Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Sanayi politikası geri mi dönüyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’de Joe Biden dönemi, iktisadi politikalar açısından esasında Donald Trump döneminde yarım kalanların devamını getirmişti. Sadece üsluplar farklılaşmıştı. Çin’in yakaladığı ivme ve yüksek teknolojide kaydettiği ilerleme, ABD’nin yeni bir iktisadi politika benimsemesini de beraberinde getirdi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın nisan ayında Brookings Enstitüsü’nde ana hatlarını çizdiği yeni Amerikan manifestosu saldırgan bir görünümdeydi ve tarih bu gibi güç mücadelelerinin savaşsız bitmeyeceğini belli etmişti.


Sanayi politikası geri mi dönüyor?

Anshu Siripurapu, Noah Berman
Council on Foreign Relations
18 Kasım 2022

Kovid-19 salgınının sonuçları ve Çin’in yükselişi, ABD hükümetinin ekonomiyi şekillendirmedeki rolüne dair yeni tartışmaları beraberinde getirdi.

Giriş

ABD, Kovid-19 salgını, küresel tedarik zincirindeki istikrarsızlık, iklim değişikliği ve Çin’in yükselişi başta olmak üzere bir dizi zorlukla yüzleşirken, sanayi politikasının rolü veya stratejik açıdan önemli olduğu düşünülen belirli sektörlere sunulacak devlet teşviki konusunda yeni tartışmalar yaşanıyor.

Sanayi politikasının destekçilerine göre ABD’nin bu yeni politikayı uygulaması, Çin’in devlet güdümlü kalkınmasına karşılık vermek, kritik malzeme ve ürünlerin tedarikini güvence altına almak ve gezegeni koruyabilecek teknolojiler geliştirmek açısından elzem. Sanayi politikasına yalnızca Çin’de değil, Almanya, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerde de başvurulduğuna ve buna tarihsel olarak ABD’de de başvurulduğuna işaret ediyorlar. Sanayi politikasına karşı çıkanlara göre bu, kaçınılmaz olarak serbest piyasayı bozacak ve şirketleri ürün ve hizmetlerinin kalitesine göre değil, yasama organlarına lobi yapma becerilerine göre ödüllendirecek. Başkan Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin ticaret ve ekonomi politikası konusundaki geleneksel duruşunu değiştirirken, Başkan Joe Biden CHIPS ve Bilişim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası da dahil olmak üzere önemli sanayi politikası mevzuatının kabulüne nezaret etmiş oldu.

Sanayi politikası nedir?

Sanayi politikası genel anlamda hükümetin ulusal güvenlik veya ekonomik rekabet gücü için kritik olarak tanımladığı belirli sektörleri teşvik etme çabalarını ifade ediyor. Roosevelt Enstitüsü’nden Todd Tucker sanayi politikasını şu şekilde tanımlıyor: “Girdi maliyetlerini, çıktı fiyatlarını veya diğer düzenleyici işlemleri değiştirerek kaynakların bir endüstri veya sektörden diğerine kaymasını teşvik eden her hükümet politikasının ifade eder.”

Genellikle buna havacılık, yarı iletkenler ve gemi inşası gibi ağır üretim yapan veya askeri uygulamaları olan sektörler dahil edilir. Politika tedbirleri koruyucu gümrük vergileri veya diğer ticari kısıtlamalar, doğrudan teşvikler veya vergi kredileri, araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) dönük kamu harcamaları veya kamu alımları (devletin satın aldığı askeri teçhizat gibi mal ve hizmetler) olabilir. CFR’den Edward Alden, “Bu, piyasa sonuçlarının maksimum faydayı sağlayacağını varsaymak yerine, hükümetin tek parmağını teraziye koymasıyla ilgili,” diyor.

ABD’de daha önce nasıl kullanıldı?

Alexander Hamilton, sanayi politikasının ABD’deki ilk büyük savunucusu olarak kabul edilir. Ülkenin ilk hazine bakanı, 1791 tarihli ünlü “İmalat Konulu Rapor”unda, ülkenin yeni gelişen imalat sektörünün gümrük vergileri ve teşviklerin bir kombinasyonu yoluyla desteklenmesini savunmuştu.

Vanderbilt Üniversitesi’nden Ganesh Sitaraman, bu Hamiltoncu geleneğin ABD tarihi boyunca, Henry Clay’in on dokuzuncu yüzyılın başlarında gümrük vergileri, bir merkez bankası ve altyapı geliştirmenin bir kombinasyonu olan “Amerikan Sistemi” vizyonu gibi çeşitli şekillerde ifade edildiğini yazıyor. Sitaraman, Amerikan sanayi politikasının diğer bazı geleneklerini de erken dönem Amerikan liderlerine atfediyor; bunlar arasında belirli sektörlerden ziyade araştırma ve altyapıyı teşvik etmeye odaklanan “Franklinci” gelenek ve antitröst ve diğer düzenlemelerin kullanımı yoluyla rekabetçi bir piyasa yaratmaya odaklanan “Madisoncu” gelenek yer alıyor.

Ancak CFR’den Alden, ABD’nin gelişmiş ekonomiler arasında tarihsel olarak “sanayi politikalarını tutarlı bir şekilde kullanmaktan en çok kaçınan ülke” olduğunu söylüyor. Alden, Washington’un bu politikaları genelde sadece bir dış tehdit algılanması halinde benimsediğini söylüyor.

Uzmanlar, Başkan Franklin D. Roosevelt’in (FDR) 1930’lardaki Yeni Düzen[1] programlarının çoğunu erken örnekler olarak gösteriyor. Bunlar arasında bir dizi sektörde ücretleri ve fiyatları düzenlemeye çalışan Ulusal Kurtarma İdaresi de yer alıyor. Bunu takip eden devasa, devlet güdümlü İkinci Dünya Savaşı seferberliği de uç bir örnekti.

Savaştan sonra ABD’nin sanayi politikası, uzay yarışı da dahil olmak üzere büyük ölçüde Sovyetler Birliği ile rekabete göre şekillendi. Sovyetler Birliği’nin ilk yapay uydu Sputnik’i fırlatmasına karşılık olarak kurulan Pentagon’un Gelişmiş Savunma Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA), diğer atılımların yanı sıra modern internetin ve Küresel Konum Sistemi’nin (GPS) önünü açmasıyla biliniyor. Hükümetin yarı iletkenlerde yaptığı büyük alımlar Amerikan endüstrisinin büyümesini teşvik etti. Fakat 1980’lerde yarı iletken endüstrisinde Japonya ile rekabet, ABD’nin düşüşe geçeceği korkularını körükledi. Bu düşüş, Ar-Ge harcamalarını koordine ederek ve ortak standartlar belirleyerek endüstriyi güçlendirmeyi amaçlayan on dört Amerikan şirketinden oluşan hükümet destekli bir konsorsiyum olan Sematech’in kurulmasını beraberinde getirdi.

Daha yakın tarihli örnekler arasında, DARPA’nın Enerji Bakanlığı nezdindeki muadili olarak 2009 yılında yeni enerji teknolojileri geliştirmek üzere kurulan ARPA-Energy yer alıyor. Başkan Barack Obama’nın 2016 yılında başlattığı Manufacturing USA girişimi, gelişmiş üretimi teşvik etmeye odaklanan ondan fazla kamu-özel araştırma enstitüsünün kurulmasına ön ayak oldu.

Peki ya diğer ülkeler?

Almanya, Japonya, Güney Kore ve çoğu Latin Amerika ülkesi de dahil pek çok ülke sanayi politikalarını farklı düzeylerde başarıyla uyguladı.

Sanayi politikası; Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık (İngiltere) da dahil olmak üzere Avrupa’da uzun bir geleneğe sahip. Örneğin iktisatçı Ha-Joon Chang, İngiltere’nin on dördüncü yüzyılın başlarında gümrük vergileri, ihracat kısıtlamaları ve diğer tedbirleri kullanarak yün imalatının gelişimini nasıl teşvik ettiğini ayrıntılı olarak anlatmıştı. Yeniden birleşen Almanya’nın on dokuzuncu yüzyıldaki Şansölyesi Otto von Bismarck, hem tarımı hem de sanayiyi korumak için “demir ve çavdarın evliliği” olarak bilinen gümrük vergilerini uygulamaya koymuştu. Chang, kamu iktisadi teşebbüslerinin pek çok Avrupa ekonomisinde önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Fransız hükümeti bugün hala otomobil üreticisi Renault’nun büyük hissedarlarından biri; havacılık devi Airbus ise Boeing gibi Amerikan şirketlerine meydan okumak için İngiliz, Fransız, İspanyol ve Alman hükümetlerinin verdiği ortak çabanın bir sonucu.

1980’lerde, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher ve diğer liderlerin çelik ve havayolları gibi kamulaştırılmış endüstrileri özelleştirmesiyle, devletin ağır müdahalesine karşı bir dönüş yaşandı. Ancak daha yakın bir zamanda, eski Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, ülkeyi 2050 yılına kadar karbon nötr hale getirmeye yardımcı olmak için yenilenebilir enerjilere ve elektrikli araçlara yatırım sözü vererek “yeşil sanayi devrimi” planlarını açıkladı. Bugün Almanya’da araştırma, kamu-özel sektör enstitülerinden oluşan bir ağ tarafından destekleniyor ve üretime bir staj programı eşlik ediyor. Berlin, ayrıca araştırma teşvikleri ve diğer girişimler yoluyla yüksek teknolojili üretimi artırma yönünde bir “Endüstri 4.0” planı geliştirdi.

Avrupa Birliği ise kısa bir süre önce, kıta genelinde araştırmaları koordine etme ve pil üretimini teşvik etmeye yönelik ağ olan Avrupa Pil İttifakı’nı da içeren iklim odaklı bir sanayi politikası benimsedi. Birlik ayrıca küresel yarı iletken pazarındaki payını artırmayı ve kuantum bilişimde öncü olmayı hedefliyor.

Pek çok uzman, sanayi politikasının Asya’da, Japonya ve Güney Kore de dahil olmak üzere bölgedeki ülkelerin İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı iktisadi kalkınmasını ifade eden “Doğu Asya mucizesini” tetiklediğini öne sürüyor. Japon hükümeti, ticaret ve yatırım kısıtlamaları, teşvikler ve diğer politikaların bir kombinasyonunu kullanarak çelik ve yarı iletkenler gibi endüstrilerin gelişimini teşvik etti. 1980’lere gelindiğinde Japonya, ABD’ye rakip bir ekonomik güç merkezine dönüşmüştü. Fakat bazı uzmanlar, sanayi politikasının Japonya’nın ekonomik büyümesi üzerindeki etkilerinin abartıldığını ve girişimcilik ve ülkenin yüksek tasarruf oranı gibi diğer faktörlerin daha büyük rol oynadığını savunuyor. Otuz yıldan fazla süren hızlı büyümenin ardından Japonya, 1990’larda bazılarının kayıp on yıl olarak adlandırdığı bir dönem yaşadı ve o zamandan beri düşük büyüme ve deflasyonla mücadele ediyor.

Ayrıca Güney Kore, 1960’lar ve 1970’lerde çelik, gemi inşası, elektronik ve otomobil üretim sektörlerini geliştirerek ekonomisini hızla modernleştirmeye çalıştı. Bu durum, Güney Kore ekonomisine hâkim olan Samsung ve LG gibi devasa chaebol[2] holdinglerin kurulmasına yol açtı. Seul ayrıca yarı iletken endüstrisini büyük ölçüde teşvik ederek ülkenin dünyanın en büyüklerinden biri haline gelmesine ön ayak oldu. Bu arada Tayvan’da da hükümet, araştırmaları finanse ederek ve ABD’de eğitim görmüş mühendisleri işe alarak yarı iletken endüstrisinin gelişmesinde kayda değer bir rol oynadı. Fakat iktisatçı Arvind Panagariya, Güney Kore ve Tayvan’ın başarısının sanayi politikasından ziyade ticareti benimsemelerinden kaynaklandığını savunuyor.

1949’dan bu yana Komünist Parti liderliğindeki Çin, 19702lerin sonlarında başlayan bazı piyasa odaklı reformlara rağmen uzun süredir devlet güdümlü bir ekonomiye sahip. Son yıllarda Pekin, elektrikli araçlar, gelişmiş demiryolu ve gemi inşası ve yapay zekâ dahil on yüksek teknoloji endüstrisinde küresel hakimiyet elde etme hedefini özetleyen Made in China 2025 stratejisi şeklinde agresif bir sanayi politikası benimsedi; hükümet bu endüstrilerin gelişimine teşvikler yağdırdı.

Latin Amerika’da savaş sonrası dönemde pek çok ülke, tarım ve madencilik gibi sektörlerde düşük katma değerli mallara çok fazla bağımlı olduklarından kaygı hissederek ithal ikameci sanayileşmeyi denedi. Bu yaklaşım, gümrük vergileri ve diğer ticari kısıtlamalar yoluyla mamul mal ithalatını caydırarak yerli sanayileri teşvik etmeyi amaçlıyordu. Uzmanlar, sonuçların karmaşık olduğunu söylüyor: bazı yeni endüstriler ve başarılı şirketler kuruldu ama aynı zamanda yolsuzluk, verimsizlik ve sürdürülemez hükümet bütçelerini de beraberinde getirdi.

Neden tartışmalı?

Sanayi politikasına ilişkin tartışma hararetli zir serbest piyasaların ve hükümetin ekonomideki rolüne ilişkin daha derin ve uzun süredir devam eden bir tartışmanın kalbine iniyor.

Politikayı savunanlar, serbest piyasa bunu yapamayabileceği için hükümetin ekonomiyi ulusal çıkarlar doğrultusunda yapılandırma konusunda hem kabiliyete hem de göreve sahip olduğunu iddia ediyor. Örneğin, düşünce kuruluşu American Compass’ın yönetici direktörü Oren Cass, imalat sanayilerinin istikrarlı, iyi ücretli istihdam gibi geniş toplumsal faydalar sağladığını ve bunların tek bir şirketin karar alma sürecinde hesaba katılmadığını öne sürüyor. Harvard Business School profesörleri Gary Pisano ve Willy Shih, uzun süredir üretimin offshore edilmesinin, üretim bilgi birikiminin kaybolması nedeniyle ABD’nin yenilik yapma kabiliyetini engellediğini savunuyor.

Dahası, bir ülke ulusal güvenlik nedenleriyle tıbbi malzeme veya askeri teçhizat gibi kritik malları yurt içinde üretmesi gerektiğine karar verebilir. Destekçiler ayrıca hükümetin Ar-Ge’yi finanse etmesi gerektiğini, çünkü toplumsal faydaların şirketlerin yatırımının çok ötesine geçtiğini iddia ediyor.

Bilgi Teknolojileri ve İnovasyon Vakfı’ndan Robert D. Atkinson, akılcı bir sanayi politikasının uluslararası alanda rekabet eden, sivil ve askeri uygulamaları olan ve bir kez kaybedildiğinde yeniden canlandırılması zor olan yüksek değerli sanayilere odaklanması gerektiğini söylüyor. Atkinson, buna örnek olarak yarı iletken üretimini gösteriyor.

Politikaya karşı çıkanlar, hükümetin başarılı firmaları belirlemede serbest piyasadan daha kötü olduğunu ve müdahalenin kaçınılmaz olarak, siyasi olarak iyi ilişkilere sahip şirketlerin rakiplerinin zararına fayda sağlayan ahbap çavuş kapitalizmine yol açtığını söylüyor. Cato Enstitüsü’nden Scott Lincicome, 1980’lerde ABD hükümetinin yarı iletken endüstrisini destekleme çabaları da dahil olmak üzere, güvenlik motivasyonlu bir dizi sanayi politikası başarısızlığını belgelemiş ve bunun endüstriye çok az yardımcı olduğunu ve hatta belki de zarar verdiğini ileri sürmüştü. Tekelcilik karşıtı Amerikan Ekonomik Özgürlükler Projesi’nden Matt Stoller gibi sol görüşlü bazı uzmanlar, sanayi politikasının inovasyonu engelleyeceğini ve ulusal güvenliğe zarar vereceğini savunarak şirket gücünün daha da yoğunlaşmasına yol açabileceği uyarısında bulundu.

ABD’deki mevcut tartışma ne üzerine?

Sanayi politikası 1980’lerde ve 1990’larda Washington Konsensüsünün gelişmesiyle gözden düşmüş, ana akım iktisatçılar kalkınmayı devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi serbest piyasa politikalarının bir sonucu olarak görmüşlerdi. Ancak, özellikle Çin’in yükselişi, artan ekonomik eşitsizlik, iklim değişikliği tehdidi ve Kovid-19 salgınının ortaya çıkardığı tedarik zinciri kırılganlıkları nedeniyle her iki taraftaki karar alıcılar arasında yeniden ilgi söz konusu.

Demokratlar, FDR dönemi müdahaleciliğini hatırlatan cüretkâr önerileri giderek daha fazla gündeme getiriyorlar. Örneğin, önerilen Yeni Yeşil Mutabakat, temiz enerji, altyapı ve üretime odaklanan geniş, iklim merkezli bir sanayi politikası öngörüyor. Sağda ise Başkan Trump, bilhassa imalat sektöründeki yerlileşmeyi geri getirme hedefiyle uzun süredir devam eden Cumhuriyetçi iktisadi ortodoksiden ayrıldı. İthal çelik ve alüminyum ürünlerine, çamaşır makinelerine ve güneş panellerine gümrük vergileri getirdi; Çin’e karşı agresif adımlar atarak yüz milyarlarca dolar değerinde Çin malına ek gümrük vergileri koydu ve Çin’in Amerikan teknoloji firmalarını satın almasını engelledi. Fakat pek çok uzman, Trump’ın gümrük vergilerini etkisiz olmakla eleştirerek, tüketiciler ve diğer sektörler için büyük bir maliyetle çok az istihdam yarattığını söyledi.

Diğer bazı Cumhuriyetçiler de aynı fikirde. Cumhuriyetçi Florida Senatörü Marco Rubio, Aralık 2019’da yaptığı bir konuşmada Çin ile mücadele ve “onurlu çalışmayı” geri getirmek yönünde yeni bir sanayi politikasını savunarak “Piyasa her zaman en verimli iktisadi sonuca ulaşacaktır ama bazen en verimli sonuç kamu yararıyla çelişir,” demişti. Rubio’nun planı, federal Ar-Ge harcamalarının artırılmasını, havacılık ve demiryolu gibi “stratejik öneme sahip sektörlere” yatırım yapılmasının teşvik edilmesini ve işletmelerin fabrika ve makinelere daha fazla yatırım yapmaya teşvik edilmesini içeriyor.

Cato’dan Lincicome, Çin’deki devlet kapitalizminin başarısının abartılmasına karşı uyarıda bulunarak, Çinli yarı iletken şirketlerin milyarlarca dolarlık teşvike rağmen küresel lider olmayı başaramadığını belirtiyor. Dahası, “ABD, ülkeyi büyük yapan şeylere—yüksek vasıflı göçü artırmak, vergi ve düzenlemeleri azaltmak ve müttefiklerle yeni ticaret anlaşmaları sağlamak— eğilmeli,” diyor. Lincicome ayrıca sanayi politikası savunucularının ABD’nin gerilemesine ilişkin gerçeklerden çok daha kasvetli bir tablo çizdiğini öne sürüyor. İstihdam azalmış olsa da imalat çıktısının değeri son yirmi yılda arttı ve sektörün ekonomideki azalan payı, hizmet endüstrileri genişledikçe diğer gelişmiş ekonomilerdekilerle tutarlı.

Biden ne yaptı?

Başkan Biden, ABD’nin ekonomik rekabet gücünü artırmak adına yüz milyarlarca dolarlık yeni harcama önererek ve “orta sınıfa dönük” bir dış politika sözü vererek “Daha İyisini İnşa Etme” vaadiyle kampanya yürütmüştü. Görevindeki ilk icraatlarından biri, federal hükümetin ABD’li şirketlerden mal ve hizmet satın almasını gerektiren Amerikan Malı Satın Al yasalarını güçlendirmeyi amaçlayan bir kararname oldu. Bir başka kararnameyle de federal hükümetin devasa araç filosunu ABD’de üretilen temiz enerjili modellerle değiştirme sürecini başlatarak yerli elektrikli araç sektörüne potansiyel bir destek sundu.

2022 yılında Kongre ile yapılan müzakereler, önemli sanayi politikası etkileri olan iki büyük yasa tasarısına iki partiden de destek gelmesiyle sonuçlandı. Ağustos ayında kabul edilen CHIPS ve Bilişim Yasası, ileri teknoloji üretiminin Çin’den ABD’ye taşınmasını teşvik etmek amacıyla bilimsel Ar-Ge ve yarı iletken üretimine yaklaşık 280 milyar dolar yönlendirecek. Yasanın kabulünü takip eden haftalarda, yarım düzine yarı iletken üreticisi ABD’deki üretimlerini desteklemek için federal teşviklerden yararlanmayı planladıklarını açıkladı. Yasa kapsamında bütçe alabilmek için şirketlerin Çin, İran, Kuzey Kore ya da Rusya’da belirli türde tesisler inşa etmemeyi taahhüt etmeleri gerekiyor. Biden yönetimi ayrıca, Çin’in gelişmiş bilgi işlem çipleri elde etmesini, süper bilgisayarların bakımını yapmasını ve geliştirmesini ve yarı iletkenler üretmesini kısıtlayan sıkı ihracat kontrolleri getirerek, yeni teknolojiler konusunda Çin’i geride bırakmaya yönelik benzeri görülmemiş bir adım attı. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’ndeki Yapay Zekâ Yönetişim Projesi’nin direktörü Gregory Allen, “dönüm noktası” niteliğindeki bu kontrollerin “Çin’in teknoloji endüstrisinin büyük bölümünü aktif biçimde boğmaya—öldürme niyetiyle boğmaya— yönelik yeni bir politikayı yürürlüğe koyduğunu” yazdı.

Yine ağustos ayında kabul edilen Enflasyonu Azaltma Yasası, gelişmiş ulaşım ve teknoloji üretimini ABD’ye geri getirme yönünde 60 milyar dolarlık ilave vergi kredisi, hibe, kredi ve yatırım içeriyor. Yasa, nihai montajı Kuzey Amerika’da yapılan ve bataryaları öncelikle ABD veya ticari müttefiklerinden temin edilen bileşenler ve kritik mineraller içeren elektrikli araçların tüketicileri ve üreticileri için milyarlarca dolarlık yeni teşvikler barındırıyor. 2023’ten sonra, batarya bileşenleri Çin’de üretilen otomobil üreticileri bu teşviklerden yararlanamayacak.

Ancak CFR’den Shannon K. O’Neil, yerli imalatın kısmen ABD’ye geri getirilmesine dönük çabanın esasında tedarik zincirlerini daha az dirençli hale getirebileceği konusunda uyarıda bulundu. O’Neil, bunun yerine, ABD’nin ortak tedarik zincirleri ve stratejik stoklar oluşturmak için Kanada ve Meksika gibi müttefiklerle koordinasyon içinde olması gerektiğini yazdı. Bu işbirliği, gelecekteki krizlere yanıt verilmesine ve üretimin çok az sayıda üreticide verimsiz bir şekilde yoğunlaşmasının önlenmesine olanak sağlayacak. O’Neil, “Eşitsizlikleri azaltmanın ve refah getirmenin yolu dünyayı dışlamak değil. ABD bir ekonomik güç merkezi olarak kalmak, küresel tüketiciler, işletmeler ve endüstriler için Asya, Avrupa ve diğerleriyle rekabet etmek istiyorsa, bunu tek başına yapamaz. Komşularına ihtiyacı var,” diye yazdı.


[1] 1930’lu yıllarda ABD’de Başkan Franklin D. Roosevelt’in ilk döneminde uygulanan ekonomi programı. Programın asıl amacı Büyük Buhran sonrası toparlanmayı kolaylaştırmaktı. İşsizlere ve yoksullara rahatlama, ekonominin normal seyrine dönmesi ve tekrar çöküşü önlemek adına mali sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştı. (ç.n.)

[2] Güney Kore’de genelde aile şirketi olarak kurulmuş olan büyük ölçekli firmalar. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?

Yayınlanma

Yazar

Eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.


Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?

Simon Zeise, Berliner Zeitung

7 Kasım 2024

Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.

Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.

Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?

Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.

Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.

Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?

Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.

Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.

Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?

Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.

Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?

Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.


BRICS’in Kazan zirvesi

Prabhat Patnaik, Peoples Democracy

10 Kasım 2024

BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.

Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.

Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.

Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.

Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.

BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.

Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.

Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.

Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).

Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.

Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.

Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.

Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.

BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.

Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.

Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.

Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.

Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.

Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).

Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.

Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.

Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.

Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.

Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.

BRICS Zirvesi’nde çok taraflılık vurgusu

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English