Görüş
Savaşın üçüncü yılında Çin’in pozisyonu: Tehdit altında barışı aramak

Rusya ve Kolektif Batı (ABD-NATO-AB) arasında Ukrayna üzerinden yürütülen silahlı hesaplaşma üçüncü yılına girdi. Savaşın Rusya, Ukrayna ve Batılı destekçileri özelinde muhasebesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapılmaya devam ederken çok az yorumcu sürecin Çin açısından anlamını tartışıyor. Oysa bu savaş bir yandan Pekin’in barışı tesis eden küresel aktör olma iddiasını sınarken diğer yandan da Çin’in ulusal güvenliğine dönük meydan okumaların ön gösterimi niteliğinde.
Rusya’nın 24 Şubat harekatı Çin’in olgunlaşan ekonomik ve diplomatik gücünü yeni bir güvenlik inisiyatifi ile taçlandırmak istediği döneme denk geldi. Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Nisan 2022’de duyurduğu ve Şubat 2023’te Dışişleri Bakanlığı tarafından detaylandırılan Küresel Güvenlik İnisiyatifi’nin kalbinde “güvenliğin bölünmezliği” ilkesi yer alıyordu. Pekin’e göre güvenlik bir bütün olarak ele alınmaz, bir başka ifade ile ülke ya da askeri ittifaklar eylemleri ile karşı tarafın meşru endişelerini görmezden gelirse silahlanma yarışı en nihayetinde savaşla sonuçlanacaktı.
Çin’in tespiti ve yeni güvenlik mimarisi çağrısı
Rusya ve Ukrayna arasındaki ihtilafın bir gecede patlak vermediğini, aksine “karmaşık tarihsel bir arka planı” bulunduğunu düşünen Pekin yönetiminin krize yaklaşımında da bu ilkenin belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcülerinin ve Çin medyasının ABD liderliğindeki NATO’nun verdiği taahhütlere karşın Rusya sınırlarına doğru defalarca kez genişlemesini tartışması bu bağlamda tesadüf olmasa gerek.
Çin, Ukrayna krizinin yıldönümünde yayınladığı 12 maddelik siyasi çözüm yol haritasında NATO’nun politikalarını üstü kapalı biçimde “Bir bölgenin güvenliği askeri blokların kuvvetlendirilmesi ve yayılması ile sağlanamaz” ifadeleri ile eleştirirken, taraflara Avrupa’da yeni bir güvenlik mimarisi kurma çağrısında bulundu. Belgede bu güvenlik mimarisinin nasıl tesis edileceğine dair somut bir öneri bulunmamasına karşın Çin lideri Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 2022 Şubatı’nda imzaladığı “Yeni Çağda Uluslararası İlişkiler” isimli belgede Moskova’nın talep ettiği güvenlik garantilerine Pekin’in ‘sempati’ ile yaklaştığı kayıt altına alınmıştı.
Rusya Federasyonu son olarak 17 Aralık 2022’de yani harekâtın başlamasından önce Amerika Birleşik Devletleri’ne 8 maddelik bir anlaşma taslağı iletmişti. Anlaşma taslağının dördüncü maddesinde eski Sovyetler Birliği üyesi ülkelere NATO’ya üyelik tekliflinin götürülmemesi ve bu bölgelerde askeri üslerin kurulmaması yer alıyordu.
Ukrayna krizinin nedenlerine ilişkin Rusya ile yakınsayan Çin pratikte de Moskova yönetimine dönük yaptırımlara katılmak şöyle dursun, ikili ticareti hedeflenen 200 milyar doların üzerine (240 milyar dolar) çıkarttı. Bu dönem aralığında Batı yaptırımlarının esas hedefi olan Rus petrolünün Çin’e akışı rekor kırdı ve 2018’den bu yana Rusya ilk kez Suudi Arabistan’ı geride bırakarak 107 milyon 20 bin ton ile Çin’in en büyük petrol tedarikçisi oldu. Batılı uzmanların Rusya’yı diz çöktürmek, Ukrayna’dan çekilmesini sağlamak ve hatta Moskova’da ‘rejim değişikliği” yaratmak için uygulamaya koyduğu yaptırımların püskürtülmesinde Çin’in varlığı bugün inkar edilmez bir gerçek.
Ukrayna Çin’in pozisyonunu nasıl algılıyor?
Çin’in 24 Şubat 2022’den itibaren ve hatta daha çok daha öncesinde krize bakışı Batılı ülkeler gibi olmasa da Moskova’nın attığı tüm adımların da alkışlandığını söylemek zor. Çin’in açıkladığı 12 maddelik yol haritasının ülkelerin egemenliğine, sınır bütünlüğüne vurgu ile başlaması Kırım ya da Donbass’ın değişen statüsünün kabul görmeyeceği şeklinde rahatça okunabilirken, Pekin yönetimi krizin başından bu yana taraflardan herhangi birine ‘ölümcül silahlar’ göndermediğinin altını çiziyor.
Rusya ile kurulan kapsamlı stratejik ortaklığın bir ittifak niteliğinde olmadığını, aksine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi içinde tarafsız tek ülke olduğunu vurgulayan Çin, 2023 yılı içerisinde Kiev yönetimi ile temaslara hız verdi. 26 Nisan’da Ukrayna lideri Volodimir Zelenski ile telefon görüşmesi yapan Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, 10 yıl boyunca Moskova’da Büyükelçilik yapan Li Hui’yi özel temsilcisi olarak mayıs ayında Kiev, Moskova ve Avrupa’nın çeşitli başkentlerine yolladı.
Çin’in diplomatik hamleleri Rusya lideri Vladimir Putin tarafından “savaşı bitirebilir” övgüsü ile karşılanırken, Kiev cephesinde de artan ilginden bahsetmek mümkün. Xi ile yaptığı telefon görüşmesini “uzun ve anlamlı” olarak niteleyen Zelenski, ocak ayındaki Davos zirvesinde Çin ile her seviyede daha fazla iletişim kurmak istediklerini söyledi. Ukrayna Dışişleri Bakanı Dimitri Kuleba ise Münih Güvenlik Konferansı kapsamında bir araya geldiği Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’ye Pekin’in çözüm çabalarından dolayı teşekkürlerini sundu.
Ukrayna son aylarda her ne kadar Çin’e olumlu yaklaşımını saklamasa da bu politikanın Batı’nın kırmızı çizgilerini aşması imkansız. Zira Ukrayna üzerindeki baskın güç olan ABD liderliğindeki Batılı ülkeler sürecin başında yaptırımlara katılmadığı gerekçesiyle önce Çin’in taraf olduğunu iddia ettiler, daha sonra Rusya’ya silah temin ettiğine dönük muğlak ifadeler dolaşıma sokuldu ve en nihayetinde Pekin’in yol haritasını “yeni bir şey söylemediği” gerekçesiyle gündemden düşürmek istediler.
Batı benzer konsepti Çin için uygulamak istiyor
Batı’nın Pekin yönetiminin planlarından, attığı adımlardan bu derece rahatsız olmasının tek nedeni barışı arzulamamalarından kaynaklanmıyor. Bahsi geçen savaş makinesinin kaptan köşkünde oturanlar için Ukrayna ihtilafı aynı zamanda uzun vadede asıl rakip olarak görülen Çin’e odaklanmak için benzersiz bir fırsat. Washington yönetiminin niyeti zayıflayan Rusya ile Çin’i yalnızlaştırmak ve stratejik özerklik arayışına son vererek yanına hizaladığı Avrupalı müttefiklerine Asya’da yeni bir rota çizmek.
ABD’nin liderliğini yaptığı NATO’nun bu sefere ne derece istekli olduğunu örgütün Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, 2024’ün ilk günlerinden itibaren daha fazla dile getirmeye başladı. ABD’yi ziyareti sırasında Dış İlişkiler Konseyi’nin etkinliğine katılan Stoltenberg, “Eğer ABD Çin konusunda endişeleniyorsa ve Asya’ya doğru yönelmek istiyorsa Putin, Ukrayna’da kazanmamalı” ifadesini kullanırken, CNN International yayınında “Bugün Ukrayna, yarın Taiwan” diyerek gönlünde yatan yeni çatışma sahasını işaret etti.
NATO Genel Sekreteri Davos Forumu’nda yaptığı açıklamada da NATO’nun Asya’ya doğru genişlemediğini aksine Çin’in Batı’ya yaklaştığını iddia etmişti. Stoltenberg bunun gerekçesini ise Çin’in Afrika ve Arktik politikası ile açıklıyor. Egemen bir devletin diğer devletlerle kurduğu ilişki ile askeri bir ittifakın karşılaştırılmasının “garipliği” bir yana, NATO’nun resmi belgelerinde Çin’in meydan okuma olarak tanımladığı, Japonya ve Güney Kore’nin NATO zirvelerine davet edildiği ya da Tokyo’da irtibat ofisinin açılmak istendiği artık sır değil.
Öte yandan Batı’nın Ukrayna’daki stratejisinin Çin’e birebir uygulanmasının mümkün olmadığı da başka bir gerçek. Zira an itibarıyla Ukrayna’ya yetecek mühimmat üretebilecek kapasiteden yoksun Batı’nın söz konusu Çin olunca önce kendine dökülecek “ucuz kan” bulması, ardından lojistik ve insan kaynağı zorluğunu hesaba katması gerekecek. Bununla birlikte Rusya’ya dönük yaptırımlara katılamayan Küresel Güney’in Çin’e karşı cephe almasının imkânsızlığı bir yana bugün Avrupa ve Washington’daki rasyonel karar alıcılar dahi Pekin ile köprüleri atmanın yıkıcı sonuçlarına dikkat çekiyor. Tüm bunlara rağmen ABD’nin dış politikada hata yapma şampiyonluğunu kimseye bırakmadığını ise unutmamak gerekli.
Görüş
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı

Hindistan iki gün önce (5 Mayıs’ta) 7 Mayıs’ta ulusal düzeyde Sivil Savunma Tatbikatı yapacağını duyurdu ve 7 Mayıs’a girdiğimiz an, askeri eyleme başladı. Pakistan’ın beklemediğini düşündüğü bir zaman mıydı acaba? Hindistan-Pakistan savaşı kapıda mı?
Hindistan saati 7 Mayıs’ı gösterdiğinde, saat 01:00 sularında, Hint füzeleri peşi sıra “Hint hava sahasından” patlatıldı ve Pakistan’ın kontrolündeki Keşmir topraklarına düşmeye başladı. Yani beklenen saldırı gerçekleşti.
Hindistan, operasyona “Sindoor ” ismini koydu. Sindoor, geleneksel olarak Hindu inancı ve Hint kültüründe önemli anlamlar içeriyor ancak burada yüzeysel değineyim: Evli Hindu kadınlar tarafından saçlarını ayırırken uygulanan vermilyon tozunun ismi aslında ve evlilik bağlılığını ve kocanın karısını koruma görevini sembolize eder. Yani Hindistan, operasyona “Sindoor” adını vererek, vatandaşlarını ve ulusal onurunu koruma mesajını iletir. Ki 22 Nisan Pahalgam terör saldırısının turistik bir bölgede sivillere yönelik gerçekleştiğini tekrar belirteyim.
Hindistan Ordusu, operasyonun yaklaşık yarım saat sürdüğünü, Hindistan saati ile saat 01:05-1:30 saatleri arasında sürdüğünü açıkladı. “Pakistan işgali altındaki Jammu ve Keşmir’e Sindoor Operasyonu’nu başlattık” diye duyuran Hindistan Ordusu’nun ilk açıklamaları önemliydi: Terör altyapısını hedef aldıklarının, Pakistan’a ait hiçbir askeri tesisin hedef alınmadığının ve 9 bölgenin – 9 bölgedeki terör altyapısının hedef alındığının, eylemlerini odaklı, ölçülü ve tırmanmaya yol açmayacak şekilde gerçekleştirdiklerinin vurgusu yapıldı. Ve tüm gece Hint kaynaklarından açıklamaları takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki “Hindistan’ın açıklamaları savaş istemediği yönünde”. Yani bu çok net: Hindistan savaş istemiyor. Belki Öncelikle bunu belirtmek gerekiyordu: Bir Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı. Bu henüz savaş değil. Gece gerçekleşen olaylar, sınırlı hava saldırılarıydı ki bu zaten hem Pakistan hem de tüm dünya tarafından bekleniyordu. Bu arada gece Pakistan da sınırlı bir karşılık verdi. Şu an Hindistan, Birleşmiş Milletler ve yabancı elçilerine brifing vermekle meşgul. Gece attığı füzeleri gün içinde meşrulaştırmanın ve kendi haklı gerekçelerini onaylatmanın çabası içinde. Peki şimdi ne olacak? Bu durum savaşa dönüşür mü? Açıkçası henüz kestirmek zor. Ama ilk söylenecek şey, iki taraf da savaşmamaya uğraşır ÇÜNKÜ ikisi için de bir nükleer caydırıcılık söz konusu.
Peki, masada başka hangi seçenekler var?
Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a gerçekleştirdiği Balakot misillemesi hemen karşılık bulmuş ve Pakistan da bir Hint uçağını düşürüp, pilotunu rehin almıştı. Dolayısıyla zamanlama açısından aceleci davranmak istemediği belliydi. Nitelik ve ölçek olarak ise alacağı karşılığı da hesap ederek planlama yapmaya çalışıyordu. Ama açıkçası benim dahi beklediğimden erken bir saldırı gerçekleştirdi. Pahalgam terör saldırısını 22 Nisan’da yaşamış olan Hindistan’ın ordusu, bundan 14 gün sonra, saatler 15. güne geçiş yaptığı zaman askeri eylemine start verdi. Dediğimiz gibi bu beklenendi, yani zamanlama biraz beklenenden erken olsa da askeri eylem sürpriz değildi. Şimdi karşılıklı hava saldırıları yaşandı ANCAK daha da önemlisi, bu kez doğrusu Pakistan’a daha büyük bir ceza kesmek istiyor ama bunu nükleer savaşı tetiklemeden yani savaş yapmadan yapmak istiyor. Yani kontrollü tırmanmayı biraz sürdürmek istiyor. Ki bu kavga zaten öyle hemen sükunete ermez diye düşünüyorum. Ve burada “Soğuk Başlangıç” devreye giriyor. Tabii Pakistan’ın şimdi tekrar nasıl bir karşılık vereceği de çok önemli, uluslararası toplumun Hindistan’a nasıl bir yaklaşımda bulunacağı da önemli. Ama planlama masasında bir seçenek daha var, uygulamayı elbette zaman gösterecek ama buna şimdiden değinmek önemli:
Soğuk Başlangıç: Hindistan’ın Pakistan’a yönelik yeni saldırı stratejisi
Soğuk Başlangıç her şeyden önce Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığından bu yana kullandığı temelde savunmacı askeri doktrinler ile bir kopuşu işaret ediyor. Hindistan’da Soğuk Başlangıç fikri, 2001 yılında Hindistan Parlamentosu’na yönelik Pakistan tarafından desteklendiği düşünülen terör saldırılarının ardından, Hindistan’ın gerçekleştiği “Parakram Operasyonu”ndan beslendi. Çünkü bu operasyon ile Hindistan’ın saldırı gücündeki operasyonel boşlukları, özellikle sınır boyunca birliklerin seferberliğinin yavaşlığı fark edildi. Ki Hint birliklerinin sınıra ulaşması neredeyse bir ay sürmüş ve bu hem Pakistan’a karşı önlemler alması hem de Amerika’nın Hint hükümetine geri adım atması yönünde baskı yapması için yeterli zaman vermişti.
2004 yılında duyurulan bu doktrin, Hindistan’ın, Pakistan’ın Keşmir’deki “vekalet savaşını” sona erdirmek için konvansiyonel üstünlüğünü kullanma konusundaki algılanan yetersizliğine bir yanıt niteliği taşıyor. Ve Hindistan Ordusu’nun, Pakistan’ın nükleer eşiğini geçmeden, hızla seferber olmasını ve komşusuna sınırlı misilleme saldırıları gerçekleştirmesini sağlamayı amaçlıyor. Hindistan Hava Kuvvetleri ile ortaklaşa faaliyet gösteren müşterek birlik harekatı diyebiliriz. Bu noktada, Hindistan Kara Kuvvetleri Komutanı, en son bu yılın başlarında, Entegre Muharebe Grupları kurulmasının son aşamasında olduklarını açıklamıştı. Doktrin aynı zamanda Hindistan’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir çatışma durumunda Pakistan’dan nükleer bir misillemeyi önlemek için sabitleme taarruzları (sahte saldırılar) gerçekleştirmesini de içeriyor.
Bu doktrinin hala deneysel aşamada olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda, mevcut krizde böyle bir stratejiyi kullanma yönünde bir siyasi baskının ve daha da önemlisi yoğun bir kamuoyu baskısının olduğunu da söylemek mümkün. Yani bu kez Hindistan’ın tepkisi yalnızca cerrahi bir müdahaleden daha fazlası olabilir. Hindistan Başbakanı Modi’nin, hayal dahi edilemeyecek bir cezalandırma olacağı yönündeki söylemleri de buna işaret ediyor. Modi’nin ayrıca Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne “tam yetki” verdiğini de tekrar ifade edeyim. Ancak, Pakistan’ı nokta operasyondan daha fazlası ile cezalandırmayı ancak çatışmayı nükleer eşiğin altında tutmayı amaçlayan Soğuk Başlangıç hem ismi hem doğası itibarıyla Hindistan’ın tam ölçekli bir “sıcak” savaştan kaçınma niyetini ortaya koyar.
Zamanlaması sürpriz, niteliği hızlı, kapsam olarak sınırlı, ancak ölçek olarak daha sert bir saldırı stratejisi bu. Bu strateji ile Hindistan aslında kendine Pakistan ile nükleer çatışmanın kaçınılmazlığından bir kaçış yolu açıyor ya da açmak istiyor. Ancak Soğuk Başlangıç için en büyük zorluğun, Pakistan’ın karşı strateji olarak taktik nükleer silahları kullanma olasılığı düşünülüyor. Dolayısıyla nükleer eşiği aşabilecek bir krizi kışkırtma veya tırmandırma riski taşıyor. Hem Hindistan hem de Pakistan’ın nükleer güçler olduğunu dikkate alırsak, çatışmanın kontrolden çıkma potansiyeli yüksek, risk büyük ve her şey pamuk ipliğine bağlı. Ve Pakistan’ın nasıl karşılık vereceği çok önemli. Ancak yine de her iki ülkenin de sıcak bir savaşa girmemek için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı…
Görüş
Kim kazandı?

Bir süre önce, Suriye’de henüz devlet varken, sosyal ağlardan birinde bir Kürt milliyetçisiyle yazışma fırsatım olmuştu. Ben, ABD şemsiyesi altında bağımsızlığın gerçekte yenisömürgeci bir bağımlılık ilişkisinden başka bir anlam taşımadığını savunuyordum (ve bugün de aynı görüşteyim), oysa, Kürt milliyetçiliğinin geleneksel söylemlerini (“taktiktir”) bir tık daha yükseltmiş ve ABD’nin sadece belli bir tarihi kesitte değil tarih boyunca, hiç değilse emperyalizm tarihi boyunca benzersiz ve yenilmez bir güce sahip olduğunu düşünüyordu (herhalde bugün de aynı görüştedir). “Emperyalizm tarihi” ifadesini ben koyuyorum; onun sözlerinde emperyalizmin yeri yoktu. Yani mesele artık belli bir aşamada “taktik” (ve bu kelime o çevrede her zaman stratejisizlik anlamına gelmiştir) meselesi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya dünya düzeninde bir süper kahramanın tarafını tutma, yani hep kazananın ve hep kazanacak olanın safında olma meselesi haline gelmişti.
Böylece yazışma, o günden önceki başka tarihi kesitlere uzandı ve sonunda II’nci Dünya Savaşı’na kadar geldik. Ve o zaman, ilk defa karşılaştığım şu iddia beni gerçek anlamda afallattı: Sovyet halklarının büyük kayıplar verdiğini kabul ediyordu, ama bu, hiç de savaşı Sovyetler Birliği’nin kazandığı anlamına gelmezdi. Tersine; ittifaklar siyaseti, askeri taktik ve iktisadi üstünlüğüyle savaşı ABD kazanmış, üstelik bunu, hiç de büyük kayıplar vermeyerek başarmıştı ki bu da muazzam bir siyasi yeteneğe işaret ediyor, dolayısıyla zaferin gücünü pekiştiriyordu.
Bu, kavramın en temel anlamıyla saf ideolojik bir tutumdur, çünkü tarihi hakikat bütünüyle başaşağı çevrilmiştir.
Sovyet tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiç kimse, zaferin ölçüsü olarak kayıpların sayısını göstermiyor. Bu ahmakça bir iddia olurdu zaten, çünkü tarih boyunca nice zaferler vardır ki muzaffer taraf bozguna uğrayan ordulardan çok daha büyük kayıplar vermiştir. Öyle diye bu, yenilenin aslında yenmiş olduğu anlamına gelmez. Bir savaşta zafer, aslında aynı şeyin iki farklı ifadesi olan şu iki şarttan birinin hayata geçmesiyle kazanılır:
1) düşman orduları fiziken yok edilir;
2) düşmanın savaşma iradesi kırılır.
Kayıpların sayısı savaşın şiddeti, acımasızlığı, vahşeti, kuralsızlığı hakkında fikir verir, onun niteliğini gösterir; ama kayıp oranları savaşın sonucu açısından tamamen önemsizdir.
1) Düşmanın fiziki imhası
22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’nin batı sınırında kuvvet ilişkisi en kaba haliyle şöyledir (görece yakın tarihli araştırmalardan birine dayanarak aktarıyorum bunu; daha eski tarihli kaynaklarda kuvvet ilişkisinde faşist ittifakı büsbütün ağır basar):
Faşist ittifakı | Kızıl Ordu | Modern silahlar | Oran | Modern silahlarda oran | |
Asker | 4.369.500 | 3.262.851 | 1:1,3 | ||
Top ve havan | 42.601 | 59.787 | 1:1,3 | ||
Tank ve kundağı motorlu top | 4.364 | 15.687 | ~2.500 | 3,6:1 | 1:2,1 |
Savaş uçağı | 4.795 | 10.743 | 1.540 | 2,2:1 | 1:3,1 |
Görünürde Kızıl Ordu tank ve savaş uçağı bakımından düşmandan çok daha üstün; gerçekteyse durum farklı. Bütün tank envanteri içinde efsanevi T34’ler henüz pek az (en çok 1.200), SU serisi kundağı motorlu topçu sistemleri de öyle (en çok 300) ve dahası, bunların hepsi cephe hattında değil. Buna karşılık faşist ittifakında neredeyse işlevsiz Panzer I’ler ve Almanların pek güvenmedikleri Çek yapımı Pz serisi sayılmazsa bütün tanklar ve Stug III tipi kundağı motorlu topçu sistemlerinin sayısı 2.500’ün üzerinde. Toplam savaş uçaklarının ise sadece 1.540’ı düşmanla baş edebilecek yeni uçaklar ve bunların büyük bölümü daha ilk hafta düşman kuvvetlerinin hızla ilerlemesiyle imha edilmiş.
Kısaca, faşist Alman kuvvetleri ve müttefikleri asker mevcudu, teknoloji, teçhizat ve araç-gereç bakımından çok daha üstün.
Kuvvet ilişkisinin bir diğer tarafı şudur: Wehrmacht’ın toplam 4,12 milyonluk bütün muharip personelinin (SS dahil) 3,3 milyonu doğu cephesine sevk edilmiş. Bu, muharip birliklerin yüzde 80’i yapar. Aynı şekilde, tank ve kundağı motorlu topçu sistemlerinin yüzde 84’ü, top ve havanların yüzde 67’si, savaş uçaklarının yüzde 80’i doğu cephesinde.
Tabloyu gözlerinizin önüne getirmeye çalışın: Bu savaş makinesi bütün Avrupa’yı işgal etmiş, işgal edilmeyen ülkeler de faşist işbirlikçisi; Britanya kuvvetleri müttefikleriyle Dunkirk’ten rezil edilircesine kovalanmış; Avrupa’da sadece çoğunu komünistlerin örgütlediği yerel direnişler var. Ve Alman ordusu, bütün gücünün neredeyse yüzde 80’iyle Sovyetler Birliği’ne saldırmış.
Sadece Almanya’da toplam 18 milyona yakın insan seferberlikle askere alınmış ve Wehrmacht saflarında savaşmıştır. Bunun yaklaşık 5,5 milyonu savaş alanlarında ve esir kamplarında ölmüştür. Asker ölümlerinin yüzde 80’e yakını doğu cephesindedir.
Buna karşılık savaş boyunca Kızıl Ordu’da 35 milyona yakın insan seferber edilmiştir. Bunun 8,7 milyonu ölmüş veya kaybolmuştur. Bunun 3 milyondan fazlası toplama kamplarındaki ölümlerdir.
Demek ki:
Almanya’nın sivil kayıpları, toplam kayıplarının (7,4-8,5 milyon) yüzde 25’i kadarken Sovyetler Birliği’nin sivil kayıpları, toplam kayıplarının yüzde 60’ıdır. Buna karşılık Alman ordusunun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 30 kadarı Kızıl Ordu’yla çarpışmalarda öldürülmüştür. Kızıl Ordu’nun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 15 kadarı da faşist ordularla çatışmalarda öldürülmüştür.
Bir başka deyişle, Kızıl Ordu, düşmanın yüzde 30’unu yok ederek savaşı (Clausewitz’in deyişiyle) “pozitif” biçimde sona erdirmiştir.
2) Düşmanın iradesinin kırılması
Stalingrad bozgunun hemen arkasından başlayarak, 1943 baharından itibaren İsviçre’de faşist Alman yetkilileriyle batılılar, başta Amerikalılar olmak üzere bir dizi gizli barış görüşmesi yapılmıştır. Komplo teorilerine girmeyeceğim; herhalde bu aşamada ABD’deki hiçbir hizip, gönlü oraya aksa bile, ayrı barışı göze alamazdı; ancak faşist Almanya açısından, doğu cephesindeki bozgunlar yüzünden düşman cephesini daraltma girişimleri giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyordu.
1944 haziranında Normandiya’dan sonra bile faşist direnişin merkezi doğu cephesidir. Sayılardan görülür zaten bu. Daha Tahran konferansında (28 Kasım – 1 Aralık 1943) Sovyetler Birliği’nin müttefiklerine Avrupa’da ikinci cephe açılması ısrarı zayıflamıştır, çünkü, bedeli her ne kadar daha ağır olacaksa da, düşmanı bir başına yok etme özgüveni kazanılan zaferlerle pekişmiştir.
Bu yüzden, batıdaki ortaöğretim ders kitaplarının şu ortak repliği gerçeği yansıtmaz: (Tahran konferansında) “Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı doğudan büyük bir taarruz başlatmayı kabul etti.” (Houghton Mifflin Harcourt Pub., Module 11, World War II.) Oysa bu sırada Kursk zaferi kazanılmış, Kiev kurtarılmıştı; Leningrad blokajını yarmaya sadece bir, Ukrayna cephesinde SSCB sınırlarını her noktada geçmeye sadece üç ay kalmıştı. Yani Kızıl Ordu zaten her yönden taarruz halindeydi. Dahası, birçok araştırmaya göre, Normandiya çıkarması faşist orduları paralize etmiş değildi, Kızıl Ordu’nun ilerlemesi de Normandiya çıkarması yüzünden fazladan bir ivme kazanmadı.
Değil 30 Nisan’da “çok sevgili führerlerinin” intiharı, 8 Mayıs sabahı bile faşist Almanya’nın direnme iradesi henüz bütünüyle kırılmamıştı. Bunun en somut göstergesi, belki de, Göring’in Amerikalılara teslim olma hikayesidir. Genellikle Göring’in derhal tutuklandığı sanılır; doğru değildir bu: ancak ertesi gün, Berlin’in kesinkes düşmesiyle birlikte tutuklanmıştır, çünkü faşist canavarın iradesi ancak o anda tamamen kırılmıştır.
3) “Tarih çarpıtıcıları”
Yazı üzerinde çalışırken ABD ve Britanya’da 10 ve 11’inci sınıf tarih kitaplarına, ayrıca Britanya’da bir lise yardımcı ders kitabına daha (“Russia and its Rulers”) bakma fırsatı buldum. (Bu sonuncusu, diğerleriyle karşılaştırıldığında şaşılacak kadar objektif.) Bunlarda ülkelerin savaştaki kayıplarıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Düşmanı kimin yok ettiği, onun iradesini kimin kırdığı, bunun bedelini kimin ödediği sorularının cevabı az çok belirsizdir ve ister istemez, o belirsizliğin içinde, kurtarıcı rolüne ABD ve Britanya’nın oturtulduğu sırıtır.
Gene de, bu ikisinin tarih kitaplarıyla bizimkiler yan yana koyulduğunda onların formülasyonlarının çok daha ustalıklı olduğunu itiraf etmek gerek. ABD ve Britanya müfredatlarını hazırlayanlar, hiç değilse bugüne kadar, şu satırlardan başlayarak hemen her cümlesi yanlış olan bizimkiler kadar antikomünist isterinin esiri görünmemeye çaba göstermişlerdir: “SSCB, insan hakları ihlalleri noktasında Almanya’dan farklı değildi.” (MEB’in 12’nci sınıf “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” ders kitabından.)
İyi ama, neden bu tarih çarpıtıcılığı?
Birkaç gün önce, Sırp Cumhuriyeti gazeteciler birliği başkanı Daniel Simić’in bir mülakatına rastladım. Simić haklı olarak tarihin silinmesinden yakınıyordu: “Amerikalılar zaten öyleler; ancak batı Avrupalı ortalama okur için de D-day II’nci Dünya Savaşı’nın biricik ve en önemli olayıdır. Rusların ve Sovyetler Birliği’nin diğer halklarının kahramanlık ve fedakarlıklarına aldırış edilmez… Stalingrad ve Kursk muharebeleri batıda genellikle ‘doğu cephesindeki olaylar’ diye anlatılır; ama müttefiklerin Almanya’ya attığı her bomba Hitler’e karşı zafere yol açan kahramanca bir eylemmiş gibi sunulur.”
Bu bir kütlesel cehalet irinidir. Tarihi yazmakla yapmak arasında böyle bir fark var. Sonra o yalanlar her biri diğerinden cahil narsist hödük yaratır, onlardan biri de çıkar, şöyle der: “Rusya’nın neredeyse 60 milyon insan kaybederek II’nci Dünya Savaşı’nı kazanmamıza yardım ettiğini asla unutmayacağız.” (Trump, 22 Ocak günü kendi bloğunda yazmıştı bunu.)
4) Nitelik sıçrayışı
Ama geçmişle bugün arasında bir fark var.
Birkaç ay önce Talin’de Kızıl Ordu ve SSCB Baltık donanması askerleri anısına dikilmiş olan anıtı yerle bir ettiler. Aynı günlerde Waffen-SS 20’nci tümendeki Eston lejyonerlerin “itibarı” iade ediliyordu. Baltık’ın saldırgan “küçük enişteleri” açısından bu tür faşist vandalizm artık rutin bir uygulama haline geldi.
Baltık, Avrupa’nın minyatürüdür.
Moldova dahil birçok Avrupa ülkesinde 9 Mayıs Zafer Bayramı kutlamaları “Kremlin propagandası” ile ilişkilendirilip yasaklanması veya hiç değilse kısıtlanması gündeme geliyor. Bunun yerine 8 Mayıs’ın kutlanması öneriliyor genellikle; o günün Wehrmacht ve faşist müttefiklerinin ölüleri de dahil olmak üzere 1939-1945 yılları arasında ölen tüm “kurbanlar” için bir matem günü, “Anma ve Uzlaşma Günü” ilan edilmesini isteyenler de var. Daha önce çarpıtma yahut inkarlar daha ziyade savaştaki tekil olaylarla ilgiliydi; bugünse vurgu, SSCB’nin Avrupa’nın ve dünyanın kurtuluşu ve faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasındaki tayin edici rolünün tamamen inkarına kayıyor.
Tarih çarpıtıcılığında bir nitel sıçrayıştır bu. Altındaki birinci nedeni, daha 1945’te Mareşal Jukov, faşist canavarın parçalandığı Berlin’de, Mareşal Rokossovskiy’e söylemişti: “Onları kurtardık, bu yüzden bizi asla affetmeyecekler.” Başka deyişle, hiç değilse bir kısmı, kurtarılmalarının intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşuyor.
Ama bundan daha önemlisi şudur: bugün bit pazarına nur yağıyor ve Avrupalı yöneticiler, belli ki, 1930’ların ve 1940’ların tecrübelerini daha yakından inceliyor. Krizden çıkışın yolu neden savaş olmasın? Genel memnuniyetsizliği şiddet yoluyla bastırmak ve saldırganlığı başkalarına yönlendirmek harika bir çözüm değil mi?
Ama belki de, en nihayet samimiyet gösterdikleri için kutlamak gerek. Sadece Yahudilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Rusların değil, Kiev rejiminin en kararlı müttefiklerinden Polonya devletinin uyruklarını da öldüren faşist katiller sürüsünün elebaşı Bandera’yı kahraman ilan edip onun portresi önünde onun sloganlarını ulumak az bir samimiyet sayılmaz doğrusu.
Kim kazandı savaşı? Kızıl Ordu kazandı, Sovyet halkları kazandı, Bolşevik partisi önderliği kazandı, Rus yurtseverleri kazandı… Ama sadece onlar değil. Biz kazandık! Çünkü faşizme karşı savaş bizim de savaşımız, zafer bizim de zaferimizdi.
Görüş
Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu

Türkiye’nin küresel diplomasiye ve küresel barışa verdiği katkının somut bir ifadesi olan Antalya Diplomasi Forumu (ADF) 11-13 Nisan 2025 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirildi. Bu yılki ana tema “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ oldu.
Açılışını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın yaptığı foruma 21 devlet ve hükümet başkanı, 70 bakan ve yaklaşık 450 üst düzey ulusal ve uluslararası bürokrat katıldı. Ayrıca çok sayıda iş insanı, akademisyen, diplomat ve düşünce kuruluşu temsilcisi forumda bulundu. Forum kapsamında birçok ikili görüşme, oturum ve panel düzenlendi. Toplamda 155 ülkeden 6000’i aşkın misafir ağırlandı. Forum kapsamında düzenlenen 50 oturumu 50’ye yakın ülkeden 1000’e yakın gazeteci takip etti. Hükümet temsilcilerinin çoğu Asya ve Afrika’dan geldi. Genel misafirlerin ağırlığı ise Asya, Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dandı. En çok hükümet temsilcisinin katıldığı kıta Afrika’ydı. Bu aslında bir bakıma son 20 yıldır Türkiye’nin Afrika’daki diplomasi başarasının kanıtıdır.
Foruma katılan konuklar arasında BRICS üyesi Endonezya, Batıların yaptırım uyguladığı Gürcistan, AB’nin muhalif sesi Macaristan, dünyanın yakından takip ettiği Suriye ve hala savaşan Rusya ve Ukrayna ile birlikte birçok ülkeden önemli misafirler vardı. Aslında dünyanın her yerinden her çeşit aktör Antalya’da buluştu. Bu durum Ankara merkezli küresel diplomasi masasının herkese açık olduğunu bir kez daha gösterdi.
Özellikle her geçen yıl ADF’ye artan bu ilgi aslında Türkiye’nin çekim gücünü yansıtmaktadır. Ankara’nın çözüm üreten arabulucuğu ve ilham veren vizyonu onu her masada her coğrafyada her sorunda aranan istikrarlaştırıcı bir aktöre dönüştürdü. Bölünmüş, parçalanmış ve ayrışmış bir dünyada Türk diplomasisi birleştirici, bütünleştirici ve yapıştırıcı bir format ortaya koymaktadır. ADF, savaşlara ve çatışmalara karşı diplomasiyi en büyük güç olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden diplomasiyi sahiplenen, diplomasi kanalları açan ve diplomasiyi geliştiren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Açıkçası yeni dünya yeni diplomasi mekanizmalarına sahip olmak zorundadır. ADF’de bu zorunluluğun bir ürünüdür.
Temsil düzeyi ve ülke çeşitliliği içerisinde ADF’ye Batılı dostlarımızın katılmaması veya katılmak istememesi bir kayıp değildir. Nitekim ADF, Batı dışı dünyanın birbirini dinlemesini ve anlamasını sağlıyor. Çünkü uzun yıllardır birbirine ön yargılı, uzak ve mesafeli olan birçok aktör burada diyalog şansına sahip olmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan himayelerinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ev sahipliğinde gerçekleşen Antalya Diplomasi Forumu 2025’te, çok kutuplu uluslararası sistemde artan çatışma ve sorunlara karşı daha çok diyalog ve daha çok diplomasi tercihi masaya yatırıldı. Antalya Diplomasi Forumu her ne kadar “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ başlığı ile gündeme gelse de forum çok kutupluluğun yaşandığı, kabul gördüğü ve hazır olunması gereken bir yeni dönem olarak ele alındı.
ADF’nin en kritik panellerinden biri “Çok Kutupluluk Çağında Ortaklık Arayışı’’ başlıklı liderlerin katıldığı paneldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Daha adil bir dünya mümkün.’’ ifadesi yine kendi ağzından “Dünya beşten büyüktür. İnsanlık beşten büyüktür.’’ ifadesi ile tamamlandı.
Foruma ev sahipliği yapan Türk hariciyesinin başı Hakan Fidan, “Türkiye, çok kutupluluğu rekabetle değil, hikmetle yönetmeye taliptir.’’ ifadesi ile uluslararası sistemi çok kutuplu kabul eden ve bu yeni duruma bir yönetim felsefesi sunan bir konuşma yaptı.
Antalya Diplomasi Forumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise artık çok kutuplu bir dünyada yaşandığını vurgulayarak çok kutuplu daha adil bir dünya düzeni için iletişim kanallarının devamlı açık tutularak bu sürecin iyi yönetilebilmesine dikkat çekti.
Nitekim ADF, çok kutupluluk sonucu ortaya çıkabilecek sert rekabeti ve olumsuz yönleri törpüleyecek ve onun yönetilebilirliğini kolaylaştıracaktır. Bu yüzden ADF, küresel yönetişimde Batı dışı bir vizyon sunmaktadır. Türk hikmeti ve bilgeliğinin küresel ve bölgesel krizlere karşı bir çözüm üretebilecek birikim ve kabiliyeti bulunmaktadır.
Antalya Diplomasi Forumu’nun en önemli özellikleri arasında görüşme ve iş birliği fırsatı sunması, küresel sorunlara odaklanması, uluslararası katılımın olması, genç diplomatlara vizyon sunması ve Türk dış politikasını tanıtması vardır.
Her yıl artan katılımcı sayısı ve çeşitliliğiyle, küresel ve bölgesel sorunlara somut çözüm önerileri geliştirmesi, ulusların iş birliğini sağlaması ve derinleştirmesi, medeniyetsel ve kültürel iletişimi arttırması, küresel güney ve gelişmekte olan ülkelerle güçlü bağlar kurulması, uluslararası medya ile etkileşim ADF’yi bir küresel güç durumuna getirecektir. Zaten kısa bir sürede ADF, bugün küresel diplomaside etkin ve saygın bir yer kazanmıştır.
Batı merkezli diplomasiye karşı Türk merkezli diplomasi anlayışı ADF ile hayata geçti. ADF’de Batılılardan çok Asya’dan, Afrika’dan ve Latin Amerika’dan yani Batı dışı dünyadan gelen katılımcıların olduğunu görüyoruz. Çok merkezli-çok medeniyetli demokratik uluslararası sisteme dönüşen dünyamızda ADF’de bunu yansıtırken bunu hızlandıran bir diplomatik fotoğraf ortaya koymuştur.
Özellikle forumun çok kutuplu dünya düzenine vurgusu küresel sistemde daha fazla çeşitliliği ve çok sayıda aktörün rolünü gözler önüne seriyor. Bugün, uluslararası sistemde güç dengeleri Batı ile sınırlı değildir. Asya, Latin Amerika ve Afrika gibi coğrafyalardan yükselen güçlerin etkisini hissettirdiği bir dönemdeyiz. Bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu yükselen güçlerin ve küresel güneyin sesini duyurduğu platformlardan biridir.
Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu diğer yükselen güçlerden Çin’in Baoa Asya Forumu, Hindistan’ın Raisiana Diyaloğu ve Rusya’nın Valday Tartışma Kulübü gibi Batı dışı bir platformdur.
ADF her yıl aynı katılımcıların yer aldığı aynı konuların konuşulduğu dostlar alışverişte görsün diye oluşturulan bir forum değildi. Forum her yıl dünyanın farklı bölgelerinden farklı konularda uzman misafirleri ağırlıyor. Bu yüzden her yıl yeni aktörlere söz verilen Antalya Diplomasi Forumu dinamik ve canlı bir sisteme sahiptir. Bu süreçte Türk yumuşak gücü ve kamu diplomasisi inşasında ADF en başarılı mekanizmadır.
ADF, çok merkezli-çok medeniyetli bir dünyada birçok bölgesel ve küresel aktör ile farklı medeniyetlerin, kültürlerin ve dinlerin birbiriyle diyalog kurması, eşit düzeyde katıldığı barış ve istikrarın sağlanması için önemli bir adımdır. Forum Güney, Kuzey, Doğu ve Batı’dan gelen katılımcıları bir araya getiren farklı medeniyetler arasındaki karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü güçlendirmektedir. Forumda sadece büyük güçlerin değil, orta ve küçük, zengin ve fakir birçok ülkenin görüşlerinin alındığı kapsayıcı bir masa kurulmaktadır. Bu yüzden ADF, farklı kıtalardan ve sistemlerden gelen devletlerin ve ulusların seslerini duyurabildiği global bir forum olarak demokratik temsiliyeti güçlendiren bir yapıdır.
ADF, belirsizlikler ve küresel lidersizlik çağında çoklu krizlere karşı çok sayıda aktörün fikirlerinin birleştiği çoklu bir çözüm mekanizmasıdır. ADF küresel bir tartışma forumu olduğu gibi ikili görüşmelerin yapıldığı ülkeleri bir araya getiren bir yapıdır. Arabuluculuk konusunda Türkiye’nin kanıtlanmış başarısı ADF ile global düzeye taşındı. Geniş ve çeşitli katılımcı profili ile ADF kültürel bir etkileşim ve iletişime de yol açmaktadır. ADF’nin ortaya koyduğu esnek ve samimi ortam resmi ve gayri resmi etkileşimlerin buluşma noktasıdır. Bu yüzden ADF, Batı dışında alternatif bir dünya rotasına yardımcı olmaktadır.
-
Görüş2 hafta önce
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…
-
Görüş2 hafta önce
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas
-
Görüş6 gün önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Avrasya Günlüğü2 hafta önce
ABD’li ekonomist: Çin’in “e-ticaret + altyapı” sinerjisi bölgesel ekonomik dönüşümü hızlandırıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın
-
Avrasya Günlüğü2 hafta önce
Francis Acquah Amaning ile Çin-Afrika dijital işbirliğinin ilerlemesi ve potansiyeli üzerine röportaj
-
Avrasya Günlüğü2 hafta önce
Francis Gurry ile Çin’in küresel dijital yönetişimin şekillendirilmesinde oynadığı rol üzerine röportaj