Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Rusya, Çin’in küçük ortağı olursa Avrupa için felaket olur’ 

Yayınlanma

Eski Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Elmar Brok Harici’ye konuştu: “Rusya Ukrayna’yı terkederse Avrupa’nın işbirliği yapması gerekiyor. Rusya Çin’in eline geçerse Çin’in küçük ortağı olarak ortaya çıkacak. Bu Avrupa’nın düzeni için bir felaket olur.”

Alman siyasetçi Elmar Brok Avrupa Halk Partisi (EPP) üyesidir. Brüksel’de en uzun süre görev yapan AP üyesi olan Brok, 1980’den bu yana Almanya ve Avrupa siyasetinde birçok liderlik pozisyonunda bulunmuştur. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi (AFET) Başkanlığı da yapmış olan Brok, görev süresince AB dış politikası doğrultusunda sık sık çatışma bölgelerine seyahat etmiştir.

Elmar Brok, Gazze ve Ukrayna çatışmalarına ilişkin Avrupa ve Almanya’nın politikaları üzerine sorularımızı yanıtladı.

Ukrayna için Avrupa birleşik cephesinin bir süredir çatladığını düşünüyor musunuz? Almanya bir yandan Ukrayna savaşına askeri açıdan doğrudan dahil olmak istemiyor, diğer yandan Fransa ve bazı Doğu Avrupa ülkeleri de karaya çıkma ihtimalini dışlamıyor. Mali yardımla ilgili bazı çatlaklar var. Ukrayna’nın AB yardımını kalıcı olarak güvence altına alabileceğini düşünüyor musunuz?

Ukrayna’ya yapılacak yardımın güvende olduğunu düşünüyorum, Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nda yeniden karar verildi. Ayrıca Almanya da garanti. Almanya, ABD’den sonra Ukrayna’ya en çok silah sevkiyatı yapan ülke konumunda. Ama daha fazlasını göndermeleri gerektiğine inanıyorum. Örneğin, Ukraynalılara Rusların lojistiğini Ukrayna sınırlarının dışında da yok etme şansı veren Taurus seyir füzesi. Bu çok faydalı olur. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yanlış anlaşıldı. Sahadaki askerlere teknik yardım için olabileceğini söylemişti; savaşan askerler olarak değil. Sanırım Avrupa Birliği’nde herkes, NATO ülkelerinin bu savaşa muharip güç olarak giremeyeceği konusunda hemfikir, çünkü bu, Türkiye’den İngiltere’ye kadar herkesin dahil olacağı NATO davası anlamına geliyor. Nitekim, bu da kastedilmedi, konu yanlış anlaşıldı. Ancak Avrupa’nın daha fazlasını yapması gerektiğine inanıyorum. Pek çok ülke Ukraynalıların kendi özgürlüğümüz için mücadele ettiğini henüz anlamadı. Putin, Polonya’nın da dahil olduğu eski Çarlık İmparatorluğu’nu kurmak istediğini söyledi. Ve onun ileri gitmesinden memnun değiliz. Barış anlaşmamızı veya ateşkesi yaptığımızda, orada bir an duracak, üç yıl, dört yıl toparlanacak ve sonra devam edecek. Hedeflerinin ne olduğu açıkça söylendi ve buna odaklanmamız gerekiyor. Bunu ciddi olarak söylüyor.

Rusya, yıllar önce NATO’nun Rusya sınırlarına yaklaşmaması konusunda sözlü bir anlaşma yapıldığını ancak sözlerini tutmadıklarını iddia ediyor. Yani bu onların kendi topraklarını savunmalarına yönelik bir açıklama.

2014’te savaşı durduran bir Minsk anlaşması var ama Putin, savaşı sürdürmek için bir sonraki avantaj olan 2022’yi elde edene kadar yapılan tüm müzakerelere rağmen hiçbir zaman bundan kalıcı bir barış yapmayı ciddi olarak düşünmedi. Minsk, Putin’in Ukrayna’da kalıcı bir barış istemediğinin kanıtıdır. Açıkça Ukraynalıların kendilerine ait bir kimliği olmadığını, hepsinin Rus olduğunu söylüyor. Birkaç gün önce yaptığı konuşmada yine Avrupalıların Ukrayna’ya gitmesi halinde bunun Rusya topraklarına gitmeleri anlamına geldiğini söylemişti. Bu anlayış kabul edilebilir değil. Bağımsız, egemen bir ülkenin toprağını kendinizinmiş gibi ilan edemezsiniz.

Rusya-Avrupa ilişkilerinin tamamen bozulması mümkün mü? Ukrayna’daki savaştan sonra ilişkilerin düzelme ihtimalini görüyor musunuz? Avrupa ve Rusya için öngörü nedir?

Bunu denemeliyiz ama Putin uluslararası hukuka boyun eğmeli, Ukrayna’yı terk etmeli. Ama tabii ki hal böyle olunca Rusya ve Avrupa’nın işbirliği yapması gerekiyor. Rusya Çin’in eline geçerse Çin’in küçük ortağı olarak ortaya çıkacak. Bu Avrupa’nın düzeni için bir felaket olur. Ukraynalıların müttefik olması da iyi çünkü tüm hammaddeler orada. Ortak çıkar çok güçlü ancak Putin’in eski Çarlık İmparatorluğu’nu kurtarmak için uluslararası hukuku ihlal ederek yaptığı savaş ve fantezileri tarihsel olarak yanlıştır ve geleceğe değil, yalnızca geriye bakmaktadır. Bunlar Rusya’nın çıkarlarını da ihlal ediyor.

Avrupa’nın enerji, gaz ve tahıl konusunda da Rusya’ya bağımlı olduğu göz önüne alındığında, sizce önümüzdeki birkaç yıl içinde Avrupa bir noktada diz çökecek ve Ukrayna’ya askeri yardım yapmayı bırakmak zorunda kalacak mı?

Hayır, önemli bir ülkeyi bağımsız tutmak bizim öz-korumamızdır. Ve ulusların egemenliğine ilişkin uluslararası hukuka bağlı kalmak, son 70 yılda olduğu gibi kalıcı hukukun korunmasıdır. Yeni bir savaş mangasına teslim olmak için bu yoldan ayrılmamalıyız. Putin bu bakımdan Hitler’in ya da başkalarının yaptığı gibi davranıyor. Biz Avrupa’da, kimin bağımsız olup olmadığına Avrupa’nın büyük ülkelerinin karar verdiği bu emperyalist döneme asla geri dönmeyeceğimiz bir durumda olmak istiyoruz.

Ama söyledikleriniz Almanya’nın İsrail politikasıyla bağdaşmıyor. Yani Almanya, ABD’den sonra neredeyse yüzde 25’lik toplam alımla İsrail’in ikinci silah sağlayıcısı konumunda. Uluslararası hukuktan bahsederken, uluslararası hukukun ihlalinden bahsederken Gazze’den de bahsetmek gerekir.

Bakın öncelikle bizim belli bir sorumluluğumuz var. 7 Ekim’de İsraillilerin Hamas tarafından katledilmesi uluslararası hukukun da ihlalidir.

Peki olaylar 7 Ekim’de mi başladı? 1948’den bu yana neler oluyor?

Hamas 2007’de Filistin Yönetimi’nin sorumluluğunu ortadan kaldırdı. İktidara darbeler yapıldı.

2006 yılında seçildiler. Uluslararası gözlemciler vardı.

Hayır, genel olarak Filistin Yönetimi kazandı. Hamas Filistin değildir. Hamas bir terör örgütüdür. Terör örgütüne asla destek vermiyoruz.

On binlerce sivil öldürülüyor ve bunların çoğunluğunu çocuklar oluşturuyor. Bununla yüzleşebilir misin? Almanya hala İsrail’i destekliyor.

İsrail 2005’te Gazze’yi terk etti. O günden bu yana Hamas savaşa başladı. Sorun şu ki, son 15 yılda her gün Gazze’den İsrail topraklarına füze atıyorlar. İstanbul’un Avrupa yakasından, İstanbul’un Asya yakasına her gün füze atılmasını ister miydiniz? Günlük durum budur. Bunu durdurmaları gerekiyor. Bütün yetkiyi Filistin Yönetimine geri vermeliler.

Ama gerçek bu değil. Şu anda 30.000’den fazla sivil öldü. Yani bunu yapmanın İsrail’in hakkı olduğunu söylüyorsunuz.

Ama 15 yıl önce her gün, Hamas’ın roketlerinin üzerime geldiğini gördüm. Hatta bu duruma iki kez düştüm.

İsrail sadece Hamas’a karşı savaşmıyor, tüm sivillere karşı savaşıyor.

Hayır, Hamas’a karşı savaşıyorlar ve bunlar sivil mağdurlar. İsrail’in bu yönteminin iyi olup olmadığı da başka bir soru. Bu tartışılabilir ama kendilerini savunma hakları var, buna saygı duyulması lazım. Buna saygı duyulursa ve Hamas’ın sivillere yaptıkları ve onları canavar gibi öldürdükleri de söylenirse o zaman konuşabiliriz.

İllegal yerleşimlerin her geçen gün arttığını ve yakın gelecekte Filistin’in kalmayacağını nasıl açıklıyorsunuz?

Gazze’de değil. Gazze’de 2005’ten beri İsrail yerleşimi yok, şu anda işgal altında ama yerleşim yok. İsrail yerleşimleri terk etti.

Fakat Filistin meselesi devam ediyor.

Hamas’ı, Gazze’yi ve Batı Şeria’yı böyle bölüyorsunuz. Batı Şeria konusunda da size katılıyorum. Ben İsrail’in bu yerleşimlerine karşıyım ve onlara da söyledim. Eylül ayında İsrail’deydim ve bunu ülkenin önde gelen isimlerine bir kez daha söyledim. Ben de “terk edin, yerleşim politikasına devam etmeyin, bunun yanlış olduğuna inanıyorum, iki devletli çözüme inanıyorum” dedim.

İsrail’e saldırı olduğunda İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu söylüyorsunuz.

Biz Almanlar 7 milyon Yahudi’yi öldürdük. Ülkemde Holokost’ta öldürülen 7 milyon Yahudi… Bu ahlaki sorumluluk yaratıyor. Bunun için özür dilerim. Almanya özel bir durumda…

İsrail uluslararası hukuka aykırı olan yasa dışı yerleşimleri artırırken siz İsrail’e karşı ne yaptınız? Filistin’in kendini savunma hakkı yok muydu? Hayır, bir şey yapmadınız. Bunun yerine İsrail’i Filistinlilere karşı silahlandırdınız.

Geçmişte her gün müzakerelerin bir parçasıydım. Başbakan Ehud Olmert ile Mahmud Abbas’ın elçisiydim ve Abbas’ı çok iyi tanırım. Hayatım boyunca yerleşimlere karşı çalıştım. İsrail’e denizaltı verdik ama denizaltılar Gazze’de aktif değil. 

Ama genel olarak İsrail’e silah sağlıyorsunuz.

Hayır, İsrail Almanya’ya Almanya’nın İsrail’e verdiğinden daha fazla silah veriyor. Ve İsrail’in, bunu şimdi uygun bir şekilde yapsın, yapmasın, kendisini savunma hakkı var, bu başka bir hikaye. Bunun başka bir şekilde yapılabileceğine inanıyorum. Ama Hamas’ın üçüncü, dördüncü kez böyle şeyler yapmasının ardından Hamas’ı yok etmek, bunun meşru müdafaa hakkı olması gerekir; meşru müdafaanın kabul edilebilir bir şekilde kullanılıp kullanılmadığı, bu da tartışabileceğimiz başka bir konu.

Avrupa’nın sorunlarına geri dönelim. Almanya’ya bakalım. Şansölye Olaf Scholz, Ukrayna Savaşı’nı bir Zeitenwende (dönüm noktası) olarak nitelendirdi. Almanya savunma harcamalarını artırdı. Ancak devasa savunma harcamaları yurt içinde ve yurt dışında eleştirilere hedef oluyor. Ne düşünüyorsunuz?

Bakın, Alman Ordusu özellikle sosyalistlerin bunu asla istememesi nedeniyle yetersiz finanse ediliyordu. Şu anda hükümette olan sosyalistlerin kendimizi savunabilmemiz ve NATO içinde işimizi yapabilmemiz için harcamaları artırmak istemeleri ve artırmış olmaları gerçekten heyecan verici. Bu iyi bir gelişme ama yine de yeterli olmadığına inanıyorum. Burada daha fazlasının yapılması gerekiyor. 1990’dan sonra tüm dünyada olduğu gibi biz de Avrupa’da sonsuza kadar barış olacağına inandık. Yanılmışız; oluşturduğumuz tüm stratejiler yanlıştı çünkü Avrupa, ülkemizi bir daha asla klasik bir savaşta savunmamamız gerektiği söyledi. Ve şimdi gördük ki, bu, Rusya’nın, eski Sovyetler Birliği’nin defalarca imzaladığı, ulusların egemenliği ve bir ülkenin sınırlarının ihlal edilmemesi ilkelerine dayanıyordu. Ama Putin’in bu prensibi yıkıyor ve biz buna hazır değiliz, kendimizi buna hazırlıyoruz.

Ekonomiden bahsedelim. Alman ekonomisinin sanayisizleştiği söyleniyor. Katılıyor musunuz? Alman ekonomisi için böyle bir tehdit var mı?

Halen dünyanın üçüncü, Avrupa’nın ise en büyük ekonomisiyiz. Şu anda bununla baş edemeyen kırmızı, yeşil, sarı bir hükümetimiz var. İyi bir hükümet değil. Bu bazen seçimlerden sonra da olur. Ve bunun değiştirilmesi gerekiyor. Bürokrasiden kurtulmamız lazım. İşleri çok daha rekabetçi hale getirmeliyiz ama temel hala orada duruyor ve bu mevcut politikanın kısa sürede değişeceğini düşünüyorum. Bu nedenle o kadar da kötümser değilim. Bu Almanya için dünyanın sonu değil. Nüfusumuzun azaldığı doğru. Bu, tüm Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Sorun da bu ve bu nedenle yapıcı bir göçten yanayım.

Ama Suriyeli göçü değil; Ukraynalılar daha iyi değil mi? Göçmen kabulünde çifte standart uyguladığınızı kabul eder misiniz?

Yüzbinlerce Suriyeli göçmeni kabul ettik.

Türkiye milyonlarcasını aldı.

Ama Türkiye’ye bizim tarafımızdan ödeme yapıldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan defalarca fonların teslim edilmemesinden şikayet etti.

Hayır, ben bunu ilk kez 2015 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a anlattım. Bununla ilgili bir belge hazırladım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Şansölye Angela Merkel’e bir mesaj getirdim. Ve Merkel çok geç tepki verdi. Buna tepki vermesi için yılın dörtte üçüne ihtiyacı vardı. Ama diğer ülkelerden de nitelikli işgücü almak istiyoruz. Mesela Suriyelilerin çok yetenekli, çok iyi tıp doktorları var. Almanya’da çok sayıda Suriyeli doktorumuz var ve buna açığız. Ama her yıl bir milyon göçmeni kabul edemiyoruz. Kimse bununla başa çıkamaz. Ayrıca bir an için entegrasyona hazır olmayan göçmenler de uygun değil.

Bunun yerine, bununla uğraştığı için Türkiye’ye para ödemek istediniz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu öneriyi yaptı. Almanya’da dünya birliği olamaz; Afrika’dan, Orta Doğu’dan alamayız. O zaman her yıl 3 milyon göçmenimiz olurdu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten bu anlaşmayı kendisi mi teklif etti? Suriye ile sınırlarımız var ve Türkiye zorunlu olarak sınırları açtı. (Anlaşmanın olup olmaması sınırların açılmasıyla ilgili kararı değiştirmeyecekti.)

Bu nedenle iki ya da üç katını teklif etmek zorunda kaldık. Bu konuda size yardım etmek çok para gerektirdi. Uzlaşmaya ilişkin anlaşma buydu. Yoksa Avrupa’da AfD’nin (Alternative für Deutschland) ve sağ partilerin iktidarda olmasını mı istiyorsunuz? Bu tercihiniz bu mu olurdu? Bu Türkiye için iyi olmaz. Almanya’da Türkler çok fazla. Türklerin gelmesi serbest. Türklere olumlu bakmamız lazım. Artık kısmen Alman vatandaşları olan Türk vatandaşları, daha önce Polonyalıların yaptığı gibi Almanya’da çok yapıcı bir rol oynadı. Almanya ekonomisi her zaman yabancı işçiler tarafından geliştirildi. Almanların modern ekonomideki gücünün başlangıcı, Polonya’da geçen yüzyılın başında. Polonyalılar kırsal alan inşa etti. Daha sonra İtalyanlar ve İspanyollar geldi. Daha sonra 1960’lı yıllarda Türkler geldi. Onlar toplumumuzun bir parçası. Almanya’da 3 buçuk milyon, 4 milyon civarında Türk var.

Türkiye’den bahsetmişken, AB üyeliği artık gündemde değil çünkü bu konuda bir umut yok. Bunu Türkiye’de tartışmıyoruz. Bunun olmayacağını biliyoruz. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği ve şu anda AB’nin Türkiye’ye oyun oynadığı görüşüne katılıyor musunuz?

Şu anda hayır, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirmesi gerekiyor. Bu ülkedeki siyasi özgürlükler, hukukun üstünlüğü vb. konularda belli bir anlayışımız var. Ama evet denmiyor ve mesele de bu. Bence Ukrayna ve diğer ülkelere de yapmamız gereken şey şu; öncelikle Türkiye ile Gümrük Birliği’nin modernize edilmesi gerektiğidir ki bu da büyük ölçüde ortak çıkara uygundur. Çünkü birçok ürün, yeni ürünler anlaşma kapsamına girmiyor. Dolayısıyla bu çok önemli, ekonomik çıkarlar açısından çok önemli. Geçmişte Türk liderlerle başka konuları da tartıştım. Öncelikle Avrupa ekonomik alanında olduğu gibi, özellikle eski EFTA’daki (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) ülkelerde olduğu gibi ilerleme kaydetmeliyiz. Onlarla birlikte, şu anda Norveç ve İzlanda’da olduğu gibi, Avrupa Birliği’nin iç pazarının tam üyeleri oldukları Avrupa Ekonomik Alanı ile tanıştık. Ancak İsveç, Finlandiya ve Avusturya da bunun bir parçasıydı ancak bu zeminde daha sonra tam üyelik müzakerelerini yaptılar. Norveç, farklı bir oyuncu ve bunu yapmamaya karar verdi çünkü şu anki pozisyonda olmak istiyorlardı. İşte bu şekilde bizi birbirimize yaklaştıracak ve çok pratik olacak, aynı zamanda Türkiye’de Avrupa Birliği ile adım adım çözüme giden bir yol olacaktır.

Son sorumu sorayım. Alman koalisyon hükümeti içinde mali denge, borç freni, Yeşil Anlaşma konularında pek çok tartışma yaşandı ve şimdi de çiftçilerin protestoları tüm Avrupa’yı sarsıyor. FDP koalisyondan ayrılıp ana muhalefetteki CDU/CSU ile güçlerini birleştirebileceğinin sinyalini verdi. Trafik lambası koalisyonunun artık geçerliliğini yitirdiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu koalisyonun sonucunu görünce eskimiş olduğunu görüyorum ama dağılıp dağılmayacaklarını bilmiyorum. Dağılırsa, yeniden seçimler yapılırsa daha iyi olur. Rekabetçiliğe ulaşmak için uyguladıkları hedefin yani iklim değişikliğiyle mücadelenin doğru hedef olduğunu görmemiz gerekiyor. Ancak bununla başa çıkmak neredeyse mümkün değildi. Büyük maliyeti ödemek yerine bunu çiftçilerle kesmek istediklerinde bu yanlış yoldur. Çiftçiler büyük işletmeleri finanse etmemeli ve bu nedenle burada bunun nasıl yapılacağı konusunda uygulamaya ilişkin bir anlaşmazlığımız var. Bu kısmen hedeflere yönelik bir yol değil, hedeflere nasıl ulaşılacağıyla ilgili bir yöntem meselesidir. Ve burada mevcut hükümet tam bir felaket…

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English