Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Sanayi politikası geri mi dönüyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’de Joe Biden dönemi, iktisadi politikalar açısından esasında Donald Trump döneminde yarım kalanların devamını getirmişti. Sadece üsluplar farklılaşmıştı. Çin’in yakaladığı ivme ve yüksek teknolojide kaydettiği ilerleme, ABD’nin yeni bir iktisadi politika benimsemesini de beraberinde getirdi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın nisan ayında Brookings Enstitüsü’nde ana hatlarını çizdiği yeni Amerikan manifestosu saldırgan bir görünümdeydi ve tarih bu gibi güç mücadelelerinin savaşsız bitmeyeceğini belli etmişti.


Sanayi politikası geri mi dönüyor?

Anshu Siripurapu, Noah Berman
Council on Foreign Relations
18 Kasım 2022

Kovid-19 salgınının sonuçları ve Çin’in yükselişi, ABD hükümetinin ekonomiyi şekillendirmedeki rolüne dair yeni tartışmaları beraberinde getirdi.

Giriş

ABD, Kovid-19 salgını, küresel tedarik zincirindeki istikrarsızlık, iklim değişikliği ve Çin’in yükselişi başta olmak üzere bir dizi zorlukla yüzleşirken, sanayi politikasının rolü veya stratejik açıdan önemli olduğu düşünülen belirli sektörlere sunulacak devlet teşviki konusunda yeni tartışmalar yaşanıyor.

Sanayi politikasının destekçilerine göre ABD’nin bu yeni politikayı uygulaması, Çin’in devlet güdümlü kalkınmasına karşılık vermek, kritik malzeme ve ürünlerin tedarikini güvence altına almak ve gezegeni koruyabilecek teknolojiler geliştirmek açısından elzem. Sanayi politikasına yalnızca Çin’de değil, Almanya, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerde de başvurulduğuna ve buna tarihsel olarak ABD’de de başvurulduğuna işaret ediyorlar. Sanayi politikasına karşı çıkanlara göre bu, kaçınılmaz olarak serbest piyasayı bozacak ve şirketleri ürün ve hizmetlerinin kalitesine göre değil, yasama organlarına lobi yapma becerilerine göre ödüllendirecek. Başkan Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin ticaret ve ekonomi politikası konusundaki geleneksel duruşunu değiştirirken, Başkan Joe Biden CHIPS ve Bilişim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası da dahil olmak üzere önemli sanayi politikası mevzuatının kabulüne nezaret etmiş oldu.

Sanayi politikası nedir?

Sanayi politikası genel anlamda hükümetin ulusal güvenlik veya ekonomik rekabet gücü için kritik olarak tanımladığı belirli sektörleri teşvik etme çabalarını ifade ediyor. Roosevelt Enstitüsü’nden Todd Tucker sanayi politikasını şu şekilde tanımlıyor: “Girdi maliyetlerini, çıktı fiyatlarını veya diğer düzenleyici işlemleri değiştirerek kaynakların bir endüstri veya sektörden diğerine kaymasını teşvik eden her hükümet politikasının ifade eder.”

Genellikle buna havacılık, yarı iletkenler ve gemi inşası gibi ağır üretim yapan veya askeri uygulamaları olan sektörler dahil edilir. Politika tedbirleri koruyucu gümrük vergileri veya diğer ticari kısıtlamalar, doğrudan teşvikler veya vergi kredileri, araştırma ve geliştirmeye (Ar-Ge) dönük kamu harcamaları veya kamu alımları (devletin satın aldığı askeri teçhizat gibi mal ve hizmetler) olabilir. CFR’den Edward Alden, “Bu, piyasa sonuçlarının maksimum faydayı sağlayacağını varsaymak yerine, hükümetin tek parmağını teraziye koymasıyla ilgili,” diyor.

ABD’de daha önce nasıl kullanıldı?

Alexander Hamilton, sanayi politikasının ABD’deki ilk büyük savunucusu olarak kabul edilir. Ülkenin ilk hazine bakanı, 1791 tarihli ünlü “İmalat Konulu Rapor”unda, ülkenin yeni gelişen imalat sektörünün gümrük vergileri ve teşviklerin bir kombinasyonu yoluyla desteklenmesini savunmuştu.

Vanderbilt Üniversitesi’nden Ganesh Sitaraman, bu Hamiltoncu geleneğin ABD tarihi boyunca, Henry Clay’in on dokuzuncu yüzyılın başlarında gümrük vergileri, bir merkez bankası ve altyapı geliştirmenin bir kombinasyonu olan “Amerikan Sistemi” vizyonu gibi çeşitli şekillerde ifade edildiğini yazıyor. Sitaraman, Amerikan sanayi politikasının diğer bazı geleneklerini de erken dönem Amerikan liderlerine atfediyor; bunlar arasında belirli sektörlerden ziyade araştırma ve altyapıyı teşvik etmeye odaklanan “Franklinci” gelenek ve antitröst ve diğer düzenlemelerin kullanımı yoluyla rekabetçi bir piyasa yaratmaya odaklanan “Madisoncu” gelenek yer alıyor.

Ancak CFR’den Alden, ABD’nin gelişmiş ekonomiler arasında tarihsel olarak “sanayi politikalarını tutarlı bir şekilde kullanmaktan en çok kaçınan ülke” olduğunu söylüyor. Alden, Washington’un bu politikaları genelde sadece bir dış tehdit algılanması halinde benimsediğini söylüyor.

Uzmanlar, Başkan Franklin D. Roosevelt’in (FDR) 1930’lardaki Yeni Düzen[1] programlarının çoğunu erken örnekler olarak gösteriyor. Bunlar arasında bir dizi sektörde ücretleri ve fiyatları düzenlemeye çalışan Ulusal Kurtarma İdaresi de yer alıyor. Bunu takip eden devasa, devlet güdümlü İkinci Dünya Savaşı seferberliği de uç bir örnekti.

Savaştan sonra ABD’nin sanayi politikası, uzay yarışı da dahil olmak üzere büyük ölçüde Sovyetler Birliği ile rekabete göre şekillendi. Sovyetler Birliği’nin ilk yapay uydu Sputnik’i fırlatmasına karşılık olarak kurulan Pentagon’un Gelişmiş Savunma Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA), diğer atılımların yanı sıra modern internetin ve Küresel Konum Sistemi’nin (GPS) önünü açmasıyla biliniyor. Hükümetin yarı iletkenlerde yaptığı büyük alımlar Amerikan endüstrisinin büyümesini teşvik etti. Fakat 1980’lerde yarı iletken endüstrisinde Japonya ile rekabet, ABD’nin düşüşe geçeceği korkularını körükledi. Bu düşüş, Ar-Ge harcamalarını koordine ederek ve ortak standartlar belirleyerek endüstriyi güçlendirmeyi amaçlayan on dört Amerikan şirketinden oluşan hükümet destekli bir konsorsiyum olan Sematech’in kurulmasını beraberinde getirdi.

Daha yakın tarihli örnekler arasında, DARPA’nın Enerji Bakanlığı nezdindeki muadili olarak 2009 yılında yeni enerji teknolojileri geliştirmek üzere kurulan ARPA-Energy yer alıyor. Başkan Barack Obama’nın 2016 yılında başlattığı Manufacturing USA girişimi, gelişmiş üretimi teşvik etmeye odaklanan ondan fazla kamu-özel araştırma enstitüsünün kurulmasına ön ayak oldu.

Peki ya diğer ülkeler?

Almanya, Japonya, Güney Kore ve çoğu Latin Amerika ülkesi de dahil pek çok ülke sanayi politikalarını farklı düzeylerde başarıyla uyguladı.

Sanayi politikası; Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık (İngiltere) da dahil olmak üzere Avrupa’da uzun bir geleneğe sahip. Örneğin iktisatçı Ha-Joon Chang, İngiltere’nin on dördüncü yüzyılın başlarında gümrük vergileri, ihracat kısıtlamaları ve diğer tedbirleri kullanarak yün imalatının gelişimini nasıl teşvik ettiğini ayrıntılı olarak anlatmıştı. Yeniden birleşen Almanya’nın on dokuzuncu yüzyıldaki Şansölyesi Otto von Bismarck, hem tarımı hem de sanayiyi korumak için “demir ve çavdarın evliliği” olarak bilinen gümrük vergilerini uygulamaya koymuştu. Chang, kamu iktisadi teşebbüslerinin pek çok Avrupa ekonomisinde önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Fransız hükümeti bugün hala otomobil üreticisi Renault’nun büyük hissedarlarından biri; havacılık devi Airbus ise Boeing gibi Amerikan şirketlerine meydan okumak için İngiliz, Fransız, İspanyol ve Alman hükümetlerinin verdiği ortak çabanın bir sonucu.

1980’lerde, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher ve diğer liderlerin çelik ve havayolları gibi kamulaştırılmış endüstrileri özelleştirmesiyle, devletin ağır müdahalesine karşı bir dönüş yaşandı. Ancak daha yakın bir zamanda, eski Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, ülkeyi 2050 yılına kadar karbon nötr hale getirmeye yardımcı olmak için yenilenebilir enerjilere ve elektrikli araçlara yatırım sözü vererek “yeşil sanayi devrimi” planlarını açıkladı. Bugün Almanya’da araştırma, kamu-özel sektör enstitülerinden oluşan bir ağ tarafından destekleniyor ve üretime bir staj programı eşlik ediyor. Berlin, ayrıca araştırma teşvikleri ve diğer girişimler yoluyla yüksek teknolojili üretimi artırma yönünde bir “Endüstri 4.0” planı geliştirdi.

Avrupa Birliği ise kısa bir süre önce, kıta genelinde araştırmaları koordine etme ve pil üretimini teşvik etmeye yönelik ağ olan Avrupa Pil İttifakı’nı da içeren iklim odaklı bir sanayi politikası benimsedi. Birlik ayrıca küresel yarı iletken pazarındaki payını artırmayı ve kuantum bilişimde öncü olmayı hedefliyor.

Pek çok uzman, sanayi politikasının Asya’da, Japonya ve Güney Kore de dahil olmak üzere bölgedeki ülkelerin İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı iktisadi kalkınmasını ifade eden “Doğu Asya mucizesini” tetiklediğini öne sürüyor. Japon hükümeti, ticaret ve yatırım kısıtlamaları, teşvikler ve diğer politikaların bir kombinasyonunu kullanarak çelik ve yarı iletkenler gibi endüstrilerin gelişimini teşvik etti. 1980’lere gelindiğinde Japonya, ABD’ye rakip bir ekonomik güç merkezine dönüşmüştü. Fakat bazı uzmanlar, sanayi politikasının Japonya’nın ekonomik büyümesi üzerindeki etkilerinin abartıldığını ve girişimcilik ve ülkenin yüksek tasarruf oranı gibi diğer faktörlerin daha büyük rol oynadığını savunuyor. Otuz yıldan fazla süren hızlı büyümenin ardından Japonya, 1990’larda bazılarının kayıp on yıl olarak adlandırdığı bir dönem yaşadı ve o zamandan beri düşük büyüme ve deflasyonla mücadele ediyor.

Ayrıca Güney Kore, 1960’lar ve 1970’lerde çelik, gemi inşası, elektronik ve otomobil üretim sektörlerini geliştirerek ekonomisini hızla modernleştirmeye çalıştı. Bu durum, Güney Kore ekonomisine hâkim olan Samsung ve LG gibi devasa chaebol[2] holdinglerin kurulmasına yol açtı. Seul ayrıca yarı iletken endüstrisini büyük ölçüde teşvik ederek ülkenin dünyanın en büyüklerinden biri haline gelmesine ön ayak oldu. Bu arada Tayvan’da da hükümet, araştırmaları finanse ederek ve ABD’de eğitim görmüş mühendisleri işe alarak yarı iletken endüstrisinin gelişmesinde kayda değer bir rol oynadı. Fakat iktisatçı Arvind Panagariya, Güney Kore ve Tayvan’ın başarısının sanayi politikasından ziyade ticareti benimsemelerinden kaynaklandığını savunuyor.

1949’dan bu yana Komünist Parti liderliğindeki Çin, 19702lerin sonlarında başlayan bazı piyasa odaklı reformlara rağmen uzun süredir devlet güdümlü bir ekonomiye sahip. Son yıllarda Pekin, elektrikli araçlar, gelişmiş demiryolu ve gemi inşası ve yapay zekâ dahil on yüksek teknoloji endüstrisinde küresel hakimiyet elde etme hedefini özetleyen Made in China 2025 stratejisi şeklinde agresif bir sanayi politikası benimsedi; hükümet bu endüstrilerin gelişimine teşvikler yağdırdı.

Latin Amerika’da savaş sonrası dönemde pek çok ülke, tarım ve madencilik gibi sektörlerde düşük katma değerli mallara çok fazla bağımlı olduklarından kaygı hissederek ithal ikameci sanayileşmeyi denedi. Bu yaklaşım, gümrük vergileri ve diğer ticari kısıtlamalar yoluyla mamul mal ithalatını caydırarak yerli sanayileri teşvik etmeyi amaçlıyordu. Uzmanlar, sonuçların karmaşık olduğunu söylüyor: bazı yeni endüstriler ve başarılı şirketler kuruldu ama aynı zamanda yolsuzluk, verimsizlik ve sürdürülemez hükümet bütçelerini de beraberinde getirdi.

Neden tartışmalı?

Sanayi politikasına ilişkin tartışma hararetli zir serbest piyasaların ve hükümetin ekonomideki rolüne ilişkin daha derin ve uzun süredir devam eden bir tartışmanın kalbine iniyor.

Politikayı savunanlar, serbest piyasa bunu yapamayabileceği için hükümetin ekonomiyi ulusal çıkarlar doğrultusunda yapılandırma konusunda hem kabiliyete hem de göreve sahip olduğunu iddia ediyor. Örneğin, düşünce kuruluşu American Compass’ın yönetici direktörü Oren Cass, imalat sanayilerinin istikrarlı, iyi ücretli istihdam gibi geniş toplumsal faydalar sağladığını ve bunların tek bir şirketin karar alma sürecinde hesaba katılmadığını öne sürüyor. Harvard Business School profesörleri Gary Pisano ve Willy Shih, uzun süredir üretimin offshore edilmesinin, üretim bilgi birikiminin kaybolması nedeniyle ABD’nin yenilik yapma kabiliyetini engellediğini savunuyor.

Dahası, bir ülke ulusal güvenlik nedenleriyle tıbbi malzeme veya askeri teçhizat gibi kritik malları yurt içinde üretmesi gerektiğine karar verebilir. Destekçiler ayrıca hükümetin Ar-Ge’yi finanse etmesi gerektiğini, çünkü toplumsal faydaların şirketlerin yatırımının çok ötesine geçtiğini iddia ediyor.

Bilgi Teknolojileri ve İnovasyon Vakfı’ndan Robert D. Atkinson, akılcı bir sanayi politikasının uluslararası alanda rekabet eden, sivil ve askeri uygulamaları olan ve bir kez kaybedildiğinde yeniden canlandırılması zor olan yüksek değerli sanayilere odaklanması gerektiğini söylüyor. Atkinson, buna örnek olarak yarı iletken üretimini gösteriyor.

Politikaya karşı çıkanlar, hükümetin başarılı firmaları belirlemede serbest piyasadan daha kötü olduğunu ve müdahalenin kaçınılmaz olarak, siyasi olarak iyi ilişkilere sahip şirketlerin rakiplerinin zararına fayda sağlayan ahbap çavuş kapitalizmine yol açtığını söylüyor. Cato Enstitüsü’nden Scott Lincicome, 1980’lerde ABD hükümetinin yarı iletken endüstrisini destekleme çabaları da dahil olmak üzere, güvenlik motivasyonlu bir dizi sanayi politikası başarısızlığını belgelemiş ve bunun endüstriye çok az yardımcı olduğunu ve hatta belki de zarar verdiğini ileri sürmüştü. Tekelcilik karşıtı Amerikan Ekonomik Özgürlükler Projesi’nden Matt Stoller gibi sol görüşlü bazı uzmanlar, sanayi politikasının inovasyonu engelleyeceğini ve ulusal güvenliğe zarar vereceğini savunarak şirket gücünün daha da yoğunlaşmasına yol açabileceği uyarısında bulundu.

ABD’deki mevcut tartışma ne üzerine?

Sanayi politikası 1980’lerde ve 1990’larda Washington Konsensüsünün gelişmesiyle gözden düşmüş, ana akım iktisatçılar kalkınmayı devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi serbest piyasa politikalarının bir sonucu olarak görmüşlerdi. Ancak, özellikle Çin’in yükselişi, artan ekonomik eşitsizlik, iklim değişikliği tehdidi ve Kovid-19 salgınının ortaya çıkardığı tedarik zinciri kırılganlıkları nedeniyle her iki taraftaki karar alıcılar arasında yeniden ilgi söz konusu.

Demokratlar, FDR dönemi müdahaleciliğini hatırlatan cüretkâr önerileri giderek daha fazla gündeme getiriyorlar. Örneğin, önerilen Yeni Yeşil Mutabakat, temiz enerji, altyapı ve üretime odaklanan geniş, iklim merkezli bir sanayi politikası öngörüyor. Sağda ise Başkan Trump, bilhassa imalat sektöründeki yerlileşmeyi geri getirme hedefiyle uzun süredir devam eden Cumhuriyetçi iktisadi ortodoksiden ayrıldı. İthal çelik ve alüminyum ürünlerine, çamaşır makinelerine ve güneş panellerine gümrük vergileri getirdi; Çin’e karşı agresif adımlar atarak yüz milyarlarca dolar değerinde Çin malına ek gümrük vergileri koydu ve Çin’in Amerikan teknoloji firmalarını satın almasını engelledi. Fakat pek çok uzman, Trump’ın gümrük vergilerini etkisiz olmakla eleştirerek, tüketiciler ve diğer sektörler için büyük bir maliyetle çok az istihdam yarattığını söyledi.

Diğer bazı Cumhuriyetçiler de aynı fikirde. Cumhuriyetçi Florida Senatörü Marco Rubio, Aralık 2019’da yaptığı bir konuşmada Çin ile mücadele ve “onurlu çalışmayı” geri getirmek yönünde yeni bir sanayi politikasını savunarak “Piyasa her zaman en verimli iktisadi sonuca ulaşacaktır ama bazen en verimli sonuç kamu yararıyla çelişir,” demişti. Rubio’nun planı, federal Ar-Ge harcamalarının artırılmasını, havacılık ve demiryolu gibi “stratejik öneme sahip sektörlere” yatırım yapılmasının teşvik edilmesini ve işletmelerin fabrika ve makinelere daha fazla yatırım yapmaya teşvik edilmesini içeriyor.

Cato’dan Lincicome, Çin’deki devlet kapitalizminin başarısının abartılmasına karşı uyarıda bulunarak, Çinli yarı iletken şirketlerin milyarlarca dolarlık teşvike rağmen küresel lider olmayı başaramadığını belirtiyor. Dahası, “ABD, ülkeyi büyük yapan şeylere—yüksek vasıflı göçü artırmak, vergi ve düzenlemeleri azaltmak ve müttefiklerle yeni ticaret anlaşmaları sağlamak— eğilmeli,” diyor. Lincicome ayrıca sanayi politikası savunucularının ABD’nin gerilemesine ilişkin gerçeklerden çok daha kasvetli bir tablo çizdiğini öne sürüyor. İstihdam azalmış olsa da imalat çıktısının değeri son yirmi yılda arttı ve sektörün ekonomideki azalan payı, hizmet endüstrileri genişledikçe diğer gelişmiş ekonomilerdekilerle tutarlı.

Biden ne yaptı?

Başkan Biden, ABD’nin ekonomik rekabet gücünü artırmak adına yüz milyarlarca dolarlık yeni harcama önererek ve “orta sınıfa dönük” bir dış politika sözü vererek “Daha İyisini İnşa Etme” vaadiyle kampanya yürütmüştü. Görevindeki ilk icraatlarından biri, federal hükümetin ABD’li şirketlerden mal ve hizmet satın almasını gerektiren Amerikan Malı Satın Al yasalarını güçlendirmeyi amaçlayan bir kararname oldu. Bir başka kararnameyle de federal hükümetin devasa araç filosunu ABD’de üretilen temiz enerjili modellerle değiştirme sürecini başlatarak yerli elektrikli araç sektörüne potansiyel bir destek sundu.

2022 yılında Kongre ile yapılan müzakereler, önemli sanayi politikası etkileri olan iki büyük yasa tasarısına iki partiden de destek gelmesiyle sonuçlandı. Ağustos ayında kabul edilen CHIPS ve Bilişim Yasası, ileri teknoloji üretiminin Çin’den ABD’ye taşınmasını teşvik etmek amacıyla bilimsel Ar-Ge ve yarı iletken üretimine yaklaşık 280 milyar dolar yönlendirecek. Yasanın kabulünü takip eden haftalarda, yarım düzine yarı iletken üreticisi ABD’deki üretimlerini desteklemek için federal teşviklerden yararlanmayı planladıklarını açıkladı. Yasa kapsamında bütçe alabilmek için şirketlerin Çin, İran, Kuzey Kore ya da Rusya’da belirli türde tesisler inşa etmemeyi taahhüt etmeleri gerekiyor. Biden yönetimi ayrıca, Çin’in gelişmiş bilgi işlem çipleri elde etmesini, süper bilgisayarların bakımını yapmasını ve geliştirmesini ve yarı iletkenler üretmesini kısıtlayan sıkı ihracat kontrolleri getirerek, yeni teknolojiler konusunda Çin’i geride bırakmaya yönelik benzeri görülmemiş bir adım attı. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’ndeki Yapay Zekâ Yönetişim Projesi’nin direktörü Gregory Allen, “dönüm noktası” niteliğindeki bu kontrollerin “Çin’in teknoloji endüstrisinin büyük bölümünü aktif biçimde boğmaya—öldürme niyetiyle boğmaya— yönelik yeni bir politikayı yürürlüğe koyduğunu” yazdı.

Yine ağustos ayında kabul edilen Enflasyonu Azaltma Yasası, gelişmiş ulaşım ve teknoloji üretimini ABD’ye geri getirme yönünde 60 milyar dolarlık ilave vergi kredisi, hibe, kredi ve yatırım içeriyor. Yasa, nihai montajı Kuzey Amerika’da yapılan ve bataryaları öncelikle ABD veya ticari müttefiklerinden temin edilen bileşenler ve kritik mineraller içeren elektrikli araçların tüketicileri ve üreticileri için milyarlarca dolarlık yeni teşvikler barındırıyor. 2023’ten sonra, batarya bileşenleri Çin’de üretilen otomobil üreticileri bu teşviklerden yararlanamayacak.

Ancak CFR’den Shannon K. O’Neil, yerli imalatın kısmen ABD’ye geri getirilmesine dönük çabanın esasında tedarik zincirlerini daha az dirençli hale getirebileceği konusunda uyarıda bulundu. O’Neil, bunun yerine, ABD’nin ortak tedarik zincirleri ve stratejik stoklar oluşturmak için Kanada ve Meksika gibi müttefiklerle koordinasyon içinde olması gerektiğini yazdı. Bu işbirliği, gelecekteki krizlere yanıt verilmesine ve üretimin çok az sayıda üreticide verimsiz bir şekilde yoğunlaşmasının önlenmesine olanak sağlayacak. O’Neil, “Eşitsizlikleri azaltmanın ve refah getirmenin yolu dünyayı dışlamak değil. ABD bir ekonomik güç merkezi olarak kalmak, küresel tüketiciler, işletmeler ve endüstriler için Asya, Avrupa ve diğerleriyle rekabet etmek istiyorsa, bunu tek başına yapamaz. Komşularına ihtiyacı var,” diye yazdı.


[1] 1930’lu yıllarda ABD’de Başkan Franklin D. Roosevelt’in ilk döneminde uygulanan ekonomi programı. Programın asıl amacı Büyük Buhran sonrası toparlanmayı kolaylaştırmaktı. İşsizlere ve yoksullara rahatlama, ekonominin normal seyrine dönmesi ve tekrar çöküşü önlemek adına mali sistemin reforme edilmesi amaçlanmıştı. (ç.n.)

[2] Güney Kore’de genelde aile şirketi olarak kurulmuş olan büyük ölçekli firmalar. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Batı basını, Putin’in Çin ziyaretini nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Rusya Devlet Başkanı’nın Çin ziyareti yabancı basında en çok tartışılan gündem maddeleri arasına girdi. Gazeteler, iki lider arasındaki yakın kişisel ilişkileri ve Çin’in Batı ile ilişkilerinde kendisine pek çok sorun çıkaran ‘sınır tanımayan dostluk’ taahhüdü üzerine spekülasyonlarda bulundu.

Wall Street Journal:

“Çin lideri Xi Jinping’e göre Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD egemenliğindeki dünya düzeniyle mücadelede faydalı bir ortak. Ancak bu ilişki Çin açısından zahmetli, zira ABD’li ve Avrupalı yetkililer Çin’i Rusya’nın ordusunu yeniden inşa etmesine yardım etmemesi konusunda uyarmıştı.

İki lider, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya girmesinden kısa bir süre önce ‘sınır tanımayan dostluk’ ilan etti. O zamandan bu yana Çin, Rus ekonomisine can simidi atmış olsa da daha az genişlemiş durumda. Putin, Rusya’nın Batı’nın kendisini tecrit etme çabalarına direnmesine yardımcı olan bu desteği genişletmek isteyecektir. Üstelik bu ziyaret, Rusya halkına hala etkili dostları olduğunu göstermesine de olanak sağlayacak…

Putin’in Çin’in kuzeydoğusuna yaptığı ziyaret, Ukrayna’daki çatışmaların patlak vermesinden bu yana Rusya’nın özellikle yakınlaştığı Kuzey Kore’yi de ziyaret edebileceği yönündeki spekülasyonları artırdı. Bu, Rusya’nın Kuzey Kore ile artan bağları Çin’de bazı rahatsızlıklara neden oldu.”

Le Temps:

“Bu iki adam hiç ayrı düşmeyecek gibi görünüyor. Bu, 2012’den bu yana devlet başkanları olarak gerçekleştirdikleri 43. görüşme. Çin Devlet Başkanı için bu sayı Hintli mevkidaşlarının iki katı, Japon mevkidaşlarının dört katı ve ABD başkanları ya da Avrupalı yetkililerden çok daha fazla yüz yüze görüşme anlamına geliyor. İki ülke arasındaki ilişkiler Stalin döneminden bu yana hiç bu kadar sıcak olmamıştı.”

Le Figaro:

“Xi Jinping en iyisini sona sakladı. Çin Devlet Başkanı, perşembe günü ‘eski dostunu’ kabul etti. Vladimir Putin, Elysee Sarayı’nda Emmanuel Macron’a gülümsemesinden sadece on gün sonra Pekin’de… Yeni ‘seçilmiş’ Rusya Devlet Başkanı onuruna düzenlenen bu iki günlük resmi ziyaret, Ukrayna’daki savaşın arifesinde iki güç merkezi arasında kurulan ‘sınır tanımayan ortaklığın’ gücünü teyit etmeli ve tarafsızlık görüntüsünü korumaya çalışan ikinci dünya gücünün sempatilerine parlak bir ışık tutmalı.”

Sueddeutsche Zeitung:

“Devlet Başkanı Xi, Putin ile yaptığı görüşmede Avrupa’da barış arzusunu vurguladı. Putin müzakere isteğini yineledi. Ancak belli ki sonuç hakkında kendi fikirleri var. Pekin, Rusya’nın yer almadığı İsviçre’deki barış konferansına katılmayı henüz kabul etmedi. İyi ilişkileri ve Moskova üzerindeki etkisi nedeniyle Çin belirleyici bir katılımcı olarak görülüyor. Ancak Rusya bununla pek ilgilenmiyor.”

Les Echos:

“Ukrayna’daki savaş için destek arayan Rusya Devlet Başkanı, mart ayında yeniden seçilmesinden bu yana ilk yurt dışı gezisini Çin’e yaptı. Çinli mevkidaşı da geçen yıl aynı şeyi yaptı ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından kısa bir süre önce Şubat 2022’de imzalanan ‘sınır tanımayan’ dostluğu daha da pekiştirmek istercesine, eşi benzeri görülmemiş bir üçüncü dönem için göreve başlamasından kısa bir süre sonra Moskova’yı ziyaret etti.

Eğer Vladimir Putin, ‘sınır tanımayan dostluğu’ test etmeye geldiyse, Xi Jinping de Rusya’ya desteğini azaltması için Batı’nın artan baskısı altında bir ipte yürümek zorunda.

Pekin, Rusya ile stratejik ortaklığının ‘en önemli’ ortaklık olduğunu düşünüyor ancak Çin’in durgun ekonomisini canlandırabilecek kilit bir ticaret ortağı olan Avrupa’dan daha fazla uzaklaşmak istemiyor. Pekin aynı zamanda ABD ile olan ilişkilerini de zor da olsa istikrara kavuşturmaya çalışıyor.

Aslında Rusya ile ‘sınır tanımayan dostluğun’ hala sınırları var: Çin, Rusya’ya doğrudan silah tedarik ederek kırmızı çizgiyi aşmayı reddediyor. Washington’un baskısı altında, birkaç küçük Çin bankası yakın zamanda Rus müşterileriyle olan işlemlerini durdurdu ya da azalttı. Çin, devasa Sibirya’nın Gücü-2 doğalgaz boru hattı projesine ilişkin nihai anlaşmayı geciktirmeye devam ediyor. Ancak Kim Jong-un’un uluslararası alanda dışlanan Kuzey Kore’si, sorgusuz sualsiz Rusya ile askeri iş birliğini artırıyor ve Batı tarafından Ukrayna’daki savaş için mühimmat tedarik etmekle suçlanıyor. Vladimir Putin, Asya turu sırasında Pyongyang’ı ziyaret ederek bu desteği takdir edebilir.”

Der Spiegel:

“Çin Devlet Başkanı Xi, Pekin’de ‘eski dostunu’ kabul etti. Putin. İki devlet başkanı karşılıklı iltifatlarda bulunurken aynı zamanda Batı’ya karşı ittifaklarını güçlendirmek istiyorlar. İki günlük ziyaret öncelikle ilişkilerin kalitesini kamuoyuna göstermeyi amaçlıyor. Berlin merkezli bir Çin araştırma enstitüsü olan Merics’in analistlerinden Helena Legarda, ‘Moskova ile Pekin, bu vesileyle yakın ortaklıklarını ve küresel düzeni reforme etme ve ABD’ye karşı bir kutup oluşturma yönündeki ortak hedeflerini vurguluyor’ diyor.

Elbette Putin için öncelikle Batı’ya karşı ittifakı güçlendirmek önemli. Bir yandan böyle bir uyum, Moskova’nın yalnız olmadığını göstermek için dünyanın geri kalanına bir jest olarak önemli.”

Neue Zuercher Zeitung:

“Rusya Devlet Başkanı, Çin’de harika bir şekilde karşılanıyor. Kremlin, Ukrayna’daki çatışmalarda büyük komşusu Çin kadar başka hiçbir ülkeye güvenmiyor. Daha Şubat 2022’de, Ukrayna’daki çatışmalar başlamadan birkaç gün önce Vladimir Putin ve Xi Jinping ‘sınır tanımayan dostluk’ yemini etmişlerdi. Şimdi iki devlet başkanının iki ülke arasındaki ilişkileri daha da yüksek bir seviyeye taşımak istedikleri anlaşılıyor. Uzmanlara göre, ikili ilişkilerin gelişimi (çatışmanın) gidişatına bağlı.

Pekin’deki Çin Halk Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler uzmanı olan Shi Yinhong, ‘Rusya daha fazla ilerleme kaydederse, ilişkiler daha da derinleşecektir’ dedi.

Xi’nin gözünde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı kazanacağı bir zafer, Çin’in başlıca rakibi olan ABD için bir yenilgi anlamına gelecektir. İşte bu yüzden Çin,Ukrayna savaşında Putin’i destekliyor. Fakat Çin, Rusya’yı destekleme konusunda ihtiyatlı davranmak zorunda… Çin yönetimi, ABD’nin Çin bankalarının dolar ödemelerini kesmesinden korkuyor. Bu nedenle Çin hükümeti, büyük Çin bankalarının Rusya ile iş yapmadığından emin olmak için yakından izliyor.”

Rusya Devlet Başkanı Putin’in Çin ziyareti başladı: ‘Kapsamlı ortaklığın derinleştirilmesi’ mesajı

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail Refah’a saldırsa da Hamas, Gazze’de varlığını sürdürecek

Yayınlanma

İsrail, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a uluslararası baskılara rağmen geniş çaplı saldırıya hazırlanırken diğer yandan Hamas’tan temizlediğini ilan ettiği Gazze’nin diğer bölgelerinde Hamas saldırılarıyla boğuşuyor. Dün Cibaliya Mülteci Kampı’nda İsrail’e göre 5, Hamas’a göre 12 İsrail askeri öldürüldü. Temizlendiği iddia edilen bölgelerde Hamas’ın yeniden “dirilmesi” İsrail içinde siyasi bölünmelere de yol açıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, güncel gelişmeler ışığında Netanyahu’nun “Hamas’ı ortadan kaldırma” hedefinin neden mümkün olmadığına odaklanıyor:

***

WSJ: Hamas’ın gerilla taktiklerine geçişi İsrail için sonsuz savaş tehlikesini artırıyor

İslamcı militan grup, vur-kaç taktiklerini ve daha küçük savaşçı gruplarını kullanarak ‘yıllarca olmasa bile aylarca’ savaşabileceğini gösteriyor.

Jared Malsin ve Summer Said

Savaşın üzerinden yedi ay geçmesine rağmen Hamas yenilmekten çok uzak ve bu durum İsrail’de sonsuza dek sürecek bir savaşa girdiği korkusunu körüklüyor.

ABD tarafından terörist ilan edilen grup, tünel ağını, küçük savaşçı hücrelerini ve geniş toplumsal etkisini sadece hayatta kalmak için değil, İsrail güçlerini taciz etmek için de kullanıyor. Cibaliya’da savaşan 98. komando tümeninden bir İsrailli yedek asker, Hamas’ın daha agresif saldırdığını, evlerde barınan askerlere ve İsrail askeri araçlarına her gün daha fazla tanksavar füzesi ateşlediğini söyledi.

Hamas’ın dayanıklılığı, Filistinli İslamcı grubun tamamen yok edilmesinin temel savaş hedeflerinden biri olduğunu söyleyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için stratejik bir sorun teşkil ediyor. İsrail’in Hamas’ın yerini almak için inandırıcı bir planı olmadığı ve ordunun elde ettiği kazanımların azalacağı endişesi güvenlik kurumları da dahil İsrail içinde giderek artıyor.

Görgü tanıklarına göre İsrail ordusu, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a tank ve asker sevk ederken Hamas da Gazze’nin kuzeyindeki İsrail güçlerine bir dizi vur-kaç saldırısı düzenledi. İsrail salı günü yaptığı açıklamada, düzinelerce militanla girdiği çatışmalarda destek için tank birlikleri çağırdığını ve Gazze’nin merkezinde Hamas’ın savaş odası olarak adlandırdığı bir yer de dahil 100’den fazla hedefi havadan vurduğunu söylerken, nispeten sessiz olan bölgeler savaş alanına dönüştü.

Bir çatışma çözümü kuruluşu olan International Crisis Group’un Orta Doğu ve Kuzey Afrika programı başkanı Joost Hiltermann “Hamas Gazze’nin her yerinde. Hamas yenilmiş olmaktan çok uzak” dedi.

Bunun sonucu olarak İsrail de Netanyahu’nun tam zafer hedefine ulaşmaktan uzak görünüyor. Mevcut ve eski İsrailli askeri yetkililere ve ABD istihbarat tahminlerine göre, İsrail Refah’a geniş çaplı bir saldırı düzenlese de düzenlemese de Hamas’ın hayatta kalması ve Gazze’nin diğer bölgelerinde varlığını sürdürmesi muhtemel.

Netanyahu pazartesi günü yaptığı açıklamada Hamas’ın 7 Ekim saldırısına atıfta bulunarak, “Hamas terör rejiminin çöküşünü sağlayana kadar durmayacağız. Saldırıyı düzenleyenlerden sonuncusuna kadar intikam alacağız” dedi.

İsrail başbakanlık ofisi Hamas’ın Gazze’de yeniden ortaya çıkışıyla ilgili yorum yapmayı reddetti.

İsrailli yetkililere göre çoğu sivil bin 200 kişinin ölümüne yol açan 7 Ekim saldırılarının emrini veren Hamas’ın Gazze’deki en üst düzey lideri Yahya Sinvar’ın, örgütün Gazze’nin altındaki tünellerinde saklanarak İsrail saldırısından kurtulmayı başarması da zorlukları artırıyor. Tünel ağının beklenenden daha geniş olduğu ortaya çıktı ve daha önce deniz suyuyla doldurmayı denedikten sonra patlayıcı kullanarak tünelleri temizlemeye çalışan İsrail ordusu için özel bir zorluk olarak önünde duruyor.

Grubun uzun vadede savaştan sağ çıkabileceğine olan inancını yansıtan Sinvar, ateşkes görüşmelerindeki arabuluculara Hamas’ın Refah’ta savaşa hazır olduğu ve Netanyahu’nun Hamas’ı dağıtabileceğine olan inancının saflık olduğu mesajını iletti.

Bir Arap müzakereci Sinvar için “O her zaman Hamas’ın hâlâ komutada olduğunu ve savaş alanını terk etmediklerini ve aylarca, hatta yıllarca devam edebileceklerini göstermek istedi” dedi.

Hamas tünellerini, savaşçılarını ve silah stoklarını kullanarak 2006’da parlamento seçimlerini kazanıp 2007’de askeri olarak yönetimi ele geçirdiğinden beri Gazze Şeridi’nin hükümeti olarak hareket eden bir gruptan gerilla savaş gücüne dönüştü.

Bu değişim kısmen grubun 1980’lerdeki ilk Filistin intifadası ya da ayaklanması sırasında Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail askeri işgaline karşı muhalefeti örgütleyen bir grup olarak köklerine dönüşünü yansıtıyor. Gazze’deki güvenlik analistleri ve tanıklara göre, mevcut savaşta bu, vur-kaç taktikleri kullanmak ve daha küçük savaşçı grupları halinde faaliyet göstermek anlamına geliyor.

Grup savaşma konusunda isteksiz olduğuna dair hiçbir işaret göstermedi. İsrail ateşkes görüşmelerinin son turunda, ilerleme kaydedilmemesi halinde, Hamas’a taleplerini yumuşatması için baskı yapmak amacıyla bir milyondan fazla yerinden edilmiş Filistinlinin barındığı Refah’a gireceği uyarısında bulundu. Hamas yetkilileri, müzakerecilere ateşkese varmak için yeterince esneklik gösterdiklerini ve Netanyahu’nun Refah’ı işgal etme tehditlerine göz yummayacaklarını söyledi.

Üst düzey Hamas yetkilisi Musa Ebu Marzuk, 6 Mayıs’ta Dubai merkezli MBC kanalına verdiği mülakatta “İsrail Refah’a saldırmakla tehdit ediyor ve operasyonlarını orada bitirmeleri gerektiğini söylüyor. Sizi kim durduruyor? Devam edin, saldırınızı gerçekleştirin ve işinizi bitirin” dedi.

Arap müzakereci, ateşkes görüşmelerinin kilit anlarında Sinvar’ın bazen ateş açmayı tercih ettiğini söyledi. Son görüşmeler, Hamas’ın insani yardım için önemli bir sınır kapısına saldırarak dört İsrail askerini öldürmesiyle sekteye uğradı.

Filistinli yetkililere göre savaşın başlamasından bu yana Gazze’de çoğu sivil 35 binden fazla kişi öldürüldü. Bu sayı Hamas savaşçıları ve siviller arasında ayrım yapmıyor.

İsrail geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarına karşılık kuzey Gazze’yi işgal ettiğinde, İsrailli askeri yetkililer kendilerine kuzey Gazze’den başlayarak şeridin bazı bölgelerini Hamas militanlarından temizleme talimatı verildiğini, ancak İsrail güçleri çekildikten sonra bu bölgelerin kontrolünü kimin alacağına dair bir plan yapılmadığını söyledi. İsrail bu yılın başlarında Gazze’nin orta ve güney kesimlerindeki operasyonlara ağırlık verdiğinden güçlerinin büyük bir kısmını kuzey Gazze’den çekmiş ve Hamas’ın yeniden nüfuz kazanması için bir açık kapı bırakmıştı.

Bazı İsrailli güvenlik yetkilileri ve analistler Netanyahu hükümetini Hamas’ın yerini alacak bir otorite için plan yapmamakla suçladı. Diğerleri ise Hamas’ın İsrail ordusuyla işbirliği yapan herkese saldırmakla tehdit ettiği savaşın ortasında alternatif bir Filistin hükümeti kurmanın mümkün olup olmadığını sorguladı.

İsrail askeri sözcüsü Daniel Hagari salı günü yaptığı açıklamada “Hamas’ın yerini neyin alacağına gelince, Hamas’a alternatif bir yönetimin Hamas üzerinde baskı yaratacağına şüphe yok, ancak bu siyasi kademenin yanıtlayacağı bir soru” dedi.

Cibaliya, İsrail’in son günlerde Hamas savaşçılarından temizlemek üzere kuvvet gönderdiği bölgelerden biriydi. İsrail ordusu daha önce de Gazze’nin kuzeyinde örgütün komuta yapılarını çökerttiğini açıklamıştı.

ABD’li yetkililer, İsrail ordusunun kuzeye dönme ihtiyacından endişe duyduklarını belirterek, Biden yönetiminin uzun süredir savaş sonrası bir yönetim planı istediğini kaydetti. ABD’li bir savunma yetkilisi, çatışmaların yeniden başlamasının ordunun orada yaşayan Filistinliler için yeterince çaba göstermediğini ve Hamas ile diğer militanlara geri dönmeleri için alan açtığını gösterdiğini söyledi.

Netanyahu Gazze’de Batı Şeria merkezli Filistin Yönetimi ile çalışmayı reddediyor ve yönetimi Filistinli militan grupları desteklemekle suçluyor.

Hamas ise Gazze’nin bazı bölgelerinde fiili yönetim rolünden vazgeçmiş değil ve militanlarını üniformasız gönderiyor. İsrailli yetkililer Hamas’ın, Hamas liderliğindeki içişleri bakanlığının kontrolü altındaki polis ve sivil savunma organları aracılığıyla nüfuzunu yeniden güçlendirdiğini düşünüyor. Grup aynı zamanda toplumsal bir hareket olarak da varlığını sürdürüyor.

İsrail askeri istihbaratının eski başkanlarından Tümgeneral Tamir Hayman, “Terör faaliyetlerini azaltsanız bile toplumsal yapılar, İslami kardeşlik duygusu, ideolojik ve dini unsurlar hâlâ var. Bu kökten kazınabilecek bir şey değil” dedi.

-Bu makaleye Anat Peled, Fatima AbdulKarim ve Nancy A. Youssef katkıda bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Riyad, mega projelerinin ölçeğini küçültüyor

Yayınlanma

Suudi Arabistan maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen mega projelerini finansman sıkıntısı nedeniyle yeniden gözden geçiyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Riyad’ın Vizyon 2030 kapsamındaki dünyanın en büyük petrol üretici için bile iddialı olan projelerin son durumuna odaklanıyor:  

***

Suudi Arabistan amiral gemisi projelerinin maliyeti konusunda zorlu seçimlerle boğuşuyor

Riyad önceliklerini ve sayısız yatırımını en iyi şekilde nasıl finanse edeceğini yeniden gözden geçirirken The Line projesi küçüldü.

Ahmed Al Omran

Muhammed bin Selman 2017’de, Suudi Arabistan’ı, beraberindeki gösterişten yararlanmak isteyen finansçılar ve şirketler için bir mıknatıs haline getiren kapsamlı ekonomik çeşitlendirme planını “Sınır gökyüzüdür” diyerek ilan etti.

Ancak Veliaht Prens’in planları, iddialı Vizyon 2030 programı orta noktasına ulaşmasıyla birlikte, yerel projeler ve küresel finans yoluyla dalgalanabilecek dış harcamalar üzerindeki yansımalarıyla birlikte bir gerçeklik kontrolüyle karşı karşıya.

Doğrudan yabancı yatırımların beklentilerin altında kalması ve küresel faiz oranlarının hala yüksek olması nedeniyle, krallığın liderleri önceliklerini ve sayısız yatırımlarını en iyi nasıl finanse edeceklerini yeniden gözden geçiriyor.

Planlar hakkında bilgi sahibi kişiler, The Line adı verilen bir “yatay şehir” planını da içeren fütüristik bir bölge olan Neom’daki inşaatın açıklanandan daha küçük olacağını, Riyad’ın nüfusunu 15 milyona çıkarma hedefinin ise 10 milyona düşürüldüğünü söyledi.

The Line’ın 170 km boyunca uzanması ve sonunda 1,5 milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyordu, ancak proje yetkilileri kısa süre önce ziyaretçilere, “ilk modüle” öncelik verdiklerini ve bu modülün çok daha kısa olacağını ve bu sayının çok azını barındıracağını söyledi.

Planın arkasındaki devlet varlık fonu olan Kamu Yatırım Fonu’nun düşünce tarzına aşina bir kişi, Prens Muhammed’in hangi projelerin ilerlemesi gerektiği ve hangilerinin bekleyebileceği konusunda “bazı zorlu konuşmalar yapmaya hazır olabileceğini” söyledi.

IMF’nin Suudi Arabistan misyonu başkanı Amine Mati, “Yetkililerin bunun bilincinde olduğunu düşünüyorum,” dedi: “Bazı harcamaların ertelenmesinin gerekip gerekmediğini değerlendirmek için yeniden ayarlama yapıyorlar.”

IMF’nin bu yıl %2,6 olarak tahmin ettiği GSYH’nin 2025’te %6’ya yükseleceği öngörüsüyle ülke ekonomisi hala iyi performans gösteriyor. Hükümet, ekonomik reformların performansını değerlendirirken kilit bir gösterge olarak gördüğü petrol dışı büyümenin orta vadede yüzde 5’in üzerinde olmasını bekliyor.

Geçen ay Riyad’da düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu etkinliğinde konuşan Suudi Arabistan yetkilileri de iyimser olmaya çalışırken finansman konusunda “zorluklar” olduğunu ve yerel bankaların likiditesinde sıkışma yaşandığını kabul ettiler.

Maliye Bakanı Mohammed el-Jadaan etkinlikte “Egomuz yok” dedi: “Rotayı değiştireceğiz, ayarlamalar yapacağız, bazı projeleri uzatacağız, bazı projelerin ölçeğini küçülteceğiz, bazı projeleri hızlandıracağız.”

Yetkililer hangi projelerin Jadaan’ın listelediği farklı kategorilere yerleştirileceğini söylemedi, ancak bu tür bir karar, borçlanma limitlerinden İsrail’in Gazze’deki savaşını sona erdirmek ve bölgesel istikrarı sağlamak için diplomatik çabaların bir parçası olarak dış yardım için ne kadar harcayabileceklerine kadar kritik seçimler üzerinde etkili olacak.

Ekonomiyi çeşitlendirmek ve madencilik, turizm ve eğlence gibi yeni sektörlerin kilidini açmak için üstlenilen farklı projeler arasında, Neom muhtemelen Prens Muhammed ile en yakından ilişkili ve en iddialı olanı.

Neom, The Line ve Sindalah tatil adası için mevcut planlara ek olarak Ekim ayından bu yana Akabe Körfezi’nde bir düzine farklı proje açıkladı. Özel bölge başlangıçta 500 milyar dolarlık bir proje olarak lanse edilmişti, ancak bankacılar ve analistler maliyetlerin çok daha yüksek olacağını söylüyor.

Neom’un nihai olarak ne getireceği konusunda uzun zamandır kuşkular vardı ve birçok analist planların her zaman aşırı iddialı olduğuna inanıyordu. Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olsa bile Suudi Arabistan’ın son yıllarda açıkladığı ve maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen tüm projeleri nasıl finanse edeceğine dair sorular vardı.

Suudi Varlık Fonu, Prens Muhammed’in hırsları için ana araç haline geldi. Yönetiminde 925 milyar dolarlık varlık bulunan fonun diğer girişimleri arasında küp şeklinde bir gayrimenkul geliştirme ve başkent Riyad’da bu ay açılışı yapılan bölgenin en büyük su parkını da içeren bir eğlence kompleksi yer alıyor.

Varlık Fonu büyük ölçüde hükümetin nakit transferleri, borçlar, portföy şirketlerinden elde edilen gelirler ve özelleştirmelerle finanse ediliyor. Saudi Aramco’nun özelleştirilmesinin ana alıcısı oldu ve o zamandan beri devlet petrol şirketinin hisselerinin yüzde 12’sini devraldı. Bankacılar Saudi Aramco’nun bir başka hisse satışının Varlık Fonu’nun kasasını desteklemek için kullanılabileceğini düşünüyor.

Suudi Arabistan yakın zamanda önemli yatırımlar gerektirecek birkaç büyük etkinliğe ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Krallık 2024 Asya Futbol Kupası ve Expo 2030’a ev sahipliği yapacak ve 2034 FİFA Dünya Kupası için tek teklif veren ülke oldu. Ayrıca 2029 Asya Kış Oyunları’na ev sahipliği yapmak için bir kayak merkezinin parçası olarak tatlı su gölü geliştirmek üzere İtalyan WeBuild ile 4.7 milyar dolarlık bir sözleşme imzalandı.

Uluslararası bir bankacı “Her şey için yeterli para yok” dedi: “Yatırılan para ile bu yatırımlardan elde edilen getiriler arasında bir boşluk olacak. Bu da soru işaretleri ve şüpheler yaratacak ve şimdiden bazı yatırımları küçültmeye başladılar.”

Açıkça, planların küçültülmesi ilgili her türlü konuşma, krallığın itibarının ve bu tür büyük girişimleri başarma yeteneğinin zedeleneceği korkusuyla hızla reddediliyor

The Line’ın ölçeğinin daraltıldığı iddiası sorulan Ekonomi Bakanı Faysal Ali İbrahim, “Tüm projeler tam gaz ilerliyor. Daha önce benzeri görülmemiş bir şey yapmak için yola çıktık ve yine benzeri görülmemiş bir şey yapıyoruz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılma çabalarına öncülük eden eski bir hükümet yetkilisi olan Fawaz Alamy’e göre ülkenin agresif bir şekilde iddialı hedefler peşinde koşması, liderliğin ekonomiyi çeşitlendirme hedeflerinde geride kalındığı ve kaybedilen zamanın telafi edilmesi gerektiği yönündeki telaşından kaynaklanıyor.

Alamy, “Petrol sonsuza dek var olmayacak. Dikkatli olmak [ve] çeşitlendirmek zorundasınız” dedi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English