Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Reisi’nin geride bıraktığı komplo teorileri ve İran ile kötü ilişkiler lobisi

Yayınlanma

İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin beraberindeki üst düzey yetkililerle birlikte helikopter kazasında vefat etmesiyle birlikte komplo teorileri ortaya saçıldı. Her zamanki gibi ilk anlatıldığında mantıklı gibi görünen ama bilgiyle biraz didiklenince dağılan bu teoriler günlerce Türk medyasını meşgul etti. İran ile her zaman ve her zeminde kavgalı olmaktan yana olan lobilerin bütün birlikleri mevzileri sağlamlaştırma gayretiyle televizyonlarda yerlerini aldılar ve kimisi İran’ın içinin kof olduğunu kimisi de işin içinde ne ‘acem oyunları’ bulunabileceğini anlatmaya çalıştılar.

KOMPLO ZENGİNİ ÜLKEYİZ

Neredeyse herkes Reisi’nin helikopterinin bir sabotaj sonucu düştüğünden/düşürüldüğünden emindi. Bu teorilere göre, helikopter çok eskiydi ve bir cumhurbaşkanına tahsis edilmemesi gerekiyordu. Hava şartlarının çok kötü olduğu bilindiği halde uçuş yapılmaması gerekiyordu ve bu kabul edilemez ciddi bir hata veya ihmaldi. Kısacası bu işin içinde bir bit yeniği vardı daha doğrusu olmalıydı. Fakat ‘peki ne olabilir’ sorusunun mantıklı bir karşılığını veren de olmadı. Herkes bir iç mücadeleden bahsediyor ve Dini Rehber/Lider unvanlı Hameney’i işaret ediyor; ama Reisi cumhurbaşkanlığı koltuğuna onun desteğiyle gelmişti.

Reisi’nin Hamaney’in yerine gelmesi ihtimalinden bahisle, dini liderin oğlunu o makama geçirmek istediği yönündeki komplolar çok hafif kalınca Hamaney’in ülkeyi daha radikal bir yönetime götürmek istediğinden dem vurdular. Oysa bütün bunları dini liderin tek başına yapamayacağı ve anayasal sürecin hemen devreye gireceği ortadaydı ve nitekim seçim takvimi açıklanarak süreç başlatıldı. Ayrıca dini liderin böyle bir gidişatı neden Reisi ile birlikte yap(a)mayacağının izahı da yok. İran’da yıllardır var olduğunu söyleyebileceğimiz reformcular ve muhafazakârlar ayrımında Hameney’in pek hoşlanmayacağı reformcular bile defalarca cumhurbaşkanı oldular ve iki dönem yani sekizer yıl görev yaptılar. Hiç birisi suikasta kurban gitmedi. En son 2021 yılına kadar sekiz yıl görev yapan Hasan Ruhani dini rehber ile özellikle dış politika konularında zaman zaman görüş ayrılığı içinde hareket etti. Ve o da eski denilen o helikopterlere 2021 yılına kadar defalarca binmiş olmalı vs.

Peki bundan sonra İran rejiminin daha radikal ve daha baskıcı olacağına dair ortaya atılan tezler doğru olabilir mi? Belki; ama bunun Reisi ve beraberindeki dışişleri bakanı Abdullahiyan’ın ölümü ile doğrudan alakası olmak zorunda değil. Kaldı ki, rejimin daha radikal ve baskıcı olacağına dair söylenenler iç politika ile ilgili ise o da pek tutarlı görünmüyor; çünkü, özellikle kadın kıyafetleri konusundaki sınırlamaların bilhassa Tahran gibi metropollerde gün geçtikçe fiilen uygulanamaz hale geldiği cenazelerin defnedildiği gün İran’dan haber geçen tecrübeli muhabirlerin dikkatli gözlemlerinden kaçmamıştı.

Öte yandan, İran rejiminin dış politikada daha ‘radikal’ davranacağından söz ediliyorsa, bu da tartışmalı bir alan olsa gerek. Gazze olaylarından itibaren İsrail hükümetinin doğrudan savaşa çekmek için epeyce tahrik ettiği bir dönemde Hameney-Reisi ikilisi zamanın kendi lehlerine işlediği tespitinden hareketle ihtiyatlı karşılıklar verdiler. İsrail’in Amerika’yı doğrudan yanına alacağından emin bir şekilde İran’a karşı savaş başlatmasına zemin hazırlayacak kadar kapsamlı bir misillemede bulunmadılar. Böylece savaş istemeyen Amerikan yönetiminin de İsrail’e karşı elini güçlendirmiş oldular. Bunun ötesinde ne radikalleşme olabilir ki…

Belki akla yatkın tek komplo bu işi İsrail’in yapmış/yaptırmış olabileceğiyle ilgili olabilirdi. Zamanın kendi aleyhine işlediğini düşündüğü için İran’ı doğrudan bir savaşa çekmek isteyen İsrail/Netanyahu bu işi kendilerinin yaptığını böbürlenerek anlatmak hatta bir miktar da detay vermek suretiyle bu işe sahiplenebilirdi. Böyle bir durumda İran’ın ılımlı davranmak ve savaşa sebep olmadan misillemede bulunmak gibi seçenekleri kalmayabilirdi. Muhtemelen Amerika ve Avrupa’yı tam kadro yanında göremeyebileceğini düşünen İsrail böyle bir yola gitmedi. Adının açıklanmasını istemeyen üst düzey İsrailli bazı yetkililer önemli bir gazeteciye bu işi kendilerinin yaptırdıklarını; çünkü İsrail’e saldırı emri veren hiçbir kişinin devlet başkanı dahi olsa sağ bırakılmayacağını fısıldadılar ama bu, şimdilik kaydıyla, pek inandırıcı gelmedi. Belki de İsrail Amerika ve Avrupa’yı tam olarak yanına alamayabileceği endişesine ilaveten İran’ın son misillemesinde kullandığı silah sistemlerinden biraz da ürkmüş olabilir.

TÜRKİYE AÇISINDAN

Meseleye Türkiye açısından bakacak olursak ilk sorunumuz ‘İran’la Kavga’ lobisi gibi duruyor. Her zaman ve her durumda İran’la kavga isteyen bir lobi var. Bu yıllarda bu lobinin önemli ayaklarından birisini siyasal İslamcı, selefi ve mezhepçi gruplar oluşturuyor. Bunlara göre İran her yerde ve her zaman Türkiye’nin aleyhine çalışıyor, Ankara’nın Orta Doğu’daki girişimlerini baltalıyor vs. Hatta hızını alamayıp İran’ın PKK’ya destek verdiğini ima eden veya açıkça söyleyen bile var. Lobinin bir başka unsurunu ise çoğu zaman kendisini Atatürkçü/Kemalist diye tanımlayanlar oluşturuyor. İran’ın İslamcı bir rejimle yönetilmekte olması bu grup için Tahran’a karşı mesafeli durulması için yeterli bir sebep.

Her iki grup da başka konularda konuşurken Amerika ve İsrail’i epeyce eleştiriyorlar; ancak mesele İran olunca bazen farkında olmadan Amerika ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bir çizgide olduklarının farkına bile varamıyorlar sanırım. Amerika ve İsrail İran İslam Devrimi’nin (1979) yerleşmesinden bu yana Türkiye ile İran arasında laiklik merkezli bir savaş olmasından yanalar; çünkü Amerikan ve İsrail karşıtı İran rejiminin çökmesine gidecek bir sürecin Türkiye ile savaştan geçeceğini düşünüyorlar ki, son tahlilde bu analiz hiç de yanlış görünmüyor. Fakat böyle bir kapsamlı savaşın Türkiye’ye vereceği zararı bizlerin düşünmesi gerekiyor.

Amerika 1990’larda Ankara’da hemen hemen her hükümeti böyle bir yola teşvik etmek için çok uğraştı; ama Allah’tan sonuç alamadı. Devlet aklı galip geldi. Mevcut hükümet bir ara kendi dış politika yanlışlarından (Suriye ve Orta Doğu politikaları) dolayı Tahran ile ilişkileri epeyce gergin tuttu ve İran aleyhtarı çok sayıda açıklama yaptı ve girişimde bulundu ama sonuçta akıl galip geldi Ankara tümden sorunlu olan dış politikasına çeki düzen verdi. Fakat bu İran karşıtı lobi ortadan kalkmadı ve kendi İran ile iyi ilişkiler kurulmaması için verdiği kıyasıya mücadelesine tam gaz devam ediyor.

Son olayda da bunun peç çok örneğini gördük. Örneğin doğru olmadığı açıkça ortadayken İran’ın içinin askeri açıdan kof olduğunu anlatmaya çalışmanın amacı ne olabilir? İran’ın üzerine çullanmayı tavsiye etmenin başka bir yolu mu? Veya İran’ın her yerde ve her zaman Türkiye’nin aleyhine çalıştığını söylemek hangi gayeye hizmet eder? Suriye’den verilen örnekler İran’ın Türkiye’nin aleyhine çalıştığına (ki olabilir de) değil öncelikle Türkiye’nin Suriye politikasının yanlışlığına işaret eder.

Mesela Reisi’nin hayatını kaybettiği kaza üzerine yapılan yorumlarda ısrarla gözden uzak tutulan veya helikopterin kaza yaptığı bölgedekinden katbekat fazla oluşan komplo bulutları arasından yeterince göremeyip üzerinde durmadığımız bir gerçek İran’ın Azerbaycan ile sorunlarını Bakü’nün tezlerine yakın bir şekilde çözmüş olması. Üstelik de bunu Reisi hükümeti zamanında yapması… Bilindiği gibi, Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan göreve gelmelerinin hemen ardından 2020 yılında Azerbaycan’ın zaferiyle sonuçlanan İkinci Karabağ Savaşı’nın sonuçlarını kabul etmeyecek bir politika izleyeceklerinin intibaını vermişlerdi.

Zengezur Koridoru’na dolaylı olarak karşı çıkıyorlar ve Azerbaycan’ın kuvvet kullanarak bu koridoru açmaya kalkışması halinde İran ile Ermenistan arasındaki sınırın ortadan kalkacağını ve bunu kabul etmelerinin mümkün olmadığı söylüyorlardı. Fakat Moskova ile yaptıkları görüşmeler ve yürüttükleri bölgesel diplomasi bunun geriye dönüşünün mümkün olmadığını gösterdi. Türkiye’nin akıllıca yürüttüğü sessiz diplomasi de buna yardımcı oldu. Azerbaycan’ın 2023 yılı yazında yaptığı ikinci askeri harekata hiçbir şey demediler ve Zengezur Koridoru’nun zorla açılmayacağını gördüler. Şimdilerde Azerbaycan ile ilişkilerini canlı tutmak için gayret ediyorlar. Nitekim Reisi Azerbaycan sınırında Kız Kalesi adlı barajın açılışını Aliyev ile yaptıktan sonra Tahran’a dönmekteydi.

Bu satırların yazarı İran’ın Azerbaycan’a dokunmaya kalkışmasının Tahran’a çok ağır bir maliyet getireceğini defalarca yazmış/söylemiştir; ama aynı zamanda İran ile iyi ilişkilerden yanadır; çünkü Türkiye’nin dış politika çıkarları İran ile iyi ilişkilerden geçer. İran’ı küçümseyen, zaman zaman Pers İmparatorluğu, bazen de Farisi olduğunu söyleyerek ortaya fırlayan ve sürekli İran karşıtlığı yapan lobinin dış politika üzerinde fazlaca bir etkisi olmadığını görmekten de ayrıca memnundur. Aynı memnuniyet sürekli Rus ve Rusya düşmanlığı pompalayan Soğuk Savaş milliyetçilerinin gerek toplumsal hayatta gerekse siyaset planlamasında marjinelleşmesi için de geçerlidir.

AMERİKA

Yaşlı kurtlar sahnede: Biden-Trump münazarası

Yayınlanma

 4 yıl aradan sonra Biden-Trump münazarasından ne beklemeli?

Kavga gürültü geçen dört yılın ardından, kısır döngüsünü kıramayan ABD, yine Biden ve Trump’ın ringe çıkmasını bekliyor. 333 milyon Amerikalı, 81 yaşındaki Biden ve 78 yaşındaki Trump’tan daha genç bir aday bulamamanın üzüntüsüyle ekranların başına geçecek. 2020’deki ilk münazara öncesi yorumları anımsıyorum. Merkez medyadan Twitter’a herkes benzer yorumlar yapıyordu. Uykucu Joe, Trump gibi bir siyaset üstadına nasıl kafa tutacaktı? İki kelimeyi bir araya getiremiyor, sürekli kekeliyor, sahneyi nereden terk edeceğini bile kestiremiyordu. Her mitingi bir stand-up edasında geçen Trump, güç bela ayakta duran Biden’ı rezil eder, makinalı tüfek gibi konuşarak üstünlüğünü tüm Amerikalılara ispatlardı!

Biden da işte onu buradan yakaladı. Zar zor kurabildiği cümleleri sürekli kesen Trump’a tek bir cevap verdi;

“Bir sus be adam!”

Amerikan halkı, o günlerde tünelin ucunda ışığı göremiyordu. Covid-19 salgını devam ediyor ve bitecek gibi de gözükmüyordu. Amerikalılar tıkılıp kaldıkları evlerinde televizyon açıp Trump’ın basın toplantılarında medya mensuplarıyla güreşmesini izlemekten artık yorulmuştu. Biden, onlara “eskiyi” anımsatıyordu. Amerikan istihbaratı, eğlence endüstrisi, Hollywood ve neredeyse tüm ünlü tayfası da dahil olmak üzere Biden’a bir omuz verince vatandaş da yaşlı maşlı demeyip oyunu verdi. Covid günlerini hatırlayın, medeniyetin sonu gelecek diyenler bile vardı! Daha kötü ne olabilirdi ki?

Çok konuşan, kaybedince mızıkçılık yapan Trump gitmiş, merkez medyanın öve öve bitiremediği “yetişkinler” ofise geçmişti. Ancak sonraki dört yıl Amerikalılara hiç de “yetişkinler” yönetiyormuş gibi hissettirmedi. Uluslararası meselelerde yaşanan ve ABD’nin küresel hegemonyasının düşüşe geçmesine yol açan skandallar zaten Trump tarafından defalarca Biden’ın yüzüne vuruldu. Ancak bu münazarada ne konuşulur, öncekilerden farkı ne olur bunu anlatmak isterim.

Söz kesmek yok

Adaylar dört yıl öncekiyle aynı olsa da bu sefer kurallar farklı. ABD’nin başkanlık münazara tarihinin aksine ilk kez seyircisiz bir tartışma yapılacak. Adayların mikrofonları söz hakkı olmadığı süre içinde kapalı olacak. Her lafa müdahil olmasının Trump’a geçen seçimde nasıl kaybettirdiği düşünüldüğünde bu kuralın ona yarayacağını bile söylemek abartı olmaz.

Teknik detayların yanında ne konuşulacak ona bakalım. Bu seçimde Trump’ın en büyük meselesi peşini bırakmayan davaları oldu. Geçtiğimiz aylarda, Amerikan devletinin Başkanları için yasal anlamda kırmızı çizgisinin bir porno yıldızına seçim kampanyası sırasında sus payı vermek olduğunu öğrendik. Ortadoğu’da istediğiniz suçu işleyin, Ukrayna’da bireysel çıkarınız için Amerikan küresel gücünü kullanın ama sakın ha porno yıldızına rüşvet vermeyin, bir anda ABD’nin ilk hüküm giyen başkanı oluverirsiniz.

Neyse…

Biden Trump’ı buradan çok yıpratacaktır. Trump’ın kitlesinde tam tersi etki yaratmasına rağmen Demokrat tarafı yasal sürecin kararsızları Trump’tan uzaklaştıracağını umuyor. Daha davaların da sonu gelmedi.

Trump açısından ise en kolay hedef Biden’ın sağlığı. Mitinglerinde de çokça dalga geçtiği için münazarada önemli bir yer tutacağını söylemek gerekir. Ancak Biden’ı eleştirmek için Trump’ın elinde çok malzemesi var. Demokratların başa geçmesinden sonra patlayan göçmen krizi, Cumhuriyetçi eyaletlerin sınır güvenliği üzerinden çıkan tartışmada Federal hükümetle ters düşmesi, özellikle muhafazakarların sıkça bahsettiği fentanil krizi, abarta abarta paylaşılan büyüme rakamlarına karşın Amerikalıların alım gücünün düşmesi derken iç siyasette Biden’a vuracak çok materyal mevcut. Tabii Trump’ı muhafazakârlar gözünde bir kahraman yapan asıl mesele ırkçılık ve LGBT hakları gibi tartışmalar üzerinden başlayan kültür savaşlarının bir şövalyesi olması. Konu, birkaç cümle dahi olsa yine de münazarada gündeme gelecektir.

Trump İsrail’den vurmayabilir

Benim için tartışmanın en can alıcı noktası İsrail üzerine olacak. 2023’ün başında dahi her anket sonrası bir dil altı almak zorunda kalan Biden’ın başına bir de Hamas-İsrail faciası geldi. Obama döneminden bu yana kavga ettiği Netanyahu hükümetinin katliamları, Biden’ı 2020’de George Floyd protestolarıyla konsolide ettiği ilerici sol gruplarla papaz etmişti. Böylece özellikle seçimin kaderini belirleyen Michigan, North Carolina ve Arizona gibi kilit eyaletlerdeki Müslüman ve ilerici gruplar “sandığa gitmeyeceğiz” demeye başladılar. Bu, Biden için kıyamet senaryosuydu. Anketlere göre 7 geçişken eyaletin 7’sinde de Trump önde. Neredeyse her İsrail katliamı sonrası merkez medya kuruluşları “Biden sinirden kuduruyor” haberi yapsa da ilerici kitleler Biden’ın İsrail’e silah desteğini ikiletmediğini biliyorlar.

Biden’a öfke öyle bir hal aldı ki meşhur kampüs protestolarında karşı karşıya gelen Trumpçılar ve sol gruplar Biden’a tek bir ağızdan hakaret etmeye bile başladılar. Şimdi böylesi komik bir senaryo oluşmuşken Trump nasıl bir strateji izler? Kendi tabanı, eskisi gibi olmasa da hala büyük oranda İsrail destekliyor. Bu durumda Biden’a ne şekilde vuracak? “İsrail’e yeterince destek vermiyorsun, ben olsam neler neler veririm” dese belki de sol ilerici gruplar “beterin beteri var” korkusuyla yine Biden’ın arkasında saf tutabilirler. Trump, kendi kitlesindeki İsrail karşıtı “Hristiyan Milliyetçisi” kitleye de güvenerek Biden’ı “senin yüzünden katliam oluyor” diyerek eleştirebilir. Ancak bu sefer de zaten son yıllarda pek ziyaret etmediği Evanjelist grupları kızdırma ihtimali var. Trump için en mantıklısı zaten zor durumdaki rakibini İsrail konusunda “ellememek”. Ancak Trump, her zaman en mantıklısını yapmaz.

Faciaya dönüşen Afganistan çekilmesi, Doların eski albenisini kaybetmesi, Cumhuriyetçilerin bıktığı Ukrayna desteği Trump’ın vurmaktan çekinmeyeceği konular olacak. Demokratlar “Ukrayna savaşını bitirmek için plan ne?” sorusuna hep “ne kadar gerekirse destekleyeceğiz” diye yanıt verdiler. Ancak bu yanıt, geçtiğimiz yıl “gücümüz yettiğince destekleyeceğiz” halini aldı. Trump, Biden’ı Ukrayna meselesindeki plansızlık üzerinden illa ki yıpratacaktır.

Son olarak Trump’ın azla vazgeçmeyeceği konu Biden’ın meşhur oğlu olacaktır. İkircikli Ukrayna ilişkileri, Lap-top meselesi, kamuoyunda büyük tartışmalar yaratan yaşam şekli derken Hunter Biden da Trump gibi suçlu bulundu. Hayır hayır, babasının Başkan Yardımcısı otoritesini Ukrayna devleti üzerinde baskı kurmak için kullanmasından değil, hem uyuşturucu kullanıp hem de silah sahibi olduğu için. Amerikan devletinin kırmızı çizgileri pek ilginç değil mi?

Özetle, anketlere bakarak “tamam seçim bitti” yorumlarına karşıyım. Ben de birçokları gibi Trump’ı şu an için epey avantajlı görüyorum. Ancak seçime daha uzun zaman var. Bu süre zarfında yaşanacak gelişmelerin seçimin kaderini değiştirmesi çok şaşırtıcı olmaz. Bu değişimin sebebi belki münazara performansı, belki yasal gelişmeler, belki de güvenlik tehdidi olabilir. Neticede Trump’ın gelmesini açıkça ulusal güvenlik sorunu olarak gören çokça Amerikalı var. Bu Amerikalıların bir kısmı da ABD’nin karar alma noktalarında oturuyorlar.

Heritage Foundation’ın zamanında Reagan için de hazırladığı “muhafazakâr dönüşüm rehberi” yeni adı “Project 2025” ile Trump için hazırlandı. Bu rehberle Trump’ın koltuktaki ilk gününden itibaren muhafazakârlar, kaybettiklerine inandıkları Amerikan bürokrasisini geri alacaklar. Bunun için neredeyse birkaç yıldır örgütlenmeye başladılar. Tüm eyaletlerde ve Federal yapıda karar alıcıları muhafazakâr olarak atayacaklar.  Vaatlerinin yüzde 20’sini bile yapabilmeleri demek ABD kurumlarındaki Demokrat nüfuzunu etkisiz kılmaya yetebilir. Bu yüzden Demokratlar için bu seçimi kaybetmek, 2016’daki gibi Beyaz Saray’ı kaybetmek değil, komple devleti kaybetmek olacaktır.

Bugün, Trump’ın dönüşüne büyük bir hazırlık var. Avrupa bile kendini buna hazırlıyor. Ancak Pentagon’dan ABD istihbaratına, devlet içinde güçlü konumda bulunan Demokratların yenilgiyi sakince kabulleneceğini sanmıyorum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Komuta ekonomisi”, “kalkınmacı sosyalizm”, “stratejik planlama”

Yayınlanma

Yazar

Rusya Uzakdoğu ve Arktik bakanı Aleksey Çekunkov’un 18 Haziran’da üstelik de RBK’da yayınlanan makalesi, Rusya’da iktisat siyaseti alanında dinamikleri ve ideolojik eğilimleri kavramak için son derece önemli bir malzeme.

Geçen yıl Avrasya Ekonomik Komisyonu Makroekonomi ve Entegrasyon Kurulu Sergey Glazyev, eski Uzakdoğu bakanı Aleksandr Galuşka, Azerbaycan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Sosyal Konsey Başkanı Elşad Mamedov, Güvenlik Konseyi sekreteri müsteşarı Vladimir Nazarov gibi yazarlardan, her birine kendi açıklamalarımı ve yorumlarımı da koyarak bir dizi çeviri yapmıştım. Bunlara ileride Valentin Katasonov’u da ekleyeceğim. Çekunkov’un aşağıdaki makalesini bu serinin halkalarından biri.

Glazyev, Galuşka, Katasonov vb.ni yeni bir kamusalcılık (ve kamusalcılık denen şey aslında küçük burjuva sosyalizmidir) anlayışının teorisyenleri saymak gerek. Bunlar komuta ekonomisi başlığı altında değerlendirirler Stalin dönemini, olumlarlar; buna dayanarak devletin ekonomideki rolünün artırılmasını ve planlamanın güçlendirilmesini isterler.

Komuta ekonomisi kilit bir kavramdır. Bu kavram tanımı gereği devlet kontrolünü ve planlamasını öngörür. Komuta ekonomisi taraftarları Sovyet planlama sistemini indikatif olarak tanımlar ve bunun yerine stratejik planlamayı önerir. Kavram devlet (kamu) mülkiyetini değil devletin neredeyse mutlak düzenleyici rolünü öne çıkarır.

Ama Stalin döneminin köklü bir farkı vardır: Sovyet sosyalizmi üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmıştı, siyasi iktidar proletarya diktatörlüğüydü ve hedefi de sınıfsız toplumdu. Küçük burjuva sosyalizmi ise marksist değildir, çünkü rekabet ve kârlılık öngörür; yani artı-değer sömürüsüne ve insanın yabancılaşmasına son vermek değildir onun amacı; yani bu sosyalizm hiç de “komünizmin birinci aşaması” değildir; yani “bilimsel” değildir bu sosyalizm; ama gene de sosyalizmdir.

Kargadan başka kuş tanımama basitliğinden kurtulmak gerek. Sosyalizm kendi başına mukaddes bir kelime değildir; sınıfsaldır ve dolayısıyla kimin elinde silahsa o sınıfın menfaatlerini yansıtır. Sosyalizmin bir biçiminin, devlet kapitalizmi biçimi de dahil, ilericiliğinden veya gericiliğinden ancak sosyalizmin bir başka biçimi karşısında söz edilebilir. Bununla birlikte sosyalizmin her türlü biçimi, “vahşi kapitalizmin”, yani bugün neoliberalizmin bütün biçimleri karşısında ilericidir.

Komuta ekonomisi kavramı sosyalist ekonomiyi de kapsar, bu nedenle sadece sosyalist ekonomi anlamında kullanılması adetten olmuştur. Bununla birlikte ille de mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesini öngörmez. Her tür devlet kapitalizmi de (kapitalizm eşittir artı-değer üretimi) komuta ekonomisidir.

Bu anlamda, Çekunkov’un Rusya’da mevcut sistemi “yurtsever sosyalizm” diye tanımlaması boşuna değil. Ancak bu, böyle bir “yurtsever sosyalizmin” (küçük burjuva sosyalizmi) eksiksiz bulunduğu anlamına gelmiyor. Bu ancak, “yurtsever sosyalizmin” nüvelerinin olduğu ve devletin planlayıcı ve düzenleyici rolünü güçlendirerek bu nüvelerin geliştirilmesi anlamına geliyor.

Dikkatli okur, Çekunkov’un görüşleriyle “kalkınmacı sosyalizm” ilişkisini ve bu çerçevede (mesela) Avcıoğlu’nu ister istemez hatırlayacaktır.

Başlıkta sıraladığım üç kavramın arasındaki ideolojik akrabalıklar ve bunların siyasi sonuçları üzerine durmaya devam edeceğim. Ancak Çekunkov’a geçmeden önce bu yazısında aslında faiz siyaseti üzerinden MB ile sert bir tartışma yürüttüğünü de belirtmek gerek.

Belki de Rusya’da neoliberal dogmatizm giderek daha fazla savunma pozisyonuna sıkışıyordur.

* * *

“İşadamlarının ikamesi” ve yurtsever sosyalizm üzerine

Aleksey Çekunkov

Uzakdoğu ve Arktik, Rusya coğrafyasının yarısını kapsıyor. Nüfus yoğunluğunun az olmasına ve sert hayat şartlarına rağmen Rusya ihracatının yüzde 30’unu karşılıyor. Uzakdoğu ve Arktik’in iktisadi gücü son 100 yıldır komuta ekonomisi ve büyük güç kararları sayesinde inşa edildi. İlk gidenlerin önemini ve 16-19’uncu yüzyıllarda kürk ticaretinin değerini küçümsememekle birlikte, taygadaki büyük şehirlerin bugün Rusya ekonomisinin omurgasını teşkil eden güçlü işletmelerin inşasına imkan sağlayan esas unsur bolşeviklerin mecburi çalışmayı da kapsayan şok inşaatları (ударные стройки; hızlı sabit sermaye yatırımı gerçekleştirmeye yönelik, ajitasyon-propaganda faaliyeti ve esas itibariyle gönüllü çalışma temelinde hızlı kalkınma projelerine böyle denirdi — ç.n.) ve SSCB Gosplan’ın büyük ölçekli projeleri olmuştur.

Uzakdoğu ve Arktik birçok açıdan konsantre bir Rusya’yı andırır: devasa topraklar, doğal zenginlikler, düzensiz yerleşim ve zorlu bir iklim. Bunların iktisadi faaliyete katılması bütün ülkelerin gelişmesi için de dersler taşır. Zorlu doğal ve iklimsel şartlarda büyüme nasıl sağlanır? İşgücü kaynaklarındaki yetersizlik nasıl giderilir? Maden zenginlikleri nasıl yönetilir? Asya’daki dinamik ülkelerin komşuluğundan nasıl yararlanılır?

Doğu sınırlarımızda ve kuzey enlemlerimizde yaratılmış şeylerin pek çoğu hayret uyandırıyor, şöyle tepkilere neden oluyor: “Eskiden neler yapmışlar, bugün olsa yapılamaz.” Gerçekten de donmuş topraklar üzerinde şehirler kurmak, binlerce kilometrelik madenler kazmak, mecburi çalışmayla binlerce kilometre yol açmak bugün mümkün değil. İnsanları üç-beş kat yüksek ücretlerle kuzeye çekmenin sonucu da geri kalan 136 milyon Rusyalı için rekabet yeteneği zayıf işletmeler, enflasyon ve kaynakların tükenmesi olacaktır. Az sayıda insanın ama çok miktarda kaynağın bulunduğu stratejik bölgelerin kalkınmasına yönelik her türlü yaklaşım, mesafeye ve iklime bakmaksızın rekabetçi bir ekonomi ve iyi hayat şartları yaratmayı hedeflemelidir.

Kontrastı görmek için çok büyük nüfusu ve pek az doğal zenginliği olan Uzakdoğu komşularımıza bakmak yararlı olur. Asya ülkelerinin onlarca yıl boyunca başarıyla yararlandığı başlıca kaynak ucuz ve disiplinli emekti. Bu emek, refahın birikmesi ölçüsünde ve ileri teknolojinin benimsenmesiyle “ucuz” yerine üretken haline gelmekte. Başarının bir başka faktörü de girişimcilik kültürü. Daha ucuza üret, daha çok sat, geliştir, durmaksızın tekrar et. Asya, başarılı bir girişimciliğin üç bileşenine sahip olması itibariyle talihlidir: 1) rekabete hazır oluş — son derece titiz mandarin geni; 2) ticaret sevgisi — limandaki ipek tüccarının geni; 3) sabır ve emek — pirinç çiftçisi geni. Çin, Japonya ve Kore’de 30 milyondan fazla özel şirket var. Bu girişimci armadası kendi arasında ve bütün dünyayla kıyasıya rekabet ediyor, bu süreçte hep daha iyi ürünler yaratıyor, bütçeleri dolduruyor ve milletlerini zenginleştiriyor.

Bizim için güncel olan ise başka bir yol. Bizim tarihi tecrübemizde insanların pek az bir yüzdesi ticaretle uğraşıyordu ve Rus köylülerinin kütlesel emeği de pirinç çiftçilerinin emeğinden köklü bir şekilde farklıydı. Bu yüzden, pazarlar arasında  manevralar yapan ve işletmesine damla damla verimlilik kazandıran Asyalı girişimci sureti bize uzak. Tek bir nesilde spekülatör — yeni Rus — işadamı — yurtsever girişimci (başkası yok) yolundan geçen Rus girişimcisi ekonomide yaratıcılığın ve ilerlemenin başlıca motoru olma konumunu aslında işgal edemedi. Vakit yetmedi. Rus girişimciliği 1990’larda hızlı bir sermaye birikiminin bütün günahlarını işledi ve toplumun büyük çoğunluğunun algısında ahlaksız ve asalak bir şey olarak kaldı. Magnit ve Wildberries tipi nadir olumlu örnekler bu yaklaşımın değişmesine yetmedi. Devlet organizmasının bağışıklık tepkisi, silovikilerin girişimcilere yönelik “arındırıcı” ilgisi haline geldi, bu da iş alemini BASE jumping benzeri bir uğraş haline getirmekte. Sonuç olarak özel sektörün payı yirmi yıldır istikrarlı şekilde düşüyor; ne yeni pazarların fethedilmesinde ne de inovasyon öncülüğünde girişimcilerin esamesi yok.

Asya’daki anlamıyla olduğu gibi batıdaki anlamıyla da kütlesel girişimciliğin alternatifi, bizim tarihimizde öne çıkan memuriyet ve yaratma kültürüdür. Bizim toplumumuzda memuriyet her zaman en yüksek itibar kaynağıdır: çara, vatana hizmet; kilisede hizmet (batı dillerinde olduğu gibi Rusçada da dini ayin “hizmet” diye anılır — ç.n.). “İş ortamından” devlet hizmetine geçişteki kendi tecrübeme dayanarak şunu ileri sürebilirim: devlet memurlarının ezici çoğunluğu korkudan değil vicdanlarını dinleyerek çaba gösterir ve insanların problemlerini çözmek için içten bir motivasyona sahiptirler. Bize has ikinci özellik, emeğe gurur verici özel bir anlam katan yaratma kültürüdür. Biri “taşı kesen” diğeri de “tapınağı kuran” iki taş ustasıyla ilgili meseli hatırlatmak yerinde olacaktır. İkincisi, Rus’tur. Görünen o ki, ortamın zorluklarının üstesinden gelme tecrübesi bize sadece ekmeğini kazanma değil bir anlam katarak yaratma aşkı da kazandırdı.

Uzakdoğu ve Arktik’e gezilerimde bu iki arketiple, memur ve yaratıcıyla çok karşılaştım. Fabrikaların müdürleri, demiryolu şefleri, uzay üslerindeki komutanlar, politeknik öğretmenleri, inşaat amirleri, doğal koruma alanı müfettişleri, öğretmenler ve devlet memurları. Onların hikayelerini ve ruhlarını dünyanın geri kalanıyla paylaşmak için bu tür insanlarla sohbetlerimizi benim Telegram kanalımdaki “Hizmet ve Yaratıcılık” projesine kattık. Bu örneklerin, gelecekte kalkınmanın katalizatörünün ve toplumun çimentosunun “kim” olacağı sorusuna cevap vermekte olduğuna inanıyorum. Kolluğun ilgisine takılıp kalan ve kök salamayan “iş alemi” / “girişimciler” yerine ön plana daha fedakar ve yurtsever olan, ama kâr avcılarından da daha az rekabetçi olmayan yaratıcılar çıkacak. Ve devlette de Gorçakov, Muravyov-Amurskiy ve Kosıgin’in geleneklerinin mirasçıları onlarla birlikte olacaktır. (Aleksandr Gorçakov — 1798-1883, Rusya’da kapitalist inşanın sembol isimlerinden; Muravyov-Amurskiy — 1809-1881, doğu Sibirya general valisi; Aleksey Kosıgin — 1904-1980, 1964’ten 1980’e kadar SSCB bakanlar konseyi başkanı. — ç.n.)

Şimdi, hızlı büyüme çarkını “nasıl” işleteceğimize gelelim. İnsan güçlü taraflarından, özellikle de tabiatın bahşettiklerinden utanmamalı. “Lanetli kaynaklar”, “hammadde şişkinliği” gibi söylemleri kategorik olarak reddediyorum. Kanada, Avustralya ve Suudi Arabistan da bu düşünceye katılacaklardır. Kötü kaynak olmaz, kaynaklara erişimine izin verilmemesi gereken aptal yahut haysiyetsiz insanlar olur. Yüzde 50 veya daha fazla katma değere sahip bir sanayi yaratmak için nesiller boyu süren sıkı bir çalışma, uygun şartlar ve talih gerekir. Hidrokarbon, maden ve gübre üretiminde bu marj bir normdur. Ücretler ekonomideki ortalamanın çok üzerindedir, vergiler mamul tonajına bağlı olarak kolayca alınır. Toprak altının verimli bir şekilde işletilmesi, az gelişmiş bir ekonominin alameti değil, bugünkü ve gelecek nesillerin refahı için milletin mukaddes bir görevidir. Hangi sınırlara yürüneceği ve bilim ve teknolojinin hangi istikametlerde gelişeceği, “parayla ne yapılacağı” bağlamındaki sorulardır. Önemli sorulardır ama ilkin bu parayı kazanmak gerekir. Rusya’da (özellikle Uzakdoğu ve Arktik’te) keşfedilmiş ancak henüz geliştirilmemiş çok sayıda yeraltı cevheri var — bu, gelecek için iyi bir rezervdir. Doğal kaynakların yağmacı değil yaratıcı bir şekilde işlenmesi için yaratıcılarla memurların ortak çalışması zaruridir. Birincisinin motivasyonu “parayı alıp tüymek” değil efektif işletmeler kurmaktır. İkincisinin motivasyonu ise yaratıcılar tarafından yaratılan kaynakları kullanarak insanların problemlerini çözmektir.

Rusya’nın, işgücü örgütlenmesine farklı bir yaklaşımdan (ruhsuz bir girişimcilik değil uzun vadeli yaratıcılık) başka, işgücü kaynaklarındaki kıtlığın da üstesinden gelmesi şarttır. Nüfusumuz Japonlardan biraz fazla (122 milyona karşılık 146 milyon), ama ülkemizin alanı Japonya’nın 45 katı. 280 milyon nüfuslu SSCB bütün gücünü kâh şu kâh diğer projeye vererek dev Sovyet inşaatlarını büyük zorluklarla gerçekleştirdi; bugünkü Rusya’nın yegane yolu ise teknolojiyi ve robotizasyonu kullanmaktır. Bugün Güney Kore’de 10 bin kişiye 868, Japonya’da 364, Çin’de 187 robot düşüyor. Rusya’da 10 bin kişiye 19 robot düşüyor — ortalama seviyenin beşte biri. Teknolojik egemenliğin hedefleniyor olması itibariyle acil ve derin bir robotizasyon bizim için elzemdir. Açık ki robotlar keyif versin diye sokaklara dizilmeyecek; bunlar çağdaş işletmelerde çalışmalıdır — dolayısıyla burada söz konusu olan ülkenin yeni bir sanayileşmesidir. Bu yeni teknolojik işletmelerin kurulması için çok sayıda akıllı yaratıcı gerek. Bunlar ise bugünkü mühendisler, şu anda özel askeri harekat bölgesinde modern askeri teknolojilerle çalışarak sıkı bir “mühendislik okulundan” geçmekte olanlar olabilir. Bizim çocukların bakanlıktaki koltuklarını askeri üniformalarla değiştirdiğini ve cephede dronlarla çalıştığını, gerekli becerilerin hızla kazanıldığını, yaratıcılıktaki mücadeleci ruhun da işe yaradığını, zira rekabeti ve verimlilik mücadelesinin baki olduğunu gördüm.

Yeni sanayileşmenin kaynakları nereden bulunacak? Rusya 2000’den bu yana borç artışı yaşamadan refahta katlanan bir büyümeye erişmeyi başardı. Rusya’nın kamu borçları GSYH’nın yüzde 18’ini teşkil ediyor — çok rahat bir seviye. Çin dört kat daha fazla yük altında; ABD yedi kat, Japonya 15 kat. Rusya’da kişi başına düşen borç 3 bin dolar; Çin’de 10 bin, ABD’de 104 bin dolar. Dünyadaki gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu sırtında ağır bir mali kambur taşıyor, yüksek faiz oranlarının olduğu dönemlerde bu kambur daha da ağırlaşıyor, büyüyor.

Biz neredeyse çeyrek asırdır sürekli bütçe fazlası verdik — bu durum, politikacıların durmaksızın vaat yarışına girdiği ve sonuçlarına aldırış etmeksizin her birkaç yılda bir bu vaatlerin bir kısmını yerine getirmek zorunda kaldığı yabancı ülkelerde görülmemiş bir durumdur.

Ve çeyrek asırdır ihracat gelirlerimizi akıllıca yönetiyoruz; altınlarımızı (petrol/gaz/tahıl/balık vb.) yabancı boncuklarla takas etmek yerine altyapıya ve kendi sanayilerimizi geliştirmeye yatırım yapıyoruz. Ancak, borç artımı için biriken bu potansiyelin kalkınmayı hızlandırmak için er ya da geç hayata geçirilmesi gerekecek, aksi takdirde ileri teknolojilerde geri kalmışlık ekspansiyonel artış gösterecek. Borç teşviki, ekonomiyi daha güçlü kılacak yeni sanayiler ve altyapı kurmak için kullanılmalıdır. Piyasa girişimcilerinin ve verimsiz devlet-şirket yöneticilerinin yerine yaratıcıların yumuşak bir şekilde ikame edilmesi, borç sermayesinin devlet tarafından mutabakat gösterilen yaratıcı projelere kanalize edilmesiyle mümkündür. Memurlar ve yaratıcılar arasında, ödemesi cesurca kullanılan kamu borçlanmasıyla yapılan bir ittifak.

Başkanın bu yılın başında Duma ve Senato önündeki konuşmasını dinlerken aklıma bugün içinde yaşadığımız sosyal düzenin tanımı geldi: yurtsever sosyalizm. Ülkemizde nüfusun bütün grupları devletten üst seviyede sosyal yardım alıyor ve toplumun devlet öncelikleri etrafında yüksek seviyede bir konsolidasyonu var. Piyasa girişimciliği gibi katıksız kapitalist mekanizmalar bizim bağlamımızda başarısız oluyor. Bu nedenle, tarihimizin, coğrafyamızın ve mantalitemizin özelliklerini dikkate alarak kalkınmayı hızlandırmak yolunda memurlar ve yaratıcılar için yeni rol modellerine ihtiyaç var. Uluslararası rekabet mücadelesinde pazar girişimciliğini yenmek için hizmet ve yaratıcılık yolundaki gelişme üç ilkeye dayanmalıdır.

Adalet. Herkes için, memurlar ve yaratıcılar tarafından gözetilen şeffaf ve adil kurallar. Bu, toplumun en önemli talebidir ve işe daima kendimizden başlamak gerekir.

Rekabetçilik. Kendimize acımamak. Rekabeti reddetmemek, her şeyi başkalarından daha iyi yapmaya çalışmak. Tarihimiz, bunun başarıldığı sayısız örnek bilir.

Kültür. Kültür her şeyi yener. Bu, geçmişten gelen devleriyle büyük Rus kültürüdür; iletişim kültürüdür; üretim kültürüdür; iç kültürdür. Kimse denetlemezken bile doğru davranma kültürüdür. Bu, günümüzün vahşi dünyasında bizim eşsiz şansımızdır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’ın İran’la ilişkisinde Amerikan gölgesi, Çin korkusu

Yayınlanma

Hindistan’ın stratejik özerklik politikasının ciddi şekilde test edildiği bir yer varsa bu, İran’dır. Stratejik özerklik, uluslararası sistemdeki tüm önemli nüfuz kutuplarına eşit mesafede durmayı gerektirir; ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda manevra alanını korumayı gerektirir. Ancak yakın Amerikan ortaklığı Yeni Delhi için özellikle yakın İran ortaklığında ciddi şekilde kaygan bir zemin teşkil ediyor. Washington’ın yaptırım tehditleri, jeopolitik hırsları ve entrikaları Washington’ın Küresel ve Kapsamlı Stratejik Ortağı Hindistan’ın son derece açık olan yaklaşımını bulanıklaştırıyor. Bunun getirdiği en belirgin sonuç, Yeni Delhi’nin Tahran ile ilişkilerini istediği düzeyde geliştirememesidir. Ve bunun en somut örneğini görmek için Chabahar projesine bakmak yeterli olacaktır.

Hindistan’ın Avrasya’ya açılan kapısı

İki ülke her ne kadar İran cumhurbaşkanının Hindistan’ı ziyaret ettiği 2002 yılından bu yana bu bağlantı projesinden bahsediyor olsalar da Amerikan yaptırım korkusu, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Tahran’ı ziyaret edip İran ve Afganistan ile üçlü bir anlaşma imzaladığı 2016 yılına kadar projenin gerçekleşmesini engelledi. Proje, Yeni Delhi’nin Avrasya’ya bağlantı kazanmasına ve Çin’in artan bölgesel nüfuzuna karşı koymasına yardımcı olabilir. Chabahar, Hindistan’ın denize kıyısı olmayan Afganistan’a ve kaynak zengini Orta Asya’ya erişmesine olanak sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Avrasya ticaret yolları için bir geçiş merkezi görevi de görüyor.

2015 yılında Obama yönetiminin İran ile Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nı (İran nükleer anlaşması) kabul etmesi ve bazı yaptırımların hafifletilmesi ile bir miktar ilerleme kaydedildi. Hindistan, İran’dan ham petrol ithalatında muafiyet dahi aldı. Ancak Trump’ın başkanlığının başlaması ile beraber 2018’de İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmesi ve Hindistan’ın temel kaygılarına karşın tüm muafiyetleri kaldırırken 2019’da katı yaptırımları yeniden uygulamaya koyması ile bu durum bir kez daha değişti. Hint şirketler ikincil yaptırımlar nedeni ile tereddütlü davrandılar ve bu nedenle Yeni Delhi’nin toplam ham petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 11-12’sine tekabül eden İran ham petrolü ithalatı neredeyse sıfıra indi.

Ancak Washington yönetimi 2018 yılında Chabahar Limanı’nın geliştirilmesine olanak tanıyan 2012 tarihli İran Özgürlük ve Silahsızlanma Yasası kapsamında alternatif tedarik rotaları sağlamak amacı ile Chabahar Limanı’na muafiyetler tanıdı. Ardından Hindistan, liman geliştirme bütçesini 2020-21’de 5,5 milyon dolardan 2022-23’te 12,3 milyon dolara çıkararak Chabahar projesine olan bağlılığını güçlendirdi. Aynı yıl, India Port Global Limited’in (IPGL) 25 milyon dolar tutarındaki yatırımının ardından limanın Shahid Beheshti terminali faaliyete geçti. IPGL’nin, kapasiteleri 100 ile 140 ton arasında değişen altı mobil vinç kurmasının ardından, 2019 yılından bu yana limandan 90 bin TEU ve 8,4 milyon tonun üzerinde genel kargo taşındı. Yeni Delhi terminali Afganistan’a ve hatta İran’a insani yardım sağlamak için kullanmaya devam etti.

Yeni Delhi’nin proaktif duruşuna karşın yaptırımlar, bölgeler arası anlaşmazlıklar ve bürokratik engeller nedeni ile finansmanda sürekli yaşanan gecikmeler, Chabahar Limanı’nı Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru’na (INSTC) bağlayacak 628 km uzunluğundaki Chabahar-Zahedan demiryolu hattının inşaatını yavaşlattı ve 2023 yılında projenin yalnızca yüzde 65’i tamamlanabildi. Hindistan, demiryolu bağlantısı kurulduğunda Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru’nun Doğu ve Batı koridorları aracılığı ile başta Orta Asya olmak üzere büyük Avrasya pazarına erişebilecek. Chabahar Limanı, Kuzey-Güney Koridoru üzerinden Hindistan’ın Mumbai limanını Avrasya’ya bağlayan hayati bir bağlantı. 7.200 km’nin üzerinde bir alana yayılan bu Koridor, Mumbai’yi Avrasya ve Orta Asya’ya bağlayacak deniz yollarını ve demiryolu ile karayolu bağlantılarını içeriyor. Kuzey-Güney Koridoru Hindistan, Rusya ve İran arasında Eylül 2000’de yapılan anlaşmada önerilmişti. Ve o tarihten bu yana Koridor anlaşması aralarında Rusya, Hindistan, İran, Türkiye, Azerbaycan, Belarus, Bulgaristan, Ermenistan, Orta Asya Cumhuriyetleri, Ukrayna ve Umman’ın da bulunduğu 13 ülke tarafından onaylandı. Tahminlere göre Koridor, son dönemde bölgesel çatışmalar nedeni ile aksamalara uğrayan Süveyş Kanalı güzergahına kıyasla transit süresini 45-60 günden 25-30 güne indirebilir ve nakliye maliyetini de yüzde 30 oranında azaltabilir.

Bu arada 2020’de, Modi’nin Chabahar-Zahedan demiryolu hattını inşa etme anlaşmasını imzalamasından dört yıl sonra Tahran, gecikmeleri gerekçe göstererek Hindistan’ı projeden çıkardı ve bu işi tek başına yapacağını iddia etti. Ancak Yeni Delhi için durum o kadar basit değildi. Aniden Çin’in ismi Chabahar projesine atıldı; Pekin ve Tahran’ın önerilen 400 milyar dolarlık ekonomik ve stratejik anlaşmayı, Çin’in İran’ın petrol ve gaz endüstrisine 280 milyar dolar, üretim ve ulaşım altyapısına 120 milyar dolar yatırım yapacağını öngören 25 yıllık anlaşmayı imzalamaya yakın olduğu ortaya atıldı. Çin’in Chabahar projesi ile bağlantısı açık olmasa da güçlü bir olasılık olarak kaldı. Ve Yeni Delhi’nin bu muhtemel Pekin nüfuzunu kırmak için daha uzun vadeli bir şeyler yapması gerekiyordu ki bu yıl mayıs ayında gerçekleşen gelişmeyi bu açıdan okumak gerek.

Chabahar’da son ilerleme

13 Mayıs’ta Hindistan ve İran, Chabahar Limanı’nın işletmesi ve geliştirilmesine yönelik 10 yıllık bir anlaşma imzaladı. Indian Ports Global Limited, Hindistan’ın Orta Asya, Afganistan, Güney Kafkasya ve büyük Avrasya bölgesi ile bağlantısını güçlendirmek için limana yaklaşık 120 milyon dolar yatırım yapacak ve altyapı gelişimi için yaklaşık 250 milyon dolar daha kredi olanağı sunacak. Şu ana kadar India Port Global Limited ile sözleşmeler yıllık imzalanıyordu. Yeni Delhi’nin liman operasyonları için çoğunlukla kısa vadeli anlaşmalar kullanması nedeni ile Hint yatırımcılar ve nakliyeciler Chabahar Limanı’na yatırım yapma konusunda isteksizdi. Ancak İran ile imzalanan bu uzun vadeli anlaşmanın yatırımcıların güvenini artırması bekleniyor.

Ancak bu ilerleme, Amerika’nın yaptırım uyarısı ile hızla gölgelendi. Ki Washington yönetimi, Hindistan-İran liman anlaşmasında muafiyet olmadığını açıklayarak, İran ile iş anlaşması yapmayı düşünen tüm kuruluşların “potansiyel yaptırım riski” ile karşı karşıya olduğu konusunda uyardı. Öte yandan Hindistan ise tek taraflı yaptırımlara inanmıyor ve yalnızca herhangi bir devlete karşı BM Güvenlik Konseyi’nin zorunlu kıldığı önlemleri kabul ediyor. Ancak bu durumda Hint şirketler, Batı’nın kısıtlarına önemli ölçüde maruz kaldıkları için çok daha ihtiyatlı olmak zorunda kalıyor ve bu nedenle CAATSA yaptırımları (Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası), onların Chabahar ve İran ile proaktif etkileşime girme hevesini azaltıyor. Bu noktada belki de tek taraflı yaptırım rejimine karşı yaptırımlardan muaf özel amaçlı araçlar, gerekli ikili mali düzenlemeler ve benzer düşünceleri paylaşan bir ticaret grubu için uygun mekanizmaların tasarlanması düşünülebilir.

İlişkilerde Reisi etkisi

İkili ilişkiler açısından merhum İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanı olarak görev süresi yalnızca samimiyet ve istikrar değil, aynı zamanda zorlu jeopolitik ortamda Yeni Delhi için fırsatlar getirdi. Reisi yönetiminin Yeni Delhi ile nihayet Chabahar projesi üzerine 10 yıllık bir sözleşme imzalaması ve hem projenin hem de ikili ilişkilerin Çin’in gölgesine düşmemesi adına oynadığı rolü anlamak için, Hindistan Dışişleri Bakanı S. Jaishankar’ın İran cumhurbaşkanı kazada ölmeden önce Kalküta’da yaptığı son açıklamaları dikkate almak gerekir: “Onların (Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan’ın) ilgileri ve inisiyatifleri sayesinde aslında uzun vadeli bir anlaşmaya varabildik.” Bu arada, Pakistan’a yaptığı son ziyarette Reisi, medyaya konuşurken Pakistan başbakanının Gazze’deki durumu Keşmir’deki durum ile denk tutma çabalarına destek vermeyi reddetmiş; İran-Pakistan ortak açıklamasında Keşmir’den bahsedilirken Yeni Delhi hassasiyetinin gözetildiği görülmüştü.

Dolayısıyla çoğunlukla Amerikan yaptırımı korkusunun gölgesinde gelişen ikili ilişkilerde Reisi, en azından Hindistan için çözümün bir parçası olarak görülüyordu. Ancak onun (ve dışişleri bakanının) helikopter kazası sonucu beklenmedik ölümü Yeni Delhi için işleri karmaşıklaştırıyor. Onun ölümü, özellikle Amerikan yaptırımları ve Orta Doğu’da nüfuz için Çin-Hindistan rekabeti göz önüne alındığında, Hindistan için bir gerileme olarak yorumlanıyor. Dolayısıyla bu aynı zamanda Amerika’nın İran politikasının öngörülemezliği ile bağların yeniden gözden geçirilmesi için kasvetli bir an sunuyor ki Hindistan’ın İran ile geliştirmeye çalıştığı altyapı ve ticaret ortaklığı her daim Amerika’nın öngörülemezliğinin, ekonomik yaptırımlarının veya yaptırım tehdidinin konusu olmuştur. Reisi’nin yokluğu ve ayrıca kısa bir süre sonra Amerika’daki seçim sezonunu dikkate alarak, Yeni Delhi’nin stratejik hedeflerine ulaşmak için öngörülemez düzlemde nasıl ilerlediğini ve Amerika’nın Hindistan-İran bağlarını yeniden koz olarak kullanıp kullanmayacağını görmek gerekecek.

Ezcümle

Chabahar’da Hindistan’ı ilgilendiren çok şey var. Yeni Delhi’nin Amerikan yaptırımları ve Washington’ın Tahran ile bağlarını koparma baskısı ile defalarca engellenmesine karşın projeyi inatla sürdürmesinin bir nedeni var. Aslında en temel neden açık: Potansiyel kazanımları Pekin’e hediye etmemek. Ama Chabahar Limanı projesi Yeni Delhi’nin onlarca yıldır ilgisini çekiyor olsa da aynı zamanda Hindistan’ın stratejik çıkarlarının Amerika’nın öncelikleri uğruna feda edildiği Amerikan-Hindistan ortaklığındaki kör noktayı da sembolize ediyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English