinde getirmiştir. Bazı durumlarda, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta, popülist aktörler eskiden (neo)liberal olan ana akım muhafazakâr partileri içeriden ele geçirmiş ya da bu partilerin yönünü temelden etkilemiştir. Diğer ülkelerde ise bu aktörler daha önce merkez sağda baskın olan partileri tamamen yerinden etmiş ve parti sistemlerinin muhafazakâr gücü olarak rollerini gasp etmiştir.

Birleşik Krallık’ta bizim anladığımız anlamda ilk tutarlı milli-muhafazakâr projeler Brexit sonrası başbakanlar Theresa May ve Boris Johnson’ın platformlarıydı. Her ikisi de 2016 AB referandumunun sonucunu, “halkın” sınırları ve egemenliği güçlendirme çağrısı olarak yorumlarken, toplumun geniş kesimlerini “geride bıraktığı” düşünülen bir milli siyasi ekonomiyi yeniden dengelemeye çalıştı. Uluslararası piyasalarda serbest ticaret yapan bir “Küresel Britanya”yı teşvik etme hedefiyle huzursuz bir şekilde bir arada var olan muğlak yerel “seviye atlama” vaadi, Brexit dönemindeki bu dönüşmüş muhafazakârların milli-muhafazakâr özünü yakaladı.

Genel olarak aynı politika tercihlerini benimsemekten uzak olan milli-muhafazakâr hareketler, genellikle birbiriyle çelişen politika pozisyonlarını bir araya getiren ortak bir söylemsel ve retorik bakış açısıyla karakterize ediliyor. Çoğu gözlemcinin göç konusuna odaklanmasının aksine, ABD ve Birleşik Krallık’tan Macaristan ve Polonya’ya, Türkiye ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar Küresel Kuzey ve Güney’deki milli-muhafazakârların, öncelikle iktisadi ve kültürel anlamda milli egemenlik ve devlet otoritesine öncelik veren bir söylemle karakterize edildiğine inanıyoruz. Milli-muhafazakârlar, toplumlarına yeni bir hiyerarşik ve otoriter ruh aşılamak için din ve aile değerleri gibi geleneksel fikirleri yeniden keşfederler. Uluslararası alanda, genellikle uluslararası kurumlara ve “küreselci elitlere” karşı iddialı ve düşmanca bir dış politika duruşu sergilerler.

Neoliberalizmin sermaye birikimi ve yatırım çekiciliğine ilişkin temel varsayımlarına meydan okumasa da, milli-muhafazakârlık devletin ekonomiyi devlet güvenliği, milli egemenlik veya etnik ve kültürel tercih hedefleri doğrultusunda yönlendirmede çok daha büyük bir rolü olduğunu düşünmektedir. Britanya’da bu durum, örneğin göçü azaltma hedefi (2016’dan sonra tüm Muhafazakâr liderler tarafından açıkça benimsenmiştir) ile savaş sonrası refah devleti yapılanmasını yeniden kurma vaatleri arasında bağlantı kurma girişiminde görülebilir. Aynı zamanda bu radikalleşmiş muhafazakârlar, küresel ilerici “müesses nizamın” temsilcileri tarafından ele geçirilen yerel ve uluslararası kurumlara karşı milli yenilenme ve kültürel egemenlik projelerinin bir parçası olarak meşrulaştırabilirlerse, vergi indirimleri (ABD’de Donald Trump ve Birleşik Krallık’ta Liz Truss’un yaptığı gibi) veya yoğun çevresel ekstraksiyonlar (Amazon’da Jair Bolsonaro’nun yaptığı gibi) gibi neoliberal politikaları da aynı şekilde takip edebilirler.

Jeopolitik gerilimlerin ve jeoekonomik rekabetin arttığı bir bağlamda, milli-muhafazakârlık aslında neoliberalizmi teritoryalize etmekte ve yeni muhafazakâr ve geleneksel değerlerle disipline edilmiş ve sürekli olarak yerel ve uluslararası elitlere ve etnik ve ırksal ötekilere karşı harekete geçirilen toplumlar tarafından desteklenen yeni milli silolar içinde korumaktadır. Kısacası, milli-muhafazakârlık küreselleşme ve liberalleşme sonrası dönemin yeni sağ paradigması olarak ortaya çıkmaktadır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bolivya’nın lityumu ABD’nin hedefinde

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin on yıllardır “arka bahçesi” olarak gördüğü Güney Amerika ülkeleri, dünya lityum rezervlerinin önemli bir kısmını elinde tutuyor. Bu rezervlerin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan üç ülke var. Bolivya, Arjantin ve Şili ile birlikte “lityum üçgeni”ndeki ülkelerden biri. İçlerinde en büyük rezerv payı onun. Elektronik aletlerin yeniden çalıştırılmasını sağlayan batarya teknolojisinde ihtiyaç duyulan lityum, “yeşil dönüşüm” ve elektrikli otomobillerin yaygınlaşmasıyla birlikte emperyalizmin gözünde “21. yüzyıl petrolü” haline geldi. Bu cevher sermaye sınıfının büyüme iştahına öylesine hitap ediyor ki bu üçgende meydana gelen siyasi, sosyal ve askeri tüm hareketliliklerin gerisinde bir “lityum darbesi” olduğu artık herkesin malumu. Ülkedeki kamulaştırma sürecini stratejik hidrokarbon sektöründeki şirketlere ve lityum üretimine yayan Bolivya’nın halkçı lideri Morales tam da bu yüzden hedefti. Nitekim Bolivya’da Kasım 2019’da yapılan ABD destekli darbenin ardından ülkedeki lityum üretimini kamulaştırma süreci hemen durmuş, lityum pili kullanan Tesla başta olmak üzere çokuluslu şirketlerin hisseleri yükselişe geçmişti. Bolivya’daki son darbe girişimi sırasında da bu büyük lityum rezervleri dünya kamuoyunun tekrar gündemine girdi.


Bolivya lityumu ABD’nin hedefinde, ancak kamulaştırmalar hükümet kontrolünü garantiye alıyor

Lorenzo Santiago
Brasil de Fato
28 Haziran 2024

Çeviren: Leman Meral Ünal 

Amerika Birleşik Devletleri ile Bolivya 23 Haziran’da Dallas’ta düzenlenen Amerika Kupası’nın ilk turu kapsamında bir futbol maçında karşı karşıya geldi. Ancak iki ülke sadece futbol sahasında değil, ABD endüstrisi için muazzam derecede önemli bir kaynak için de rekabet ediyor: Lityum.

Bolivya dünyanın en büyük lityum rezervlerine sahip. Yaklaşık 23 milyon ton rezerv ülkenin güneyinde bulunuyor. Ülkenin “Uyuni” olarak bilinen tuz düzlüğü, Arjantin (17 milyon ton) ve Şili (9,3 milyon ton) ile birlikte büyük bir rezerv üçgeni oluşturuyor.

Son yıllarda, elektrikli otomobil üretimindeki gözle görülür büyümenin ardından lityuma olan talep hızla arttı. Otomobil sektörü, elektrikli araçlar için yüksek performanslı bataryalar üretebilmek amacıyla bu cevhere ciddi şekilde ihtiyaç duyuyor. Sonuç olarak, 13 yıl içinde muazzam bir fiyat artışı yaşanmış ve 2010 yılında karbonatın tonu 5 bin ABD dolarından 2022 yılında 80 bin ABD dolarına çıkmıştı. Uzmanların Çin’de elektrikli otomobil satışlarının düşeceği yönündeki beklentisi gerçekleşmiş, 2023 yılında fiyatlar 23 bin ABD dolarına kadar düşmüştü.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın rekabetinden kaçınmak için Bolivya’nın lityum üretimini kontrol etme arzusunda. Bu durum Mart 2023’te ABD Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen bir oturumda daha da belirgin hale geldi. ABD Güney Komutanlığı (U.S Southern Command) Başkanı Laura Richardson, lityum üçgeninin ABD nezdinde “arka bahçeleri üzerindeki bir ulusal güvenlik meselesi” olarak ele alındığını dile getiriyor.

Profesör Paulo Niccoli Ramirez bu durumu daha önce O Golpe de 2019 na Bolívia: Imperialismo contra Evo Morales (Bolivya’da 2019 Darbesi: Evo Morales’e karşı Emperyalizm, kaba bir çeviriyle) ismini verdiği çalışmasında ortaya koymuştu. Ona göre, ABD 2019’da dönemin Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’e karşı yapılan darbede doğrudan rol oynarken ana hedefi lityumdu.

Bolivya hükümeti ise bu cevheri devlet üretiminde tutmak ve devlet eliyle işletebilmek için gerekli teknolojiye sahip ülkelerle stratejik ortaklıklar kurmak gibi çeşitli stratejiler benimsedi.

Bolivya, lityum üretiminde ulusal egemenliği önceliklendiren ve üretim aşamalarında baştan sona -devlete ait- Yacimientos de Litio Bolivianos (İspanyolca kısaltması YLB) şirketinin tam katılımını sağlayan 928 sayılı yasayı oluşturdu. Ayrıca ham lityumu temizlemek için çok daha az su kullanan ve çevreyi daha az kirleten Doğrudan Lityum Ekstraksiyonu (EDL) adlı bir teknolojiyi uygulamaya koydu.

Hükümet bu hamlelerle zaman içinde ülkenin lityum çıkarmak için gereken ekipmanı üretecek bir “know-how”a sahip olmasını amaçlıyordu.

Lityum üretim zincirini sanayileştirme planının bir parçası olarak ülke, bu kimyasal bileşiğin yıllık üretim kapasitesini artırmak için 2023 yılında Çin ile bir ortaklık imzaladı. Contemporary Amperex Technology Limited (CATL), Brunp ve China Molybdenum Company Limited (CMOC) gibi Çin kökenli şirketleri içeren CBC konsorsiyumu, Bolivya’nın Coipasa ve Uyuni tuz düzlüklerinde iki lityum karbonat üretim tesisi kurmaktan sorumlular.

Rus devlet şirketi Rosatom’un bir kolu olan Uranium One Group isimli şirket de ülkede birtakım testler yapmak ve pilot projeler gerçekleştirmek için Bolivya hükümetinin koşullarını kabul eden bir tasarıya imza attı.

Buna göre, her bir tesisin 1 milyar ABD dolarından fazla bir yatırımla yılda maksimum 25 bin ton lityum karbonat üretmesi bekleniyor. YLB’nin hesaplamalarına göre Bolivya 2022 yılında bu mineralden sadece 600 ton kadar üretebilmişti.

Bolivyalı ekonomist Martin Moreira’ya göre mevcut senaryoda belki de en iyisi, bu Güney Amerika ülkesinin kendi üretimi üzerinde kontrol sahibi olması ve bu bağlamda ABD ile ilişkilerin olumlu bir seyir izlememesi:

“Her şeyden önce ulusal egemenliğimizi korumalıyız. ABD ile iş tutturmak egemenliğin kaybedilmesi ve belirli koşulların kabul edilmesi anlamına geliyor. ABD’nin dayattığı koşullarla benzer koşulları benimseyen şirketlerle müzakere etmemeye çalışıyoruz, ancak stratejik maden kaynaklarının işletilmesine ilişkin ülke koşullarını kabul eden ve YLB’nin rehberlik edeceği bir şirket olarak serbest yönetimini kısıtlamayan yatırımcılarla müzakere edebiliriz. Buradaki amaç, diğer ülkelerden şirketlerin bu stratejik Bolivya şirketine yanıt vermesidir.” [Brasil de Fato’ya verdiği demeçten.]

2008’de lityum üretiminin millileştirilmesi ve 2017’de YLB’nin kurulması, bu alandaki yatırımların ve ihracatın Bolivya’nın kamu sektörüne yönlendirilmesini sağladı. Moreira’ya göre bu durum ülkenin yapısal sorunlarının pek çoğunu çözdü: “Millileştirmeler sayesinde Bolivya’nın altyapıdan sağlık ve eğitime kadar yapısal sorunlarının ağırlıklı bir kısmı çözüldü. Şimdi lityum, ülkeye yatırımı ve dövizi çekmek için bir fırsat.”

Peki diğer Güney Amerika ülkeleri lityum rezervleriyle ne yapıyor?

Bolivya’nın aksine Şili ve Arjantin lityumunda millileştirme yok. Şili’de 2022 yılında kurucu meclis üyelerinin bir kısmı ülkedeki bakır ve lityum madenciliğini düzenlemek, özel imtiyazları sona erdirmek ve bu faaliyetler üzerinde devlet hakimiyetini sağlamak için teklifler sunsa da Anayasa Konvansiyonu tarafından reddedildi. Bu teklifler ülkenin yeni Anayasasının ilk versiyonunun nihai metnine dahi giremedi. Ayrıca sunulan bir plebisitte de reddedildi.

Arjantin’de lityumun millileştirilmesi tartışmaları son yıllarda ivme kazanmış, maden varlıklarının eyaletlere ait olduğu bir ülkede devlet tarafından işletilen bir lityum şirketi kurulması yönünde öneriler tartışılmaya başlanmıştır. Ne var ki Arjantin Maden Girişimcileri Odası (CAEM), Arjantin Sanayi Birliği (UIA) ve Arjantin İnşaat Odası (Camarco) gibi kurumlar tarafından temsil edilen Arjantin sermaye sektörü bu girişime karşı çıkmıştı.

Peru’ya gelince, 880 bin ton lityum rezerviyle ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nun (ABD’nin doğal kaynaklardan sorumlu kurumu) listesindeki 13. ülke konumunda. Pedro Castillo’ya karşı yapılan 2022 yılındaki son darbeden iki ay kadar önce, [Peru Kongresi’nin sol tandanslı parlamento grubu olan] Bloque Magisterial de Concertación Nacional, Peru parlamentosuna ülkede lityum arama, araştırma ve sanayileştirme faaliyetlerinin kamulaştırılması için bir yasa tasarısı sunmuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Son yıllarda ABD’de ve özellikle de Rusya’da Hiroşima’ya atılan bombanın üçte biri ya da yarısı gücünde daha küçük nükleer silahların geliştirilmesi üzerinde duruluyor. Tahrip kapasitesindeki bu azalmanın maksadı, göründüğü kadarıyla, bir konvoyu ya da düşman kalesini yok etmek amacıyla nükleer silahların savaş alanında konuşlandırılmasını mümkün kılmak. Rus birlikleri taktik düzeyde konvansiyonel savaştan nükleer savaşa geçişi uzun süredir uyguluyor. Rusya ordusunun, Kaliningrad’ın nükleer silahlar kullanılarak başarıyla savunulduğu tatbikatları defalarca düzenlediği bilinen bir şey. NATO’da Rusya’ya karşı daha agresif olanlar Moskova’nın risk almayacağını iddia etse de bu iddianın kendisi de riskli, Moskova’nın tepkisinin ne olacağını kestirmek de mümkün değil.

Rusya Federasyonu’na karşı savaşı, SSCB’ye karşı yürütülen soğuk savaştan daha tehlikeli kılan bir başka faktör de nükleer bir kıyametten duyulan önceki korkunun büyük ölçüde buharlaşmış olması. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği hissini besledi ama gerçekçi bir risk değerlendirmesi, bugün tehlikenin geçmişte olduğundan daha büyük olduğunu gösteriyor. Eski CIA analisti George Beebe yorumlamış.


Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

George Beebe

Time

1 Temmuz 2024

George Beebe, Quincy Institute for Responsible Statecraft’ta Grand Strategy programının direktörü. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) eski Rusya analizi direktörü ve The Russia Trap: How Our Shadow War with Russia Could Spiral into Nuclear Catastrophe (Rusya Tuzağı: Rusya ile Gölge Savaşımız Nasıl Nükleer Felakete Dönüşebilir?) kitabının yazarı.

Washington’daki dünya algısını şekillendiren ya da yansıtan gazete sayfaları ve Kongre koridorlarındaki akımlardan yola çıkarak, Ukrayna konusunda ABD ile Rusya arasında doğrudan askeri çatışma riski konusunda alarm zillerini çalan felaket tellallarının yanıldığı ortaya çıktı. Rusya’nın pek çok uyarısına ve nükleer tehditlerine rağmen ABD, Ukrayna’ya gelişmiş topçu sistemleri, tanklar, savaş uçakları ve uzun menzilli füzeler tedarik etmeyi başardı; ne var ki bu durum ne varoluşsal bir çatışmaya dönüştü ne de Rusya’nın ciddi bir misillemesine neden oldu.

Washington’ın şahin korosu açısından Ukrayna’ya giderek daha ölümcül silahlar sağlanmasının faydaları, Batı’ya Rusya’nın doğrudan saldırısını kışkırtma riskinden ağır basıyor. Bu kesimler, ABD’nin, pek olası olmayan bir kıyamet korkusunun, Ukrayna’nın savunması için son derece gerekli yardımı engellemesine izin vermemesi gerektiğinde —özellikle de savaş alanındaki ivme Rusya lehine kayarken— ısrar ediyorlar. Bu nedenle Beyaz Saray’ın, Ukrayna’nın Amerikan silahlarını uluslararası alanda tanınan Rusya topraklarına yönelik saldırılarda kullanmasına yeşil ışık yakma kararı ve Amerikalı askeri müteahhitlerin Ukrayna’da sahada bulunması konusundaki tartışmaları dikkat çekiyor.

Bu mantıkta birkaç sorun var. Bunlardan ilki, Rusya’nın kırmızı çizgilerini [aşılması halinde ABD veya NATO’ya karşı misillemeye neden olacak sınırlar] hareket ettirilebilir olmaktan ziyade sabit olarak ele alması. Aslında, bu sınırların nerede çizildiği tek bir kişiye, Vladimir Putin’e bağlı. Rusya’nın neye tahammül etmesi gerektiğine dair değerlendirmeleri, savaş alanındaki dinamiklere, Batı’nın niyetlerine, Rusya içindeki duygu durumuna ve dünyanın geri kalanındaki olası tepkilere göre değişebilir.

Putin’in, Ukrayna’ya verilen askeri yardıma karşı Batı’ya doğrudan saldırıda bulunma konusunda oldukça isteksiz davrandığı doğru. Fakat Putin’in bugün tolere edebildiği şey, yarın bir casus belli [savaş nedeni] olabilir. Onun kırmızı çizgilerinin aslında nerede çizildiği, ancak aşıldığında ve ABD kendini Rusya’nın misillemesine yanıt vermek zorunda bulduğunda anlaşılacaktır.

İkinci sorun ise Moskova’nın, ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı tek tek yardımların her birine nasıl tepki vereceğine odaklanırken, bu yaklaşımın Putin ve Kremlin’in hesaplamaları üzerindeki kümülatif etkiyi hafife alması. Rusyalı uzmanlar, ABD’nin nükleer savaş korkusunu kaybettiğine inanmış durumda; bu korku, Soğuk Savaş’ın büyük kısmında istikrarın temel unsuru kabul edilmiş ve iki süper gücü de diğerinin temel çıkarlarını tehdit edebilecek adımlar atmaktan caydırmıştı.

Şu anda Rusya’nın dış politika elitleri arasında tartışılan temel mesele, Amerika’nın nükleer tırmanma korkusunu nasıl yeniden tesis ederken kontrolden çıkabilecek doğrudan bir askeri çatışmadan kaçınılacağı. Moskova’daki bazı şahinler, Batı’yı kendine getirmek için savaş zamanı hedeflere taktik nükleer silah kullanmayı savunuyor. Daha ılımlı uzmanlar, televizyonlarda gösterilecek mantar bulutu görüntülerinin Batılı halkları askeri çatışmanın tehlikelerine uyandıracağını umarak nükleer bomba testi fikrini ortaya atıyorlar. Diğerleri ise Ukrayna’ya hedefleme bilgisi sağlamada rol oynayan bir Amerikan uydusuna saldırmayı ya da Karadeniz üzerindeki hava sahasından Ukrayna’yı izleyen bir Amerikan Global Hawk keşif uçağını düşürmeyi öneriyor. Bu adımların herhangi biri, Washington ile Moskova arasında endişe verici bir krize yol açabilir.

Rusya’daki bu iç tartışmaların temelinde, Kremlin’in yakında kesin bir sınır çizmemesi durumunda ABD ve NATO müttefiklerinin Ukrayna’nın cephaneliğine Moskova’nın nükleer kuvvetlerine dönük saldırıları tespit etme ve bunlara yanıt verme kabiliyetini tehdit eden daha gelişmiş silahlar ekleyeceği yönünde yaygın bir fikir birliği yatıyor. Batı’nın Ukrayna’ya artan müdahalesi algısı bile Rusya’nın tehlikeli bir tepkisini tetikleyebilir.

Bu endişeler, kuşkusuz Putin’in Kuzey Kore’yi ziyaret etme ve 1962’den Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar yürürlükte olan karşılıklı savunma anlaşmasını yeniden canlandırma kararında etkili oldu. Gezi sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada Putin, “Ukrayna’ya silah tedarik ediyorlar ve diyorlar ki: Biz burada kontrol sahibi değiliz, dolayısıyla Ukrayna’nın onları nasıl kullandığı bizi ilgilendirmez. Neden biz de aynı tutumu benimsemeyelim ve birine bir şey tedarik edip sonrasında ne olacağına dair kontrolümüz olmadığını söylemeyelim? Bırakalım onlar düşünsün,” dedi.

Geçen hafta, Ukrayna’nın Amerikan yapımı misket bombalarının en az beş Rus tatilciyi öldürüp 100’den fazla kişiyi yaraladığı Kırım’daki Sivastopol limanına düzenlediği saldırının ardından Rusya makamları, bu tür bir saldırının yalnızca ABD’nin uydu rehberliği sayesinde mümkün olduğunu savundu. Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin “çatışmanın tarafı haline geldiğini” resmen suçlamak için Moskova’daki ABD Büyükelçisini çağırdı ve “misilleme önlemlerinin kesinlikle alınacağını” vaat etti. Kremlin Sözcüsü, “ABD’nin doğrudan müdahil olması ve bunun sonucunda Rus sivillerin ölmesi, kesinlikle sonuçsuz kalmayacak,” açıklamasını yaptı.

Ruslar blöf mü yapıyor, yoksa kesin bir sınır çizmemelerinin sonuçlarından korkmalarının, doğrudan bir askeri çatışmayı tetikleme tehlikesinden ağır bastığı bir noktaya mı yaklaşıyorlar? “Bilemeyiz, bu yüzden Rusların eylemleri savaşçı söylemleriyle örtüşene kadar Amerikan askeri müteahhitlerini veya Fransız eğitmenlerini Ukrayna’da konuşlandırmaya devam etmeliyiz,” demek, ikili bir krizi yönetirken karşılaşacağımız çok gerçek sorunları göz ardı etmek olur.

1962’de Başkan John F. Kennedy ile Rus mevkidaşı Nikita Hroşçov’un Küba füze krizi sırasında meşhur “göz göze geldikleri” dönemin aksine, bugün ne Washington ne de Moskova benzer derecede endişe verici bir ihtimalle başa çıkmak için iyi bir konumda. O zamanlar Sovyet büyükelçisi, Oval Ofis’in düzenli bir konuğuydu ve Bobby Kennedy ile internet dedektiflerinin ve kablolu televizyonun gözünden uzak bir arka kanal diyaloğu yürütebiliyordu. Bugün, Washington’daki Rus büyükelçisi sıkı bir şekilde izlenen bir parya konumunda. Kriz diplomasisi, küçümsenen bir Putin ile halihazırda Gazze’deki krizi kontrol altına almaya çalışan ve dinamikleri Rusya ile uzlaşı arayışını teşvik etmeyen bir seçim kampanyası yürüten yaşlı bir Biden arasında yoğun bir angajman gerektirecek. ABD ile Rusya arasındaki karşılıklı güvensizlik zirve yapmış durumda. Bu koşullar altında, yanlış adımlar ve yanlış algılar, muhtemelen hiçbir tarafın çatışma istememesine rağmen ölümcül olabilir.

Tarihin dönüm noktaları genelde yalnızca geriye dönüp bakıldığında, bir dizi gelişme kesin bir sonuç doğurduktan sonra netleşir. Olaylar devam ederken ve biz hâlâ gidişatlarını etkileme yetisine sahipken böylesi dönüm noktalarını fark etmek oldukça zor olabilir. Bugün böyle bir ana doğru tökezliyor olabiliriz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English