Ortadoğu
Patlayan telsizlerin üretici firması: Sahte olup olmadığını teyit edemiyoruz

Lübnan’da patlatılan telsizler sonrası gündeme gelen cihazın Japon üreticisi “ICOM Inc.”, söz konusu modelin üretiminin 2014 yılında durdurulduğunu açıkladı. Firma, “Sahteciliği önlemek için hologram etiketi yapıştırılmadığından ürünün firmamızdan gönderilip gönderilmediğini teyit edemiyoruz” dedi.
Lübnan’da çok sayıda telsizin aynı anda infilak ettirilmesinin ardından sosyal medyada bu patlamalarda hasar gördüğü bildirilen ICOM marka cihazlara ait görüntüler paylaşıldı.
Japonya’nın Osaka şehri merkezli “ICOM Inc.” şirketinden yapılan açıklamada kamuoyundaki haberler sonrası firma bünyesinde ulaşılan bulgulara yer verildi. “IC-V82” modelinin Japon firmanın 2004-2014 yıllarında Orta Doğu dahil olmak üzere Japonya dışına sevk ettiği “kullanışlı bir radyo cihazı” olduğu kaydedilen açıklamada, ürün sevkiyatının yaklaşık 10 yıl önce durdurulduğu ve o tarihten beri fabrika merkezinden sevkiyat yapılmadığı bildirildi.
Cihazın ana ünitesini çalıştırmak için kullanılan pillerin üretiminin halihazırda durdurulduğu vurgulanan açıklamada, “Sahteciliği önlemek için hologram etiketi yapıştırılmadığından ürünün firmamızdan gönderilip gönderilmediğini teyit edemiyoruz” ifadesine yer verildi.
Açıklamada, yurt dışı ürün satışı ve sevkiyatları için “sadece yetkili distribütörlere satış yapıldığı” iddia edildi.
Açıklamada, ICOM marka radyo cihazlarının tamamının, Japonya’nın güneydoğusundaki Wakayama eyaletinde bulunan yan kuruluş “Wakayama Icom Co. Ltd.” firmasınca “ISO9001/14001/27001’e dayalı sıkı yönetim sistemi” altında üretildiği ifade edildi.
Açıklamada, cihazların üretiminde “önceden belirlenmişlerin haricinde parça kullanılmadığı” ve radyo cihazlarının tamamının aynı fabrikada imal edildiği ve denizaşırı üretim yapılmadığının altı çizildi.
Öte yandan Icom Direktörü Enomoto Yoşiki de gazetecilere yaptığı açıklamada cihazların pil bölgesinde ciddi patlama hasarının kayda geçtiği görüntülerle ilgili bunun “güç paketlerinin patlayacak şekilde modifiye edilmişlerle değiştirilmiş olabileceğini gösterdiğini” savundu.
Japonya Hükümeti: Bilgi topluyoruz
Japon basınında yer alan habere göre Icom yetkilisi Aaron Camp, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Bu özel modeli, Ekim 2014’ten beri göndermedik, bu nedenle piyasadaki tüm cihazların sahte olma olasılığı oldukça yüksek” bilgisini paylaştı.
Firmalarının İsrail’de yetkili bir distribütörünün bulunduğunu ve ürünlerini İsrail’e sattıklarını kaydeden Camp, ülke içindeki ihracat kontrol yasalarına uyduklarını ve daha önce Suriye veya İran’a ürün sevkiyatı yapmadıklarını bildirdi.
Resmi haber ajansı Kyodo’nun firma kaynaklarına dayandırdığı haberine göre söz konusu model, yurt içi ve denizaşırı yaklaşık 160 bin adet satıldı ve 2014’te satışı sonlandırıldı.
Japonya Kabine Baş Sekreteri Hayaşi Yoşimasa, düzenlediği basın toplantısında, hükümetin, kamuoyuna yansıyan haberlerin farkında olduğunu belirterek, “Raporlardan haberimiz var. Şu anda bilgi topluyoruz” ifadelerini kullandı.
Uluslararası satış ve servis ağına sahip
Şirket tarafından üretilen ICOM telsizleri, dünya çapında geniş kullanıcı yelpazesine sahip ve çeşitli alanlarda iletişim amacıyla kullanılıyor.
Amatör radyo operatörleri için tasarlanmış çok yüksek frekans aralığında çalışan IC-82 modeli, plastik maddeden oluşuyor ve 1650mAh pil kapasitesine sahip.
Tek bir frekans bandında kablosuz olarak iletişim kurmak için radyo dalgalarını kullanan el tipi taşınabilir “walkie talkie” tipi telsiz, 54x139x36.7 milimetre ebatlarında ve 390 gram ağırlığında.
207 kanal depolanabilen cihaz, istasyonu veya radyo amatörünü yasal olarak tanımlamakta kullanılan, dünya çapındaki amatör telsiz operatörlerine iletişim için tahsis edilmiş kişiye özel “çağrı işareti” özelliğine sahip.
IC-V82 cihazlarının, genellikle amatör radyo iletişimi, acil durum hizmetleri ve hobi amaçlı kullanım için tercih edildiği biliniyor.
Şirketin internet sitesinde yer alan bilgilere göre ICOM ürünleri, 80’den fazla ülkede satılıyor.
Telsizler, “amatör radyo telsizleri, denizcilik alanına hitap eden deniz telsizleri, hava trafik kontrolü için havacılık telsizleri ve zorlu koşullara uygun üretilen profesyonel mobil telsizler (PMR)” olarak kategorilere ayrılıyor.
Cihazlar, ABD, Avustralya, Almanya, İspanya ve Çin’deki bağlı kuruluşlar da dahil dünya çapında uluslararası satış ve servis ağına sahip.
Bu telsiz ekipmanlarının bazen askeri veya yarı askeri gruplar tarafından da acil durumlar ve eğitim amaçlı kullanılabildiği bildiriliyor.
Şirketin internet sitesinde kara mobil telsizlerinin ABD Savunma Bakanlığı ve ABD Deniz Piyade Kolordusu tarafından kullanıldığı bilgisi yer alıyor.
Hizbullah üyelerinin çağrı cihazlarında patlamalar: Kim, ne diyor?
Ne olmuştu?
Lübnan’da 17 Eylül’de Hizbullah mensuplarının kullandığı çağrı cihazlarında eş zamanlı patlamalar meydana geldi. Patlamalarda ikisi çocuk 12 kişi hayatını kaybetti, 300 kadarı ağır yaklaşık 2 bin 800 kişi yaralandı.
Ülkede 18 Eylül’de çok sayıda telsizin patlatılması sonucu da 20 kişi öldü, 450’den fazla kişi yaralandı.
Lübnanlı yetkililerin olaydan sorumlu tuttukları İsrail’den konuyla ilgili henüz bir açıklama gelmedi.
İsrail-Lübnan sınırında 8 Ekim 2023’ten bu yana taraflar arasında zaman zaman şiddetlenen çatışmalar yaşanıyor.
Ortadoğu
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?

İsrail’in Filistin, Lübnan, Suriye ve Yemen’den sonra İran’a saldırmasıyla birlikte hayli tuhaf bir tartışma başladı.
Saldırganın saldırı coğrafyasının genişliği bile tartışmayı bitirmeliydi aslında. Oysa öyle olmadı: İran ile İsrail’i aynı kefeye koyan mı dersin; İsrail ile İran’ın aslında “danışıklı dövüş” yürüttüğünü söyleyen mi; yoksa İsrail’in Gazze’deki katliamdan dünya kamuoyunun dikkatini uzaklaştırmak için bir “oyun” olarak İran’a yöneldiği mi…
Artık “ahir zaman”da yaşıyoruz. Emperyalizme dair derin bir kavrayışı olmasını beklediğimiz kimi solcular dahi, terazinin bir kefesine “soykırımcı” İsrail’i, diğer kefesine “idamcı” İran’ı koyuyor, emperyalistler arası savaşta taraf olmama, işçi-emekçi halk cumhuriyeti çağrısı yapıyor.
Bu arada ne hikmetse, bu üçüncü yolcu “halk cumhuriyeti”nin esas muhatabı İsrail değil, İran oluyordu. Sosyal medyada acayip bir gönderiye rastladım: Bu “üçüncü yol” savunucularından biri, Türkiye’deki komünistlerin muhatabının İran’da “komünistler ve halklar” olduğunu söylerken, İsrail’de muhataplık “halklar”dan uzaklaşarak sadece “komünistlere” yöneliyordu. Demek ki İran’da “halklar” vardı ama İsrail’de yoktu.
“Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” çağrısı, İran’da çalışıyor ama İsrail’de pek çalışmıyor gibiydi: Pejoratif “rejim” sözcüğü, ancak Suriye gibi, İran gibi ülkelere yakışıyordu; zinhar İsrail gibi bir ülkeye değil…(1) İran’ın “faşist bir burjuva devlet” olduğunu bile sosyal medyanın dehlizlerinden öğreniyoruz.
Her gün yeni bir bilgi!
Soldaki bu tartışmanın daha “derin” görünen versiyonları da var. Bunlardan biri, İsrail’de de “sivillerin” yaşadığı iddiası. 2 yaşındaki bir İsrailli bebeğin “sivil” olup olmadığının tartışılacak hali yok. Öte yandan “sivil” olmak, başkasının toprağında hak sahibi olmak anlamına gelmiyor.
Bunun daha ince hali “İsrail halkı” hakkında yazılanlar. Bir “halka” (herhalde Yahudi halkı kastediliyor) sahip olduğu için meşru kabul ediliyor olmalı İsrail adı verilen entite. Barış Yıldırım şöyle yazmış: “Sanıyorlar ki İsrail’de halk olmadığını iddia ettiklerinde acayip anti-İsrail oluyorlar. Aslında tam tersi: Orada 10 milyonluk çoluk çocuk kadın erkek işgalci bir ordu olduğunu varsaymak tam da İsrail’in kafalara aşılamak istediği Siyonist bir fikir.”
Ezberlere sahip olmak her zaman kötü bir şey değil. Örneğin ABD’den hayırlı bir şey gelmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; faşistlerden iyi bir şey beklememek gerektiği iyi bir ezberdir; gerici fikirlerin ezilenlerin kurtuluşuna hizmet etmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; halkların kardeşliğini, emekçilerin birliğini yüce tutmak solun asla vazgeçemeyeceği bir ezberdir.
Ne var ki ezber, cehaleti örtmek için kullanılamaz.
Yıldırım devam ediyor: “Bu tür fikirler sol liberalizmin Türkiye’de yaygınlaşmasının ürünü. Bir yandan ‘Türklük sözleşmesi’, ‘Bu halkın topu soykırımcı’, ‘Türk halkı faşist’ falan gibi özcü fikirlere, öte yandan ‘Devlet=Halk’ demagojisine o kadar inandılar ki 10 milyon insanı düşman sanıyorlar.”(2)
Ortada hiçbir benzerlik yok; ezber, cehaletin ürünü. Ya da daha kötüsü, cehalet işine geliyor; somut duruma uyarlanamayan ezberler, “sevmiyorum ama bilgili biri” denmesini sağlıyor.
Ama önce dört işlem: İsrail’in resmi nüfusu gerçekten 10 milyon civarında. Bunun aşağı yukarı yüzde 20’si ise “Arap” olarak kabul ediliyor (Siyonist anlatıda “Filistin” veya “Filistinli” diye bir şey yok, “Arap” var). Bunlar, Nekbe’den sonra “İsrail”de hasbelkader kalabilenler, 1966’ya kadar askeri yönetim altında yaşayanlar ve onların çocukları, torunları.
İyi de kalan 8 milyon kimlerden oluşuyor? Örneğin İsrailli çifte vatandaşların sayısı, istatistikler yayımlanmadığı için kesin olarak bilinmiyor. Dünya çapında Yahudileri İsrail vatandaşı yapma misyonu edinen bir şirket olan WRAI, %10 civarında bir nüfustan bahsediyor. Amerikan yayını CBS, 1948 yılında devletin kurulmasından bu yana, 3,3 milyondan fazla göçmenin İsrail’e taşındığını, bunların yaklaşık 1,5 milyonunun 1990 yılından sonra geldiğini yazıyor. Bunların kahir ekseriyeti, İsrail’e kitlesel Yahudi göçüne izin vermeyen Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, eski sosyalist ülkelerden göçenlerden oluşuyor. Siyonizmin “Doğu Avrupalı” kökenine uygun bir “aliya” olarak görebiliriz.
Dahası, bir anayasaya sahip olmayan İsrail’de, “Geri Dönüş Yasası” olarak bilinen yasa ile, dünyanın herhangi bir ülkesinin vatandaşı olan Yahudiler, İsrail vatandaşı olabiliyorlar. Örneğin Kanada vatandaşı bir Yahudi, Filistin’e gelip “vatandaş” olabiliyor.
Solculuk adına, “Ne var bunda? Sınırsız, sömürüsüz bir dünya istiyoruz işte!” diyen çıkar mı, bilmiyorum.
Ama bunun, yerleşimci sömürgecilik olarak bilinen yapıya birebir uyduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla, İsrail’de sivil var mı, yok mu türünden skolastik bir tartışma yerine, siyonizmin köküne inmenin çok daha faydalı olacağına inanıyorum. Bu kök, güncel olarak İran ile İsrail’in birbirine neden eşitlenemeyeceğinin, birinin diğerine karşı silahlı direnişinin neden meşru olduğunun ipuçlarını da barındırıyor.
Siyonizmin Yahudi milletinin “milli kurtuluş” hareketi olduğuna dair iddia, İsrail’de bir “halk” yaşadığına ilişkin tezin de temel kaynağıdır. Oysa siyonizm, burjuva devrimlerinin damga vurduğu milli-liberal bir kurtuluş hareketi değil, emperyalist çürümenin damga vurduğu irrasyonel-dekadan sömürgeci dönemin bir ürünüdür.(3) Siyonizme damga vuran bu nitelik, 1948 ile başlamamıştır: Ta Theodor Herzl’den itibaren, hatta Filistin’deki ilk siyonist yerleşimlerden bu yana siyonizmi belirleyen milli kurtuluş değil, sömürgeci yerleşimciliktir.
Siyonist sömürgeciliğin diğer klasik sömürgecilikten farklı özelliklere sahip olmasının nedeni, toprak ve işgücü piyasaları söz konusu olduğunda Filistin’de verili bulduğu olumsuz koşulları telafi etmek istemesinden kaynaklanır. Siyonistler açısından mesele, Filistinlileri kendi toplumlarından dışlayacakları mı (segregasyon), yoksa onları kendi toplumları içerisinde bağımlı bir iktisadi “kast” haline mi getirecekleri idi.
Gershon Shafir, siyonizm ile sömürgeciliği kıyasladığı makalesinde, siyonist sömürgeleştirmede deneme-yanılma yöntemine işaret eder: Önce Fransız tipi kolonizasyon, sonra Prusya tipi “iç kolonizasyon” (piyasa merkezli değil, devlet kaynaklı toprak dağıtımı).
Sömürgeleştirmede üç kritik unsur toprak, emek ve demografi olarak öne çıkar. İsrail devletinin kuruluşunda kritik bir rol oynayan Yişuv ve onun bağlı olduğu “İşçi Siyonizmi” (Labor Zionism), Yahudi işgücü ile Filistinlileri tamamen ayırmaya (“kast sistemi”) dayanıyordu (1967’den sonra bu durum değişmeye başladı. Siyonist işçi sendikası Histadrut 100 binin üzerinde “yurttaş olmayan Filistinlileri” de işgücü piyasasına dahil etmeyi kabul etti). İşçi Siyonizmi, işgücü eksklusivizmini (dışlayıcılık) teritoryal sınırlama ile kabul ediyordu. Sonrasında bu eksklusivizm tekrar gündeme geldiğinde teritoryal sınırlama da ortadan kalkacaktı.(4)
David Ben-Gurion’un biyografisini yazan Tom Segev, İşçi Sosyalizmindeki sözümona işçiciliği şöyle tarif ediyor:
“Arapları iş yerlerinden kovup onların yerine Yahudileri yerleştirmek için yürütülen kampanya ‘emeğin fethi’ olarak adlandırıldı. Bu terim Shlomo Zemach tarafından icat edilmişti. Ben-Gurion ve diğerleri, Arap işçilere Kutsal Kitap ve dini çağrışımlar içeren bir terim taktılar: avodah zara, kelime anlamı ‘yabancı işçi’ olmakla birlikte, kökeni Yahudi dini metinlerinde bulunan ve Yahudi halkı için yasak olan ‘putperestlik’ anlamına geliyordu. Ben-Gurion ve arkadaşları ‘emeğin fethi’nden bahsettiklerinde, aslında ülkenin fethi kast ediyorlardı.” (s. 83)
Tarihçi Ilan Pappé de siyonizmi “konvansiyonel olmayan bir sömürgecilik” biçimi olarak görüyor. Filistin’i kolonize etmek isteyen başkaları da olmuştu: Hıristiyanlar (Basel Misyonu) ve Almanlar. Peki Filistinliler ne olacaktı? Örneğin Filistinlileri sürmek yerine sömürmeyi önerenler vardı. Lord Laurence Oliphant, ki daha sonra siyonist hareket üzerinde önemli etki bırakacaktı, Ürdün bölgesinde Filistinlileri rezervasyonlarda hapse tıkmayı tavsiye ediyordu.
Siyonizmi “sömürgeci” bir olgu olarak nitelendirenlere karşı öne sürülen başlıca argümanlardan biri, siyonizmin bilinen bir anavatanı veya metropolü olmadığı için sömürgeci olamayacağıdır.
Fakat Pappé, siyonizmin sıradan kolonilere kıyasla “uydu” statüsü olduğuna, yani temelde Büyük Britanya ile geliştirdiği karmaşık ilişkilere işaret eder. Yahudi milli yurdu, Britanya imparatorluğunun desteği sayesinde kurulmuş ve ayakta kalabilmişti. Londra aksini isteseydi, Yahudi devleti hiç kurulmazdı. Britanya’nın nihayetinde benimsediği strateji, Filistin’de bir Yahudi topluluğunun yavaş yavaş kurulmasını desteklemek ve bunun yeni bir İngiliz-Arap Orta Doğu siyasi sistemine entegre edilebileceğini ummaktı. (s. 628)
Pappé’yi destekleyen tarihi kayıtlar da bulabiliyoruz. Hem de hiç beklenmedik birinden: Filistin’de Yahudi yurdunun mucidi (ve korunç bir antisemit!) İngiliz Lord Arthur Balfour, ABD’li ateşli siyonist Yargıç Brandeis ile mülakatında bu gerçeğe işaret ediyor. Üç sene önce çevirdiğim bir makaleye düştüğüm dipnottan aktarıyorum:
“Mülakatın çevirmediğim kısımları da önemsiz değildir. Örneğin Yargıç Brandies’ın Siyonist programın tamamlanabilmesi için yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü üç koşul bugün bile çok kritiktir: 1) Yalnızca Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmamalıdır, Filistin bir Yahudi yurdu haline gelmelidir; Yargıç’a göre bu ilkeye zaten Balfour Deklarasyonu ve Paris Barış Konferansı bağlılığını teyit etmiştir. 2) Yahudi Filistin’e ekonomik hareket alanı sağlanmalıdır; sağlıklı bir toplumsal yaşam için kendi kendine yeterlilik gerekmektedir, bunun için Filistin’de küçük bir bahçeye değil, münasip hudutlara ihtiyaç vardır. Bu da, Brandies’a göre, Kuzey’deki su kaynaklarının kontrolü demektir. 3) Brandies, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuşmaktadır: Gelecekteki Yahudi Filistin, sağlam bir ekonomik yaşamın kalbinde yer alan toprağı ve doğal kaynakları kontrol etmelidir. Yaratılan ve yaratılacak değerler, özel kişilerin ellerine değil, Devlete gitmelidir. Söylemeye gerek bile yok, Lord Balfour bu üç koşulla da tamamen hemfikirdir. Üstelik Balfour, Filistin’de Siyonizmin ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ çerçevesinde değerlendirilemeyeceğini de itiraf etmektedir; Siyonizm, bir bölgede zaten var olan bir topluluğun kaderini tayin etmesi değil, bilinçli bir şekilde yeniden oluşturulan ve gelecekte sayısal çoğunluğu ele geçirmesi hedeflenen sömürgeci bir inşa faaliyetidir.”
Altını çiziyorum: Britanya ve siyonist yardakçıları açısından mesele Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasından ibaret değildir; hedef, en başından itibaren, Filistin’in judaize edilmesi, Filistin’in bir Yahudi yurdu haline getirilmesidir.
Elbette ilk hedefe de itiraz etmek mümkün; ama ilki ile ikincisi arasında fark, millet inşası ile sömürge inşası arasındaki farka da işaret eder.
Yani Filistin emeği ile Yahudi emeğini ayrıştırmak; Filistin topraklarına el koymak; ve Filistinli köylüleri tehcir etmek aynı soruna verilmiş cevapların farklı isimleriydi. Hatta tehcir, emek ve toprak sorununun bir türevi olarak bile görülebilir.
Öte yandan bu, David Ben-Gurion’un merkezinde yer aldığı siyonizm ile Ze’ev Jabotinsky’nin merkezinde yer aldığı siyonizm (“revizyonizm”) arasındaki farkın sınırlarını da belirler. İngiliz hükümeti, siyonist projenin liderlerini iktisadi olarak kendi kendilerine yetmeleri için teşvik etti ve doğal kaynakları onlara emanet etti. Bu şekilde siyonist ekonomi, toprak ve işgücü piyasası gibi Filistin ekonomisinden ayrıştırıldı ve bir Yahudi iktisadi bölgesi yaratıldı. “İşçi Siyonizmi”nin kontrol ettiği Yişuv, bu ayrıştırılmış işgücü piyasasının belkemiği, sömürgeci faaliyetin odak noktasıydı.
Ne var ki Nur Masalha, Yişuv politikası için şu tespiti yapıyor: Tek tip olmaktan uzak olsa da, Filistin’deki “Arap sorunu”nun çözümüne ilişkin temel varsayımlar genel olarak ortaktı ve temel farklılıklar taktik, retorik ve üslup düzeyindeydi.
İşçi Siyonizminin ana kollarından, Ben-Gurion’un kurucusu olduğu Mapai lideri Berl Katznelson, Filistinlilerin tehcirinden (“transfer”) konuşurken, açıkça Filistinli kiracı çiftçileri tekil olarak zaten her gün topraklarından ettiklerini, ama bunun daha sistematik ve ulusal çapta uygulanmasını istediklerini (“zorunlu transfer”) dile getiriyor.
Masalha, baz “marjinal” iki uluslu çözüm savunan gruplara rağmen, siyonizm içindeki ana bölünmenin İşçi ve Revizyonist hareketler arasında olduğuna işaret ediyor. Transürdün’ü de Filistin’e dahil etmek için İngiliz mandasının “revizyonunu” savunan Revizyonizm, Yişuv’a egemen İşçi Siyonizminin “pragmatik, aşamalı ve esnek” yaklaşımının aksine, maksimalist ve uzlaşmaz tutumuyla tanındı.
Ne var ki, yine Masalha vurguluyor, bu iki akımın “Arap sorunu”na ilişkin nihai çözümler konusunda aralarında çok az fark vardı.
Hatta Jabotinsky ve Revizyonizmin (bugünkü Likud’un atası), Ben-Gurion ve İşçi Siyonizmine göre çok daha açık sözlü olduğunu kabul etmek gerek. Jabotinsky şöyle diyor, Masalha aktarıyor:
“Siyonist kolonizasyon, en kısıtlı haliyle bile, ya sona erdirilmeli ya da yerli halkın iradesine karşı gelinerek sürdürülmelidir. Bu kolonizasyon, bu nedenle, yalnızca yerel halktan bağımsız bir gücün koruması altında, yerli halkın aşamayacağı demir bir duvar arkasında devam edebilir ve gelişebilir. Bu, Araplara karşı politikamızın tamamıdır. Bunu başka bir şekilde ifade etmek ikiyüzlülük olur.” (s. 28)
Sonra, eski İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann’ın görüşleri var. 1937’de yayımlanan ve Britanya’nın “bölünme”yi ilk kez zımnen kabul ettiği metin sayılan Peel Komisyonu raporu yayınlandıktan sonra Weizmann, “Arap sorununa temel çözüm” olarak adlandırdığı siyonist seçeneklerin ikiye indirgendiğine işaret ediyordu: Birincisi, bölünmeyi reddeden ve “transferi” (yani tüm Filistinlilerin tehcirini) talep eden maksimalist bir yaklaşımdı. İkincisi ise, kısa vadeli ve taktiksel bir temelde bölünmeyi kabul eden, karşılığında ise tam olmasa da önemli ölçüde “transferi” öngören pragmatik bir yaklaşımdı.
Nitekim Tom Segev, Ben-Gurion ile Jabotinsky arasındaki farkı şöyle tarif eder:
“Jabotinsky, Ben-Gurion’un Marksist olduğundan daha fazla faşist değildi. Ben-Gurion, Jabotinsky’den daha az milliyetçi veya militarist değildi. Siyonist hareket içindeki sağ-sol ayrımı, büyük ölçüde temel değerlerden ziyade tarz ve çalışma biçimleriyle ilgiliydi. Büyük resimde, bu fikirlerden çok iktidar mücadelesiydi. Jabotinsky liberal demokratik fikirleri ve serbest piyasayı benimsemişti, fakat devlet destekli kalkınma ve yerleşim projelerini reddetmiyordu; Ben-Gurion kendini sosyalist olarak tanımlıyordu, fakat özel teşebbüsü reddetmiyordu. O aslında bir sosyal demokrattı.” (s. 256)
İsrail “halkını” oluşturan süreç, az çok bu iki yaklaşımın “kavgası” ile belirlendi.
Üstelik, nihayetinde, Jabotinsky’nin çizgisinin –eşyanın tabiatı gereği– galebe çaldığı bile söylenebilir. Jabotinsky’ye göre, Filistinlilerle, Yahudilerin çoğunluğu oluşturacağı ve sonunda bir devlet kurmasına izin veren bir anlaşma imzalamak –ki bu, 1920’lerde ve 1930’ların başında İşçi Siyonizmi grupları tarafından açıkça savunuluyordu– ne mümkün ne de arzu edilebilirdi. Aksine, Jabotinsky için, bir çatışma doğal ve hatta kaçınılmazdı. Sadece Yahudi silahlı garnizonunun oluşturduğu bir “demir duvar” Ürdün Nehri’nin her iki yakasında Yahudi egemenliğini güvence altına alabilirdi.
Meir Bar-Ilan bunu çok daha açık sözlü bir şekilde dile getiriyordu: “Siyonizmin temeli, İsrail topraklarının bizim olduğu ve Araplara ait olmadığıdır. Bunun nedeni, onların geniş topraklara sahip olması ve bizim ise çok az toprağa sahip olmamız değildir. Filistin’i talep ediyoruz çünkü o bizim ülkemiz.” (Masalha, s.79)
Tüm bunlar akılda tutulduğunda şu sonuca varırız: Fransızlar Cezayir’de, İngilizler Hindistan’da, Almanlar Polonya ve Ukrayna’da ne kadar “halk” idilerse, siyonist yerleşimciler de Filistin’de o kadar “halk” sayılmalılar. Siyonist rejimin nasıl yıkılacağı/yıkılıp yıkılamayacağı, nükleer güce sahip sömürgeci bir gücün salt askeri taktiklerle geriletip geriletilemeyeceği, sömürgeciliğe karşı savaşlarda “metropol”deki iç gerilimlerin nasıl yönetileceği ve ittifakların nasıl şekillenmesi gerektiği türünde tartışmalar önemsiz değil.
Ama önce her şey yerli yerine oturmalı. 20. yüzyılın belki de en kanlı sömürge savaşlarının birinden yenilgiyle çıkan ülkenin komünist partisi, barbarlığı durdurmakta başarısız olduğu için kendisini de eleştirdiği bir bildiride şunları yazıyordu:
“‘Göze göz’ kuralı geçerli olsaydı, Alman halkının hali nice olurdu?”(5)
En azından, sitem edebilecekleri bir “halk” vardı diyerek kendimizi avutuyoruz.
Dipnotlar:
(1) Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme politikasında, savaşın emperyalistler arasında olduğu mesajı açık değil mi? İsrail ile İran arasındaki savaş acaba hangi emperyalistler arasındaki savaşa işaret ediyor? Örneğin Çin ve Rusya emperyalistse, İran nasıl bir “bağımlı” ülke ki, bu “emperyalistler” İran’ı askeri olarak kurtarmak için parmaklarını kıpırdatmıyorlar? Kavramların üzerinde tepinmek neyse de, hakikatin üzerinde bu denli tepinmek de mi “post-truth” çağına ait? Bir de, Los Angeles’ı görenler neden ABD’de “iç savaş” çağrısı yapmaktan imtina ediyorlar?
(2) Yazının ruhu zaten bu olduğu için dipnot düşüyorum: Araplar, Farslar, Kürtler, Türkler veya Filistin’in, Yemen’in, Irak’ın Yahudileri Orta Doğu’nun otokton halklarıdır ve bu topraklarda milli ve/veya dini haklara sahiplerdir. Siyonist yerleşimcilerin böyle bir hakkı yoktur. O nedenle özellikle Kürt halkı söz konusu olduğunda, Kürdistan ile İsrail’in adını yan yana anmak hassaten Barzani yanlısı Kürt milliyetçilerinin en büyük basiretsizliklerinden sayılmalı.
(3) Aslında bir süredir, siyonizmin bu emperyalist çağa özgü mitsel niteliklerini yazmak için fırsat yaratmaya çalışıyordum ama bir türlü elim gitmedi. Şimdilik sadece şunu not ediyorum: Siyonizmin kurucusu babası Herzl’in Nietzsche’ci “aristokratik isyan” ile ilişkisi giderek daha fazla deşiliyor. Herzl’in Avrupa’daki Yahudiye atfedilen “marjinalliğe” yanıtı, Nietzsche’ci bir “üst insan/Yahudi” kurgusu olarak beliriyor: Yahudi yığının üzerinde yükselen, varoluşsal sınırları zorlayan bir birey. Herzl’ın dostu ve yoldaşı Max Nordau, tıpkı Nietzsche gibi, Avrupa kültürünün “dejenere” olduğunu düşünüyordu. Herzl de en nihayetinde özgür, yaratıcı ve gururlu “otantik” Yahudinin Avrupa dışında, Siyon’da yaratılacağı sonucuna varmıştı.
(4) Siyonizmin, tıpkı diğer sömürgeci girişimler gibi, bünyesinde güçlü bir “kolektivist” damar barındırması, onu sosyalist yapmaz. Sanayileşmenin risklerinden ve getirdiği kötülüklerden kurtulma, kent yerine kıra mistik bir özlem duyma, belli-belirsiz bir tarımsal ütopyaya sarılma veya toprakla haşır neşir olmayı sanayiye üstün tutma, “emeğe” yapılan övgü… Bunların hepsi sömürgeci unsurlarda yerleşik özellikler olarak öne çıkar. Nahum Gross 1990 tarihli makalesinde, kırdaki tarımsal siyonist yerleşimlerin bel kemiğini oluşturacak kooperatif birliklerin kurulmasının kapitalist şirketlerin yerini alacak bir uygulama olduğuna işaret eder. Pappe’ye göre bu, “siyonist sosyalizm” gibi düşüncelerin doğru olmadığını gösteriyor. Ernest Gellner ve Gershon Shafir de erken dönem “siyonist sosyalizmin”, düşmanca koşullarla çevrili siyonist hareketin taktik bir hamlesi olarak değerlendirir.
(5) Almanya Komünist Partisi (KPD) uzun yıllar boyunca yeraltına itilmesine rağmen, Hitler’in düşüşünün ardından Kızıl Ordu’nun kurtardığı bölgelerde bildiri yayınlayan ilk partiydi. Bu söz de 11 Haziran 1945 tarihli “Alman Komünist Partisi Merkez Komitesi Bildirisi” başlıklı metinde geçiyor. Belgenin tamamını yakında çevirmeyi umuyorum.
Kaynakça:
Gershon Shafir, “Zionism and Colonialism: A comparative approach”, The Israel/Palestine Question: A Reader içinde, ed. Ilan Pappé, 2007, Routledge, s. 81-96.
Ilan Pappé, “Zionism as Colonialism: A Comparative View of Diluted Colonialism in Asia and Africa”, South Atlantic Quarterly 107:4, Sonbahar 2008, s. 611-633.
Jacob Golomb, “Thus Spoke Herzl: Nietzsche’s Presence in Herzl’s Life and Work”, The Leo Baeck Institute Year Book, Volume 44, Issue 1, January 1999, Pages 97–124.
Nur Masalha, Expulsion of the Palestinians: The Concept of “Transfer” in Zionist Political Thought 1882-1948, Institute for Palestine Studies, Washington, D.C., 1992.
Tom Segev, A State at Any Cost: The Life of David Ben-Gurion, çev. Haim Watzman, Farrar, Straus and Giroux, 2019, New York.
Ortadoğu
Direniş Ekseni’ne saldırı: İsrail’in İran’a karşı gerilimi tırmandırmasının Filistin ve Gazze’ye etkileri

Khaled al-Yamani, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Lübnan yöneticisi
Bölgedeki olaylar, İran İslam Cumhuriyeti ile Siyonist varlık arasında, Amerika’nın bariz suç ortaklığı altında yaşanan doğrudan çatışmanın öncülüğünde, sanki yeni bir siyasi ve güvenlik depreminin eşiğindeymişiz gibi hız kazanıyor. Askeri ve güvenlik temelli gibi görünse de bu çatışma, özünde Tahran’dan Gazze’ye uzanan direniş projesinin tamamını hedef alan büyük bir savaştır.
Son gerilim: ‘İsrail’in güvenliği’ adı altında saldırgan manevralar
Siyonist varlık, İran topraklarının derinliklerindeki askeri noktaları hedef alan hava saldırısı başlattı. İran’ın nükleer ve füze programlarıyla ilgili bayatlamış bahanelerle İsrail, saldırılarını sadece Tahran’a değil, aynı zamanda Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen’deki müttefiklerine karşı da sürdürüyor.
Ancak olan biten, Batı medyasının iddia ettiği gibi sadece “önleyici saldırılar” değil, bu, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’in, İran ve müttefiklerinin yıllar süren stratejik sabır ve askeri gelişimle kurduğu caydırıcılık dengesini kırmak amacıyla Direniş Eksenine karşı yürüttüğü uzun soluklu savaşın devamıdır.
Amerika ve İsrail: Sahte sloganların ardındaki tek hedef
Bu gerilim, Amerika’nın doğrudan yönlendirmesinden ayrı düşünülemez. Biden yönetimi, gerilimi düşürmeyi arzuladığını iddia etse de, pratikte bu saldırganlığa tam siyasi, askeri ve istihbari kılıf sağlıyor.
Amaç net: Direniş Eksenini dağıtmak ve İran’ı, başta Filistinli direniş grupları olmak üzere müttefiklerini destekleme yeteneğinden mahrum bırakmak.
ABD yönetimi, İran’ın gücünün sadece nükleer programında değil, Lübnan’dan Irak’a ve Filistin’e kadar bölgesel denklemdeki varlığında yattığını biliyor. Dolayısıyla İran’ı vurmak, Kudüs Ekseninin bel kemiğini kırmak anlamına geliyor.
Gazze ve Filistin’in bununla ne ilgisi var?
İran’a yönelik her saldırı, aynı zamanda Gazze’ye yönelik bir saldırıdır. Tahran’da planlananlar, anında Han Yunus’un sokaklarına ve Cibaliya mülteci kampına yansır. Aksa Tufanı savaşında İsrail ordusunu bunaltan füzeler, İran’ın on yıllardır birikmiş desteği olmasaydı direnişe ulaşamazdı.
Şimdi Siyonist varlık, Amerikan desteğiyle Filistin’in yaşam damarını kesmeye ve İran’ın direniş için silah, bilgi veya eğitim alanlarında kurduğu destek ağını yok etmeye çalışıyor.
Dolayısıyla İran’ı vurmak, Gazze’ye yönelik süregelen saldırganlıktan ayrı değil, bunun doğrudan bir uzantısı ve Filistin halkının dayanma ve direnme gücünü zayıflatmayı amaçlayan boğucu kuşatmanın bir parçası.
Direniş Ekseni: Cephelerin birliği ve ortak kader
Direniş Ekseni’nin Kudüs’ün Kılıcı ve ardından Aksa Tufanı savaşlarından sonra dayattığı yeni denklem, düşman için bir kâbusa dönüştü: cephelerin birliği. Artık ne Gazze yalnız, ne güney banliyöleri yalnız, ne de Sanaa yalnız.
Bu nedenle Siyonist varlık, bildiğimiz anlamda İsrail’in sonunu getirebilecek tam ölçekli bir çatışma patlak vermeden önce merkeze, yani İran’a darbe vurarak ortaya çıkabilecek birleşik cepheyi önlemeye çalışıyor.
Sonuç: Savaş devam ediyor ve kalbinde Filistin var
Bu mücadelenin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasındayız. Düşman, Direniş Eksenini stratejik merkezinde felç etmeye ve çatışmayı bir varoluş mücadelesine dönüştürmeye çalışıyor. Fakat Eksen bugün her zamankinden daha güçlü.
Yaralarına rağmen Gazze, bu çatışmanın kalbinde yer almaya devam ediyor. Bu savaş sadece İran topraklarında veya Lübnan ile Suriye semalarında değil, nehirden denize tüm Filistin’in geleceği için veriliyor.
Bu nedenle, dünyadaki tüm özgür halkların ve dürüst gazetecilerin görevi gerçeği söylemektir.
Eğer İsrail, İran İslam Cumhuriyeti ile mevcut çatışmasından galip çıkarsa, bu zaferin sonuçları sadece Tahran veya Direniş Ekseni ile sınırlı kalmayacaktır. Aksine, bu sonuçlar tüm bölgesel güç dengesini etkileyecek ve Türkiye’nin rolü bu değişimin merkezinde yer alacaktır.
İsrail’in zaferi, fiilen onun Orta Doğu’da ABD tarafından tam desteklenen, karşı konulamaz askeri güç olarak egemenliğini pekiştirecektir. Bu durum, özellikle de hâlâ bir dereceye kadar bağımsız karar alma mekanizmasını sürdüren bölgesel güçlere karşı yeni siyasi müdahale ve baskı döneminin kapısını aralayacaktır ki bunların başında Türkiye geliyor.
Doğu ile Batı arasında bağımsız ve dengeli bir rol sürdürmeye çalışan ve çıkarları Rusya, İran ve Orta Asya ülkeleriyle iç içe geçmiş olan Türkiye, kendini İsrail ve Amerika’nın şartlarına göre yeniden konumlandırması için artan baskı altında bulacaktır. Kendisini iki seçenekle (ya yeni bölgesel denkleme boyun eğmek ya da istenmeyen siyasi —ve muhtemelen güvenlik— çatışmasına girmek) karşı karşıya bulabilir.
Bu açıdan bakıldığında, bugün Tahran’da olanlar, yarın Ankara’da olabileceklerden bağımsız değildir. Eğer İran bağımsız bir bölgesel güç olarak düşerse, sıradaki Türkiye olabilir.
İran’a yönelik saldırı, Filistin’e yönelik bir saldırıdır. Tahran’ı savunmak, Kudüs’ü savunmaktır.
Bu savaşın sadece Filistin davası ve Siyonist-Amerikan hegemonyasına karşı Direniş Ekseni için stratejik etkileri olmakla kalmıyor, aynı zamanda sonuçları tüm bölgeye yayılacak ve özellikle Türkiye, İran ve Mısır gibi büyük bölgesel güçleri etkileyecektir.
Eğer İran bu çatışmada dimdik ayakta kalır ve galip gelirse, bu durum söz konusu ülkelerin Siyonist kibrine ve tahakkümüne karşı direnişteki rolünü güçlendirecektir. Hatta böyle bir zaferin bölgedeki Siyonist hegemonyaya son verebileceği ve bunun sonucunda Amerikan nüfuzunu da zayıflatacağı söylenebilir.
Bu durum, bölge halklarını savaşan mezheplere ve kimliklere bölerek onları tebaa haline getirmeye çalışan ABD kontrolünden bu ülkelerin daha bağımsız ve uzak hale gelmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla bu ülkeler arasındaki dayanışma, bu kritik anda zaferin temel unsurlarından biridir ve Siyonist-Amerikan tahakkümünden kurtuluşun potansiyel bir başlangıcıdır.
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş2 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri