DÜNYA BASINI
Prabhat Patnaik: Kâr oranında ne zaman düşüş olabilir?
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Makalede ele alınan kâr oranının düşme eğilimi, ekonomi politiğin kriz teorisinde yer alan ve kâr oranının (kârın yatırılan sermaye miktarına oranı) zaman içinde azaldığını söyleyen teori. Bu hipotez, Marx tarafından Kapital’in üçüncü cildinin 13. bölümünde tartışılmasıyla daha da önem kazandı. Ama Adam Smith, John Stuart Mill, David Ricardo ve Stanley Jevons gibi çeşitli iktisatçılar, bu eğilimin neden mecburi olarak ortaya çıkması gerektiği konusunda farklılık gösterseler de buna daha fazla teorik açıklama gerektiren ampirik bir fenomen olarak atıfta bulundular.
Geoffrey Hodgson, kâr oranının düşme eğilimi teorisinin “çoğu Marksist tarafından devrimci Marksizmin belkemiği olarak görüldüğünü” söylüyor. Hodgson’a göre bu teorinin çürütülmesi, teoride ve pratikte reformizme yol açıyor. Stephen Cullenberg, bunun “tüm iktisat biliminin en önemli ve en çok tartışılan konularından biri olmaya devam ettiğini” zira “kapitalizm büyüdükçe, bu büyüme sürecinin varoluş koşullarını zayıflatıp zayıflatmayacağı ve böylece periyodik ya da uzun vadeli krizlere yol açıp açmayacağı temel sorusunu” belirtiyor. Aşağıda tercümesi verilen makalede Hintli Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik, Marx’ı tekrar teyit ediyor.
Kâr oranında ne zaman düşüş olabilir?
Prabhat Patnaik
Peoples Democracy
23 Temmuz 2023
Bir dizi büyük iktisatçı kapitalizmde kâr oranının düşme eğiliminde olduğunu öngören teoriler ortaya attı; Marx bu olguda kapitalist sistemin temel geçiciliğine dair bir farkındalık sezdi. Ancak bu teorilerden bazıları mantıksal geçerliliğe sahipken, öbürleri değil. Bu öbürleri arasında Adam Smith’in teorisi de yer alıyor.
Adam Smith, kâr oranının düşme eğilimini “aşırı” sermaye birikimi olgusuna bağlamıştı. Argümanı, herhangi bir endüstride, daha fazla sermaye birikir ve daha fazla üretilirse, üretim maliyetine göre fiyatta bir düşüş olacağı; bu nedenle birim çıktı başına kâr marjının düşeceği ve sermaye stoku birimi başına çıktı verildiğinden, bunun kâr oranında, yani sermaye stoku birimi başına karda bir düşüş anlamına geleceğiydi. Ona göre, aynı durum ekonominin bütünü için de geçerli olacak; ekonomide giderek daha fazla sermaye biriktikçe, burada da kâr oranında benzer bir düşüş olacaktır.
Fakat bu akıl yürütme bariz biçimde yanlış. Bireysel bir üretim alanı için doğru olan, ekonominin bütünü için doğru olamaz: Bireysel bir üretim alanında, sermaye biriktikçe ve daha fazla emek istihdam edildikçe, ekstra çıktı için yaratılan ek talep yalnızca bu alandan gelir, zira daha önce önerilen hipoteze göre diğer alanlardaki çıktı ve gelir değişmez. Herhangi bir alanda gelirdeki bir birimlik artış, sadece o alanın ürününe yönelik harcamalarda bir birimlik artışa yol açmadığından, o alanın ürününe yönelik talep artışı, birikim nedeniyle ortaya çıkan çıktının değerindeki (taban fiyat üzerinden) artıştan daha az olmalı. Bu da fiyatın temel seviyeye göre düşmesine ve dolayısıyla kâr marjı ve kar oranının azalmasına neden olur.
Ancak ekonomiye bir bütün olarak baktığımızda bu mantık geçerliliğini yitiriyor. Bir bütün olarak ekonomideki talep, açıkça o ekonomide üretilen çıktıların toplamına yöneliktir (ticaret gibi burada konuyla ilgili olmayan konuları göz ardı ediyoruz); eğer ekonomide birikim meydana gelirse, o zaman tüm mallardan daha fazla çıktı üretilir, tıpkı tüm mallardan daha fazla çıktının talep edilmesi gibi. Elbette temel fiyatlarda bazı mallara aşırı talep ve diğerlerinde aşırı arz olabilir ama bunun ekonominin bütünündeki kâr oranı konusuyla herhangi bir ilgisi yoktur. Adam Smith’in öne sürdüğü nedenlerle, sermaye birikimi nedeniyle ekonomideki kâr oranının düşmesi için hiçbir neden yok. Smith’in argümanı tek bir üretim alanı için geçerli, fakat tek bir alan ile bir bütün olarak ekonomi arasındaki analoji bozuluyor.
Smith’in orijinal argümanı yanlış olmakla birlikte, son zamanlarda bazı Amerikalı solcu yazarlar sermaye birikiminin, sadece rekabet olgusu nedeniyle, düşen kâr oranına doğru bir eğilim yarattığı şeklindeki Smithçi argümanı yeniden canlandırma teşebbüsünde bulundular. Buna göre, sermaye birikimine eşlik eden teknolojik ilerleme, emek verimliliğinde artışa ve dolayısıyla, belirli ücret düzeyi için, fiyatlarda kâr oranının düşmesine neden olacak kadar büyük düşüşlere neden oluyor.
Fakat bu, fiyatlardaki düşüşün ortalama birim işgücü maliyetindeki düşüşten daha fazla olması durumunda, yani teknolojik ilerleme nedeniyle herhangi bir verili ücret oranında fiyatlardaki düşüşün ücretlerin payını artıracak şekilde olması ve böylece sermaye stoku birimi başına her verili çıktı başına kâr oranının düşmesi durumunda gerçekleşecektir. Ancak ücretlerin payında bu türden bir artış meydana gelmesi, yani fiyatlardaki düşüşün ortalama birim işgücü maliyetindeki düşüşten daha fazla olması için hiçbir neden yoktur. Ücret payının teknolojik ilerlemeyle birlikte arttığını söylemek, çok az teorik ya da ampirik desteği olan bir iddiadan ibaret.
Bu neo-Smithçi argümanı bir kenara bırakırsak, ekonomide kâr oranının düşme eğiliminde olması gerektiğine dair öne sürülen üç temel argüman var ve bunların her biri mantıksal olarak mükemmel derecede sağlam ve teorik açıdan makul; herhangi bir zamanda bunlardan birinin veya diğerinin ampirik geçerliliğine itiraz edilebilir ama hepsinin değil.
Bunlardan ilki, Ricardo’nun birikim arttıkça ücretli mal olan mısıra olan talebin artmaya devam ettiğini ileri süren argümanı; herhangi bir kalitede mevcut arazi sınırlı olduğunda mısır üretimini artırmak, ekimi giderek daha düşük kaliteli arazilere kaydırmayı gerektirir, bu da mısır üretmenin zorluğunu artırarak kar oranında düşüşe neden olur. Bu durum genelde yanıltıcı bir şekilde “ölçeğe göre azalan getiri” olarak nitelendirilir; buna daha doğru bir şekilde sabit bir girdinin (belirli bir kalitede) belirli bir miktarı ile değişken bir girdinin azalan getirisi denir.
İkincisi, Marx’ın birikim arttıkça sermayenin organik bileşiminin (sabit sermayenin değişken sermayeye oranı) arttığı teorisi; alternatif olarak ifade edilirse, birikim ilerledikçe sermaye-çıktı oranında artış meydana gelir ve bununla beraber teknolojik ilerleme emek verimliliğini artırır. Dolayısıyla, net çıktıda ücretlerin kârlara oranının belirli bir düzeyde olması halinde, kâr oranında düşüş meydana gelir.
Elbette kârların ücretlere oranı zaman içinde artarsa (yani işçiler zaman içinde daha yoğun bir şekilde sömürülürse), kâr oranındaki bu düşüş kontrol altında tutulabilir ama sermayenin organik bileşimi artmaya devam ederse, bu düşüş eğilimi eninde sonunda kendini gösterecektir (zira ücretlerin payının hiçbir zaman negatif olamayacağı gerçeğiyle verilen bir alt sınır vardır).
Birikimle birlikte her bir emekçi tarafından işlenen hammadde ve sabit sermaye kütlesinde artış ya da buna sermayenin teknik bileşiminde artış olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu durum, sermayenin (değer) organik bileşiminde artışa dönüşür, fakat emek üretkenliğini artıran teknik ilerlemenin tüketim malları sektörüne giriş hızı sermaye malları sektöründen (hem hammadde hem de sabit sermaye malları) daha yüksekse. Bu şüphesiz belirli dönemlerde gerçekleşebilir ama Marx genelde bunun sistemin içkin ve kendiliğinden bir eğilimi olarak zorunlu bir şekilde uzun vadeli olarak gerçekleştiği görüşüne sahip olduğu şeklinde yorumlanır; ancak bunun için zorlayıcı bir neden yoktur (tıpkı olmaması için zorlayıcı bir neden olmadığı gibi). Marx’ınki de Smith’inkinin aksine mantıksal açıdan sağlam bir teori.
Mantıksal olarak sağlam olan üçüncü teori, birikim ilerledikçe toplam talepteki yetersiz büyüme nedeniyle kâr oranının düşme eğiliminde olduğunu belirtiyor. Toplam talepteki bu yetersiz büyüme, diğer şeyler aynı kalmak kaydıyla, zaman içinde kapasite kullanım derecesinde ve dolayısıyla herhangi bir kâr marjında kâr oranında düşüş olarak kendini gösterecektir. Ve eğer kâr marjları kasıtlı olarak yükseltilirse, yani ücretler ve kârlar arasındaki dağılım kârlar lehine değiştirilirse, o zaman bu, kâr oranında düşüş eğilimini ortadan kaldırmaktan ziyade daha da belirginleştirir.
Kâr oranının düşmesine yönelik eğilimler dikkat edilmelidir ki, yalnızca fiilen kendini göstermeyen eğilimler (iktisatçılar buna beklenen eğilim diyor); sistemi, eğilimi uzak tutmak için telafi edici tedbirler almaya zorlar. Dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimi, kapitalist ekonomide zaman içinde ne olacağına dair bir öngörü değil, ekonominin dinamiklerini incelemeye dönük analitik bir araçtır.
Aslında kâr oranının düşme eğiliminden, bunu açıklamak için hangi teoriye başvurursak başvuralım, emperyalizm açısından iktisadi bir gerekçe keşfedebiliriz. Sermayenin organik bileşimindeki uzun vadeli artış eğilimleri, sömürgelerden ve yarı-sömürgelerden ucuz ya da bedava hammadde elde edilerek uzak tutulabilir. Aynı şekilde, yetersiz toplam talep nedeniyle aşırı üretime yönelik eğilimler, sömürge ve yarı-sömürge pazarlarına erişerek uzak tutulabilir. Ve temel girdilerin üretiminde artan zorluklara yönelik Ricardocu eğilimler, bu girdilerin sömürge ve yarı-sömürgelerdeki iç emilimlerinin azaltılması yoluyla elde edilerek uzak tutulabilir.
Siyasi anlamda dekolonizasyondan sonra bile, “çevre ülkeler” üzerinde dolaylı olarak uygulanan tahakküm (mesela onlara neo-liberal politikaların dayatılması yoluyla) daha önce siyasi tahakkümün oynadığı rolü oynayabilir.
İlginizi Çekebilir
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
1 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
1 hafta önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.
Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor
Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.
İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.
Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.
Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.
Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak
Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.
Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.
Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.
Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.
Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.
Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.
Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.
Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?
Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu
Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.
Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.
Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.
Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.
Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.
Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.
Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.
Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.
Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.
Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.
Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

ABD: Özgürlük Heykeli’ni Fransa’ya iade etmeyeceğiz

Trump ile Putin arasındaki telefon görüşmesinin ana başlıkları neler?

Polonya ve Baltık ülkeleri Ottawa antlaşmasından ayrılmaya hazırlanıyor

Hindistan ve Yeni Zelanda 2 ay içinde serbest ticaret anlaşması imzalamayı hedefliyor

Çin’den dış ticaret firmalarının iç pazara açılmasına yardımcı olacak tedbirler
Çok Okunanlar
-
AVRUPA6 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump yoktan para yaratabilir mi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor