Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“Ortakları bile artık Washington’un blok siyasetinden memnun değil”

Yayınlanma

Washington, Çin’in Orta Doğu ve Körfez jeopolitiğinde artan nüfuzunu nasıl dengeleyebileceğini tartışıyor. Çin arabuluculuğunda Riyad ile Tahran’ın ilişkileri normalleştirme anlaşması imzalamasından sonra harekete geçen Biden yönetiminin almaya çalıştığı önlemlerin hemen tümü güvenlik odaklı. Foreign Affairs’te yayınlanan analiz, ABD’nin Orta Doğu’daki blok temelli ve güvenlik merkezli yaklaşımının artık işe yaramadığı görüşünde. Analize göre, “Çin’in yükselişi ve bölgenin ortaklıklarını çeşitlendirme arayışının artmasıyla birlikte bu stratejinin gözden geçirilmesi ihtiyacı aciliyet kazandı.”

Foreign Affairs, ABD’li politika yapıcılara bölgeye yönelik yeni yaklaşımın nasıl olması gerektiğiyle ilgili politika önerileri sunuyor: 

***

Çok Yönlü Orta Doğu

Amerika, Çin’in Bölgede Artan Nüfuzuna Nasıl Uyum Sağlamalı?

Jennifer Kavanagh, Frederic Wehrey

İran ve Suudi Arabistan arasında Çin’in arabuluculuğunda varılan anlaşma, Mart 2023’te ilan edildiğinde, Pekin’in Orta Doğu güç politikasına girişinin bir işareti olarak görülüyordu. Biden yönetimi, Çin’in Riyad ve Tahran arasında diplomatik ilişkileri yeniden tesis eden anlaşmaya aracılık etmesindeki rolünün ABD’nin azalan etkisini yansıttığını reddetse de Washington’un o zamandan bu yana attığı adımlar farklı bir tablo çiziyor. Son birkaç ay içinde ABD bölgedeki askeri kaynaklarını, Hürmüz Boğazı çevresindeki devriyeleri ve ortak tatbikatlarını artırdı ve Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölgesel ortaklarla silah anlaşmalarını ilerleteceğinin ve Mısır, Kuveyt ve diğerleriyle eğitimi genişleteceğinin sinyallerini verdi, bunların hepsi Arap ortaklarına Orta Doğu güvenliğine olan bağlılığı konusunda güvence vermek için.

Ancak bu hamlelerin ABD’nin etkisini artırması pek mümkün görünmüyor. Arap güçlerinin Pekin’e yönelmesi Washington’un azalan askeri varlığının bir sonucu değil. Bu devletler Washington’un Orta Doğu’daki askeri yatırımlarının gayet farkındalar, ancak bu kabiliyetleri kendi adlarına kullanma konusundaki istekliliğinden giderek daha fazla şüphe duyuyorlar. Bunun yerine, ABD’nin kendilerine yardım etme konusunda daha az muktedir ya da istekli olduğunu düşündükleri altyapı ve teknoloji gibi alanlarda Çin’e angaje oluyorlar. Ayrıca gelişmiş insansız hava araçları gibi, ABD’nin akıllıca yasakladığı bazı askeri sistemleri de edinmeye çalışıyorlar. Dahası, Çin’in dış politikası kendileri gibi otoriter rejimlere karşı daha dostane olma eğiliminde ve Pekin bölgedeki rakip güçlere eşit mesafede durmayı başararak Çin’in tarafsız bir arabulucu olarak görülmesini sağladı.

Bu eğilimler göz önüne alındığında ABD’nin bölgeye yönelik yeni bir yaklaşıma ihtiyacı var. Çin’in Orta Doğu’da artan varlığının daha olumlu yönlerini kabul etmeli ve Pekin’in bölgesel kalkınma ve istikrara katkılarını kontrol altına almaya çalışmak yerine teşvik etmeli. Washington’un ayrıca Çin’in ABD çıkarlarına zarar veren belirli eylemlerine karşı daha hedefe yönelik bir tepki benimsemesi gerekecek.

Aynı zamanda Washington, Çin’in yayılmasına karşı bir denge unsuru olarak ABD yanlısı savunma blokları oluşturma çabalarına dayanan, eskimiş, güvenlik odaklı stratejisini tekrarlamamalı. Bunun yerine ABD, bölgedeki politika araçlarını ve yatırımlarını insan sermayesinin geliştirilmesi, eğitim, yeşil teknoloji ve dijital platformlar gibi üstünlüğe sahip olduğu alanlara doğru genişletmeli. Ayrıca Arap ortakları ile Brezilya, Hindistan ve Japonya gibi yükselen orta güçlerle, bölgenin paydaşlarını çeşitlendirmesine, yeni yatırımlar getirmesine ve ABD’nin ticaret, iklim değişikliği, gıda güvenliği ve diğer konulardaki angajmanını yeniden canlandırmasına olanak tanıyacak daha geniş kapsamlı anlaşmaları desteklemeli.

ÇOK YÖNLÜ TEK KUTUPLU

Geçen on yıl içinde pek çok Orta Doğu ülkesinin dış politikası çok yönlülüğe doğru kaydı. Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi ABD’nin geleneksel ortakları bile artık Washington’un özel, ABD liderliğinde bloklar yaratma girişimlerinden memnun değil. Çin, Hindistan, Rusya ve ABD de dahil birden fazla güçle ortaklık arayışındalar. BAE’yi ele alalım. ABD’nin yakın bir güvenlik ve ekonomik ortağı olmaya devam etse de Abu Dabi ticaret, teknoloji paylaşımı ve yeni silah anlaşmaları yoluyla Pekin ile ilişkilerini derinleştirdi. Moskova’nın 2022’deki Ukrayna işgaline rağmen Rusya ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sürdürdü. Ayrıca Hindistan ile ikili ticaret ve teknoloji girişimlerine yatırım yapıyor ve 2022’de yeni bir Kapsamlı Ekonomik Ortaklık’a giriyor. Diğer Orta Doğu devletleri de benzer şekilde çeşitlendirilmiş ortaklıklar peşinde koştukça, çok yönlülüğe yönelik bu eğilimin ABD’nin bölgedeki etkisini yeniden yapılandırması muhtemel.

Orta Doğu çok yönlü olsa da çok kutuplu değil: ABD, Orta Doğu’nun açık ara önde gelen güvenlik hamisi olmaya devam ediyor ve bu konumunun öngörülebilir bir gelecekte sorgulanması pek olası görünmüyor. ABD kuvvetlerinin toplam sayısı zirve noktasından düşmüş olsa da 30,000’in üzerinde. Bu rakam, ABD’nin 2003’teki Irak işgalinden önceki sayıya yakın. Washington bölgeye güvenlik yardımı için her yıl milyarlarca dolar harcamaya devam ediyor ve Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün verilerine göre ABD’nin bölgesel silah pazarındaki payı, kısmen 2014’te Ukrayna’yı işgal etmesi üzerine ABD’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar nedeniyle, 2010-14 döneminde yüzde 47 iken 2018-22 döneminde yüzde 54’e yükseldi. Ayrıca ABD, büyük üslerden daha küçük karakollara, eğitim tesislerine ve önceden konuşlandırılmış silah ve malzeme stoklarına kadar bölge genelinde en az bir düzine ülkede askeri tesis bulundurmaya devam ediyor.

Ancak hakimiyet münhasırlık anlamına gelmiyor. Çin’in bölgedeki güvenlik varlığı sınırlı olsa da ortaklarına ABD’nin sunmadığı savunma ve ekonomik fırsatlar sunabilir. Örneğin, Pekin’in Cibuti’de bulunan tek bir askeri üssü var, ancak bölge genelinde hem sivil hem de askeri faaliyetler için kullanılabilecek limanlara yatırım yaptı; bu strateji, Çin ordusunun erişimini genişletirken Orta Doğu ülkeleriyle ticareti artırmasına yardımcı oldu. Aralık 2022’de sızdırılan bir ABD istihbarat raporuna göre Birleşik Arap Emirlikleri, Çin’in bu tür bir limanda askeri lojistik tesis inşaatına devam etmesine izin verdi- ABD’nin ülkedeki büyük askeri varlığının yerini almak için değil, Çin’in bölgeye katkıda bulunmasını sağlamak için.

Çin askeri teknolojisini bölgede paylaşmak için de benzer bir strateji uyguluyor. Pekin, Orta Doğu’daki ülkelere doğrudan askeri yardım sağlamıyor ve Çin’in silah satışları bölgedeki toplamın yüzde beşinden azını oluşturuyor. Ancak başta insansız hava araçları ve hassas güdümlü füzeler olmak üzere bazı ileri teknolojilerine, bu sistemleri ABD’den alamayan müşterilerine ucuz ve koşulsuz erişim imkânı sunuyor. Suudi Arabistan ve BAE gibi bölgesel güçler, Çin’in bu tekliflerini, daha yüksek kaliteleri ve prestijleri nedeniyle satın almaya devam ettikleri ve tercih ettikleri ABD silah sistemlerinin ikamesi olarak değil tamamlayıcıları olarak değerlendiriyor. Çin ayrıca Arap hükümetlerine kolluk kuvvetleri eğitimi ve sofistike gözetleme teknolojilerine erişim de dahil iç güvenlik konusunda da destek sağlıyor.

2021 yılından bu yana altı Arap ülkesi -Bahreyn, Mısır, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve BAE- Rusya’nın da dâhil olduğu Çin liderliğindeki siyasi, ekonomik ve güvenlik grubu Şanghay İş birliği Örgütü ile diyalog ortağı oldu. Bu ülkeler 2013’ten beri ŞİÖ diyalog ortağı olan Türkiye ve bu yıl ŞİÖ’ye tam üyeliği kabul edilen İran’a katıldılar. Washington’un Arap ortakları için ŞİÖ’ye katılım, ABD ile daha derin ve kapsamlı ilişkilerinin yerini almadan Çin, Rusya ve Orta Asya ülkeleriyle ilişkileri güçlendirebilir.

Ekonomik alanda Çin artık Orta Doğu’da ABD’den daha büyük bir rol oynuyor ancak onu tamamen yerinden etmiş değil. Çin’in ticareti uzun zamandır ABD’nin ticaretini aşmış durumda ve 2019 itibariyle Çin, Avrupa Birliği’ni geçerek bölgenin lider ticaret ortağı haline geldi. Uluslararası Para Fonu’nun verilerine göre son 10 yılda ABD’nin bölgeyle ithalat ve ihracatı düşerken, Çin’in Orta Doğu ile ticareti, Pekin’in bölgeye artan ihracatı ve petrol ürünlerine olan doymak bilmez talebinin etkisiyle yaklaşık yüzde 40 arttı. Çin’in artan ticaret hacmi bölgesel etkiyi de beraberinde getirdi ancak ABD dolarının küresel rezerv para birimi olarak devam eden hakimiyeti, Washington’a bölgesel güçleri ve bu güçlerin ticaret ve finans piyasalarını ABD’ye bağlayarak ekonomik nüfuzunu sürdürme imkânı veriyor.

Çin de Orta Doğu’daki yatırımlarını hızla artırdı. ABD, bölgenin doğrudan yabancı yatırımında hâlâ büyük bir paya sahip olsa da ABD doğrudan yatırımının çoğu yalnızca üç ülkede (İsrail, Suudi Arabistan ve BAE) ve dar bir sektör grubunda yoğunlaşıyor. Buna karşılık Pekin’in yatırımları daha çeşitli; Umman gibi ABD’den çok fazla destek almayan ülkeleri kapsıyor ve enerji, fiziki ve dijital altyapı ve gayrimenkul gibi çok sayıda sektörü içeriyor. Birçok Arap hükümeti için Çin’in, ABD’li bağışçılar tarafından sıklıkla belirlenen ve yatırımları insan hakları, demokrasi veya ekonomik reform kriterlerinin karşılanmasına bağlayabilen koşullar olmaksızın geniş çaplı yatırım yapma isteği, bu ülkeyi bölgede cazip bir ortak haline getiriyor.

Son olarak, bir kamuoyu araştırma şirketi olan Arab Barometer tarafından 2022 yılında yapılan bir anketin sonuçları, bölge genelinde dış politikada çok yönlülük için kamuoyu desteği olduğunu gösteriyor. Özellikle, birçok ülkedeki katılımcılar, her birinin etkisi konusunda endişeleri olsa da hem ABD hem de Çin ile daha fazla ve daha derin ekonomik angajmanı desteklediklerini bildiriyor.

PROGRAMA UYUM

Bölgenin giderek artan çok yönlülük tercihine rağmen, ABD’li politika yapıcılar uzun süredir ABD’nin destek ve korumasından yararlanan Arap devletlerinin Washington’u tek ve önde gelen ortakları olarak görmeye devam edeceklerini umuyor. Biden yönetiminin, İsrail ile dört Arap ülkesi (Bahreyn, Fas, Sudan ve BAE) arasındaki ilişkileri normalleştiren bir dizi anlaşma olan 2020 İbrahim Anlaşmalarını genişletme çabası bunun en açık örneği. Yönetim şimdi İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşma müzakere etmeyi ve anlaşmaların daha geniş bir güvenlik ve ekonomik konular yelpazesini kapsamasını umuyor. Washington bu hedefleri takip ederken İran’a karşı daha fazla askeri koordinasyon için zemin hazırlamayı ve Çin etkisine karşı ABD yanlısı bir siper oluşturmayı umuyor. Ancak on yıllardır süren bölgesel rekabet ve çatışmalar ile Orta Doğu’nun pek çok bölgesindeki ekonomik kalkınmanın yetersizliği, bu güvenlik odaklı, blok temelli yaklaşımın pratikte, Washington’un büyük rakiplerinin olmadığı dönemlerde bile, pek işe yaramadığını açıkça ortaya koyuyor. Bölgedeki ülkeler ABD hakimiyetine alternatifler gördükçe, bu stratejinin hatalı mantığı daha da belirginleşiyor.

ABD’nin milyarlarca dolarlık silah satışı, eğitim ve diğer güvenlik yardımları, Washington’un bölgedeki ortaklarının kendilerini gerçekçi bir şekilde savunmak ya da koalisyon operasyonlarına katılmak için ihtiyaç duydukları askeri yetenekleri geliştirmede başarısız oldu. Ancak bu güvenlik yardımı, Arap ortakları, örneğin Libya ve Yemen’de ABD silahlarını kullanarak felaket getiren savaşlar başlatma konusunda cesaretlendirdi. Bu çatışmalar ABD çıkarlarına yönelik yeni tehditleri tetikledi, bölgesel istikrarsızlığı besledi ve İran ya da Rusya’nın Wagner paralı asker grubu gibi kötü niyetli aktörlerin nüfuz sahibi olması için yeni fırsatlar yarattı. ABD’nin güvenlik yardımı, Irak ve Mısır gibi bazı devletlerde kleptokratik elitleri zenginleştirdi ve yolsuzluğu artırdı. Bu yatırımlar ABD’li ortakların sadakatini de sağlamadı. Örneğin, sadece BAE değil, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan da 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana Rusya ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sürdürdü.

Takdir edilecek şekilde Biden yönetimi, Orta Doğu’da iddialı ulus inşası projelerinden, özellikle de güç kullanarak yürütülenlerden uzaklaşmaya başladı. Bu strateji, 2003 Irak savaşı ve sonrasında kendini göstermişti. Ancak Washington’un doğrudan askeri müdahaleye karşı artan isteksizliği, bölgeye yönelik aşırı güvenlik odaklı yaklaşımını ya da yerel ortakları özel ortaklıklara zorlama çabalarını sona erdirmedi. Bu nedenle, Biden yönetimi bölgesel güvenlik mimarisini, ABD garantilerine ve bölgesel ortakların daha fazla katkısına dayanan bir şekilde desteklemeye devam ediyor ve tüm bunlar daha fazla birleşik askeri tatbikatlar ve artan ABD silah satışları ile destekleniyor. Bu girişimlerle birlikte, Washington açık bir şekilde Orta Doğulu ortaklarından ABD ve başlıca rakipleri arasında seçim yapmasını bekliyor. Üst düzey bir ABD savunma yetkilisi olan Mara Karlin’in mayıs ayında belirttiği gibi, “Ortaklarımızın ABD ve müttefik sistemlerini satın almasını istiyoruz… Bunu yapmamak ortaklığımızın yanı sıra bölgeye yönelik stratejik yaklaşımımızın unsurlarını da zayıflatır.”

Ayrıcalık talebini gerçekçi olmayan bir şekilde sürdürmenin yanı sıra, bu politikalar ekonomik ilişkilere öncelik vermekte de başarısız oluyor. Bölge genelinde yeni serbest ticaret anlaşmaları arayışında olan Çin’in aksine ABD bölgesel ortaklarına pazar erişimini genişletme konusuna pek ilgi göstermiyor. Orta Doğu, G-7’nin Çin’in Kuşak ve Yol projesine cevabı olan Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı’na dahil edilmiş olsa da bu girişime yapılan yeni yatırımlar, ABD’nin bölgeye yönelik yenilenmiş ekonomik katılımının çekirdeğini oluşturamayacak kadar sınırlı.

NE KADAR ÇOK O KADAR İYİ

Bölgedeki varlığını yeniden canlandırmak için ABD, Orta Doğu’da özel ortaklıklar ve güvenlik blokları döneminin sona erdiğini kabul ederek işe başlamalı. Washington’un, ortaklarının silah alımı ve güvenlik diyalogları gibi alanlarda çeşitliliğe gitmelerinin, ABD’nin rakiplerinin yörüngesine girecekleri anlamına gelmediğini kabul etmesi gerekecek. Ancak bu, çok yönlülük ile karakterize edilen yeni bir gerçekliğin habercisi.

Uyum sağlamak için Washington’un Çin’in etkisini engellemeye çalışan tepkisel politikalardan kaçınması gerekecek. Bu tür politikalar sadece başarısız olmaya mahkûm olmakla kalmaz, aynı zamanda ABD’yi ekonomik reformlar, insan hakları ve diğer kritik konularda cazip olmayan tavizler vermeye zorlayabilir. Biden yönetimi, Suudi Arabistan’ın talep ettiği gibi Arap devletlerine yeni güvenlik garantileri sunmamalı ya da sırf Çin’i engellemek için silah transferlerine uyguladığı normal gözetim ve denetimden feragat etmemeli. Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve bölgedeki diğer ülkelerin hem tercihleri hem de zorunlulukları nedeniyle ABD’ye sırtlarını dönmeleri özellikle de savunma ve güvenlik konularında pek olası değil.

Aynı zamanda yönetimin bölgeye somut faydalar sağlayacak ekonomik ve siyasi bir strateji benimsemesi gerekiyor. Arap devletlerinin çok yönlülüğe olan ilgisinden yararlanarak Washington, ekonomik çeşitlilik, yönetişim ve iklim değişikliği gibi önemli konuları ele almak için ABD; Arap ortakları ve diğer bölgelerin önde gelen güçleri arasında, genellikle üç ila yedi devletten oluşan yeni “az katılımlı” ortaklıklara aracılık edebilir. Bu tür örtüşen ancak özel olmayan ortaklıklardan oluşan bir ağ aracılığıyla Washington, yeni oyuncuların yatırımlarını çekmeye, ABD’nin ekonomik katılımını yeniden canlandırmaya ve Orta Doğu’da dayanıklılık inşa ederken kendi siyasi etkisini güçlendirmeye yardımcı olabilir.

Bu stratejinin umut verici örneklerinden biri, 2022 yılında Hindistan, İsrail, BAE ve ABD tarafından gıda güvenliği, enerji ve kamu sağlığı gibi konuları ortaklaşa ele almak üzere kurulan I2U2 grubudur. I2U2 henüz yeni olmasına rağmen teknoloji paylaşımı ve tarımsal inovasyon ve sürdürülebilirlik yatırımları konusunda şimdiden ilerleme kaydetti. Ancak Washington bu ve benzeri grupları oluştururken, onları açık bir şekilde Çin’e karşı denge unsuru olarak sunmaktan kaçınmalıdır. Bazı ortaklıklar için, ABD doğrudan dahil olmak yerine katalizör olarak hareket edebilir ve iklim değişikliği veya gıda güvenliği gibi ortak çıkarlar olduğu durumlarda Çin de yeni gruplara dahil edilebilir.

Son olarak ABD, Orta Doğu’daki ortaklarının karşı karşıya olduğu artan iç baskıları göz ardı etmemeli. Özellikle de daha iyi yönetişim ve sosyoekonomik kapsayıcılığın teşvik edilmesini bölgesel stratejisinde daha öncelikli hale getirmeli. Orta Doğu’da bu reformların yokluğu uzun zamandır toplumsal huzursuzluk ve şiddet içeren ayaklanmaların itici gücü oldu ve özellikle de zaten kırılgan olan devletler küresel ekonomik belirsizlikler, Ukrayna’daki savaşın yansımaları, iklim değişikliği ve diğer ulus ötesi zorluklarla boğuşurken bu durum daha da artacak. Elbette Washington’un anlamlı değişiklikler için bastırması, otokratik müttefiklerinden gelen direnç nedeniyle zor olacak. Devletin şeffaflığını artırmaya ve sosyal hizmetlere erişimi iyileştirmeye odaklanmak başlangıç için bir adım olabilir. Bir diğeri de örneğin dijital erişimi genişleterek ve eğitim ve iş temelli eğitim için finansmanı artırarak, bölgedeki vatandaşlarla doğrudan etkileşime öncelik vermek olabilir.

Washington’un Orta Doğu’daki blok temelli, güvenlik merkezli yaklaşımının eksiklikleri uzun zamandır ortada. Çin’in yükselişi ve bölgenin ortaklıkları çeşitlendirme arayışının artmasıyla birlikte bu stratejinin gözden geçirilmesi ihtiyacı aciliyet kazandı. ABD kenara itilmekten kaçınmak için önümüzdeki on yıl içinde Orta Doğu’nun belirleyici tehditlerinin büyük güçlerin müdahalesi değil, devletler içindeki sosyoekonomik ve yönetişim sorunları olacağını kabul etmek zorunda kalacak.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English