Bizi Takip Edin

Avrupa

Saygın Alman siyaset bilimci Ulrike Guérot nasıl ‘devlet düşmanı’ ilan edildi?

Yayınlanma

Editörün notu: İtalyan gazeteci ve yazar Thomas Fazi, Alman siyaset bilimci Ulrike Guérot’un yaşadığı siyasi zulmü mercek altına alıyor. Ulrike Guérot, Almanya’nın saygın akademisyenlerinden biriyken, Kovid-19 salgını önlemlerini ve Ukrayna’daki vekalet savaşını eleştirmesinin ardından hedef hâline geldi, medya tarafından karalandı ve sonunda intihal suçlamalarıyla üniversitedeki görevinden atıldı. Fazi, bu süreci Guérot’un itibarını sarsmak ve onu susturmak amacıyla yürütülen, siyasi güdümlü ve hatta istihbarat kurumlarının dâhil olabileceği planlı bir kampanya olarak değerlendiriyor. Fazi, Ulrike Guérot vakasının, Almanya ve genel olarak Batı toplumlarında artan otoriterleşmenin, ifade özgürlüğünün daraltılmasının ve muhalif seslere yönelik tahammülsüzlüğün endişe verici bir yansıması olduğuna işaret ediyor.


Devlet düşmanı: Ulrike Guérot’un maruz kaldığı siyasi zulüm

Guérot, yıllarca Almanya’nın en saygın siyaset bilimcilerinden biriydi. Ancak salgınla mücadeleyi ve Ukrayna’daki vekalet savaşını eleştirmesinin ardından kendini halk düşmanı olarak buldu.

Thomas Fazi

12 Mayıs 2025

Pek çok okur Ulrike Guérot’un adını hiç duymamış olabilir; ancak bu makalenin sonunda, onun Avrupa’da yakın tarihin en şaşırtıcı siyasi zulüm vakalarından birinin merkezinde yer aldığı düşünüldüğünde, bunun nasıl mümkün olduğunu merak edeceklerdir.

Daha birkaç yıl öncesine kadar Guérot, Almanya’nın ve Avrupa’nın en saygın siyaset bilimcilerinden ve AB’ye entegrasyon konusunda önde gelen seslerden biri olarak kabul ediliyordu. Son yirmi yıldır AB’nin geleceği üzerine yapılan tartışmaları takip eden herkes için Guérot ve onun “Avrupa Cumhuriyeti” hakkındaki fikirleriyle karşılaşmamış olmak neredeyse imkânsızdı. Üretken bir akademisyen ve kamu entelektüeli olarak, sık sık AB politikasının çeşitli yönleri hakkında konuşmaya davet edilirdi.

Guérot ile ilk kez 2018’de Helsinki’de, Avrupa Birliği hakkında canlı bir kamuoyu tartışmasına girdiğimizde tanıştım. Birliğin mevcut hâliyle eksiklikleri konusunda hemfikir olsak da çözüm konusunda keskin bir şekilde ayrışıyorduk: Ben AB’nin dağıtılmasını ve egemen ulus devletlere geri dönülmesini savunurken, Guérot birliğin radikal bir şekilde demokratikleştirilmesini savunuyordu. Guérot’un vizyonu ilham vericiydi ama aynı zamanda, özellikle akademik çevrelerde uzun süredir ana akımı temsil eden bir perspektif olan ilerici Avrupacılığın köklü geleneğine de tam olarak uyuyordu.

Sahiden de kariyerinin büyük bölümünde Guérot, Almanya’nın (ve Avrupa’nın) entelektüel-siyasi düzeninin tam teşekküllü bir üyesiydi. Doksanlı yıllarda, o zamanki Alman Hristiyan Demokrat Partisi dış ilişkiler sözcüsü Karl Lamers ve eski AB Komisyonu başkanı Jacques Delors gibi önde gelen siyasetçilerin himayesinde çalışmaya başladı.

2000’li yılların başlarından itibaren önce German Marshall Fund’ın dış politika direktörlüğü, ardından da Avrupa’nın en önemli transatlantik düşünce kuruluşlarından ikisi olan Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin direktörlüğü görevlerini üstlendi. 2013 yılında Guérot, Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Fransa’ya yaptığı resmi ziyaretteki resmi heyette bile yer aldı.

2010’lu yılların ortalarına gelindiğinde, Berlin’deki European School of Governance’a bağlı European Democracy Lab’ı kurduğunda, Guérot Avrupa meseleleri konusunda önde gelen uzmanlardan biri olarak kendini kabul ettirmiş, Alman ve Avrupa gazetelerinde geniş çapta yayınlar yapmış ve kendi ülkesindeki tartışma programlarına sık sık katılır olmuştu.

Helsinki’deki karşılaşmamızın ardından Guérot ve ben zaman zaman Avrupa hakkında fikir alışverişinde bulunmaya devam ettik, ta ki salgın patlak verene kadar. 2020’de dünyayı saran çılgınlığı anlamlandırmaya çalışırken, kendimi uzun süredir çalışmalarımı tanımlayan AB’ye (dez)entegrasyon tartışmasından uzaklaşırken buldum.

Dahası, Kovid rejimine karşı son derece eleştirel bir duruş sergileyen soldan bir yazar olarak, bu deneyim bir zamanlar kendime ait gördüğüm siyasi toplulukla kesin bir kopuşu işaret ediyordu. Salgının aşırı kutuplaşmış atmosferinde, bir zamanlar Guérot gibi liberal ilericilerle diyaloğu mümkün kılan ana akım sol ile hâlâ paylaştığım ne kadar ortak zemin varsa hepsi tamamen ortadan kalktı. Gerçekten de, biraz mahcup bir şekilde itiraf etmeliyim ki, entelektüel ve akademik camiadaki hemen hemen tüm meslektaşlarının yaptığı gibi, Guérot’un da Kovid ortodoksluğuyla aynı çizgide olduğunu varsaymıştım.

İşte bu yüzden, iki yıl önce beklenmedik bir anda beni aradığında, anlatacağı hikâye karşısında şaşkına döndüm ve olayların tamamen benim radarımın dışında gelişmiş olmasından biraz utandım. Son konuşmamızdan bu yana Almanya’nın en çok karalanan figürlerinden biri hâline geldiğini; üniversitedeki görevinden alındığını, medya tarafından karalandığını, akademik çevre tarafından dışlandığını ve hatta devlet düşmanı olarak etiketlendiğini anlattı. Nutkum tutulmuştu. Ülkenin en saygın kamu entelektüellerinden birinin başına bu nasıl gelebilirdi?

Guérot’un gözden düşüşü, Ekim 2020’de salgın tedbirlerini, artan ideolojik uyum iklimini ve buna eşlik eden kabul edilebilir görüşlerin endişe verici daralmasını —Kovid politikasını sorgulayan herkesin siyasi ve medya düzeni tarafından hızla düşmanlıkla karşılandığı bir ortamda— alenen eleştirmeye başlamasıyla başladı.

Guérot’un liberal-ilerici bakış açısıyla —belki biraz safça— sadece Habermasçı açık tartışma ilkelerini, yani kamuoyunun daha iyi olan argümanın gücünden doğması gerektiği inancını savunuyordu. Başlangıçta kendisi bile salgının başlattığı otoriter “yeni normalin” boyutunu —ya da salgın kısıtlamalarını sorgulayarak ve demokratik gerileme uyarısında bulunarak görünmez bir kırmızı çizgiyi aştığını— tam olarak fark etmemişti. Neredeyse bir gecede, kurumların, medyanın ve kamuoyunun geniş kesimlerinin gözünde, beğenilen bir düşünürden “sorunlu bir figüre” dönüştü.

Eleştirel yorumlar ve makalelerin ardından Guérot, yoğun medya incelemesinin ve sosyal medya öfkesinin hedefi hâline geldi. Makaleler artık onun argümanlarını tartışmıyor; onu “tartışmalı” olarak etiketleyip “komplo teorisyeni” diyerek göz ardı ederek kişisel olarak ona saldırıyorlardı. İlkeli duruşunun, 2020 yazında Berlin ve diğer şehirlerde büyük gösteriler düzenleyen ve siyasi-medya düzeni tarafından hızla “aşırı sağcı” olarak damgalanan kapanma karşıtı protestocular arasında giderek daha popüler hâle gelmesi, ona yönelik tepkiyi daha da derinleştirdi. Pek çok kişinin gözünde, hayat boyu ilerici olan Guérot artık “ilişkili olduğu çevreler nedeniyle faşistti”.

Bununla birlikte, 2021’in başlarında akademik itibarı hâlâ bozulmamış görünüyordu. 2021 baharında, Avrupa’nın siyasi meseleleri üzerine yıllarca süren akademik araştırmalarının taçlandırılması niteliğinde, prestijli Bonn Üniversitesi tarafından işe alındı. Kovid konusundaki duruşu etrafındaki tartışmalara rağmen Guérot, üniversitedeki meslektaşları tarafından sıcak karşılandı; meslektaşları, böylesine tanınmış ve başarılı bir ismi saflarına katmaktan bariz biçimde memnuniyet duyuyorlardı.

O yıl Noel tatili sırasında Guérot, salgın politikalarına yönelik eleştirilerini kaleme aldı. Sonuç, Mart 2022’de yayımlanan Wer schweigt, stimmt zu (Sessiz kalmak kabul etmek demektir) oldu. Hükümetin Kovid müdahalesinin orantısızlığını sert bir şekilde eleştiren ve acil bir toplumsal ve kamusal hesaplaşma çağrısında bulunan kitap, büyük bir başarı yakaladı. Haftalarca çok satanlar listesinde kaldı ve Guérot, resmi kamusal söylemde susturulmuş veya iftiraya uğramış Alman toplumunun geniş bir kesimine ses verdiği için teşekkür eden insanlardan mektup ve e-posta yağmuruna tutuldu.

Akademik dünya ise Guérot’ya karşı sert bir tavır aldı: Makaleler yazmak veya röportajlar vermek bir şeydi ama kendi deyimiyle, “demokrasiyi bir virüse feda etmeye ve sözde güvenlik için özgürlüklerini bahse yatırmaya istekli olanları” açıkça eleştiren bir kitabın tamamını, hem de çok satan bir kitabı yayımlamak bambaşka bir şeydi. Başka bir görünmez kırmızı çizgiyi daha aşmıştı. Önde gelen akademisyenler Twitter’da ona saldırdı. Konferans davetleri azalmaya başladı. Bonn Üniversitesi’ndeki görece yeni işyerinde bile öğrenciler ve meslektaşları ondan uzaklaşmaya veya aktif olarak ona karşı seferber olmaya başladı. Salgın, akademik dünya ile genel kamuoyu arasında giderek büyüyen bir uçurumu ortaya çıkarmıştı ve Guérot kendini ortada kalmış buldu.

Bu arada, kitap yayımlanmadan hemen önce Rusya Ukrayna’yı işgal etmiş, kamuoyu tartışmasını daha da zehirlemiş ve militarize etmişti. Kovid dönemini tanımlayan Maniheist düşünce ve ahlaki mutlakiyetçilik daha da yoğunlaştı. Ukrayna’yı desteklemek vatani bir turnusol kâğıdı hâline geldi; hükümet politikasının eleştirilmesi artık “kamu sağlığına tehdit” olarak görülmüyor, ihanete yakın olarak çerçeveleniyordu. Guérot bir kez daha kendini tüm bunların merkezinde buldu.

2022’nin ilk yarısında, o zamana kadar seyrekleşmiş birkaç TV programında barış, diyalog ve diplomasi çağrısında bulundu; bu çağrılar, programlardaki hepsi kategorik olarak savaş yanlısı kampta yer alan diğer konuklardan histerik tepkiler aldı. Guérot bir kez daha medyanın ilgi odağına itildi ve yine kendi seçmediği bir role, bu kez sözde “Putin savunucusu” rolüne büründürüldü. Bu durum, önde gelen siyasetçilerden de gelen, ona karşı yeni bir büyük saldırı dalgasını tetikledi. Sosyal medyadaki Guérot’a yönelik suçlamalar giderek artan bir şekilde Bonn Üniversitesi’ne de yöneltiliyordu; bu, sadece onu değil, aynı zamanda işverenini de kamuoyu önünde küçük düşürmeye yönelik açık bir girişimdi. Bonn’daki çeşitli fakülte ve öğrenci grupları Guérot aleyhine açıklamalar yayımladı.

Ancak Guérot yılmadı. Aksine, Rusya-Ukrayna savaşı hakkında bir kitap üzerinde çalışmaya başladı ve bunu mümkün olan en kısa sürede yayımlamaya kararlıydı. Bu arada, 2022 yazında medyada ilk intihal suçlamaları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar manşetlere taşınsa da aslında iki kitabındaki başka kaynaklardan dolaylı alıntılanmış veya kısmen alıntılanmış materyalleri içeren, nispeten küçük çaplı iddialardı. Hatta bazı durumlarda, kitabın sonraki baskılarında hataları kabul etmişti. Makalelerde tarif edilen örüntüler —dağınık dipnotlar, belirsiz kaynak kullanımı ve gevşekçe yeniden ifade edilmiş fikirler— aldatmaya değil, en kötü ihtimalle zaman kısıtlamalarından kaynaklanan gözden kaçırmalara işaret ediyordu.

Çok daha endişe verici olan, bazı Alman medya kuruluşlarının, ne kadar küçük olursa olsun herhangi bir hata veya tutarsızlığı ortaya çıkarma umutsuzluğuyla Guérot’un tüm eserlerini satır satır adli bir incelemeden geçirmek için kayda değer kaynaklar ayırmasıydı. Bu gazetecilik değildi; planlı bir imha operasyonuydu. Nitekim Bonn Üniversitesi, iddia edilen bilimsel suistimal nedeniyle Guérot hakkında neredeyse derhal bir soruşturma başlattı. Bu arada, bu karalama kampanyasının ardında, ona kin güden birkaç gazetecinin işinden daha büyük bir şeylerin döndüğünü düşündüren tuhaf şeyler olmaya başladı.

Örneğin, 4 Haziran’da Frankfurter Allgemeine Zeitung‘da çıkan ilk intihal suçlaması, daha 3 Haziran akşamı Guérot’un Wikipedia sayfasında linklenmişti. Ya birileri çok yakından takip ediyordu ya da bu, Guérot’un itibarını yok etmeye yönelik daha planlı bir kampanyanın —potansiyel olarak istihbarat ve güvenlik kurumları içindeki güçlü unsurları içeren bir kampanyanın— parçasıydı.

O zamanlar Guérot’un kendisi bu tür iddialara paranoyakça fanteziler diyerek güler geçerdi. Ta ki Ağustos 2022’nin başlarında, Almanya’nın istihbarat teşkilatı BND için çalışan eski bir arkadaşından beklenmedik bir telefon alana kadar. Arkadaşı bir görüşme teklif etti, fakat telefonunu evde bırakmasını tembihledi. Anlattıkları, doğrudan bir Frederick Forsyth romanından fırlamış gibiydi. Arkadaşı ona, “Dikkatli olmalısın Ulrike. Hedef alındın. Seni yok etmek istiyorlar,” dedi. Wikipedia sayfasındaki son düzenlemelerin, hepsi Atlantik’in diğer yakasında, Washington’da bulunan bir avuç IP adresine kadar takip edilebildiğini söyledi. Mesaj açıktı: Guérot’un aktivizmi, Almanya’da ve ötesinde, NATO çevrelerindeki üst düzey kişilerin dikkatini çekmişti.

Başlangıçta Guérot şüpheciydi. “Neden bu kadar güçlü kurumlar benim gibi birinden bu kadar korksun ki? Ne gücüm var ne de siyasi bir makamım,” diye sordu. Arkadaşı, “Karizman var Ulrike, insanlar sana hayranlık duyuyor ve saygı gösteriyor. Böyle zamanlarda, bu tam da kamuoyunu etkileyebilecek türden bir şeydir,” diye yanıtladı. Guérot toplantıdan şok içinde ayrıldı, ancak içinde bir şüphe kalmıştı, belki de arkadaşı abartmıştı. Sonuçta, istihbarat görevlilerinin her köşede komplo görmesi doğaldır. Fakat yaşananlar, kısa sürede onun son yanılsamalarını —ya da umutlarını— ortadan kaldıracaktı.

Eylül sonlarında, Rusya-Ukrayna savaşı hakkındaki kitabının taslağını teslim ettikten kısa bir süre sonra, Guérot’un prestijli NDR Kurgu Dışı Eser Ödülü için jüri üyesi olarak —aynı sabah kamuoyuna duyurulan— daveti saatler içinde aniden iptal edildi. Günler içinde Ulrike’nin, Milano, Brüksel ve Viyana’daki uzun zamandır planlanmış konferansları da dâhil olmak üzere takvimindeki kalan tüm konuşma etkinliklerinden davetleri geri çekildi. Açıkça görülüyordu ki, sadece Almanya’da değil, tüm Avrupa’da Guérot’u kamusal alaandan silmek için planlı bir çaba yürütülüyordu. Bir keresinde, etkinlik organizatörlerinden biri olan Avusturyalı bir iş derneğinin çalışanı, Guérot’ya özel olarak iptalin “üst makamdan gelen bir telefon” üzerine yapıldığını bildirdi.

Guérot artık arkadaşının doğruyu söylediği korkunç olasılıkla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Düşmanları etrafındaki her şeyi yakıp yıkıyordu. Kendisi de hafiften paranoyaklaşarak, bu ani iptal dalgasının, sadece günler sonra raflardaki yerini alan yeni kitabının çıkışıyla kasıtlı olarak aynı zamana denk getirilip getirilmediğini merak etmeden duramadı. Hauke Ritz ile birlikte yazdığı Endspiel Europa (Avrupa’nın Son Oyunu), Ukrayna savaşını, kısmen ABD’nin Ukrayna’ya müdahalesiyle provoke edilmiş, NATO ve Rusya arasında bir vekalet savaşı olarak bağlamsallaştırıyordu. Bu görüş bugün Donald Trump’ın kendisi tarafından bile giderek daha fazla kabul görse de kitap çıktığı zaman Almanya’da lanetlenmiş bir görüştü (ve büyük ölçüde bugün hâlâ öyle).

Kovid metninde olduğu gibi, kitabın yayımlanması Guérot’ya karşı yeni bir kamuoyu karalama dalgasını tetikledi, bu kez daha önce karşılaştığı her şeyden daha yoğun ve agresif bir dalgaydı bu. NATO’yu karşısına alarak Guérot muhtemelen son kırmızı çizgiyi aşmıştı. Kendi üniversitesi, ikisini de açıkça belirtmeden hem Guérot’dan hem de kitabından uzaklaştığını belirten bir kamuoyu açıklaması yayımladı. Kısa bir süre sonra Guérot hastalık iznine ayrıldı: 2021’in sonlarından bu yana hakkında yazılan 200’e yakın kötü niyetli makale ile iki yıl süren amansız saldırılar ve artan psikolojik baskı onu yıpratmıştı. Kampanyanın amacına ulaştığı söylenebilirdi: Guérot, duygusal ve psikolojik olarak çökmüştü. Bu noktada arkadaşlarının çoğu da ondan uzaklaşmıştı. Ve yine de, son iptal eylemi henüz gelmemişti.

Sadece birkaç ay sonra, Şubat 2023’te Guérot’ya, bu tür durumlarda alışılageldiği üzere bir uyarı bildirimi veya olası hataları düzeltme şansı verilmeden, Bonn Üniversitesi’nden intihal gerekçesiyle atıldığı bildirildi. Farkında olduğu ön soruşturmalar vardı ama hastalık izni nedeniyle kendini layıkıyla savunamamıştı. Karar emsalsizdi: Savaş sonrası Almanya’da daha önce hiçbir profesör sadece intihal nedeniyle görevden alınmamıştı. Durumu daha da absürt hâle getiren ise iddia edilen ihlallerin niteliğiydi; akademik tezler bile olmayan, genel bir kitleye yönelik polemik denemeler olan eserlerde, bir düzine sayfaya yayılmış ve toplam içeriğin kabaca yüzde 1’ine tekabül eden küçük atıf hataları söz konusuydu.

Bunun, Guérot’un akademik nitelikleri veya bilimsel dürüstlüğü ile hiçbir ilgisi olmayan, siyasi güdümlü bir karar olduğundan şüphe edilemez. Bir Alman yorumcunun belirttiği gibi: “Suçlamaların —kısmen doğru olsa bile— sadece bir bahane olarak hizmet ettiği açık değil mi? Özünde bu, muhtemelen başkalarını da caydırmak gibi ek bir amaçla, rahatsız edici bir figürü cezalandırmakla ilgiliydi.” Üniversitenin bilimsel suistimal şüphesi durumları için ombudsmanı olan anayasa hukukçusu Prof. Dr. Klaus F. Gärditz’in salgın sırasında hükümetin uyguladığı tedbirlerin sesli bir destekçisi olduğu —ve dolayısıyla Guérot’un pozisyonlarına karşı açıkça önyargılı olduğu— düşünüldüğünde bu durum daha da belirginleşiyor.

Fakat bu hikâyede herhangi bir bireye odaklanmak yanıltıcı olur, zira Guérot’un gözden düşüşünü bu kadar çarpıcı kılan şey, medya, üniversite ve —eğer arkadaşına inanılacak olursa— NATO istihbarat aygıtının unsurları da dâhil olmak üzere birden fazla aktör arasındaki bariz koordinasyondur. Gerçekten de, olayların dizisine bakıldığında, medyanın körüklediği “intihal skandalının”, akademik suistimal kisvesi altında bir işten çıkarma için zemin hazırlayan daha geniş bir stratejinin parçası olup olmadığını merak etmemek elde değil.

Bunları yazarken ironinin; bizzat bu tür teorileri desteklediği iddiasıyla itibarı sarsılan birini savunurken, Guérot’un düşüşünü bazılarının “komplo teorisi” olarak adlandırabileceği bir şeyi öne sürerek anlamlandırmaya çalıştığımın fazlasıyla farkındayım. Ancak tam da bu nedenle, ona ve entelektüel dürüstlüğe, ana akım çevrelerde nasıl karşılanacağına bakılmaksızın, kanıtların bizi nereye götürürse götürsün takip etme borcumuz var.

Ve bunun sadece bir cadı avı değil, siyasi bir zulüm vakası olduğuna —Guérot’un, statükoya tehdit oluşturan etkili bir kamu entelektüeli olduğu için Alman devletinin unsurları da dâhil olmak üzere güçlü güçler tarafından hedef alındığına— inanmak için iyi nedenler var. Bunun için sadece iptal edilmesi değil, yok edilmesi gerekiyordu. İki yıl boyunca Guérot’un on yıllardır inşa ettiği her şey; itibarı, güvenilirliği, arkadaşlıkları ve nihayetinde konumu —geçim kaynağıyla birlikte— sistematik olarak elinden alındı. Hatta cezasının bu kadar ağır olmasının nedeninin, hayatının büyük bölümünde düzenin bir parçası olması ve en büyük sapkınlığı işleyerek, yani kendisi için düşünerek ona ihanet ettiği şeklinde görülmesi olduğu bile iddia edilebilir.

Onun davası, Alman toplumunun ve daha genel olarak Batı toplumlarının otoriter sürüklenişinin —muhalefetin artık tartışılmadığı, cezalandırıldığı, hatta bir zamanlar neredeyse dokunulmaz olan kadrolu profesörlerin bile peşine düşülecek kadar ileri gidildiği— ürkütücü bir kanıtı olarak duruyor. Bu, Batı liberal demokrasisinin gerçek durumu hakkındaki kalan tüm yanılsamaları paramparça etmesi gereken bir hikâye. Fakat sonuçta, Guérot’ya yapılan muamele karşısında dehşete düşmek için bir komplo kanıtına ihtiyaç yok. Eğer olaya karışan her aktör gerçekten bağımsız hareket ediyorsa, resim —muhalefete ve çelişkiye karşı o kadar hoşgörüsüz bir düzenin, nerede ortaya çıkarsa çıksın içgüdüsel olarak onu ezmeye yöneldiği bir resim— tartışmasız daha da endişe verici.

Hakikaten de, yakın zamanda yapılan bir çalışma, Almanya’da ana akım anlatılara aykırı görüşler ifade ettikleri için —ya da yazarların kendi deyimiyle, “ideolojik itaatsizlik” nedeniyle— profesörlerin işten çıkarılmasında keskin bir artış olduğunu vurguladı. Bu, kadrolu akademik pozisyonların önceki neredeyse dokunulmazlığına kıyasla önemli bir değişiklik. Elbette bu baskı sadece akademik dünyayla sınırlı değil, Almanya’da yerleşen Stasi benzeri daha geniş bir baskı ve zulüm modelinin parçası. Son yıllarda, bilim insanları, doktorlar, avukatlar, hâkimler, memurlar ve sıradan vatandaşlar da dâhil olmak üzere toplumun geniş bir kesiminden insanlar, çağımızın belirleyici iki krizi olan Kovid-19 salgını ve Ukrayna’daki savaş hakkında muhalif görüşler ifade ettikleri için karalandı, işten atıldı, susturuldu veya hatta yargılandı.

Salgın politikalarının orantılılığı ve bilimsel temeli hakkında erken dönemde sorular soran Wolfgang Wodarg ve Sucharit Bhakdi gibi doktorlar kamuoyu önünde karalandı ve kurumsal (ve bazen hukuki) baskıya maruz kaldı. Sigorta yöneticisi Andreas Schöfbeck, aşıların güvenlik profilini sorgulayan verileri yayımladıktan sonra işini kaybetti. Lisa Fitz ve Eva Herzig gibi sanatçılar ve gösteri dünyasından isimler, eleştirel görüşler dile getirdikleri için performanslarının iptal edildiğini ve sözleşmelerinin feshedildiğini gördü. Tanınmış gazeteci Gabriele Krone-Schmalz ve araştırmacı gazeteci Patrick Baab, Ukrayna ihtilafına diplomatik çözümler önerdikleri için saldırıya uğradı ve mesleki olarak dışlandı.

Hâkimler ve avukatlar bile esirgenmedi. Aile mahkemesi hâkimi Christian Dettmar, okullardaki Kovid tedbirleri aleyhine karar verdikten sonra yasal işlemle karşılaştı. CJ Hopkins gibi yazarlar (davası hakkında burada yazdım), Simon Rosenthal gibi sanatçılar ve kapanma karşıtı Querdenken hareketinin kurucusu Michael Ballweg gibi siyasi aktivistler de giderek daha siyasi görünen bahanelerle yargılandı veya gözaltına alındı.

Bu baskı modelinin azalacağına dair pek işaret yok. Aslında, Friedrich Merz’in liderliği altında yoğunlaşmaya hazır görünüyor. Katı Atlantikçiliği ve Rusya’ya karşı saldırgan duruşuyla tanınan Almanya’nın yeni Şansölyesi, Almanya’yı NATO içinde lider bir askeri güç olarak konumlandırma arzusunu gizlemedi. Söylemi, sadece yeniden silahlanmayı değil, aynı zamanda iç cephede ideolojik uyumu da talep eden daha da çatışmacı bir dış politikaya doğru bir eksen kaymasını öneriyor. Bu bağlamda, muhalefetin giderek artan bir şekilde ulusal güvenliğe tehdit olarak çerçevelenmesi beklenebilir.

Ancak Guérot’un —ve onun gibi diğer çağdaş muhaliflerin— hikâyesi sadece bir baskı hikâyesi değil. Aynı zamanda bir direniş ve dayanma hikâyesidir. Kendi itirafıyla, çok karanlık bir yere sürüklenmiş ve kırılma noktasına çok yaklaşmış, ancak mücadele etme gücünü bulmuştu. Bu güç, kısmen, AfD ve BSW gibi “popülist” alternatifler lehine yerleşik partileri reddeden ülke çapındaki milyonlarca insandan, yani yeni Alman direnişi olarak adlandırılabilecek kesimden aldığı büyük destekten geldi. Gerçekten de Guérot şu anda görevden alınmasına karşı hukuk sistemi aracılığıyla mücadele ediyor.

Bir sonraki duruşma 16 Mayıs’ta Bonn İş Mahkemesi’nde yapılacak. Yargıçların, Guérot’un işten çıkarılmasının siyasi güdümlü olduğunu ve meşru bir temeli bulunmadığını, yani uzun zamandır aşikâr olan şeyi nihayet kabul edeceklerini ummaktan başka çare yok. Lehine verilecek bir karar, maruz kaldığı her şeyden sonra bir nebze adalet sunmakla kalmayacak, aynı zamanda Almanya’da bağımsız bir yargının hâlâ işlediğine ve ülkenin demokratik temellerinin henüz tamamen aşınmadığına dair hayati bir sinyal de gönderecektir.

Avrupa

Almanya, bir sonraki AB bütçesinin savunmaya odaklanmasını istiyor

Yayınlanma

Almanya bir sonraki AB bütçesinde savunma harcamalarına öncelik verirken, ortak bütçeye yapılan ulusal katkıların artırılmasına karşı çıkacak.

Financial Times’ın (FT) gördüğü bir pozisyon belgesinde, en büyük net katkı sağlayan ülke olan Berlin, AB bütçesinin ortak alımları finanse etmesini ve Avrupalı silah üreticilerinin siparişlerini artırmasına yardımcı olmasını istiyor.

Savunma harcamalarına odaklanması, “Rusya’nın Avrupa’ya yönelik tehdidinin devam etmesi” ve ABD Başkanı Donald Trump’ın kıtaya kendi güvenliği için daha fazla çaba gösterme çağrısı doğrultusunda, Berlin’in son dönemde iç askeri harcamalarını artırma ve silah endüstrisine yatırım yapma yönündeki politikasını yansıtıyor.

AB anlaşmaları, ortak bütçenin “askeri veya savunma ile ilgili faaliyetlerden kaynaklanan harcamalar” için kullanılmasını açıkça yasaklarken, blok, Ukrayna’nın Rusya’nın saldırılarını püskürtmesine ve savunma sektörünü büyütmesine yardımcı olmak için ortak borçlanmayı giderek daha fazla kullanıyor ve bazı fonları yeniden tahsis ediyor.

Alman belgesinde, hem sivil hem de askeri uygulamaları olan çift kullanımlı teknolojilerin ve askeri nakliye koridorlarının da AB desteğine hak kazanması gerektiği savunuluyor.

Fakat Berlin, önceliklerin değiştirilmesini finanse etmek için, özellikle idari maliyetlerin azaltılması yoluyla harcama kesintileri öneriyor.

Makalede, “Öngörülebilir gelecekte, üye ülkelerin mali hareket alanı sınırlı kalacak,” deniyor ve şu anda AB’nin GSYİH’sinin yüzde 1’ini oluşturan blok bütçesine ulusal katkıların “artırılması için bir dayanak bulunmadığı” ekleniyor.

Bu belge, Avrupa Komisyonu’nun temmuz ortasında açıklaması beklenen ve bloğun artan harcama ihtiyaçlarını karşılamak için bütçe artışı talep etmesi beklenen çok beklenen önerinin öncesinde yayınlandı.

Ne var ki Berlin, ortak bütçenin gelirlerinin çoğunu oluşturan ve gayri safi milli gelire dayanan ulusal katkıların artırılmasına karşı çıkacağını açıkça belirtti.

Geri kalan kısım gümrük vergileri ve KDV gelirlerinden karşılanıyor. Blokun en büyük ekonomisi olan Almanya, tüm fonların neredeyse dörtte birini sağlıyor.

Alman hükümeti “adil yük paylaşımı” çağrısında bulunuyor ve üye ülkelerin katkı paylarındaki “sürekli orantısız net yüklerin” ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Almanya, yedi yıllık bütçede kaynakları, özellikle Avrupa katma değeri olan alanlarda “gelecek, inovasyon ve dönüşüm odaklı harcamalara” yönlendirmek istiyor.

Bunlar arasında, AB’nin rekabet gücünü artırmak için gerekli görülen sınır ötesi altyapı, dijitalleşme, enerji güvenliği ve stratejik teknolojiler yer alıyor.

Para kaynağı yaratmak için Almanya, AB bütçesinin yapısının büyük ölçüde basitleştirilmesini istiyor. Program sayısının azaltılması, daha yalın idari çerçevelerin oluşturulması ve komisyonun ihtiyaçlara göre politika alanları arasında fonları aktarabilmesi için daha fazla esneklik sağlanmasını öneriyor.

Almanya, bütçenin mevcut harcamaların yarısından fazlasını oluşturan temel programları, yani tarım sübvansiyonlarını içeren Ortak Tarım Politikası (CAP) ve daha yoksul bölgelere fon aktaran blokun uyum politikasını desteklemeye devam etmesi gerektiği konusunda ısrarcı.

Komisyon daha önce bu iki politikayı hükümetler tarafından tahsis edilen ulusal fonlarda birleştirmeyi önermişti. Fakat Berlin, gıda güvenliğinin ve iklim değişikliğiyle mücadelede doğanın önemini vurgulayarak, CAP’nin “bağımsız bir politika alanı olarak kalması” gerektiğini söylüyor.

Alman hükümetine göre, uyum fonları korunmalı, ama reformları teşvik eden ve hedefli harcamaları iyileştiren performansa dayalı mekanizmalar aracılığıyla yeniden odaklanmalı. AB fonlarının hukukun üstünlüğüne saygı ile bağlantılandırılması hakkında ise “tutarlı bir şekilde uygulanmalı, daha da geliştirilmeli ve genişletilmelidir” diye ekledi.

Brüksel, bu koşulları ihlal ettiği için Macaristan’a milyarlarca avroyu şu anda ödemiyor ve geçmişte de Polonya hükümetine aynı uygulamayı yapmıştı.

Almanya, Covid-19 salgınına yanıt olarak başlatılan ortak borçlanma programının uzatılmasını da reddediyor. 800 milyar avroluk fonun geri ödemelerinin de planlandığı gibi 2028’de başlaması gerektiğini söylüyor. Belgede, “Uzatma yasal olarak mümkün değildir,” deniyor.

Komisyon, bu fonların geri ödemelerinin yıllık 30 milyar avroya, yani bütçenin beşte birine mal olacağını tahmin ediyor.

Yine de Berlin, borç geri ödemelerinin AB bütçesi üzerindeki etkisini en aza indirmek için yeni “kendi kaynakları” (asgari kurumlar vergisi ve karbon sınır vergisi gibi yeni AB düzeyinde gelirler) konusunda müzakereye açık olduğunu işaret etti.

Ne var ki AB liderleri, Brüksel’e gelir artırma yetkisi vermekten çekinerek AB vergileri konusunda ilerlemeyi durdurdu.

Okumaya Devam Et

Avrupa

NATO’nun doğu kanadı ülkeleri, sağlık sistemlerini olası bir savaş için yeniden yapılandırıyor

Yayınlanma

NATO’nun Rusya ve Belarus’a komşu doğu kanadı ülkeleri, savaşı artık varsayımsal değil, ‘kaçınılmaz bir olasılık’ olarak görerek sağlık kurumlarını olası bir çatışmaya hazırlamaya başladı. Ukrayna’daki tecrübeler ışığında sivil altyapıyı hedef alan saldırılara karşı yeraltı ameliyathaneleri kurma, büyük çaplı tatbikatlar düzenleme ve tıbbi malzeme stoklama gibi adımlar atılıyor.

NATO’nun Rusya ve Belarus sınırındaki doğu kanadı ülkeleri, savaşı artık varsayımsal bir senaryo olmaktan çıkarıp “kaçınılmaz bir gerçeklik” olarak görmeye başlayarak sağlık altyapılarını olası bir çatışmaya hazırlıyor.

Eski Sovyet bloku ve Kuzey Avrupa ülkeleri için sağlık kurumlarının savaşa hazırlanması en önemli önceliklerden biri haline geldi.

Politico‘nun haberine göre, NATO’nun doğu kanadındaki tüm ülkeler, sağlık kurumları için kriz müdahale protokollerini gözden geçiriyor, tatbikatlar düzenliyor, kurşun geçirmez kask ve yelekler satın alıyor ve ameliyatların yapılabileceği yeraltı tesisleri organize ediyor.

‘Mesele eğer değil, ne zaman’

Estonya Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı ve kriz hazırlıklarından sorumlu Sağlık Dairesi Genel Müdür Yardımcısı Ragnar Vaiknemets, durumu “Mesele Rusya’nın saldırıp saldırmayacağı değil. Mesele bunun ne zaman olacağı,” sözleriyle özetledi.

Bu kapsamda Polonya, 2025’in ilk yarısındaki AB dönem başkanlığı sırasında sağlık alanında güvenliği sağlama konusunu ana gündem maddelerinden biri yaptı.

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk, “Askeri, ekonomik veya enerji sektörü için bir acil durum eylem planı veya stratejik plan hazırlayıp sağlık sektörünü göz ardı edemezsiniz,” diyerek konunun önemini vurguladı.

Ülkelerden somut adımlar

Litvanya, hazırlık kapsamında, sağlık personelini de içeren kriz müdahale ekipleri için geniş çaplı tatbikatlara başladı.

Mayıs ayı ortasında Jonava kentinde, çok sayıda yaralının olduğu bir okul patlaması simülasyonu gerçekleştirilerek asker, polis, itfaiyeci, sağlık görevlisi ve hastane personelinin olağanüstü koşullarda birlikte çalışması hedeflendi.

Litvanya’nın ve Baltık bölgesinin en büyük hastanelerinden biri olan Vilnius Üniversitesi’ne bağlı Santaros klinikos hastanesi, elektrik veya su kesintisi durumunda bile çalışmaya devam etmesini sağlayacak yeraltı altyapısı, sığınaklar, helikopter pistleri ve otonom sistemler hazırlıyor.

Estonya da benzer şekilde bodrum katlarını yeniden düzenliyor ve hastane binalarının bombalanması durumunda tıbbi yardım sağlamak için kullanılabilecek mobil üniteler satın alıyor. Enerji kesintilerine karşı jeneratörler temin ediliyor.

Vaiknemets, Ukrayna’daki olayları örnek göstererek, “Rusya’nın sivil altyapıyı ve enerji tesislerini vurduğunu kesin olarak biliyoruz. Bu nedenle bir elektrik santralindeki sorunlar yüzünden hastanenin çalışmadığı durumlara izin verilemez,” dedi.

Estonya ayrıca, ortopedik ekipman, turnikeler ve travma kitleri de dahil olmak üzere yaralılara yardım için 25 milyon avroluk malzeme stoğu oluşturdu.

Yoğun bakım kapasitesi artırılıyor

Hazırlıklar, çok sayıda yaralı için ek yatak kapasitesi oluşturmayı da içeriyor. Norveç Sağlık Direktörlüğü özel danışmanı Bjørn Guldvog, nisan ayında düzenlenen bir güvenlik konferansında, Avrupa ülkelerinde 100 bin nüfus başına ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düştüğünü ancak “savaş zamanında bunun üç ila beş kat daha fazlasının gerekebileceğini” belirtti.

Guldvog ayrıca, barış zamanında kurumların çoğunun normal cerrahi kapasitesinin yüzde 120-150’sini sadece 24-48 saat sürdürebilirken, kriz koşullarında bu kapasitenin haftalarca hatta aylarca sürdürülebilmesi gerektiğini ifade etti.

Tahliye için demiryolu projesi

Letonya, Estonya ve Litvanya, üç ülkeyi birbirine ve Polonya’ya bağlayacak yüksek hızlı bir demiryolu olan Rail Baltica’yı inşa ediyor.

Bu hattın, savaş durumunda NATO birliklerinin hızlı bir şekilde bölgeye intikalini sağlamanın yanı sıra sivil halkın ve yaralıların tahliyesine de olanak tanıması hedefleniyor.

Resmi tahminlere göre, Rail Baltica trenleri üç Baltık başkentinden Polonya’ya bir günde 143 bin kişiyi taşıyabilecek.

Ancak, projenin inşasında ciddi gecikmeler yaşandı. Hattın planlanan iki hat yerine tek hat olarak 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülüyor.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez gazileri andı

Yayınlanma

Almanya, 15 Haziran Pazar günü İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk gaziler kutlamasını gerçekleştirdi.

Savunma Bakanı Boris Pistorius, Berlin’deki Reichstag binası önünde inşa edilen “gaziler köyü” de dahil olmak üzere, ülke çapında düzenlenecek etkinliklere katılan mevcut ve eski askerler ile halkın bir araya geldi.

Bu, “militarizmin göstergesi” olarak görülebilecek her şeyin yıllardır tabu olarak kabul edildiği bir ülkede tarihi bir dönüşüme işaret ediyor.

Geçen yıl kabul edilen bir parlamento kararıyla oluşturulan bu yeni kutlama, Almanya federal ordusu Bundeswehr’e “şükran, takdir ve saygılarını ifade etmek” amacıyla tasarlandı.

Alman Federal Meclisi Bundestag, bu günün aynı zamanda ordu ile Alman halkı arasındaki bağı derinleştirmeyi amaçladığını vurguladı. Berlin’de düzenlenen törende Bundestag Başkanı CDU’lu Julia Klöckner, Bundeswehr’i “parlamento ordusu” olarak nitelendirerek, bunun milletvekillerine özel bir sorumluluk yüklediğini belirtti.

Ayrıca, askeri görevin zorlu ve genellikle stresli doğasını kabul ederek, askerlere uygun destek sağlanmasının gerekliliğini vurguladı.

Şansölye Friedrich Merz de sosyal medya platformu X’te, “Bundeswehr, toplumumuzun ayrılmaz bir parçasıdır,” dedi ve orduda görev yapan veya görev yapmış kişilerin geniş çaplı takdir, saygı ve tanınmayı hak ettiğini ekledi.

Yeni kurulan ulusal gaziler ofisinin başkanı Yarbay Michael Krause, Financial Times’a (FT) verdiği demeçte diğer ülkelerdeki büyük askeri etkinliklerle karşılaştırarak, “Tanklar ve savaş uçakları olmayacak. Henüz o noktada değiliz. Ama gerçekten çok iyi bir ilk adım atıyoruz,” dedi.

Almanya, NATO’nun “Rusya’nın saldırganlığından” duyduğu endişelere yanıt olarak silahlı kuvvetlere para ve kaynak aktarıyor. Yeni şansölye Friedrich Merz, Almanya’nın ordusunu “Avrupa’nın en güçlü konvansiyonel ordusu” haline getireceğine söz verdi.

Frankfurt Barış Araştırmaları Enstitüsü’nden Sarah Brockmeier-Large, politikacıların nihayet bir gaziler günü düzenleme konusunda anlaşmaya varmasının, “Alman toplumunda işleyen bir silahlı kuvvetlere ihtiyacımız olduğu ve askerlerin hayati bir kamu hizmeti sağladığına dair artan bir takdirin sembolü” olduğunu söyledi.

Berlin’in iki dünya savaşındaki rolü, 1945’ten sonra özellikle Batı Almanya’da askeri güce karşı derin bir şüphecilik doğurdu ve güçlü bir pasifist hareketin ortaya çıkmasına neden oldu.

On yıllar boyunca, gazi terimi çoğunlukla Adolf Hitler’in Wehrmacht’ında savaşmış olanlarla ilişkilendirildi, 1955’te kurulan ve sıkı parlamento denetimi altına alınan Bundeswehr’da savaşmış olanlarla değil.

Alman yedek askerler derneği başkanı Patrick Sensburg, “Eski savaşlarımızla gurur duyamazdık. Bu nedenle 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda Alman Bundeswehr’de gazi kültürü yoktu,” dedi.

Soğuk savaş’ta, Almanya’nın bölünmüş olduğu dönemde, Bundeswehr sadece doğal afetlere yardım etmek için NATO bölgesi dışındaki operasyonlara katıldı.

1990’da “yeniden birleşme” sonrasında, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin Ulusal Halk Ordusu lağvedildi ve az sayıda asker Bundeswehr’e katıldı.

Yeni birleşik ordu kısa süre sonra yurtdışında savaş operasyonlarına katılmaya başladı. Alman savaş uçakları, 1999’da NATO liderliğindeki Kosova misyonu sırasında eski Yugoslavya’nın bombalanmasına yardım etti.

Fakat gaziler hareketi için en önemli olay, 93.000 Alman askerinin ABD liderliğindeki Afganistan savaşına yaklaşık 20 yıl boyunca katılmasıydı. Başlangıçta Alman barış gücü misyonu olarak ilan edilen bu operasyon, Bundeswehr birliklerinin Taliban ile savaşmasıyla savaş operasyonu haline dönüştü.

Toplamda yaklaşık 3.000 Amerikan ve müttefik asker ile 100.000’den fazla Afgan sivilin hayatını kaybettiği çatışmada 59 Alman askeri de öldü.

Afganistan’da görev yapmış olanlar, aralarında fiziksel ve ruhsal yaralarla eve dönenlerin de bulunduğu, tabandan gelen baskı, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Anzak Günü, Büyük Britanya’nın Silahlı Kuvvetler Günü veya ABD’deki Gaziler Günü gibi günlerden esinlenerek bir gaziler günü oluşturulması için bir hareket başlattı.

2012 yılında, dönemin savunma bakanı Thomas de Maizière’nin bu fikri kabul ettirme girişimi, yaygın siyasi muhalefet nedeniyle başarısız oldu.

Askeri tarihçi Sönke Neitzel, “Bence çok erkendi” diyerek, o dönemde Almanya’nın Afganistan’daki savaş operasyonlarının hâlâ “asla olmaması gereken” bir şey olarak görüldüğünü belirtti.

Fakat eski askerler ve onlara bakmak için kurulan derneklerin baskısı devam etti.

Geçen yıl Alman milletvekilleri, gazileri her yıl 15 Haziran’da “kamusal ve görünür bir şekilde” kutlamak için yeni bir planı onayladı. Savunma Bakanı Pistorius bunu “güçlü, önemli ve evet, gecikmiş bir takdir ve minnettarlık işareti” olarak nitelendirdi.

Bu fikre karşı çıkanlar hâlâ var. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerinde oyların yüzde 9’unu alan Die Linke (Sol Parti), pazar günü Berlin’de “Sizin savaşlarınızı kutlamayacağız” başlıklı bir etkinlik düzenledi.

Parti, askeri liderlerin önümüzdeki yıllarda on binlerce ek asker almaları gerektiği uyarısında bulunduğu bir dönemde, yeni gaziler gününün “savaşı kabul edilebilir kılmak” ve Alman silahlı kuvvetleri için “top yemi” yaratmak amacıyla düzenlendiğini belirtti.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin bir parçası olan doğu eyaletlerinde, kısmen bölgenin Rusya ile tarihi bağları nedeniyle, Almanya’nın Ukrayna’nın en büyük silah tedarikçilerinden biri olması yaygın bir muhalefetle karşılanıyor.

Fakat tarihçi ve Beyond the Wall: East Germany 1949-1990 [Duvarın Ötesi: Doğu Almanya 1949-1990] kitabının yazarı Katja Hoyer, Bundeswehr’in alt rütbelerinde orantısız bir şekilde temsil edilen Doğu Almanların orduda ve orduda görev yapmış kişilere hâlâ geniş bir destek verdiğini ileri sürdü.

Hoyer, “Bundeswehr’i yeniden silahlandırma ve güçlendirme fikri, birçok Doğu Alman için sorun değil. Genel olarak orduya karşı tutum ile [Ukrayna’daki] bu çatışmaya karşı tutum arasında bir fark var,” dedi.

Yıllık bir etkinliğin düzenlenmesi, bazıları hâlâ temkinli olsa da, gaziler tarafından memnuniyetle karşılandı.

Afganistan’da beş kez görev yapmış ve travma sonrası stres bozukluğu yaşayan Bundeswehr’de kıdemli çavuş Thorsten Gärtner, Berlin’de toplu taşıma araçlarında üniformasını giymekten hâlâ her zaman rahat hissetmediğini söyledi.

Gärtner, “Umarım bir gün ABD gibi diğer ülkelerde olduğu gibi, gaziler için kimlik kartı ve her yerde yüzde 10 indirim gibi uygulamalar olur. Bunun olacağına şüpheliyim. Henüz kabul görmüyor. Bu çok zaman alacak,” dedi.

Öte yandan Birleşik Krallık Prensi Harry de Almanya’nın ilk Gaziler Gününü anmak için Almanca bir video mesaj yayınladı.

Mesajında Sussex Dükü, Afganistan Seferi madalyası, Altın Jübile madalyası, Elmas Jübile madalyası ve Platin Jübile madalyası dahil olmak üzere çeşitli tören madalyaları taktı.

Mesajına akıcı Almanca ile başlayan prens, izleyicileri “Guten Tag Deutschland” (İyi Günler Almanya) diyerek selamladıktan sonra İngilizceye geçti.

“Kutsal Gaziler Gününde Almanlara mesaj iletmekle görevlendirilmenin büyük bir onur” olduğunu savunan Prens Harry, “Alman halkının yaralı askerlerden oluşan küresel topluluğumuza gösterdiği sıcaklık, coşku ve sarsılmaz destek gerçekten çok etkileyiciydi. Saygı dolu bir yuva yaratma sözünüzü kesinlikle yerine getirdiniz,“ dedi.

Prens Harry, gazilerin gücü ve dayanıklılığından övgüyle bahsederek, onları ”dayanıklılık ve ahlaki cesaretin yaşayan kanıtları“ olarak nitelendirdi.

Harry, ”Bugün, kim olduğumuzu tanımlayan özgürlükleri korumak, barış, haysiyet ve demokrasinin kalıcı vaadi için birbirimize hizmet etmek üzere taahhüdümüzü birlikte yenileyelim,” diye ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English