DÜNYA BASINI
‘Succession’ın başarısı: Ahlaki bir kapitalizm yoktur
Yayınlanma
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz değerlendirme, iktisatçı Branko Milanovic’in kendi Substack hesabında yayınlandı. Milanovic, geçen hafta finalini yapan ve ülkemizde de hayli popüler olan ‘Succession’ dizisinin neden insanları bu kadar etkilediğine ilişkin ipuçları veriyor. Kılcal damarlarına kadar metalaşmış bir toplumsal düzende, her tür yabancılaşma kol gezerken, ultra-zenginlerin dünyasındaki değerler sisteminin izini sürüyor çünkü ‘Succession.’ Bu değerler sistemi, Milanovic’in deyimiyle ‘gerçekte var olan kapitalizm’, herhangi bir ahlaki kırıntıya yer bırakmamaktadır. ‘Succession’, kapitalizmin ahlaki yanılsamalarını ortadan kaldırarak onu çıplak bir biçimde göz önüne serdiği ve bunu oldukça doğal (ve inandırıcı) bir biçimde yaptığı için de övgüyü hak etmektedir. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Succession” ve ahlaki kapitalizm yanılsamasının sonu
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
2 Haziran 2023
‘Succession’ın bize sunduğu şey, ahlaki kapitalizm yanılsamasının sona ermesidir. Sorunlar, ticari toplumun başlangıcında ortaya çıkan ve Bernard Mandeville ve Adam Smith tarafından tartışılan sorunlarla aynıdır. Soru şuydu: Geleneksel olarak ayıp olarak kabul edilen güç ve zenginlik tutkularının kontrolsüz kullanımı ahlaki bir toplumun varlığıyla uzlaştırılabilir mi? Servet edinmeyi baş tacı eden, bunu en çok arzu edilen toplumsal özellik olarak gören ve zenginleri öykünmeye değer bulan bir toplum ahlaklı olabilir mi?
Burada ahlaki bir toplum ile servet ediniminin yasal kurallar dahilinde gerçekleştiği bir toplum arasındaki ayrımı yapmak önemlidir. Hayek’e göre, ‘adil’ gelirlerden bahsetmek anlamlı değildir (ne de etik, piyasa gelirlerinin nasıl kazanıldığına dair yargıya dahil olmalıdır); tek başına önemli olan, oyunun kurallarına uyulup uyulmadığıdır. Fakat bu, oyunun kurallarına uyarak gelir elde etmenin bir toplumu ahlaki kılmak için yeterli olduğu anlamına gelmez.
Adam Smith, benim ‘Eşitsizlik Vizyonları’nda ‘gerçekte var olan kapitalizm’ olarak adlandırdığım ve servetin insanların köleleştirilmesi, yağma, tekelcilik ya da siyasetin çiğ bir şekilde uygulanması yoluyla elde edilmesini eleştirirken, yine de ticari bir toplumun ahlaki olabileceği ihtimalini –arka planda– göz ardı etmemiştir. Ahlaki olabilmesi için güç kullanımını ve güç kullanma becerisini en aza indirmesi gerekir. Güç ya kişinin tercihlerini empoze etmek için siyasi olarak aracılık etme yeteneği ya da başkalarına para karşılığında istediğimizi yapmalarını emretme yeteneği yoluyla gelir. Güç kullanımı, aktörlerin fiyatları ve mallarını sattıkları koşulları etkileyemeyecekleri şekilde tam rekabet olması halinde asgari düzeye indirilebilir. Bu da tekelleri, oligopolleri ve siyasetten kaynaklanan ekonomik gücü ortadan kaldırır. Fakat ürün piyasalarına ek olarak, şirketler içinde güç kullanımını en aza indirmek de önemlidir. Şirketler, özellikle de büyük olduklarında, hiyerarşiktirler. Hiyerarşik olduklarında alt kademedekilerin gücü azalır ve üsttekilerin gücü orantılı olarak artar.
Adam Smith’in ‘kapitalist ideali’, bence, verimliliği ve eylemliliği bir araya getirecek, ya aile şirketi ya da az sayıda çalışanı olan, çalışanların sesinin duyulmasını sağlayan ve sermaye sahiplerinin gücünü azaltırken, yüzlerce benzer şirketle eşit bir oyun alanında rekabet eden küçük şirketlerde gerçekleşecektir. Güç dağılacak ve herkesin gücü diğerlerinin benzer gücü tarafından kontrol altında tutulacaktır. Böyle bir toplum ‘efendilerin’ siyasi kararları dikte edecek kadar güçlenmesine asla izin vermez. Dolayısıyla siyasi olarak da eşit olacaktır.
Sorun şu ki, mevcut kapitalist toplumlar bu tür küçük ölçekli ‘ahlaki kapitalizm’den başka her şeydir. Dünyamız, tam tersine, büyük şirketlerin, tekellerin, bu şirketler arasında ve şirketlerin kendi içinde kıyasıya rekabetin olduğu, işçilerin herhangi bir karar alma ve üretim sürecini etkileme hakkının olmadığı ve dolayısıyla ona yabancılaştığı bir dünyadır. Bu, aşırı metalaşma ve hiyerarşik ilişkilerin dünyasıdır. Şirketler içindeki hiyerarşik ilişkiler ve şirketler arasındaki hiyerarşik güç farklılıkları, en zenginlerin siyasi bir rol üstlenmesini sağlayarak toplumu bir plütokrasiye benzetir.
‘Succession’ın değeri, yasaları çiğneyen son derece ahlaksız aktörleri tanıtma hatasına düşmeden bize bu dünyayı açıkça göstermesidir.
Senaryonun gücü, tüm oyuncuların –her şeye rağmen– etik ya da sempatik olmaksızın yasallık sınırları içinde faaliyet göstermelerinde yatıyor. Herkes yalnızca kendi çıkarının peşinden gidiyor, bu süreçte büyük miktarda öz-sevgi sergiliyor ve herhangi bir ahlaki düşünceye yabancı kalıyor. Yasalar içinde kalma ya da belki daha doğru bir ifadeyle yasaları çiğnediğinin ortaya çıkmaması gerekliliği dışında her şeye izin veriliyor.
Herkes ahlaki grilik dünyasında yaşıyor. Ahlaki grilik o kadar yaygındır ki, karakterler arasında ahlaki çöküntünün daha koyu tonlarını sergileyenleri daha hafif nüanslar gösterebilenlerden ayırt etmek imkansızdır. Bu davranış profesyonel yaşamla sınırlı kalmayıp aile yaşamına da sızıyor. ‘Succession’da bu durum daha en başından bellidir çünkü mesele, çocuklar arasında babanın yerine kimin geçeceğidir ve dolayısıyla olayların çoğu aile içinde geçer. Ebeveynler ve çocuklar birbirlerine karşı tıpkı diğer herkese, çalışanlarına, tedarikçilerine ya da yatırımcılarına davrandıkları gibi davranırlar. Ticarileşme ve ahlak dışı davranışlar aile hayatını öylesine istila etmiştir ki artık aile ile dünyanın geri kalanı arasında hiçbir fark kalmamıştır. Karakterler arasında ve profesyonel ve özel yaşamlar arasında sadece ortak bir ahlaki grilik vardır.
İki alan (özel ve profesyonel) arasındaki davranışsal farklılığın yokluğu Adam Smith’i şaşırtabilirdi. Çünkü onun iki büyük eseri ‘Ahlaki Duygular Teorisi’ [TMS] ve ‘Ulusların Zenginliği’ [WoN] varlığımızın iki farklı alanına uygulanmak üzere yazılmıştır. TMS aile içindeki, arkadaşlarımızla ve bize nispeten yakın olan diğer kişilerle olan ilişkilerimizle, ‘organik topluluk’ olarak adlandırabileceğimiz şeyle ilgilidir; WoN’in ise Büyük Toplum içindeki ilişkilerimize, yani diğer herkesle olan ilişkilerimize uygulanması beklenir. Ancak ‘Succession’ da bu iki alan artık bölünmüş değil, her ikisi de aynı metalaşmış dünyanın parçaları ve ister ailelerden ve arkadaşlardan ister hayatımızda bir kez karşılaştığımız insanlardan bahsediyor olalım, aynı ahlaksızlık kuralları geçerli. Ana karakterler insanlara karşı davranışlarında oldukça eşitlikçidir. Yakın kuzenleri de olsanız, sizinle ilk kez tanışmış da olsalar, Shiv, Rom ve Kendall’ı memnun etme olasılığınız benzerdir. Grilik herkesi sarmaktadır.
Tamamen ticarileşmiş bir toplumun ahlaki bir toplumla bağdaşmazlığı, aksi kanıtlarla kapitalizmin başarılı ve aynı zamanda ahlaki olabileceğine inanan ve ‘paydaşlar kapitalizmi’, ‘sorumlu iş’, ‘ahlaki olarak üretilen kahve veya tekstil’ ve benzerlerini icat ederek kendilerini kandıranlar için bir sorundur. ‘Succession’ onları bu kavramlardan uzaklaştırıyor. Hem de oldukça acımasızca. Ekranda ve gerçek hayatta gözlemlediğimiz davranışların benzerliği ve karakterlerin ahlaki kasveti bu naif görüşü bozmaktadır. Başarılı ve etik kapitalizm fantezisini korumak için The New York Times’ta diziyle ilgili çok yüzeysel bir tartışma, burada bahsedilen tüm sorunları görmezden geliyor ve tamamen tesadüfi bir özelliğe, yani çocukların mülkiyeti için savaştığı şirketin taraflı haberlerle insanları etkileyen bir medya şirketi olduğuna vurgu yapıyor. Fakat bunun, ahlak ve kapitalizmin hikayesi olan asıl hikayeyle hiçbir ilgisi yoktur. Şirket Enron gibi elektrik satıyor olsaydı, 2008 çöküşü sırasında yüzlerce şirket gibi ‘paketlenmiş’ mortgage işine girseydi, Credit Suisse gibi kara para aklasaydı, Amazon gibi işçilere kötü davransaydı ya da Microsoft gibi tekel gücünü kullansaydı da aynı durum söz konusu olacaktı. Dolayısıyla Logan Roy ve çocuklarının sahip olduğu şirket ne olursa olsun, ‘Succession’ın ana mesajıyla hiçbir ilgisi yoktu. Ana mesaj, başarısı için geleneksel ahlaki normları ‘devre dışı bırakmaya’ dayanan gelişmiş bir metalaşmış toplumun ahlaki olabileceği fikrinden bizi uzaklaştırmaktı. Ya da bu toplum bir iki şeye ince ayar vermeye istekli olursak etik hale getirilebilirdi. ‘Succession’ diyor ki: İkisine birden sahip olamazsınız.
İlginizi Çekebilir
-
Meloni ile görüşen Milei’den “özgür uluslar ittifakı” önerisi: ABD ve İsrail’e davet
-
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
Siyonistlerin kafa kesme hakkı
-
Kamala Harris iktisadi programını açıkladı
-
‘Emperyalizm petrolünü çalmak için Venezuela’ya boyun eğdirmek istiyor’
-
Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin Husilerin İsrail ve Kızıldeniz’deki ticari gemilere yönelik saldırılarını durdurmak için izlediği stratejinin başarısız olduğu ve artık bu strateji yerine liderliğini bölge ülkelerinin üstleneceği yeni bir strateji belirlemesi gerektiğini ileri sürüyor:
***
Askeri tırmanış örgütün terör saldırılarını sona erdirmeyecek.
Beth Sanner ve Jennifer Kavanagh
ABD’nin Husileri caydırma ve geriletme misyonu işe yaramıyor. Militan grup 2024’ün son haftasında İsrail’e ve Kızıldeniz’deki nakliye yollarına yeni bir füze ve İHA saldırı dalgası başlattı ve bu da ABD’nin Yemen kıyılarındaki askeri hedefleri vurmasına yol açtı. Husiler sadece aralık ayında çok sayıda ABD donanma ve ticari gemisini hedef aldı ve İsrail’e on İHA ve füze saldırısı düzenledi. İsrail ve ABD toplamda beş kez misilleme yaparak liman ve enerji altyapısı ile Husi askeri mevzilerini vurdu ancak Husiler karşılık vermeye devam etti. Bu süreçte dost ateşi bir ABD FA-18 savaş uçağını düşürdü, neyse ki mürettebatı kurtuldu. Bu fayda-maliyet oranı sürdürülebilir değildir. Husi operasyonları ve emelleri ciddi şekilde zarar görmedi ama ABD’nin askeri hazırlık seviyesi ve itibarı zarar gördü. Washington’ın, yalnızca Kızıldeniz’de sergilenen belirtilerine değil Husilerin artan gücünün kökenlerine odaklanan tamamen yeni bir stratejiye ihtiyacı var.
Bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, Aralık 2023’te Washington, Husi saldırılarının tehdit ettiği ve dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 12’sinin geçtiği Bab el-Mandeb Boğazı’ndaki gemileri korumak ve seyrüsefer özgürlüğünü yeniden sağlamak amacıyla çok uluslu bir operasyon başlattı. Husiler, amaçlarının İsrail’i Gazze’deki savaşını sonlandırmaya zorlamak olduğunu iddia ediyor, ancak uluslararası deniz taşımacılığını ayrım gözetmeksizin hedef alıyorlar.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçen ocak ayında kabul ettiği ancak Çin ve Rusya’nın çekimser kaldığı kararın Husilerin harekâtını durdurmakta başarısız olmasının ardından Washington ve Londra, Husilerin askeri kabiliyetlerini zayıflatmak için Poseidon Archer Operasyonu adlı bir saldırı başlattı. Ancak ABD öncülüğündeki bu operasyonlar bölge içindeki ve dışındaki ortaklardan -en çok zarar görenlerden bile- fazla destek görmedi. Bu arada Rus ve Çin bandıralı gemiler, bu ülkelere hizmet eden yasadışı tüccarlar ve İran, güvenli geçiş için ödeme ya da pazarlık yaptıktan sonra büyük ölçüde rahatsız edilmeden yelken açtılar.
Ağustos ayında, ABD’nin askeri harekatının dokuzuncu ayında, ABD’nin Orta Doğu’daki Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral George Wikoff, ABD’nin savunma ve saldırılarının Husileri caydırmayacağını açıkça ilan etti. “Çözüm silahla gelmeyecek” dedi. O günden bugüne pek bir şey değişmedi. Deniz taşımacılığına yönelik saldırılar büyük ölçüde azaldı çünkü hedefler azaldı -deniz taşımacılığı yaklaşık üçte iki oranında düştü- ancak seyrüsefer özgürlüğü geri kazanılmadı. Aralarında 27 Aralık’ta Umman Denizi’nde bir Maersk konteyner gemisine yapılan saldırı ve 31 Aralık ‘ta USS Harry S. Truman’a yapıldığı iddia edilen saldırının da bulunduğu tek tük saldırılar, Batı gemilerinin çoğunu Afrika’nın güney ucunda daha uzun, daha pahalı ama daha güvenli rotalar izlemeye zorlamaya devam ediyor.
Bu arada Husiler son haftalarda İsrail’e yönelik doğrudan füze ve İHA saldırılarını artırdı. Bunlar Kızıldeniz saldırılarından daha az dikkat çekti ancak Husiler Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısından bu yana İsrail’e 200’den fazla füze ve 170 İHA fırlattı. İsrail’e yönelik saldırıların neredeyse tamamı engellendi, ancak bir İsrailli hayatını kaybetti, çoğu düşen enkaz ve sığınaklara sık sık yapılan kaçışlar nedeniyle onlarca kişi yaralandı. Neredeyse her gün gerçekleşen saldırılar İsrail’in koordineli bir çokuluslu müdahale çağrısında bulunmasına ve Husileri Hamas ve Hizbullah’la aynı kaderi paylaşacakları konusunda uyarmasına neden oldu; her iki örgütün de operasyonel kapasitesi İsrail’in hava saldırılarıyla yok edildi.
Ancak bu tür korkunç tehditler ve askeri tırmanış Husilerin saldırılarını sona erdirmeyecek çünkü Husiler kazandıklarına inanıyor. Tahran’daki rejimin ya da Hizbullah’ın aksine Husilerin maddi ya da itibar olarak kaybedecek bir şey yok. Yemenliler Husilerden gıda, tıbbi bakım ya da eğitim gibi hizmetler almıyor ya da beklemiyor. Her halükârda, Suudi Arabistan’ın yaklaşık on yıldır süren bombardımanlarının ardından Husiler iyice mevzilenmiş durumda ve yoğun saldırıları göğüsleyebiliyorlar; bu arada önemleri ve popülariteleri de her darbede daha da artıyor.
Husiler, İran’ın Direniş Ekseni’nin 7 Ekim’den daha güçlü, daha zengin ve daha cesaretli çıkan tek üyesi. Artık sadece Yemen’e odaklanmakla yetinmeyen Husiler, İran’ın zayıflayan ekseninin bıraktığı boşluğu doldurma konusundaki büyüyen hırslarıyla göz ardı edilemeyecek bir tehdit oluşturuyor. Yeni askerler, dolup taşan kasalar ve Rusya’dan yardım da dahil artan bağlantılarla bu genişlemeci Husi direniş hareketi, ABD güçleri ve bölgedeki ortaklar ve muhtemelen daha da ötesi için riskler yaratan yeni çatışmaları körükleme potansiyeli bulunuyor.
Husiler halihazırda Somali merkezli El-Kaide’ye bağlı Eş-Şebab ile bağlantı kurmuş ve Doğu Afrika’daki ana mühimmat kaynağı haline gelerek zaten şiddet sarmalından mustarip bir bölgedeki istikrarsızlaştırıcı etkilerini derinleştirmiş durumda. Husiler ayrıca Suudi petrol ve liman altyapısına yönelik, küresel petrol piyasalarını altüst edebilecek saldırıları yeniden başlatma tehdidinde bulundular ve daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’ne çok sayıda balistik füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenlediler.
Husiler, nispeten ucuz insansız hava araçları ve füzelerle saldırılarını sürdürebilir ve karşı saldırılara süresiz olarak dayanabilirken, ABD, Pasifik’te bir savaş için gereken kıt mühimmatın üretimini ve milyarlarca dolarlık kaynaklarını tüketiyor. Washington, tehdidi ortadan kaldırmakta başarısız olan bir görev için ayda 570 milyon dolar kadar harcama yapıyor olabilir. Bu operasyonlar, ABD Donanma ve uçak gemilerinin görev sürelerini uzatarak, zaman alan onarımlara yol açarak, mevcut filoyu küçülterek ve gemi ömürlerini kısaltarak savaşa hazırlık durumunu olumsuz etkiliyor. Personelin tükenmişliği de hata riskini beraberinde getiriyor.
ABD’nin Husilere karşı yürüttüğü askeri faaliyetlerin faydaları belirsiz. ABD ticareti, Basra Körfezi güzergâhlarına büyük ölçüde bağımlı değil ve ABD bandralı gemiler, son üç istisna dışında Ocak 2024’ten bu yana bu bölgeden tamamen uzak durdu. Bir yıl boyunca ticaretin büyük kısmı başka yönlere kaydırılmış olsa da Kızıldeniz’deki kesintiler ABD petrol fiyatları veya enflasyon üzerinde kalıcı bir etki yaratmadı. Dahası, müttefik ve ortaklarının çoğundan destek alamayan ve seyrüsefer özgürlüğünü koruma hedefine ulaşamayan çok uluslu bir kampanyayı sürdürmek, Washington’ın en iyi ihtimalle etkisiz görünmesine neden oluyor.
ABD’nin göreve gelecek yeni yönetimi, mevcut askerî harekâtın yerine Husi gelir kaynaklarını boğan, grubun ana sponsoru İran’ı sorumlu tutan ve müttefik ve ortakların bu çabalarda ve bölgesel deniz taşımacılığının korunmasında daha büyük ve nihayetinde lider bir rol üstlenmelerini talep eden kalıcı bir çözüm bulmalı. Bu ne hızlı ne de kolay olacak, ancak yeniden odaklanmış bir strateji olmadan Husi sorunu daha da büyüyecektir.
En önemlisi, bir sonraki yönetimin Husilerin askeri ikmalini, yerel silah üretimini ve diğer girişimleri finanse etmek için kullandıkları gelirlerini hedef alması gerekecek. Bazılarının önerdiği gibi bir ABD deniz karantinası gerçekçi değil; 2015-2024 yılları arasında sadece 20 civarında kaçakçılık yapan İran gemisi yakalandı. ABD’nin daha fazla yaptırım uygulaması da işe yaramayacak çünkü Husilerin yasadışı ticaret ve acımasız vergilendirme gibi gelir kaynakları büyük ölçüde uluslararası finans sisteminin dışında kalmaya devam ediyor.
Daha uygulanabilir bir yaklaşım, Husi finansmanına, hizmet sağlayıcılarına (aracılar, bayrak devletleri, gemi sahipleri ve sınıflandırma kuruluşları) ve bölgesel, Avrupa ve Asya’daki transit noktalarına odaklanmalı. ABD Başkanı seçilen Donald Trump, Umman, BAE, Suudi Arabistan ve Hindistan’ı Husilerin mali destekçilerine ve lojistik düğüm noktalarına baskı yapmaya zorlamak için bölgesel liderlerle olan güçlü kişisel bağlantılarını kullanabilir. Husileri çevreleme politikası, Avrupa ve diğer kıyı devletlerinin, deniz güvenliğini tehdit eden ve yaptırımlardan kaçan Rus ve İran petrol tankeri gölge filolarının büyüyen ağına ilişkin endişeleriyle de örtüşüyor. Bu yasadışı nakliyat kapsamının daraltılması Husilerin önemli bir gelir akışını keserken Moskova ile Tahran’ın bağımlı olduğu petrol gelirini de azaltacaktır.
Washington, Husi ikmal hatlarını kesmek ve seyir özgürlüğünü savunma yükünü paylaşmak için daha iyi tasarlanmış, gerçek anlamda çok uluslu bir deniz varlığı oluşturmalı. Bu, ABD liderliğindeki 46 ülkeden oluşan ve korsanlıkla ve kaçakçılıkla mücadeleye odaklanan Birleşik Deniz Kuvvetleri’ne dayandırılırsa ayrı bir Husi odaklı misyondan daha kabul edilebilir ve uygulanabilir olacaktır. Bölgesel ortaklarla müzakere ederek onların da katılımını ve katılım şartlarını sağlamak gerekecektir. Atılacak adımlardan biri, Riyad’ın korsanlık ve kaçakçılıkla mücadele için 2020’de kurulan ve işlevsiz kalan bölgesel konseyini yeniden canlandırmasına yardımcı olmak olabilir. Diğer adımlar arasında, Brüksel ve Yeni Delhi ile iş birliğini güçlendirmek, onların bölgedeki mevcut ve yakın zamanda gerçekleşen deniz güvenliği operasyonlarını desteklemek ve Afrika Boynuzu’ndaki artan etkisi göz önüne alındığında Türkiye’nin rolünü daha merkezi hale getirmek yer alabilir.
Bu çok taraflı çabaları hızlandırırken ABD kendi deniz varlığını doğru boyutlandırmalı, uçak gemisi saldırı gruplarını kaldırmalı, ancak daha küçük devriye gemileri ve bol miktarda deniz ve hava insansız hava aracı ile desteklenen birkaç güdümlü füze destroyeri gibi amaca uygun daha küçük bir gücü muhafaza etmeli.
Ayrıca, Husilere karşı olan, özellikle uluslararası tanınırlığa sahip Yemen hükümeti gibi Yemenli gruplar desteklenmelidir. Bölge devletleri Husilerin Yemen’in petrol ve gaz sahalarını ele geçirmesini engellemek için savunma sistemlerini geliştirmeye yardımcı olabilirler ki bu da grubun bölgesel hedeflerine kaynak sağlayacaktır. Washington, Yemen hükümetinin Husilerin uluslararası bankacılık sistemine erişimini kesme çabalarını desteklemek gibi bir katalizör bir rol üstlenebilir. Ancak nihayetinde liderliği bölge hükümetleri öncülük etmeli.
En önemlisi, ABD’nin rolü İran’ın bölgesel etkisini zayıflatmaya yönelik daha geniş bir stratejinin uzantısı olmalı. Bu da Husi eylemlerinin başlıca destekçisi olan İran’ın ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla grubun saldırılarından sorumlu tutulması anlamına gelecek. ABD ve İsrail, Husi kabiliyetlerine yönelik yeni askeri saldırıları koordine etmeli ve askeri eylemler sivillere zarar vermeden Husi operasyonlarını azami ölçüde sekteye uğratacak şekilde hassas hedeflere yöneltilmeli. Örneğin İran istihbarat gemilerine ve kilit Husi liderleri ile finansörlerine yönelik gizli operasyonlar tercih edilebilir. Bu, Husileri, hava saldırılarına dayanarak elde ettikleri meşruiyetten mahrum bırakırken potansiyel olarak benzer etkiler yaratacaktır. ABD ve ortakları arasında bu tür operasyonları bilgilendirmek için istihbarat paylaşımı genişletilmeli ve yaygınlaştırılmalı. Bu tür bağlantılar Washington’un erişim alanını düşük maliyetle genişletebilir ve İsrail ile Arap ortakları arasındakiler de dahil, Husi saldırıları sona erdikten sonra da uzun süre dayanacak şekilde tasarlanmış bölgesel bağlar kurabilir.
ABD ordusunun Kızıldeniz harekâtını sona erdirmenin zamanı geldi ama Husi tehdidini tamamen görmezden gelmek stratejik açıdan aptallık olur. Husiler kontrolsüz bırakılırsa, Trump’ın İbrahim Anlaşması’nı genişletmek ve İran’ı kontrol altına almak gibi diğer Orta Doğu önceliklerini kolayca raydan çıkarabilir. Nihayetinde, Yemen’deki zorlukları ciddiye almak ve bunları yönetmek için bir rota çizmek Trump’ın çıkarına olacaktır.
Çevirmenin notu: Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de bir proto-devlet kurarken, ABD’nin dolaylı destekleri dikkat çekiyor. ABD, terör örgütü olarak tanımladığı HTŞ’nin yönetimindeki bölgelere USAID aracılığıyla büyük miktarlarda fon aktardı. Bu yardımlar, STK’lar üzerinden ulaştırılarak HTŞ’nin güçlenmesine olanak sağladı. Özellikle, ABD’nin 18 milyar dolardan fazla harcama yaptığı insani yardım projelerinde, yolsuzluk ve dolandırıcılık iddiaları sıkça gündeme geldi. HTŞ, lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin stratejik hamleleriyle “iyi yönetişim” söylemini öne çıkarıp uluslararası meşruiyet kazanmaya çalıştı. Kurumların güçlendirilmesi, azınlıklarla işbirliği ve temel hizmetlerin sağlanması gibi adımlarla proto-devlet statüsünü pekiştirdi. Örgütün geçmişteki insan hakları ihlalleri, işkence ve infaz videoları bu süreçte unutuldu.
Kara para, kara bayraklar: USAID, Suriye’deki militanlara nasıl tedarik sağladı?
Alexander Rubinstein, MintPress News
Terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de kendi proto-devletini kurarken, kötü bir şöhrete sahip bazı sivil toplum kuruluşları kamu hizmetlerindeki boşlukları doldurmak için devreye girdi. Bazıları ise örgütle birlikte çalışmaya başladı.
El-Kaide’ye, düşman hükümetleri devirmek için 20 yıl boyunca 5,4 trilyon dolar harcayan ABD, şimdi çelişkili bir konumda bulunuyor. Modern el-Kaide, Suriye’de kendi proto-devletini kurmuş durumda, fakat hâlâ ABD’nin Yabancı Terör Örgütleri Listesinde yer alıyor. Bu durumu sadece bir dış politika hatası olarak görmek yüzeysel bir yaklaşım olur; ABD, HTŞ’nin Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçirmesini aktif olarak kolaylaştırırken, örgütü resmi olarak terörist olarak nitelendirmeye devam ediyor.
Son beş yıldır el-Kaide’nin bir uzantısı olan HTŞ, imajını düzeltmeye çalışıyor. Örgütün lideri Ebu Muhammed el-Colani, IŞİD ve el-Kaide’nin eski üst düzey üyelerinden biri olarak, örgütü şiddet ve azınlık düşmanlığına dayalı bir yapıyken, daha kabul edilebilir bir yerel yönetim organı gibi göstermeye çalışıyor.
HTŞ ve Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adı verilen bir proto-devlet kurduktan sonra el-Colani, el-Kaide’nin devletleşmesini normalleştirme çabalarına yoğunlaştı. “Kurumlar” ve “yapılar” gibi konulara odaklanan el-Colani, Suriye’nin farklı azınlık gruplarına yönelik beklenmedik bir yakınlık göstererek örgütün yeniden markalaşmasının temel unsurlarını oluşturdu. El-Colani, proto-devlet yapılarının oluşturulmasını, örgütün Suriye’yi ele geçirme başarısının anahtarı olarak görüyor.
Şiddet yerine “iyi yönetişim” vurgusuna odaklanma çabası, Telegraph gazetesinde yayımlanan “Suriye’nin ‘çeşitliliğe dost’ cihatçıları nasıl bir devlet inşa etmeyi planlıyor?” başlıklı makalede ele alındı. Bu makale, Cumhurbaşkanı Esad’ın ülkeden kaçmasından beş gün önce yayımlandı ve HTŞ’nin tamamen kontrolü ele geçirmesini kaçınılmaz bir durum olarak gördü:
“Bu yılın mart ayında, el-Colani İdlib Üniversitesinde üst düzey öğrencilere hitap ederek, muhaliflerin savaş sona ermeden hükümetler kurmaları gerektiğini söyledi. ‘Kurtarılmış bölgelerde konulan her tuğla, Allah’ın izniyle, bizi temel hedefimiz olan Şam’ın kurtuluşuna yüzlerce kilometre daha yaklaştırıyor’ ifadelerini kullandı.
Şimdi bu ilkeyi hayata geçiriyor ve Halep’te pek çok sıradan isimli bürokratik kurum faaliyete geçiyor.
Çöp toplama işlemleri başlamış durumda, elektrik ve su hizmetleri yeniden bağlandı. HTŞ, yerli halkın idari hizmetlerle ilgili bilgi alabilmesi için telefon numaraları dağıttı. İslami bir vergi toplama ajansı olan Genel Zekât Komisyonu, ihtiyaç sahiplerine yönelik acil yardım paketleri dağıtmaya başladı. Aynı zamanda HTŞ’nin Genel Tahıl Ticareti ve İşleme Kurumu, fırınların üretime devam edebilmesi için yakıt temin etti.
Günün sonunda, Kalkınma ve İnsani İşler Bakanlığı, ‘Birlikte Dönüyoruz’ adını verdikleri bir kampanya kapsamında yerli halka 65 bin somun ekmek ulaştırdıklarını iddia ediyor.
Proto-devletlerinin yalnızca yerli halkın desteğini değil, uluslararası meşruiyeti de hedeflediğinin bir göstergesi olarak, HTŞ’nin siyasi bürosu, şehirden ayrılmak isteyen yabancı ve diplomatlar için telefon numaraları sağladı. Ayrıca, Suriye’nin kültürel çeşitliliğini ve mirasını vurgulamak amacıyla, ‘Halep, tüm Suriyeliler için medeniyetin, kültürel ve dini çeşitliliğin buluşma noktasıdır’ ifadelerini kullanıyorlar.”
Şam’a giden yolda, el-Colani, Biden yönetiminin “Çeşitlilik gücümüzdür” sloganını ödünç aldı. CNN’e verdiği mülakatta, kendisine şu soru yöneltildi: “Birkaç gün içinde büyük şehirleri ele geçirdiniz. Ne değişti? Bunu şimdi nasıl başardınız?” El-Colani şu yanıtı verdi:
“Son yıllarda, iç görüşlerin birleştirilmesi ve Suriye’nin kurtarılmış bölgelerinde kurumsal yapıların tesis edilmesi sağlandı. Bu kurumsallaşma, askeri fraksiyonlar arasında yeniden yapılandırmayı da içerdi… Devrim, kaos ve rastgelelikten hem sivil hem de kurumsal meselelerde hem de askeri operasyonlarda bir düzen hâline geçti.”
CNN’in uluslararası muhabiri Jomana Karadsheh, el-Colani’ye “Hâlâ katı İslami yönetim uygulamayı planlıyor musunuz?” sorusunu yöneltti. Ancak el-Colani, bir kez daha odağı kurumlara kaydırdı:
“Biz, bölgenin gelenekleri ve doğasıyla uyumlu bir şeyden bahsediyoruz. En önemli şey kurumlar inşa etmektir. Şahısların veya şahsi heveslerin yönetiminden bahsetmiyoruz. Kurumsal yönetişimden bahsediyoruz. Suriye, kurumsal bir yönetişim sistemini hak ediyor…”
Ebu Muhammed el-Colani, mülakatın büyük bir kısmını kapsayıcı bir yapı inşa etme konusundaki propaganda konuşmasını yapmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Ancak, HTŞ’nin kontrolü ele geçirmesinin hemen ardından, sosyal medyada Suriye’nin Alevi toplumuna yönelik işkence ve infaz görüntülerinin yayıldığı vahşet dolu videolar, terör örgütünün ilerici söylemini boşa çıkardı. HTŞ’nin intihar saldırıları düzenlediği dönemden bu yana sadece birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, el-Colani’nin saldırısına destek veren diğer örgütler Batı medyasında neredeyse hiç yer bulmadı.
Bu örgütler arasında, savaş suçları, adam kaçırma, işkence ve kimyasal silah kullanımına dair iddialar nedeniyle Uluslararası Af Örgütü tarafından suçlanan Ahrar eş-Şam da yer alıyor. Ayrıca saldırıya, ABD’nin 2017 yılına kadar destek verdiği “ılımlı muhalif” bir grup olarak bilinen Nureddin Zengi Tugayı da katıldı. Ancak bu destek, örgütün güle oynaya bir çocuğun kafasını kestikleri görüntülerin ortaya çıkmasının ardından sona ermişti.
Bu el-Kaide bağlantılı örgütlerin dehşet verici geçmişi, Beyaz Saray’ı pek duraksatmış gibi görünmüyor. Beşar Esad’ın ülkeyi terk etmesinden sadece birkaç gün sonra, Joe Biden, Suriye’de devlet gücünü ele geçiren ve terörist olarak tanımlanan örgütlerin “doğru şeyleri söylediklerini” belirtti. Ayrıca Biden, daha fazla insani yardım ve “yeni bir hükümet ve anayasa oluşturma amacıyla tüm Suriyeli örgütlerle etkileşimde bulunma” sözü verdi:
“Şunu netleştirmek gerekir ki, Esad’ı deviren muhalif grupların bazıları, kendi karanlık terör ve insan hakları ihlalleri geçmişine sahip. Son günlerde bu muhalif grupların liderlerinden gelen açıklamalara dikkat ettik. Şu an doğru şeyleri söylüyorlar, ancak daha fazla sorumluluk üstlendikçe yalnızca sözlerini değil, eylemlerini de değerlendireceğiz.”
Joe Biden’ın Suriye’deki gelişmeler üzerine yaptığı açıklamalar medya tarafından geniş şekilde ele alınsa da bu açıklamalar, iki gün önce ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) Yöneticisi Samantha Power tarafından yayımlanan bildirinin yeniden yazılmış haliydi. Power, Beşar Esad’ın Rusya’ya kaçtığı gün, kurumunun “yerel kuruluşları destekleyerek Esad rejimi olmayan bölgelerde yönetişimi güçlendirmeye” çalıştığını belirtti:
“Muhalif liderlerin, özellikle azınlıkları ve daha önce rejim kontrolünde olan bölgelerde yaşayanları teskin etmek için yaptıkları açıklamaları not ettik. Fakat daha fazla sorumluluk üstlendiklerinde, kurumları korumak, tüm Suriyelilerin insan haklarını savunmak ve uluslararası hukuka uymak için anlamlı adımlar atmaları gerekecek.”
ABD, uzun yıllardır Suriye halkına insani yardım sağlayan en büyük destekçi konumunda bulunuyor. Milyonlarca Suriyeliye gıda, tıbbi malzeme ve barınak temin eden ABD, aynı zamanda Esad hükümetinin kontrolü dışındaki bölgelerde Suriye ekonomisini, yönetişimi ve temel hizmetleri güçlendirmek için çalışan yerel kuruluşları destekliyor. USAID, son günlerdeki gelişmeler ışığında ortaklarıyla yakın bir koordinasyon içinde çalıştıklarını ve Suriye halkına olan desteklerini kararlılıkla sürdüreceklerini belirtti.
Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) İdlib vilayetinde kontrolü ele geçirdiğinden bu yana, USAID ve “uygulayıcı ortaklar” olarak adlandırdığı insani yardım STK’ları, terör örgütünün denetimi altında bölgeye büyük miktarda fon aktardı.
Savaşın başlangıcından bu yana, USAID ve ABD Dışişleri Bakanlığı İnsani Yardım Bürosu (BHA), Suriye’ye “insani yardım” adı altında 18 milyar dolardan fazla harcama yaptı. 2024 mali yılında bu yardımın 1,2 milyar doları aştığı bildiriliyor. Ancak, bu yardımların büyük ölçüde kötü şöhrete sahip yolsuzluğa bulaşmış STK ortakları aracılığıyla yapıldığı iddia ediliyor.
PBS kanalına verdiği mülakatta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, 2018 yılında odak noktasının İdlib olduğunu itiraf etti. Jeffrey, “İdlib’de en güçlü güç [el-Colani liderliğindeki HTŞ] idi,” dedi. Bu durum, yani yasal olarak yardım sağlanması yasaklanan bir örgüt tarafından yönetilen bir bölgeye yardım ulaştırmak, USAID için bir sorun teşkil ediyordu:
Jeffrey, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan bir muafiyet almak için büyük çaba harcadıklarını şu sözlerle açıkladı:
“Bunu başardık. Bu muafiyet, HTŞ’ye doğrudan yardım sağlayabileceğimizi söylemedi. Ancak yardım bir şekilde HTŞ’nin eline geçerse, yardım sağlayan kuruluşların (USAID ya da STK’lar) suçlanmayacağını belirtti.”
Jeffrey, HTŞ ile dolaylı iletişim kurduğunu, bunun STK ortakları aracılığıyla gerçekleştiğini belirtti.
“Onlardan mesajlar alıyordum ve pozisyonumuzu dikkatlice açıklıyordum. Bunun kendilerine iletileceğini biliyordum, ancak kendilerinden bu bilgileri doğrudan aktarmalarını istemiyordum.”
Jeffrey’e göre, HTŞ bu dolaylı yollarla ABD’ye, “Biz sizin dostunuz olmak istiyoruz. Terörist değiliz, sadece Esad’a karşı savaşıyoruz,” mesajını iletti.
2020 yılı mart ayına gelindiğinde, İdlib civarında terör örgütleri ile Suriye hükümeti arasında bir ateşkes sağlanmasından sadece birkaç gün önce, James Jeffrey bizzat İdlib’i ziyaret ederek, “Suriye’deki STK temsilcileri ve Beyaz Baretliler” ile bir araya geldi. Bu ziyarette ABD yardımını taahhüt eden Jeffrey, İngiltere, ABD ve İsrail destekli bu “sivil savunma” gruplarını teşvik etti. HTŞ’nin üst düzey liderlerinden Ebu Cabir eş-Şeyh, bu grupları “gizli askerlerimiz” olarak nitelendirmişti.
Ancak, ateşkesten önce bile yardım akışı hızla devam ediyordu. İdlib’de “21. yüzyılın en büyük insani dehşet hikayesi” olarak adlandırılan durumun ardından CNN izleyicileri, web sitelerindeki bir portaldan pek çok USAID ortağı STK’ya bağış yapmaya yönlendirdi. Bu haberlerde HTŞ’ye dair herhangi bir atıf yapılmazken, insani felaketin sorumlusu yalnızca “rejim” olarak gösterildi.
CNN’in bağış topladığı STK’lardan biri de Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) idi. Bu kuruluş, Soğuk Savaş döneminde CIA’in gizli şebekesinin bir parçası olarak faaliyet göstermişti. Mart 2021’de USAID Genel Müfettişlik Bürosu, Suriye yardımları için USAID fonlarıyla çalışırken IRC’nin “referans kontrollerini ve terörle mücadele denetimlerini her zaman yapmadığını” bildirdi.
Fakat, neredeyse hiçbir denetime tabi olmayan bu sektörde, IRC sadece teröristlerle çalışmak ve “bir kartel gibi” faaliyet gösteren USAID ortaklarından biri.
USAID ile çalışmaya devam eden kötü şöhretli bir başka STK ise daha önce Uluslararası Yardım ve Kalkınma (IRD) olarak bilinen Blumont. Irak ve Afganistan’daki yolsuzlukları, ABD tarafından yürütülen bir diğer soruşturmanın konusu olmuştu. The Washington Post bu konuda şunları aktardı:
“Bağdat ve Kabil’de IRD gibi şirketler, USAID’den neredeyse hiç anlamlı bir denetim olmaksızın yüz milyonlarca dolarlık vergi mükellefi fonuyla finanse edilen programları yönetmekle bırakıldı. Bu durum, hükümet denetçileri ve projelere aşina olan eski IRD çalışanlarıyla yapılan görüşmelerde ortaya çıktı.
Bu kâr amacı gütmeyen kuruluş, USAID’den en az 19 çalışanı işe aldı. Bunların bazıları, ajanstaki masalarından direkt olarak şirketin Arlington, Virginia’daki yeni ofislerinde önemli pozisyonlara geçti.
Bu çalışanlardan bazıları, USAID’in eski geçici yöneticisi de dahil olmak üzere, Potomac Nehri’ni geçip IRD’ye katılarak yüz binlerce dolarlık yıllık maaş, ikramiye ve diğer tazminatlar aldı.
İnsani yardım kuruluşları arasında yer alan STK’larda bu tür yüksek maaşlar alışılmadık bir durumdur. Bonuslar ise daha da nadirdir.”
USAID’in Bağdat’taki başmüfettişi Jay R. Rollins, bir medya kuruluşuna verdiği mülakatta şu ifadeleri kullandı:
“Birçok anormallik, tutarsızlık ve USAID fonlarının muhaliflere aktarıldığına dair kanıtlar gördük. Tüm operasyonun kapatılmasını tavsiye ettik.”
Artık Blumont adıyla anılan IRD, USAID ile çalışmaya devam ediyor, ancak sözleşmeler genelde ağır bir şekilde sansürlenmiş durumda; örneğin, 2018 tarihli bir sözleşme buna örnek. Blumont’un internet sitesine göre, Suriye’deki faaliyetler için USAID ile yapılan sözleşmeler 2025 yılına kadar uzanıyor. Ayrıca, 2017 ile 2019 arasında Birleşik Krallık, Avrupa Birliği ve Kanada ile yapılan bir başka Blumont sözleşmesi, diğer bölgelerin yanı sıra HTŞ’nin kontrolündeki İdlib’de “İdari Yapıların Güçlendirilmesi” konusunu kapsamaktadır.
ABD merkezli Uluslararası Tabipler Birliği (IMC) ise, Washington Post’un 2016 tarihli bir makalesinde belirtildiği üzere, yolsuzlukla suçlanan bir diğer USAID ortağı.
Los Angeles merkezli bir hayır kuruluşu olan IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, USAID fonlarıyla finanse edilen bazı satın almaların, soruşturmanın sonucuna kadar beklemeye alındığını belirtti.
Türkiye’nin güneyinde, mevcut ve eski IMC çalışanları, tedarikçilerden oluşan bir “mafyanın” ihaleleri manipüle etmek için komplo kurduğunu, faturada belirtilen şartlara uymayan standart altı malzemeleri kabul ettiklerini ifade ettiler. “Bu bir kartel gibiydi,” diyen kıdemli bir çalışan, medya ile konuşma yetkisi olmadığını ya da olası sonuçlardan çekindiğini belirtti.
IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, “sofistike dolandırıcılık planlarına” karıştığından şüphelenilen birkaç çalışanını işten çıkardığını belirtti. Kuruluşun sözcüsü Rebecca Gustafson, “Daha fazla çalışanın bu duruma karıştığını tespit etmemiz hâlinde hızlı hareket etmeye tamamen hazırız,” ifadelerini kullandı.
Fon kesintisi, IMC’nin çoğu savaş bölgesinde yaşayan Suriyelilerden oluşan 800 çalışanını işten çıkarmasına neden oldu. Eski bir çalışan, bu maaşlardan her birinin yaklaşık 10 kişiyi geçindirdiğini söyledi.
Suriye’deki USAID ortaklarının yolsuzluk hikâyesi burada bitmiyor. Şaibeli bir şekilde, HTŞ’nin saldırısından yalnızca birkaç gün önce açıklanan iddianame, 2014 ile 2018 yılları arasında İdlib’deki Katolik Yardım Hizmetlerinin (CRS) bölgesel ofisinin eski başkanı olan Suriyeli Mahmud el-Hayfan’ı suçluyor. Yaklaşık 160 çalışanı yöneten el-Hayfan, dört yıl boyunca diğer STK çalışanlarının önünde açıkça HTŞ’nin selefi olan Nusra Cephesi’ni övdü ve 9 ile 10,1 milyon dolar arasında değişen insani yardımı bu terör grubuna yönlendirdi. İddianamede şu ifadeler yer aldı:
“El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ne] ve diğer silahlı gruplara sadakat göstermiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı grupların üyeleriyle ilişki kurmuştur. Tanık 1, Tanık 2 ve diğer STK-1 çalışanlarının katıldığı personel toplantılarında, el-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı gruplardan ‘mücahitler’ olarak bahsetmiştir; bu da onların Suriye’yi onurla koruyan özgürlük savaşçıları oldukları anlamına gelmektedir. El-Hayfan, ‘cihatçıları’ desteklemenin, çatışmadan etkilenen Suriyelilere yardım sağlamaktan daha önemli olduğunu ifade etmiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ni] ‘ne olursa olsun’ destekleyeceğini söylemiştir.”
USAID’in STK ortaklarının yolsuzluk, dolandırıcılık ve terör örgütlerini destekleme gibi eylemleri şok edici olsa da belki de daha şaşırtıcı olan, bu skandallara rağmen aynı kuruluşların USAID tarafından desteklenmeye devam etmesi. Hatta, bu kuruluşlar gelecekteki sözleşmelerden menedilmek bir yana, USAID günümüzde bile CRS ve IMC’ye bağış yapılmasını aktif olarak teşvik ediyor.
Öte yandan, Orta Doğu Enstitüsü’nden Charles Lister, sosyal medyada yaptığı paylaşımlarda, HTŞ’nin proto-devleti olarak tanımlanan SKH ve STK’ları, grubun başarısının önemli faktörleri arasında sayıyor. Lister, “SKH, uluslararası yardım STK’ları ve Birleşmiş Milletler ile yakın bir şekilde çalışıyor; BM’nin İdlib’de SKH ile iletişim kuran kalıcı bir ofisi var,” ifadelerini kullanıyor.
SKH’nin Telegram kanalında yapılan paylaşımlar, grubun insani yardım çadırlarında toplantılar yaptığını, Türk STK’larıyla görüştüğünü, bir kitap fuarı düzenlediğini, “Kur’an ile Yaşa” ödül töreni gerçekleştirdiğini ve “kadınlar için özel bir alan bulunmayan” fen sınıfları için afişler yayımladığını gösteriyor.
Bu arada, Norveç Mülteci Konseyi tarafından hazırlanan ve fonlarının yaklaşık yüzde 13’ünü ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsani Yardım Bürosundan alan bir rapor, SKH’nin STK’larla işbirliğini daha yakından inceliyor.
STK’nın internet sitesinde, “bankacılık risklerini azaltmaya” adanmış bir sayfa yer alıyor; bu, STK’ların “terör finansmanını kolaylaştırmakla suçlanma risklerini en aza indirmelerine” yardımcı olmayı amaçlayan bir rehber niteliğinde. Bu tür suçlamalar, para cezaları veya diğer yaptırımlarla sonuçlanabiliyor.
Ekim 2023’te yayımlanan rapor; STK’lar, Birleşmiş Milletler, HTŞ ve İdlib’deki SKH arasındaki dinamiği kapsamlı bir şekilde ele aldı. Yirmi STK çalışanı, BM personeli ve bağışçılarla yapılan röportajları içeren rapor, SKH’nin —hem Charles Lister hem de Ebu Muhammed el-Colani’nin HTŞ’nin başarısı için kritik olarak gördüğü bu proto-devletin— “pek çok hizmet boşluğunu doldurmak için insani yardım çalışanlarına bağımlı” olduğunu açıkça kabul ediyor.
Rapora göre, bazı STK’lar SKH’den mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırken, diğerleri doğrudan işbirliği yaptı. Özellikle, “kuzeybatı Suriye’de daha büyük programları veya daha güçlü bir erişim odak noktası olan bazı kuruluşlar, sorunları doğrudan çözme kapasitelerine daha fazla güvendikleri için SKH ile işbirliği yapmayı tercih ettiler. Bazıları, Birleşmiş Milletler’den destek istemek yerine sorunları doğrudan ele almanın daha etkili olduğunu düşündü.”
Bir bağışçı şu ifadeleri kullandı:
“Bence diyalog kurmanız gerekiyor. Demek istediğim, onlar fiili otoriteler. Bunu beğenip beğenmememizin bir önemi yok. Onlar fiili otoriteler. Dolayısıyla, bu insani operasyonlar için olduğu sürece onlarla bir noktada diyalog kurmanız gerekiyor.”
Rapora göre, bağışçılar “SKH’nin HTŞ ile bağlantılarına rağmen, SKH’nin ortaklarının işbirliği yapabileceği ‘güvenli bir çatı’ ve HTŞ’nin yasaklı olması nedeniyle kabul edilebilir bir ara yol sunduğunu hissettiler. Bu yapının, BM ve diğer insani yardım kuruluşlarının İdlib’deki baskın tarafla büyük ölçüde HTŞ ile doğrudan temastan kaçınarak iletişim kurmalarına olanak tanıdığını düşündüler.”
Bir STK çalışanı şu yorumda bulundu: “Birini [silahlı olan] görmek zorunda kalmamızdan bu yana çok uzun zaman geçti. Şimdi bu adamların hepsi takım elbise giyiyor.”
Bazı STK’lar için, bağışçıların SKH ile işbirliği konusundaki çekimserliği, hayal kırıklığı kaynağıydı. Bir BM çalışanı şu şekilde aktardı: “Bir noktada, bazı STK’ların, bağışçılardan SKH’den daha fazla şikâyet ettiğini fark ettik.”
Rapora göre, “katılımcılar, bağışçıların İdlib’de hizmetler, ücretler veya vergiler için ödeme yapılmasına izin vermeyi reddetmesiyle ilgili çeşitli sorunlardan bahsetti… Bağışçıların bazen bu tür konularda taviz vermeye istekli oldukları söylendi, ancak bu hiçbir zaman belgelenmedi.”
Raporda röportaj yapılan bazı kişiler, “SKH’nin, insani yardım topluluğu kendisiyle ne kadar çok iletişim kurarsa, HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılma şansının o kadar artacağını hesapladığını” ifade etti. Benzer şekilde, ABD elçisi James Jeffrey, PBS’e verdiği mülakatta, SKH’nin Batı’ya açılım sağlamak için STK’ları kullandığını belirtti. Rapora göre, bir katılımcı şu görüşteydi:
“SKH bazen insani yardım çalışanlarını, bağışçılar ve bağışçı hükümetlere farkında olmadan mesaj iletici olarak kullandı ve bu süreçte hem kendi hem de HTŞ’nin algısını iyileştirmeye çalıştı. Diğer katılımcılar, görüştükleri birçok [devlet dışı silahlı grup] temsilcisini siyasi danışmanlar ya da ‘halkla ilişkiler yetkilileri’ olarak tanımladı ve bu kişilerin insani meselelerden ziyade örgütlerine olumlu bir imaj kazandırmaya daha çok ilgi duyduğunu belirtti.”
SKH’nin hizmetlerindeki boşlukları doldurmanın yanı sıra, bazen bu örgüte vergi ve ücret ödeyen bazı katılımcılar, “İdlib’de insani yardım programlarının daha yoğun olması nedeniyle müdahalenin burada daha yaygın olduğunu” ifade etti. Rapor, pek çok insani yardım müdahalesinde örnekler olduğunu vurguluyor: Belirli bölgelerde programları yönlendirme girişimleri, özellikle nakit yardımlarda yararlanıcı listelerine müdahale etme, tedarikçi, yüklenici ve personel seçimlerini etkileme çabaları… Ancak bir katılımcı, bölgedeki on yıllık insani müdahalelerden sonra bu tür müdahale girişimlerinin muhtemelen daha sofistike ve tespit edilmesi zor hâle geldiğini belirtti. Yerel otoritelerin, insani müdahalelerin nasıl işlediğine dair derin bir anlayışa sahip olan eski insani yardım çalışanlarını işe alarak sistemi nasıl suistimal edebileceklerini öğrenebileceklerini ifade etti.
Raporda ayrıca şu noktalara değiniliyor: “Bazı katılımcılar, SKH’nin, sivil hizmet veya insani yardım sektöründe deneyime sahip personel işe alarak yönetişimini giderek ‘profesyonelleştirdiğini’ belirtti.”
Büyük miktarlarda Amerikan dolarlarının HTŞ’ye akmasının “hayat kurtarmanın talihsiz bir maliyeti” olarak açıklanması cazip görünebilir ama bu durumun bariz jeopolitik hedefini göz ardı etmek zor. HTŞ’ye İdlib’de bir küçük devlet kurma fırsatı sunulurken, Suriye hükümeti ekonomik yaptırımlarla yavaş yavaş çöküşe sürüklendi ve hükümetin kontrolündeki bölgelerde yaşayanlara yiyecek ve yakıt gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakarak toplu bir cezalandırma uygulandı.
Bununla birlikte, USAID ve STK’ların İdlib’de HTŞ’nin beş yıl boyunca gücünü toparlamasına izin vermedeki rolü, tipik ABD rejim değişikliği savaş planıyla örtüşmüyor. Bilakis, giderek daha fazla bir “renkli devrim” senaryosunu andırıyor. Belki de bu gerçekten bir renk devrimidir; ancak bu kez rengin kara olduğu söylenebilir.
DÜNYA BASINI
FT: Xi’nin Trump’ın oyunbazlığına karşı bir misilleme planı var
Yayınlanma
1 gün önce06/01/2025
Yazar
Harici.com.trEvan Medeiros, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin eski Çin direktörü
Financial Times
Donald Trump’ın Çin politikası belirsizlik ve çelişkilerle tanımlanırken, Xi Jinping’in stratejisi netlik ve kararlılıkla tanımlanıyor. Çin Devlet Başkanı’nın ABD’nin seçilmiş başkanına yaklaşımı bir sır değil. Pekin, seçimden bu yana görüşleri ve olası yanıtları konusunda oldukça netti.
Xi sadece karşılık vermeyi değil, Trump’ın hamlelerinden faydalanmayı da planlıyor. Trump’ın ilk döneminde Pekin tepki vermek için çırpınmıştı. Bunu tekrarlamamaya kararlı. Xi hazırlıklarını tamamlamış durumda ve bunun sinyallerini verdi.
Çinli analistlerin çoğu Trump’ın seçilmesine şaşırmadı ve onun geri dönüşünü küresel popülizm ve milliyetçilik dalgasına bağladı. Pekin artık Trump’ın oyunbazlığını anladığına ve yönetimini manipüle edebileceğine inanıyor. Çin’in kendine güveni, doğru olsun ya da olmasın, 2025 Çin’inin 2017’den farklı olduğu, ABD’nin ve dünyanın da öyle olduğu sonucuna dayanıyor.
Pek çok Çinli Xi’nin siyasi olarak daha güçlü olduğunu ve ekonominin son dönemde yaşanan zorluklara rağmen daha kendine güvenli ve dirençli olduğunu savunuyor. Çinli analistler ise ABD ekonomisinin daha kırılgan ve Amerikan siyasetinin derin bir bölünmüşlük içinde olduğunu düşünüyor. Jeopolitik açıdan Pekin, ABD’nin küresel güney ve Asya’daki etkisinin azaldığını ve Çin’in vizyonuna desteğin arttığını düşünüyor.
Xi, Trump’la ilişkilerini Don Corleone tarzı da olsa tamamen bir iş ilişkisi olarak ele alacağının sinyallerini çoktan verdi. Trump’ı kişisel olarak kucaklamayacak ve koz elde etmek için erken ve sert bir misilleme yapacaktır. Pekin, Trump’ın Xi’nin yemin törenine katılması için yaptığı daveti fiilen reddetti.
Ancak Pekin aynı zamanda diyalog istediğinin ve yeni gümrük vergilerinden kaçınmak için bir anlaşmaya açık olduğunun sinyallerini veriyor. Ancak arka kanalları kullanmayı tercih eden Çinliler, Trump’ın “gerçekten” ne istediğini anlamak için doğru kanalı bulmakta zorlanıyor. Pekin’in temel varsayımı, Washington ve müttefiklerinin öngörülebilir gelecekte Çin’e düşmanca davranmaya devam edeceği yönünde. Bu nedenle Xi müzakerelere açık çünkü Çin’in uzun vadeli bir rekabet için güçlerini bir araya getirebilmesi için ekonomik cephede biraz nefes alma alanı istiyor.
Pekin, Trump’ın ekibinin Çin’i kontrol altına almak ve istikrarsızlaştırmak için daha derin ekonomik ayrışma, Çin’de rejim değişikliği ve Tayvan’ın bağımsızlığını desteklemeye odaklanacağından endişe ediyor. Xi’nin kasım ayında Peru’da Başkan Joe Biden ile yaptığı görüşmede dört “kırmızı çizgi” belirleyerek yeni yönetime açık bir mesaj vermesi de bundan.
Pekin’in Trump’a vermeyi planladığı yanıtlar üç grupta toplanıyor: misilleme, uyum sağlama ve çeşitlendirme. ABD politikalarını yansıtan Pekin, son yıllarda ABD şirketlerine zarar verebilecek bir dizi ihracat kontrolü, yatırım kısıtlaması ve düzenleyici soruşturma oluşturdu. Pekin’in tarifeye tarife ile karşılık vermesi mümkün olmadığından, maliyetleri maksimum acı verecek şekilde uygulamaya çalışacaktır. Çin için misilleme yapmamak ülke içinde zayıflık sinyali verecek ve Trump’ı cesaretlendirecektir.
Bu zaten başlamış durumda. 2024 yılının sonlarında Pekin, çip yapımında kullanılan kritik minerallerin ABD’ye ihracatını engelledi, ABD yapımı insansız hava araçlarının tedarik zincirini sıkıştırdı, yüksek profilli bir ABD giyim şirketini kara listeye almakla tehdit etti ve Nvidia’ya karşı bir antitröst soruşturması başlattı. Pekin bu tür adımlar atarak kendi kabiliyetlerinin bir ön gösterimini yapıyor ve gelecekte pazarlık kozları yaratıyor.
Çin’in ikinci stratejisi ise adaptasyon. Pekin, 2023 sonbaharından itibaren işletmelere ve şimdi de tüketicilere yardımcı olmak için güçlü bir mali ve parasal teşvik başlattı. Bu politika değişikliği düzensiz de olsa bazı olumlu etkiler yaratıyor. Buna kesinlikle çok ihtiyaç vardı, ancak kapsamı ve doğası da olası bir ticaret savaşı göz önünde bulundurularak geliştirildi.
Pekin’in üçüncü stratejisi ekonomik bağlarını genişletmeyi içeriyor. ABD dışındaki ortaklarından yapılan ithalatta tek taraflı gümrük vergisi indirimlerini tartışıyor. Peru gezisinde Xi, Çin’in ABD dışı önemli bir gıda, enerji ve mineral kaynağı olan Latin Amerika ile ticaretini yeniden şekillendirebilecek bir derin su limanının açılışını yaptı. Xi ayrıca 2024’ün sonlarında ilk kez 10 büyük uluslararası ekonomik örgütün başkanlarıyla yapılan toplantılara katıldı. Mesajı netti: Çin küresel ekonomik istikrar, refah ve açıklık için öncü güç olacak ve her türlü korumacılığa karşı çıkacak.
Pek çok şey yanlış gidebilir. Pekin’in kendine güveni Trump ekibi tarafından da paylaşılıyor. Her iki taraf da üstünlüğün kendilerinde olduğuna, daha fazla maliyet yükleyebileceklerine ve daha fazla acıya dayanabileceklerine inanıyor. Sahne, en iyi ihtimalle ateşkesle sonuçlanacak karmaşık ve istikrarsızlaştırıcı bir dinamiğe hazırlanıyor. Ve bu sadece ekonomik konularla ilgili, Tayvan, Güney Çin Denizi, teknoloji rekabeti ya da nükleer güç modernizasyonu ile ilgili değil. Soğuk savaş, kıyaslandığında antika görünmeye başlıyor.
Suudi Arabistan’dan 12 milyar dolarlık tahvil satışı
Avrupa’da Musk’a yönelik tepkiler artıyor
Endonezya BRICS’e katıldı: Küresel Güney’in sesini yükseltme hedefi
“Generallerin planının” fikir babası: Hamas askeri çözümle sona erdirilemez
NATO yetkilisi: Batılı yatırımcıların silah endüstrisinden uzak durması aptalca
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’
-
ASYA2 hafta önce
Bakü’den Grozni’ye giden bir yolcu uçağı Kazakistan’da düştü
-
ORTADOĞU2 hafta önce
HTŞ’nin Şam Valisi Mervan: İsrail ile sorunumuz yok, belki korktukları için Suriye’yi biraz bombalamışlardır
-
ORTADOĞU2 hafta önce
FT, “İsrail öncülüğünde Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesini” yazdı
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
AMERİKA2 hafta önce
BYD, “zorla çalıştırma” iddialarının ardından Brezilya’daki taşeronu kovdu
-
AMERİKA2 hafta önce
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz