Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Patruşev: ABD, Avrupa’yı işgal etti

Yayınlanma

Aşağıda, Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev’in 3 Mayıs’ta İzvestiya’ya verdiği mülakatın eksiksiz bir çevirisini bulacaksınız.

Benim birçok yerde “Bay Siloviki” diye tanımladığım, Rusya’da devletin tepesindeki en önemli birkaç isimden biri olan Patruşev, mülakat için genellikle “Argumentı i faktı” dergisini tercih ederdi; bu defa mülakatın İzvestiya’ya verilmesi, bu gazetenin liberal eğilimleri gözönüne alınırsa, özel bir önem taşıyor.

Mülakatın diğer bir önemi, Kiev rejimi tarafından Kremlin’e düzenlenen dron saldırısının arifesinde yayınlanmış olması. Mülakattaki genel atmosfer, batıya karşı sert bir retorikten başka, aslında daha önemlisi, “Ukrayna’nın bir devlet olarak korunmasının [zaten] ABD’nin planları arasında bulunmadığından” hareketle yaklaşan küresel felaketler karşısında batıyla işbirliği çağrısı olması; ama bu çağrı (o kült Sovyet filmine atıfla “kaderin istihzası” diye adlandırmak gerek) Kremlin saldırısıyla birlikte duvara çarptı.

Mülakatın bir başka önemi, 1922’de genç Sovyet cumhuriyetinin Britanya ile yaşadığı, Britanya’nın Rusya İmparatorluğu’nun altın rezervlerine el koymasıyla başlayan derin krize gönderme yapması; ne yazık ki tarih sıkça unutuluyor, bu nedenle tarihi paralelliğin hatırlatılması çok yerinde. Aynı dönemde Britanya’nın başını çektiği dış müdahaleyi de buna eklemeliyiz.

Mülakatın dördüncü önemi, özgül bir batı karşıtı ideolojiyi seslendirmesi. Putin’in geçen yıl ekim ayında Valday forumunda yaptığı konuşmayı yorumlarken bunu “muhafazakâr antikapitalizm” diye tanımlamış ve şunun altını çizmiştim: “Burada muhafazakârlık gelenekçilikten ziyade devrim karşıtı olmak anlamına geliyor.”

Patruşev’in mülakatını bu perspektifle okumayı, hatta mümkünse “muhafazakâr antikapitalizme” geri dönüp gözden geçirmeyi öneriyorum.

***

— Nikolay Platonoviç, sizinle Büyük Anavatan Savaşı’nda zaferin 78’inci yıldönümü arifesinde görüşüyoruz. Günümüz dünyasında, özellikle de batıda birçok insanın bu tarihi unutulmaya terk etmek, ülkemizin İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü silikleştirmek istedikleri sır değil. Bu türden kampanyaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

— İkinci Dünya Savaşı’nın önemli bir sonucu Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıydı. Onun oluşturulmasında kilit rolü Sovyetler Birliği oynadı ve orada önde gelen bir mevkiyi işgal etti.

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Washington ve Londra tekkutuplu bir dünya kurma şanslarının doğduğu sanrısına kapıldılar. Anglosaksonlar bu idealden bugün de vazgeçmiyorlar. Batıdakiler dünya düzeninde radikal bir değişiklik yolunun Rusya’nın yok olmasından veya kayyum idaresi altında üçüncü sınıf bir ülke haline gelinceye kadar zayıflamasından geçtiğini düşünüyorlar.

Ancak bu arzuları devletimizin gücünü ve Rusya halkının bağımsızlık iradesini hesaba katmıyor. Bu nedenle egemenlik kurmaya çalışan Anglosaksonlar savaşın sonuçlarını revize etmeyi, Rusya’yı muzaffer ülke ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyelik statüsünden yoksun kılmayı, tarihi yeniden yazmayı, çokuluslu Sovyet halkının kahramanca eylemini unutturmayı hedefliyorlar.

İkinci Dünya Savaşı tarihini çarpıtma girişimleri batıda daha son silah sesleri susmadan başladı. Çatışmanın daha ilk aşamalarında İngiltere’de, Avrupa’da savaşın başlamasının temel rolünü Sovyetler Birliği’ne yüklemek için sahte belgelerden bir derleme yayınlamaya giriştiler. Gerçeklerle en ufak vicdan azabı duymadan hokkabazlık yapan modern uzmanlar, Nazi Almanyasının saldırgan ideolojisini SSCB’nin komünist idealleriyle eşit tutmaya çalışıyor, aslında seleflerinin mühürlerini kullanıyorlar.

— Bu bağlamda batıda tarihin unutulmasına faşizmin insanlıkdışı özü hakkında suskunluk eşlik ediyor. Tarihin yeniden yazılmasına yönelim bu türden eğilimleri nasıl açıklarsınız?

— Nasıl susmasınlar? Anglosakson elitinin temsilcilerinin faşist idealleri paylaştıklarına, Hitler’i mali ve örgütsel olarak desteklediklerine dair çok sayıda inkâr edilemez olgu var, oysa bugün “demokratik” yüzlerini korumaları lazım. İster fraklı olsun ister üniformalı, hangi elbiseyi giyerse giysin faşizm ve nazizm mutlak kötülüktür. Dahası, Anglosaksonlar günümüzün jeopolitik problemlerini çözmek için neonazi ideolojisini bile isteye yeniden canlandırıyorlar. Bu tür deneyler hâkimiyete değil küresel bir felakete yol açar, bu nedenle sert ve uzlaşmaz şekilde bastırılmalıdırlar.

— Bazı batılı uzmanlar batının kendi iktisadi refahı için küresel hâkimiyetin zaruri olduğunu ileri sürüyorlar. Bu durumda Rusya tarihi olarak onlara engel mi?

— Bu anlamda onlarla hemfikir olunabilir. Rusya, kendi dünya düzenini kurmaya çalışan batının gırtlağındaki kemik. Yüzyıldan uzun bir zaman önce İngiliz coğrafyacı Mackinder tarihin coğrafi ekseni ve Heartland yani Rusya’nın üzerinde bulunduğu orta-dünya üzerine bilinen teorisini formüle etmişti. Heartland üzerinde kontrolün dünya adası dediği Avrasya üzerinde hâkimiyet anlamına geldiğini gösteriyordu. Ona göre Heartland üzerinde hâkimiyet Avrasya coğrafyası üzerinde kontrolün temelini oluşturur, bu da küresel hâkimiyete yol açar.

Devletimizin Doğu Avrupa’daki küçük devletlerden oluşan bir tür “hijyen koridoru” yardımıyla izole edilmesi düşüncesi de ona ait. Ukrayna’yı ve eski imparatorluğun diğer milli çeperlerini Rusya’dan koparma inisiyatifi Mackinder’den çıkmıştı. Bunca yıl geçti, hedefleri değişmedi.

— Yani batının jeopolitiği onun kalıplarına göre mi gelişiyor?

— Batının Rusya karşıtı küresel stratejisi asırlar geçse de değişmiyor. Mackinder’i hatırlama nedenim, batı uygarlığı denen şeyin Rusya’ya karşı sayısız saldırgan “haçlı” seferinin altına yerleştirenin o olması.

NATO’nun doğuya genişlemesi bile Napoléon, Kayzer Wilhelm ve Hitler’in hareket ettiği istikametlerde ilerliyor.

Ülkemize karşı bütün büyük fetih seferleri, Avrasya’daki başlıca jeopolitik güç olan ülkemizi tasfiye etmek için yürütüldü.

ABD İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Sovyetler Birliği’ni yok etmek onlarca Sovyet ve aynı zamanda Çin şehirlerini insanlık dışı atom bombardımanıyla yerle bir etmek niyetiyle için bir dizi plan hazırladı. Bu, Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasından sonra Japon halkına karşı nükleer terörün cezasız bırakılmasından güç alıyordu.

— ABD Dışişleri Bakanı Blinken Japonya’da nükleer bombaların sebep olduğu insani acılardan bahsetti. Tabii bunları Washington’un yaptığını bilinçli olarak suskunlukla geçiştirdi. Size göre neden nükleer çatışma ihtimalini mahkûm etmedi?

— Şaşılacak bir şey yok. Amerikalılar esasen savaşın ne olduğunu bilmiyorlar. Onların kıtasındaki son toplar 1865’te gümbürdedi. Ablukaların, yıkımların, açlığın, toplama kamplarının dehşetini yaşamadılar, milyonlarca insan kaybetmediler. Bu nedenle onların eliti silahlanmanın zarureti, Rusya’nın askeri olarak bozguna uğratılması, yeni savaşlara hazırlanılması üzerine kolaylıkla akıl yürütüyorlar. Uluslararası mutabakatları ihlal ediyor ve nükleer testleri yeniden başlatmaya tasasızca hazırlanıyorlar. AUKUS askeri birliği çerçevesinde Avustralya’ya nükleer güç reaktörleri bulunan denizaltılar inşa etme teknolojisini verme kararını alay edercesine alıyorlar.

— Ama bu çatışmada Avrupa esasen bütün olayların merkez üssünde bulunuyor. Olan biteni objektif şekilde değerlendirebilecek ve Washington’un önerdiği yolu reddedebilecek siyasetçi yok mu orada?

— Avrupa siyaseti bugün çok derin bir moral ve entelektüel çöküş içinde bulunuyor. En parlak örneği, batılı siyasetçilerin sadece birbirlerine Amerikan dışişleri el kitaplarını okumak için geldikleri Münih Güvenlik Konferansı.

ABD, Kuzey Atlantik İttifakı mekanizmalarını kendi ihtiyaçlarına göre kurmakla esasen Avrupa’yı işgal etti. Çıkışı olmayan bir duruma sokulan Avrupalı devlet adamları Eski Dünya’yı Amerikan deneyleri için ekonomi üssü haline getirdiler; NATO’nun askeri görevlerini uysalca yerine getiriyorlar. NATO komutanlığı ise Pentagon idaresi altında başka ülkelerin resmi yönetimlerini düpedüz görmezden gelerek doğrudan doğruya silah üreticileriyle birlikte çalışıyor.

NATO’nun genişlemesi Doğu Avrupa’nın başka bölgelerinin de kendi kontrolü altına girmesine imkân sağlıyor. Bu bağlamda belirleyici olan, yeni ülkeleri ittifaka katan algoritma. Bu, onay belgelerini başka birine değil ABD hükümetine vermek yoluyla “efendiye” sadakat yemini etmeyi emrediyor.

— Batı bütün eylemlerine teoriler ve gerekçeler getiriyor. Avrupa eliti, Dünya Ekonomi Forumu kurucu ve yöneticisi Klaus Schwab’ın sadece belli bir grup insan için müreffeh bir hayat kurmayı öngören “cesur yeni dünya” konseptine çok ciddi yaklaşmıştı. Eylemlerinin bugün bu konsepte göre belirlendiğini ileri sürebilir miyiz?

— Schwab ve benzerlerinin teorisine göre “cesur dünya” Rusya’yı ve Rusya’da yaşayanları kapsamıyor. Batı planlarına uygun olarak ülkemiz üzerindeki siyasi, askeri ve iktisadi baskısını devamlı şekilde sertleştiriyor.

NATO Doğu Avrupa ülkelerine ek askeri birlikler yerleştirdi. Bölgede yaklaşık 60 bin Amerikan askeri personeli konuşlandırılmış durumda. İttifak sınırlarımıza yakın askeri altyapısını modernize etti, kıtaların operasyon ve muharip hazırlık kapsam ve yoğunluğunu artırdı. Ukrayna’ya askeri araçlar ve silahlar sevk ediyor; Ukrayna ordusu için askerlerin eğitimine yönelik onlarca merkez açtı.

Terörizmle mücadelenin önemine dair sahtekârca açıklamalar yapan batı, Rusya’ya karşı terörist ve aşırılıkçı örgütleri aktif şekilde kullanıyor, 1990’lı yıllarda Kuzey Kafkasya’da kullandığı yöntemleri eyleme döküyor.

Batılı istihbarat servisleri ülkemiz topraklarında suç işlemeleri için Rusya halkına korku telkin edecekleri, devletimizin anayasal temellerini baltalayacakları umuduyla teröristleri ve sabotajcıları eğitiyor.

Anglosaksonlar Rusya’nın mali varlıklarını bloke etmekle İngiltere’nin Londra’nın Rusya İmparatorluğu’nun altın stokunu utanmadan mülk edindiği 1920’li yıllarda test ettiği şablonları kullanıyorlar.

— Ancak batı, Rusya’ya baskıdan başka Rusyalılar üzerinde enformatif-psikolojik baskıyı da aktif şekilde kullanıyor. Nihai hedefi nedir?

— Batı, ülkemizin ve halkımızın iç birliğini baltalamaya, yurttaşlarımızı demoralize etmeye, onlara değersizlik duygusu telkin etmeye çalışıyor. ABD ve Avrupa’daki bir dizi enstitü yorulmak bilmeksizin en delice sahte-bilimsel teoriler oluşturmak üzerine çalışıyorlar. Rusya vatandaşlarının bilincini yeni baştan formatlamanın, onların sözümona imparatorluk boyunduruğu altında bulunan başka milliyetlerin ve inançların yurttaşları önünde pişmanlığının zaruretini temellendiriyorlar.

Birkaç Amerikan vakfı, ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları siparişiyle “Başarısız devlet: Rusya’nın bölünmesi rehberi” başlığı altında alelacele kaleme alınmış bilimsel çalışmalarını Washington elitine sunuyorlar. Bunun yazarlarına göre kozlar esasen Rusya ile komşu devletlerin istikrarsızlığının sağlanması ve devam ettirilmesine, keza “beşinci kolun” desteklenmesini ve Rusya içinde ayrılıkçılığın kundaklanmasını da içeren bir enformasyon savaşına konulmalı.

Sadece George Soros’un yapılar (yeri gelmişken, kendisi İkinci Dünya Savaşı yıllarında Macaristan’daki kabiledaşlarını nazilere teslim etmişti) her yıl uydurma videolara, kurgulanmış fotoğraflara ve sosyal ağlardaki yalan haberlere 800 milyon dolar ayırıyor.

Batı, Rusya’nın ortak ve milli kimliğinin temellerini yıkmaya çalışıyor, bütün gücüyle bize yabancı, sosyal cinsiyet çeşitliliği ve tarihi revizyonizm gibi yeni şeyleri dayatıyor.

— Bu kültürel saldırganlığa engel olabilecek güçte miyiz?

— Rusya’nın karşıtları iyi ve cömert yanlarımızı kötüye kullanmaya alışkınlar. Rusya karşıtı fikirleri savunan batı beslemesi apolojistler liberalizm propagandası yaparak, vatan ve yurt sevgisi kavramlarını inkâr ederek düşmanın değirmenine su taşıyorlar. Bizim milli menfaatlerimizi, kültürümüzü ve tarihimizi, devletin geleceği kaygısıyla, amansızca savunmamız gerek. Batının propaganda makinesi şeref, asalet, metanet ruhuyla, halkımıza has sarsılmaz bir moralle karşılaştığında işleyemez. Rusya karşıtı saldırgan eylemler için zemin teşkil eden yalancı-bilimsel rusofobik teorileri çürütmeyi unutmadan geleneksel manevi-ahlaki değerleri kapsamlı bir şekilde korumak ve güçlendirmek, şart.

— Başka türlü bir baskıdan da söz edelim. Size göre, batının, iklim meselesini kullanarak Rusya’nın doğal kaynaklarının kontrolünü sağlamayı hedeflediği iddiası doğru mu?

— ABD ve onun Avrupalı müşterileri hiç utanıp çekinmeden uluslararası örgütlerin tribünlerinden Rusya’nın su kaynaklarının gezegendeki bütün devletler tarafından kullanılması gerektiği fikirlerini ileri sürmeye kendilerinde hak görüyorlar. Rakamlar üzerinde utanmadan cambazlık yapıyor ve güya Rusya’daki tatlı su rezervlerinin bu ülkede yaşayan insanların sayısı ve ülkenin iktisadi faaliyetiyle hiçbir ilgisi olmadığını söylüyorlar. Onlara angaje batılı bilimadamları ve siyasetçiler ise kategorik olarak sadece kolektif batı ülkelerinin dünyadaki doğal kaynaklar üzerinde hak sahibi olduğunu, Rusya’nın ise bu kaynakları adaletsiz şekilde aldığını söyleme cüreti gösteriyorlar. Batı bu tür açıklamalarla aslında Rusya’nın doğal kaynaklarına sahip olmaksızın yapamayacağını itiraf ediyor.

— Nükleer enerjiden vazgeçen Almanya geçtiğimiz günlerde üç nükleer santralini kapattı. Size göre Berlin neye güveniyor?

— Almanya yönetimi enerji kapasitesinin azaltılmasını teşvik ederek milli ekonomiyi enerji üretiminden yoksun kılıyor. Avrupalı yetkililerin güvendiği yenilenebilir enerji kaynakları nükleer santrallerde üretilen enerjinin yerini tamamen dolduramaz. Nükleer enerji sadece güvenilir bir enerji kaynağı değil, aynı zamanda enerji üretiminde ekolojik olarak en temiz yöntemlerden biri.

Avrupa son 20 yıldır ormanlarının dörtte birini kaybetti, zira yenilenebilir enerjinin yüzde 60’ı biyokütleden üretiliyor, bunun da neredeyse yarısı keresteden geliyor. Avrupa bu tempoyla tamamen ormansız kalacak.

Avrupalı yetkililer çevre gündemini ileri sürmekle profesyonel ekolojistlerin enerji alanında Rusya ile işbirliğinin yararı üzerine yaptıkları çıkarımları kategorik olarak gözardı ediyorlar.

— Aternatif enerji kaynaklarının güvenilirliği de birçok şarta bağlı. Mesela Kamçatka’daki Şiveluç volkanının püskürmesi güneş panellerini devirdi. Üstelik Şiveluç ne Vezüv ne de dünyadaki en tehlikeli uyuyan volkan sayılan ABD’deki Yellowstone…

— Yellowstone volkanını mı hatırlattınız? Uyanacak olursa bu benzeri görülmemiş bir felaket olur. İnsanlığın bildiği bütün püskürmelerden bin kat daha fazlasını yapabilir. Gözlemler volkanın aktivitesinin yıldan yıla arttığını, içindeki magmanın büyük bir hızla yüzeye yaklaştığını gösteriyor. Çevresinde meydana gelen depremlerin sayısı da devamlı artıyor; yılda 2 bine ulaşıyor.

Yapılan araştırmalar beklenen püskürme ve sonuçlarını modellemeye imkân veriyor. Kuzey Amerika’da canlı her şeyin ölümü kaçınılmaz sayılıyor. Gezegende yaşayanların büyük bölümü, zincir halinde volkanik püskürmelerden, depremlerden, tsunamilerden ve asit yağmurlarından etkilenecek. Ama bu, Amerika halkını heyecanlandırıyor, Amerika’nın siyasetçilerini değil.

Halkın ve iktisadi altyapının volkanların yokedici gücüne karşı korunması problemi volkanoloji alanında bilimsel araştırmaların geliştirilmesini gerektiriyor. Yaptırımların sayısını obsesif bir şekilde devamlı artıran batılı ülkelerin Rusya’dan uzaklaşması değil bilimsel alanda, jeoloji de içinde, işbirliğini devam ettirmesi gerek. İnsan hayatının geliştirilmesi ve korunması gereği araştırmalar ve başarılar bütün insanlığa ait olmalı.

Ellerinin altında Yellowstone olan Amerikalı yetkililerin halkın bilgeliğini daha sık hatırlamalarını dilemek geliyor içimden. Bir İngiliz atasözü şöyle der: camdan evlerde yaşayanlar taş atmamalı. Başka devletlerin ve halkların kaderini tayin eden Washington’un Pompei’deki antik Romalıların da dertsiz tasasız yaşadıklarını ve sefahatten uzak durmadıklarını hatırlamaları gerek.

Bu arada, Amerika’da kimileri olası bir püskürme halinde en güvenli yerlerin Doğu Avrupa ve Sibirya olacağını ileri sürüyorlar. Belli ki bu noktada Anglosakson elitinin neden bu Heartland’a sahip olma amacı güttükleri sorusunun cevabı da açığa çıkıyor.

— İnsani felaketler ve bunların yakınlaşması ülkeleri çatışmalara değil işbirliğine itmeli. Ama koronavirüsle mücadeledeki küresel deneyim tam tersini gösterdi. Ne dersiniz, benzer ölçekte yeni bir problemin ortaya çıkması halinde ülkelerin bölünmüşlüğü tecrübesi tekrar mı edecek? Yoksa insanlar durumu hükümetlerinden başka türlü mü görüyorlar?

— Dost olmayan diğer ülkelerde olduğu gibi ABD’de de Rusya’ya yönelik olumlu düşünceler besleyen insanlar yaşadığını unutmamak gerek. Saygın Amerikalılar ve Avrupalılar Washington’un Rusya karşıtı propagandasını tamamen görmezden gelebilir, ülkemize gelebilir ve Rusya kanunlarına uyma ve kültürümüze saygı gösterme şartıyla Rusya Federasyonu vatandaşları olabilirler.

Yeri gelmişken, devamlı ikametgâh olarak Rusya’yı tercih etmek isteyenlerin sayısı artıyor. Bunların çoğunluğu, Rusya’da korunan ama Amerika’da çoktan ayaklar altına alınmış olan moral ve ahlaki değerler bağlamında yakın olan inançları güçlü hıristiyanlar.

Bilgi için: geçtiğimiz yıl başka ülkelerin pasaportlarını alan ABD vatandaşlarının sayısı üçe katlandı. Meşum “Amerikan rüyası” miti havaya savruldu. Birleşik Devletler bugün kelimenin tam anlamıyla Ortaçağ’a yuvarlandı. ABD yetkilileri radikalleşen bireylerin vahşetine seyirci kalıyor, yurttaşlarını Black Lives Matter aktivistleri önünde eğilmek zorunda bırakıyor. Medya organlarının temsilcilerine yönelik şiddetlenen zulüm gerçek bir cadı avı olarak tanımlanabilir. Son iki yıldır ABD’de muhabirlere 300’ün üzerinde saldırı yapıldı. Onlarca gazeteci, yetkililerin susmayı tercih ettikleri konularda röportajlar hazırlarken sırf mesleki yükümlülüklerini yerine getirdikleri yüzünden tutuklandılar.

ABD’deki iç siyasi gelişmeler çalkantılı bir nitelik kazanıyor ve elit, şirketler ve iktidar yapıları arasındaki uzlaşmaz ihtilaflar yüzünden kontrol edilemez hale geliyor.

— Çalkantı sadece bu ülkenin içinde değil sınırları dışında da gözlenebiliyor. Ve bütün bunlar doğal afetler ve ardı kesilmeyen iktisadi krizler ortamında yaşanıyor. Sizin görüşünüze göre, eğer öyleyse bu şartlarda Ukrayna, ABD’nin nesine gerek?

— Ukrayna Amerikalılara sadece mevcut doğal kaynakların geleneksel nüfus olmaksızın acımasızca sömürü objesi olarak gerek. Washington bu neonazi siyasetini takip ederek ülkeyi milyonlarca insanın ülke dışında sosyal-iktisadi problemlere ve profaşist zulme karşı koruma kazanmak için kitlesel olarak terk ettiği bir toprak parçasına çevirdi. Ukrayna’da Washington tarafından örgütlenen 30 yıldır süren depremler ülke nüfusunu iki kat azalttı. Bugün Beyaz Saray Rusya ile savaşa son Ukraynalıya varıncaya kadar kolaylıkla devam ediyor. Bu bağlamda Ukrayna’nın bir devlet olarak korunması, ABD planları arasında bulunmuyor.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English