Söyleşi
‘Rusya, Çin’in küçük ortağı olursa Avrupa için felaket olur’

Eski Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Elmar Brok Harici’ye konuştu: “Rusya Ukrayna’yı terkederse Avrupa’nın işbirliği yapması gerekiyor. Rusya Çin’in eline geçerse Çin’in küçük ortağı olarak ortaya çıkacak. Bu Avrupa’nın düzeni için bir felaket olur.”
Alman siyasetçi Elmar Brok Avrupa Halk Partisi (EPP) üyesidir. Brüksel’de en uzun süre görev yapan AP üyesi olan Brok, 1980’den bu yana Almanya ve Avrupa siyasetinde birçok liderlik pozisyonunda bulunmuştur. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi (AFET) Başkanlığı da yapmış olan Brok, görev süresince AB dış politikası doğrultusunda sık sık çatışma bölgelerine seyahat etmiştir.
Elmar Brok, Gazze ve Ukrayna çatışmalarına ilişkin Avrupa ve Almanya’nın politikaları üzerine sorularımızı yanıtladı.
Ukrayna için Avrupa birleşik cephesinin bir süredir çatladığını düşünüyor musunuz? Almanya bir yandan Ukrayna savaşına askeri açıdan doğrudan dahil olmak istemiyor, diğer yandan Fransa ve bazı Doğu Avrupa ülkeleri de karaya çıkma ihtimalini dışlamıyor. Mali yardımla ilgili bazı çatlaklar var. Ukrayna’nın AB yardımını kalıcı olarak güvence altına alabileceğini düşünüyor musunuz?
Ukrayna’ya yapılacak yardımın güvende olduğunu düşünüyorum, Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nda yeniden karar verildi. Ayrıca Almanya da garanti. Almanya, ABD’den sonra Ukrayna’ya en çok silah sevkiyatı yapan ülke konumunda. Ama daha fazlasını göndermeleri gerektiğine inanıyorum. Örneğin, Ukraynalılara Rusların lojistiğini Ukrayna sınırlarının dışında da yok etme şansı veren Taurus seyir füzesi. Bu çok faydalı olur. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yanlış anlaşıldı. Sahadaki askerlere teknik yardım için olabileceğini söylemişti; savaşan askerler olarak değil. Sanırım Avrupa Birliği’nde herkes, NATO ülkelerinin bu savaşa muharip güç olarak giremeyeceği konusunda hemfikir, çünkü bu, Türkiye’den İngiltere’ye kadar herkesin dahil olacağı NATO davası anlamına geliyor. Nitekim, bu da kastedilmedi, konu yanlış anlaşıldı. Ancak Avrupa’nın daha fazlasını yapması gerektiğine inanıyorum. Pek çok ülke Ukraynalıların kendi özgürlüğümüz için mücadele ettiğini henüz anlamadı. Putin, Polonya’nın da dahil olduğu eski Çarlık İmparatorluğu’nu kurmak istediğini söyledi. Ve onun ileri gitmesinden memnun değiliz. Barış anlaşmamızı veya ateşkesi yaptığımızda, orada bir an duracak, üç yıl, dört yıl toparlanacak ve sonra devam edecek. Hedeflerinin ne olduğu açıkça söylendi ve buna odaklanmamız gerekiyor. Bunu ciddi olarak söylüyor.
Rusya, yıllar önce NATO’nun Rusya sınırlarına yaklaşmaması konusunda sözlü bir anlaşma yapıldığını ancak sözlerini tutmadıklarını iddia ediyor. Yani bu onların kendi topraklarını savunmalarına yönelik bir açıklama.
2014’te savaşı durduran bir Minsk anlaşması var ama Putin, savaşı sürdürmek için bir sonraki avantaj olan 2022’yi elde edene kadar yapılan tüm müzakerelere rağmen hiçbir zaman bundan kalıcı bir barış yapmayı ciddi olarak düşünmedi. Minsk, Putin’in Ukrayna’da kalıcı bir barış istemediğinin kanıtıdır. Açıkça Ukraynalıların kendilerine ait bir kimliği olmadığını, hepsinin Rus olduğunu söylüyor. Birkaç gün önce yaptığı konuşmada yine Avrupalıların Ukrayna’ya gitmesi halinde bunun Rusya topraklarına gitmeleri anlamına geldiğini söylemişti. Bu anlayış kabul edilebilir değil. Bağımsız, egemen bir ülkenin toprağını kendinizinmiş gibi ilan edemezsiniz.
Rusya-Avrupa ilişkilerinin tamamen bozulması mümkün mü? Ukrayna’daki savaştan sonra ilişkilerin düzelme ihtimalini görüyor musunuz? Avrupa ve Rusya için öngörü nedir?
Bunu denemeliyiz ama Putin uluslararası hukuka boyun eğmeli, Ukrayna’yı terk etmeli. Ama tabii ki hal böyle olunca Rusya ve Avrupa’nın işbirliği yapması gerekiyor. Rusya Çin’in eline geçerse Çin’in küçük ortağı olarak ortaya çıkacak. Bu Avrupa’nın düzeni için bir felaket olur. Ukraynalıların müttefik olması da iyi çünkü tüm hammaddeler orada. Ortak çıkar çok güçlü ancak Putin’in eski Çarlık İmparatorluğu’nu kurtarmak için uluslararası hukuku ihlal ederek yaptığı savaş ve fantezileri tarihsel olarak yanlıştır ve geleceğe değil, yalnızca geriye bakmaktadır. Bunlar Rusya’nın çıkarlarını da ihlal ediyor.
Avrupa’nın enerji, gaz ve tahıl konusunda da Rusya’ya bağımlı olduğu göz önüne alındığında, sizce önümüzdeki birkaç yıl içinde Avrupa bir noktada diz çökecek ve Ukrayna’ya askeri yardım yapmayı bırakmak zorunda kalacak mı?
Hayır, önemli bir ülkeyi bağımsız tutmak bizim öz-korumamızdır. Ve ulusların egemenliğine ilişkin uluslararası hukuka bağlı kalmak, son 70 yılda olduğu gibi kalıcı hukukun korunmasıdır. Yeni bir savaş mangasına teslim olmak için bu yoldan ayrılmamalıyız. Putin bu bakımdan Hitler’in ya da başkalarının yaptığı gibi davranıyor. Biz Avrupa’da, kimin bağımsız olup olmadığına Avrupa’nın büyük ülkelerinin karar verdiği bu emperyalist döneme asla geri dönmeyeceğimiz bir durumda olmak istiyoruz.
Ama söyledikleriniz Almanya’nın İsrail politikasıyla bağdaşmıyor. Yani Almanya, ABD’den sonra neredeyse yüzde 25’lik toplam alımla İsrail’in ikinci silah sağlayıcısı konumunda. Uluslararası hukuktan bahsederken, uluslararası hukukun ihlalinden bahsederken Gazze’den de bahsetmek gerekir.
Bakın öncelikle bizim belli bir sorumluluğumuz var. 7 Ekim’de İsraillilerin Hamas tarafından katledilmesi uluslararası hukukun da ihlalidir.
Peki olaylar 7 Ekim’de mi başladı? 1948’den bu yana neler oluyor?
Hamas 2007’de Filistin Yönetimi’nin sorumluluğunu ortadan kaldırdı. İktidara darbeler yapıldı.
2006 yılında seçildiler. Uluslararası gözlemciler vardı.
Hayır, genel olarak Filistin Yönetimi kazandı. Hamas Filistin değildir. Hamas bir terör örgütüdür. Terör örgütüne asla destek vermiyoruz.
On binlerce sivil öldürülüyor ve bunların çoğunluğunu çocuklar oluşturuyor. Bununla yüzleşebilir misin? Almanya hala İsrail’i destekliyor.
İsrail 2005’te Gazze’yi terk etti. O günden bu yana Hamas savaşa başladı. Sorun şu ki, son 15 yılda her gün Gazze’den İsrail topraklarına füze atıyorlar. İstanbul’un Avrupa yakasından, İstanbul’un Asya yakasına her gün füze atılmasını ister miydiniz? Günlük durum budur. Bunu durdurmaları gerekiyor. Bütün yetkiyi Filistin Yönetimine geri vermeliler.
Ama gerçek bu değil. Şu anda 30.000’den fazla sivil öldü. Yani bunu yapmanın İsrail’in hakkı olduğunu söylüyorsunuz.
Ama 15 yıl önce her gün, Hamas’ın roketlerinin üzerime geldiğini gördüm. Hatta bu duruma iki kez düştüm.
İsrail sadece Hamas’a karşı savaşmıyor, tüm sivillere karşı savaşıyor.
Hayır, Hamas’a karşı savaşıyorlar ve bunlar sivil mağdurlar. İsrail’in bu yönteminin iyi olup olmadığı da başka bir soru. Bu tartışılabilir ama kendilerini savunma hakları var, buna saygı duyulması lazım. Buna saygı duyulursa ve Hamas’ın sivillere yaptıkları ve onları canavar gibi öldürdükleri de söylenirse o zaman konuşabiliriz.
İllegal yerleşimlerin her geçen gün arttığını ve yakın gelecekte Filistin’in kalmayacağını nasıl açıklıyorsunuz?
Gazze’de değil. Gazze’de 2005’ten beri İsrail yerleşimi yok, şu anda işgal altında ama yerleşim yok. İsrail yerleşimleri terk etti.
Fakat Filistin meselesi devam ediyor.
Hamas’ı, Gazze’yi ve Batı Şeria’yı böyle bölüyorsunuz. Batı Şeria konusunda da size katılıyorum. Ben İsrail’in bu yerleşimlerine karşıyım ve onlara da söyledim. Eylül ayında İsrail’deydim ve bunu ülkenin önde gelen isimlerine bir kez daha söyledim. Ben de “terk edin, yerleşim politikasına devam etmeyin, bunun yanlış olduğuna inanıyorum, iki devletli çözüme inanıyorum” dedim.
İsrail’e saldırı olduğunda İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu söylüyorsunuz.
Biz Almanlar 7 milyon Yahudi’yi öldürdük. Ülkemde Holokost’ta öldürülen 7 milyon Yahudi… Bu ahlaki sorumluluk yaratıyor. Bunun için özür dilerim. Almanya özel bir durumda…
İsrail uluslararası hukuka aykırı olan yasa dışı yerleşimleri artırırken siz İsrail’e karşı ne yaptınız? Filistin’in kendini savunma hakkı yok muydu? Hayır, bir şey yapmadınız. Bunun yerine İsrail’i Filistinlilere karşı silahlandırdınız.
Geçmişte her gün müzakerelerin bir parçasıydım. Başbakan Ehud Olmert ile Mahmud Abbas’ın elçisiydim ve Abbas’ı çok iyi tanırım. Hayatım boyunca yerleşimlere karşı çalıştım. İsrail’e denizaltı verdik ama denizaltılar Gazze’de aktif değil.
Ama genel olarak İsrail’e silah sağlıyorsunuz.
Hayır, İsrail Almanya’ya Almanya’nın İsrail’e verdiğinden daha fazla silah veriyor. Ve İsrail’in, bunu şimdi uygun bir şekilde yapsın, yapmasın, kendisini savunma hakkı var, bu başka bir hikaye. Bunun başka bir şekilde yapılabileceğine inanıyorum. Ama Hamas’ın üçüncü, dördüncü kez böyle şeyler yapmasının ardından Hamas’ı yok etmek, bunun meşru müdafaa hakkı olması gerekir; meşru müdafaanın kabul edilebilir bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı, bu da tartışabileceğimiz başka bir konu.
Avrupa’nın sorunlarına geri dönelim. Almanya’ya bakalım. Şansölye Olaf Scholz, Ukrayna Savaşı’nı bir Zeitenwende (dönüm noktası) olarak nitelendirdi. Almanya savunma harcamalarını artırdı. Ancak devasa savunma harcamaları yurt içinde ve yurt dışında eleştirilere hedef oluyor. Ne düşünüyorsunuz?
Bakın, Alman Ordusu özellikle sosyalistlerin bunu asla istememesi nedeniyle yetersiz finanse ediliyordu. Şu anda hükümette olan sosyalistlerin kendimizi savunabilmemiz ve NATO içinde işimizi yapabilmemiz için harcamaları artırmak istemeleri ve artırmış olmaları gerçekten heyecan verici. Bu iyi bir gelişme ama yine de yeterli olmadığına inanıyorum. Burada daha fazlasının yapılması gerekiyor. 1990’dan sonra tüm dünyada olduğu gibi biz de Avrupa’da sonsuza kadar barış olacağına inandık. Yanılmışız; oluşturduğumuz tüm stratejiler yanlıştı çünkü Avrupa, ülkemizi bir daha asla klasik bir savaşta savunmamamız gerektiği söyledi. Ve şimdi gördük ki, bu, Rusya’nın, eski Sovyetler Birliği’nin defalarca imzaladığı, ulusların egemenliği ve bir ülkenin sınırlarının ihlal edilmemesi ilkelerine dayanıyordu. Ama Putin’in bu prensibi yıkıyor ve biz buna hazır değiliz, kendimizi buna hazırlıyoruz.
Ekonomiden bahsedelim. Alman ekonomisinin sanayisizleştiği söyleniyor. Katılıyor musunuz? Alman ekonomisi için böyle bir tehdit var mı?
Halen dünyanın üçüncü, Avrupa’nın ise en büyük ekonomisiyiz. Şu anda bununla baş edemeyen kırmızı, yeşil, sarı bir hükümetimiz var. İyi bir hükümet değil. Bu bazen seçimlerden sonra da olur. Ve bunun değiştirilmesi gerekiyor. Bürokrasiden kurtulmamız lazım. İşleri çok daha rekabetçi hale getirmeliyiz ama temel hala orada duruyor ve bu mevcut politikanın kısa sürede değişeceğini düşünüyorum. Bu nedenle o kadar da kötümser değilim. Bu Almanya için dünyanın sonu değil. Nüfusumuzun azaldığı doğru. Bu, tüm Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Sorun da bu ve bu nedenle yapıcı bir göçten yanayım.
Ama Suriyeli göçü değil; Ukraynalılar daha iyi değil mi? Göçmen kabulünde çifte standart uyguladığınızı kabul eder misiniz?
Yüzbinlerce Suriyeli göçmeni kabul ettik.
Türkiye milyonlarcasını aldı.
Ama Türkiye’ye bizim tarafımızdan ödeme yapıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan defalarca fonların teslim edilmemesinden şikayet etti.
Hayır, ben bunu ilk kez 2015 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a anlattım. Bununla ilgili bir belge hazırladım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Şansölye Angela Merkel’e bir mesaj getirdim. Ve Merkel çok geç tepki verdi. Buna tepki vermesi için yılın dörtte üçüne ihtiyacı vardı. Ama diğer ülkelerden de nitelikli işgücü almak istiyoruz. Mesela Suriyelilerin çok yetenekli, çok iyi tıp doktorları var. Almanya’da çok sayıda Suriyeli doktorumuz var ve buna açığız. Ama her yıl bir milyon göçmeni kabul edemiyoruz. Kimse bununla başa çıkamaz. Ayrıca bir an için entegrasyona hazır olmayan göçmenler de uygun değil.
Bunun yerine, bununla uğraştığı için Türkiye’ye para ödemek istediniz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu öneriyi yaptı. Almanya’da dünya birliği olamaz; Afrika’dan, Orta Doğu’dan alamayız. O zaman her yıl 3 milyon göçmenimiz olurdu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten bu anlaşmayı kendisi mi teklif etti? Suriye ile sınırlarımız var ve Türkiye zorunlu olarak sınırları açtı. (Anlaşmanın olup olmaması sınırların açılmasıyla ilgili kararı değiştirmeyecekti.)
Bu nedenle iki ya da üç katını teklif etmek zorunda kaldık. Bu konuda size yardım etmek çok para gerektirdi. Uzlaşmaya ilişkin anlaşma buydu. Yoksa Avrupa’da AfD’nin (Alternative für Deutschland) ve sağ partilerin iktidarda olmasını mı istiyorsunuz? Bu tercihiniz bu mu olurdu? Bu Türkiye için iyi olmaz. Almanya’da Türkler çok fazla. Türklerin gelmesi serbest. Türklere olumlu bakmamız lazım. Artık kısmen Alman vatandaşları olan Türk vatandaşları, daha önce Polonyalıların yaptığı gibi Almanya’da çok yapıcı bir rol oynadı. Almanya ekonomisi her zaman yabancı işçiler tarafından geliştirildi. Almanların modern ekonomideki gücünün başlangıcı, Polonya’da geçen yüzyılın başında. Polonyalılar kırsal alan inşa etti. Daha sonra İtalyanlar ve İspanyollar geldi. Daha sonra 1960’lı yıllarda Türkler geldi. Onlar toplumumuzun bir parçası. Almanya’da 3 buçuk milyon, 4 milyon civarında Türk var.
Türkiye’den bahsetmişken, AB üyeliği artık gündemde değil çünkü bu konuda bir umut yok. Bunu Türkiye’de tartışmıyoruz. Bunun olmayacağını biliyoruz. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği ve şu anda AB’nin Türkiye’ye oyun oynadığı görüşüne katılıyor musunuz?
Şu anda hayır, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi gerekiyor. Bu ülkedeki siyasi özgürlükler, hukukun üstünlüğü vb. konularda belli bir anlayışımız var. Ama evet denmiyor ve mesele de bu. Bence Ukrayna ve diğer ülkelere de yapmamız gereken şey şu; öncelikle Türkiye ile Gümrük Birliği’nin modernize edilmesi gerektiğidir ki bu da büyük ölçüde ortak çıkara uygundur. Çünkü birçok ürün, yeni ürünler anlaşma kapsamına girmiyor. Dolayısıyla bu çok önemli, ekonomik çıkarlar açısından çok önemli. Geçmişte Türk liderlerle başka konuları da tartıştım. Öncelikle Avrupa ekonomik alanında olduğu gibi, özellikle eski EFTA’daki (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) ülkelerde olduğu gibi ilerleme kaydetmeliyiz. Onlarla birlikte, şu anda Norveç ve İzlanda’da olduğu gibi, Avrupa Birliği’nin iç pazarının tam üyeleri oldukları Avrupa Ekonomik Alanı ile tanıştık. Ancak İsveç, Finlandiya ve Avusturya da bunun bir parçasıydı ancak bu zeminde daha sonra tam üyelik müzakerelerini yaptılar. Norveç, farklı bir oyuncu ve bunu yapmamaya karar verdi çünkü şu anki pozisyonda olmak istiyorlardı. İşte bu şekilde bizi birbirimize yaklaştıracak ve çok pratik olacak, aynı zamanda Türkiye’de Avrupa Birliği ile adım adım çözüme giden bir yol olacaktır.
Son sorumu sorayım. Alman koalisyon hükümeti içinde mali denge, borç freni, Yeşil Anlaşma konularında pek çok tartışma yaşandı ve şimdi de çiftçilerin protestoları tüm Avrupa’yı sarsıyor. FDP koalisyondan ayrılıp ana muhalefetteki CDU/CSU ile güçlerini birleştirebileceğinin sinyalini verdi. Trafik lambası koalisyonunun artık geçerliliğini yitirdiğini mi düşünüyorsunuz?
Bu koalisyonun sonucunu görünce eskimiş olduğunu görüyorum ama dağılıp dağılmayacaklarını bilmiyorum. Dağılırsa, yeniden seçimler yapılırsa daha iyi olur. Rekabetçiliğe ulaşmak için uyguladıkları hedefin yani iklim değişikliğiyle mücadelenin doğru hedef olduğunu görmemiz gerekiyor. Ancak bununla başa çıkmak neredeyse mümkün değildi. Büyük maliyeti ödemek yerine bunu çiftçilerle kesmek istediklerinde bu yanlış yoldur. Çiftçiler büyük işletmeleri finanse etmemeli ve bu nedenle burada bunun nasıl yapılacağı konusunda uygulamaya ilişkin bir anlaşmazlığımız var. Bu kısmen hedeflere yönelik bir yol değil, hedeflere nasıl ulaşılacağıyla ilgili bir yöntem meselesidir. Ve burada mevcut hükümet tam bir felaket…
Söyleşi
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır

Alexander Rahr, Almanya’nın önde gelen dış politika uzmanlarından biridir. Yirmi yıl boyunca Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP) bünyesinde çalışmış ve burada yöneticilik yaparak Alman dış politikasının şekillenmesinde önemli roller üstlenmiştir. Özellikle Almanya-Rusya ilişkileri konusunda uzmanlaşan Rahr, Doğu Avrupa politikaları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Politikaya entelektüel derinlik kazandıran analizleriyle hem akademide hem karar alıcı çevrelerde saygı görmüştür. Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı sahibi Rahr, aynı zamanda Avrasya coğrafyasına dair perspektifleriyle Alman kamuoyunun dikkatini bu bölgeye çekmiştir. Alexander Rahr ile Berlin’deki evinde özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Almanya’da yeni federal hükümeti ve öne çıkan konuları sorduk.
S: Yeni hükümet için en büyük zorluklar ve sınavlar neler olacak?
C: En büyük zorluk, basitçe söylemek gerekirse, Ampel koalisyonundan farklı bir görüntü vermek ve onlar gibi kendi içinde bölünmemek olacak. Bu zaten başlı başına zor bir iş. Ve eminim ki ilk büyük tartışma yaz aylarında göç meselesi üzerinden patlak verecek. Özellikle CDU, İçişleri Bakanı Dobrindt ile birlikte sınırları kapatmak ve insanları sınır dışı etmek konusunda ciddiyse. Bu durumda koalisyonun dağılma tehlikesi hemen ortaya çıkar, çünkü SPD buna karşı çıkacaktır. Bence bu tür anlaşmazlıklar savunma ve militarizasyon politikalarında da yaşanacak. SPD içinde barış hareketinden gelen kişiler, bu kadar silahlanmaya karşı çıkacaktır. Kısacası, bu hükümetin 4 yıl dayanması beni şaşırtır.
Alman ekonomisi, ‘askerileşerek’ düzeltilemez
S: Almanya bir süredir resesyonda. Bu bağlamda sormak istediğim şu: Yeni hükümetle birlikte, ekonomiyi canlandırmak için askeri harcamalara ağırlık verilmesi, yani bir tür militarizasyon yoluyla ekonomik hareketlilik sağlanmak mı isteniyor? Bu mümkün mü? Çünkü bu, bir dönüşüm gibi görünüyor. Otomotiv sektöründe artık Almanya geçmişteki gibi lider değil. Şimdi bu boşluğu askeri sanayiyle doldurmak istiyor olabilir mi?
C: Evet, bu Merz hükümetinin ve elitlerin planı. Bu durum beni oldukça şaşırtıyor, çünkü ben böyle bir Almanya tanımıyorum. Ama Spiegel ve diğer haber kaynaklarını okuduğumda, söylediklerinizi doğrulayan şeylerle karşılaşıyorum. Alman ekonomi çevreleri, özellikle de hükümet ve partiler, bir silahlanma yarışıyla — ki bu, 40 yıl önce Reagan’ın izlediği “Rusları silah yarışıyla tüketme” politikasıdır — büyük bir ekonomik atılım yaşanacağına inanıyor. Avrupa’nın büyük çaplı silahlanmasıyla yeni siparişlerin geleceğini, yeni şirketlerin kurulacağını, yeni para kaynaklarının oluşacağını ve en önemlisi Avrupa’nın bu sayede güçlenip diğerlerini sindirerek dünyada daha fazla nüfuz kazanacağını düşünüyorlar.
Bu oldukça geleneksel bir bakış açısı. Ancak çok tehlikeli ve bazı gerçekleri göz ardı ediyor. Bu bakış açısı, Rus ekonomisini tamamen küçümsüyor; çünkü hâlâ yaptırımlarla Rusya’nın yenilebileceğine inanılıyor ama bu olmayacak. Ayrıca, Almanya ya da Avrupa’nın büyük çaplı bir militarizasyonuna verilecek yanıtın, dünyanın geri kalanının — örneğin Çin’in — silahlanmaya başlaması olacağını da göz ardı ediyor. Çin artık o kadar barışçıl olmayacaktır. Avrupa’nın silahlandığını gören diğer ülkeler, bunun başlangıçta Rusya’ya karşı olduğunu düşünecek, ama ardından Çin ve diğer ülkelere karşı da olabileceğini anlayacak ve kendilerini buna göre hazırlayacaklardır. Bu, küresel ekonomi için iyi bir gelişme değil. Aksine, dünyada yeni blokların oluşmasına ve küreselleşmenin sonuna yol açabilir.
Almanya’nın iç dinamiklerine baktığımızda, burada da büyük bir hayal dünyasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü Almanya’nın en büyük sorunları ne Rusya’da ne de Ukrayna krizinde; dış kaynaklı değil. Almanya’nın asıl sorunu — ki uzmanlar yıllardır bunu dile getiriyor — sanayisizleşmedir. Bu süreç oldukça ilerlemiş durumda. Almanya’nın yeniden güçlü bir sanayi ülkesi olabilmesi için potansiyelini geri kazanması gerekiyor, ama bunu silahlanma yoluyla değil. İnsanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyleri üretmemiz ve altyapıyı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Köprüler yıkılıyor, yollar bozuluyor, demiryolları çalışmıyor, havaalanları düzgün işlemiyor. Tüm bunlar bir silah sanayisiyle düzeltilemez. Biz artık 1930’lu yıllarda yaşamıyoruz.
Hükümet sosyal harcamalarda büyük kesintiler yapacak
İkinci olarak, Almanya devlet bütçesindeki en büyük kalem sosyal harcamalardır. Alman bütçesinin %43’ü emeklilere — ki sayıları giderek artıyor — uzun süreli işsizlere, öğrencilere, annelere özel emeklilik hakkı gibi sosyal ödemelere ayrılmış durumda. Yani Almanya’da sosyal harcamalar son derece yüksek. Aynı anda hem silah sanayisini büyük bir hızla büyütmeye, Avrupa’yı dünyanın en güçlü askeri gücü haline getirmeye çalışıp, hem de bu sosyal bütçeleri ve sosyal güvenlik ağını aynı düzeyde koruyamazsınız. Kesintiye gitmek zorunda kalacaklar. Ve işte tam bu noktada toplumun tahammül sınırlarına ulaşmış olacağız. Elbette, sonsuza kadar borçlanmak mümkün değil. Silahlanmaya ayrılan paralar, sosyal harcamalardaki açıkları kapatacak kadar vergi geliri sağlamayacak. Bu da şu anlama geliyor: sosyal yardımlarda kesintiye gidilecek ya da Almanya’daki insanlar — özellikle de emekliler — önümüzdeki yıllarda alıştıkları birçok şeyden feragat etmek zorunda kalacak.
Avrupa’daki ve Amerika’daki mevcut iktidarlar için borçlanmak şu an cazip görünüyor. Ama büyük faiz ödemeleri gerektiğini unutuyorlar. Bu paralar kazanılmış değil, borçla alınmış paralar ve bunlar için yüksek faiz ödemek gerekiyor. Bu faizler de ancak ekonominin ürettiği gelirle karşılanabilir. Ve bu gelirlerin büyük bir kısmı sadece bu faizleri ödemek için harcanacak. Sonuç olarak, bu gidişat Almanya’da büyük bir sosyal krize yol açabilir. Son 30 yılda Almanya büyük kitlesel protestolar yaşamadı. Alman halkı hep doyurulmuş, ya da en azından görece doyurulmuş bir halktı. Burada, bazı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında kimse aç değil. Ama şunu söyleyeyim: eğer dikkat edilmezse, bu durum birkaç yıl içinde hızla değişebilir. Eğer Almanya, geçmişte sosyal piyasa ekonomisinin temelini oluşturan “sosyal” önceliklere yeniden yönelmezse ve bunun yerine sadece silahlanmaya ağırlık verirse, o zaman karşı karşıya kalacağımız sorunlar kendini açıkça gösterecek.
AfD, mevcut sistem partileri tarafından yasaklanabilir
S: AfD konusuna gelmek istiyorum… Sizce bu partinin gelecekte yasaklanması hâlâ olası mı, yoksa Alman elitleri ya da sistem, AfD’yi entegre etmeye mi çalışacak? Parti zamanla sistem içine çekilip, belki CDU ile birlikte iktidar ortağı olabilir mi? Bunun için neler olması gerekir? Örneğin, Björn Höcke gibi isimlerden ayrışarak partinin bölünmesi ve daha “uyumlu” bir çizgiye çekilmesi gibi senaryolar tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
C: Size bu konuda üç olası senaryo sunabilirim. Birinci senaryo: Siyaset, “idare etme” yöntemiyle devam eder. Yani sorunlar geçici çözümlerle yamalanır, bazı şeyler onarılmaya çalışılır ama bir süre sonra tekrar bozulur. Bu şekilde durumu idare etmek, para yettiği ve halk buna katlandığı sürece birkaç yıl daha sürdürülebilir. Ama bir noktadan sonra bu senaryo sürdürülemez hale gelecektir.
İkinci senaryo: “Brandmauer” (yani AfD ile işbirliğine kesin karşı duruş) yıkılır ve CDU, AfD ile koalisyona girmek zorunda kalır. Bu özellikle eyalet düzeyinde gerçekleşebilir. Ayrıca, Sahra Wagenknecht’in partisi gibi bir oluşumun özellikle Doğu Almanya’da güçlenerek yeniden sahneye çıkabileceğini düşünüyorum. Bu olmazsa bile benzer başka bir sol eğilimli parti ortaya çıkabilir. Bu da sizin AfD’nin bölünüp bölünmeyeceği sorunuza yanıt olabilir: AfD bölünmez, ama farklı bir parti doğabilir. Bu yeni parti bazı koşullarda, örneğin Thüringen, Sachsen-Anhalt ya da Sachsen gibi eyaletlerde AfD ile koalisyon ortağı olabilir. Eğer bu model işlerse, başka eyaletlerde de benzer gelişmeler yaşanabilir. Bu, önümüzdeki 20 yıl içinde Almanya için gayet olası bir gelişme senaryosudur.
Üçüncü senaryo ise şu: AfD, mevcut sistem partileri ya da elitler tarafından yasaklanabilir. Bence Almanya’da böyle bir yasaklama kültürü gayet mümkün; halka Rusya korkusu ya da faşizm tehdidi üzerinden ciddi bir korku pompalanabilir. Alman toplumu, tarihî geçmişi nedeniyle bu tür korkulara karşı oldukça hassas ve böyle bir yasağı destekleyebilir. Ancak diğer ülkeler bu duruma aynı şekilde yaklaşmayacaktır. Eğer Almanya böyle bir yasaklama politikasına yönelirse, Avrupa’daki liderlik konumunu kaybedebilir. Çünkü diğer Avrupa ülkelerinin aynı yola gireceğini sanmıyorum.
Alman siyaseti, Trump sonrası ABD’yi bekliyor
S: Alman dış politikası yeni dönemde nasıl olacak? ABD ile ilişkiler, Almanya’nın Avrupa içindeki rolü en çok merak edilen ve tartışılan konular arasında.
C: Alman dış politikası hâlâ bir çıkmazda ve yeni hükümetin ne yapacağına karar vermek için fazla zamanı yok. Merz ile birlikte dünya sadece yeni bir Alman şansölyesi kazanmış olmuyor, aynı zamanda Avrupa da yeni bir lider kazanmış oluyor. Bu, Almanya’dan bakıldığında biraz kibirli bir yaklaşım gibi görünse de, diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde algılanıyor ve dile getiriliyor. Umutlar Almanya’ya bağlanmış durumda. Basitçe söylemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin gelecekteki militarizasyon planları, iç reformları, Amerika’dan kademeli uzaklaşması gibi adımlar yalnızca Almanya liderliğinde gerçekleşebilir.
İngiltere artık Avrupa Birliği’nde değil ve Almanya’nın önümüzdeki yıllarda borç freni uygulamasından vazgeçmesiyle sahip olacağı devasa bütçeye de sahip değil. Fransa ise ekonomik olarak gerileme sürecinde. Bu nedenle Avrupa’nın liderlik yükü Almanya’nın omuzlarında ve şimdi Avrupa kendi yönünü yeniden belirlemek zorunda. Bu da artık Merz’in sorumluluğunda. Asıl soru şu: O ve yeni ekibi bunu ne ölçüde başarabilecek? Kendi adıma şüphelerim var, ancak objektif olarak bakıldığında Merz’in üç temel alanda yön belirlemesi gerektiği açık.
İlk hedef, Almanya’nın Amerika ile olan ilişkisini tamamen yeniden tanımlamak. Ancak bu, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Almanya, onlarca yıl boyunca Avrupa’dan çok transatlantik düşünceye, yani Amerika merkezli bir yaklaşıma odaklandı. Kültürel, medeniyet düzeyinde, askeri ve ekonomik bağlamda Amerika’dan kopmak neredeyse imkânsız bir şey. Ancak Avrupa, daha özerk bir yapı kurmak ve şu anda hedeflenen büyük güç olma vizyonunu gerçekleştirmek istiyorsa bunu yapmak zorunda. Yani Avrupa, Amerika’nın altında değil, onun yanında yer alan bağımsız bir büyük güç hâline gelmeli. Fakat bu kolay olmayacak, çünkü kaynaklar bu hedef için yeterli olmayabilir.
İdeolojik olarak da Almanya buna hazır değil. Transatlantik ilişkiyi yeniden şekillendirmekten bahsederken şu gerçeği vurgulamak gerekir: Almanya, ne Amerika’dan uzaklaşmak istiyor ne de uzaklaşabilir. Çünkü medeniyet, kültür, siyaset, askeri ve güvenlik politikaları düzeyinde — hatta tarihsel olarak da — Amerika ile tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Almanya’daki elitlerin büyük kısmı Amerika’da yetişti; Amerikan üniversitelerinde eğitim aldı. Bu nedenle Alman siyasetinde hâkim olan yaklaşım şu: Trump’ın iki yıl içinde başarısız olacağı, Kongre’de Demokratların çoğunluğu elde edeceği, ardından iki yıl sonra Trump’ın iktidarı kaybedeceği ve yerine genç bir Biden ya da yeni bir Obama gibi bir Demokrat liderin geçeceği beklentisi. Bu lider de 1945’ten bu yana süregelen transatlantik ilişkiyi sürdürecek. Aslında Almanya’nın umudu ve stratejisi, bu senaryoya yatırım yapmak.
Bu yüzden diyorum ki, Almanya’nın izlediği strateji çelişkili: Bir yandan daha özerk olmayı hedefliyor, öte yandan psikolojik olarak buna hazır değil. Almanya hâlâ iki yıl daha sabredip Trump’ın sahneden çekilmesini bekliyor ve ardından her şeyin eski haline döneceğini umuyor. Çünkü Almanya’nın arzusu eski “normal”e, eski statükoya dönmek. Aslında Almanya, Avrupa’da liderlik rolünü üstlenmeye hiç de hazır değil. Zaten esas soru şu: Avrupa, Almanya’nın Merz liderliğindeki bu yeni liderlik iddiasını kabul edecek mi? Bu konuda oldukça şüpheliyim. Alman ya da Avrupa elitlerinin Merz yönetiminde bir Avrupa liderliği arzusu var, ancak bu arzu gerçekçi olmayabilir.
İkinci büyük sorun ise Rusya. Bu konuda artık yön belirleyici kararlar alınması gerekiyor, ancak şu anda alınan kararlar tamamen yanlış yöne gidiyor. Her şey olası bir Rusya savaşı ihtimaline doğru ilerliyor. Burada da Almanlar ve Avrupalılar büyük ölçüde hayal dünyasında yaşıyor. Son 35 yıldır hep kazandıklarına, Avrupa’nın hâlâ güçlü olduğuna ve Rusya’yı yenebileceklerine inanıyorlar. Ancak ben buna şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü Rusya hâlâ bir büyük güç ve yeniden büyük güç olma yolunda ilerliyor. Bana göre, Almanya’nın politikası bu denli radikal bir militarizasyona yönelmemeli ve savunmaya 500 milyar euro harcamamalı. Elbette caydırıcılığa güvenilebilir, bu doğru. Ancak aynı zamanda — ki bu tamamen eksik — diplomasi yürütülmeli, Rusya ile masaya oturulmalı ve müzakere yoluyla bir uzlaşma aranmalıdır. Şuna inanıyorum: Rusya’ya karşı konumlanmış bir Avrupa hiçbir zaman istikrarlı olmayacaktır. Bu temel ilke olmalıdır. İçinde Rusya’nın da yer aldığı bir Avrupa’ya ihtiyacımız var. Rusya ile sürekli bir çatışma, Avrupa’yı daha da zayıflatır; tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Avrupa’yı böler. Bunu görmemiz gerekiyor.
Üçüncü yön belirleyici mesele ise — ABD ve Rusya’nın ardından — Almanya’nın diğer devletlerle, özellikle de genel olarak küresel Güney ile olan ilişkileridir. Almanya bu alanda dış politikasını yeniden tanımlamak istiyor. Ancak bu, Almanya sadece “değer odaklı dış politika”dan söz ettiği ve dünyaya gerçekçi, reelpolitik bir bakış açısıyla yaklaşmadığı sürece oldukça zor olacaktır. Özellikle küresel Güney, Avrupa’nın değil, daha çok Rusya’nın yanında yer alıyor. Aynı zamanda bu ülkeler, Batı’ya ve Amerika’ya karşı kendi güçlerini ve ittifaklarını oluşturma çabasında. Gözlerimizin önünde Rusya ve Çin, Rusya ve Hindistan arasında Avrasya merkezli yeni ittifaklar doğuyor. Orta Asya ülkeleri bir yandan Rusya’nın güvenlik paktına, diğer yandan da Çin’in “Yeni İpek Yolu” stratejisine entegre oluyor.
Evet, bence Alman federal hükümeti bu üç ana sorun karşısında iyi bir konumda değil, çünkü henüz bu gerçekleri tam olarak kavrayabilmiş değil. Almanlar ve Alman siyaseti hâlâ son 35 yılın zafer sarhoşluğunda, yani Avrupa’nın hep kazandığına, ahlaki olarak diğerlerinden üstün olduğuna, değer odaklı dış politikanın diğer ülkelere ve kıtalara karşı mutlaka geçerli olması gerektiğine ve nihayetinde Amerika’nın — özellikle Trump’ın — ideolojik olarak yenilgiye uğrayacağına ve her şeyin eski haline döneceğine inanıyor. Ama işler bu şekilde gelişmeyecek.
Söyleşi
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.
Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’
“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”
Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”
Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”
Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”
“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”
Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”
Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”
“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”
Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”
Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.”
“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”
Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.”
“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”
Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”
Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar
Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”
Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”
Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları
“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.
Söyleşi
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Avrupa2 hafta önce
Trump’ın tarifeleri Avrupa’da serbest ticaret yanlısı ülkeleri güçlendiriyor