Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesi Netanyahu için “onurlu çıkış” mı?

Yayınlanma

“Bu girişim ona çığır açan bir bölgesel dönüşümün lideri olarak tarihe geçme fırsatı, yargıdaki reform bataklığından kurtulma ve kamuoyunun dikkatini kişisel hukuki meselelerinden başka yöne çekme imkânı sağlayacak.”

27 Temmuz’da New York Times köşe yazarı Thomas L. Friedman, ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail ve Suudi Arabistan arasında olası normalleşme için taraflara baskı yapmayı düşündüğünü yazdı. Friedman’a göre, ABD’li üst düzey yetkililerin Riyad’a yaptıkları son ziyaretler, ABD’nin bölgedeki en önemli iki askeri ortağını resmi bir mutabakat içine sokmak için tüm tarafların önemli tavizler vereceği bir düzenleme olasılığını araştırmakla ilgili. Ve böyle bir anlaşmada Suudi Arabistan İsrail ile ilişkilerini normalleştirecek ve Çin ile güçlü ilişkilerinden geri adım atacak, ABD ise Suudi Arabistan için güvenlik garantilerini resmileştirecek, Suudi sivil nükleer programının geliştirilmesine yardımcı olacak ve daha sofistike füze önleme sistemleri sağlayacak. Ancak İsrail’in işgal altındaki topraklarda Filistinlilere “anlamlı tavizler” vermesi ve muhtemelen sonsuza kadar ilhaktan vazgeçmesi gerekecek.

İsrail güvenlik bürokrasisinin görüşlerini yansıtan İsrail Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü (INSS), Friedman’ın makalesinin, ABD harekete geçme niyetinin bir işareti olarak önemine dikkat çeken bir analiz yayınladı. Analizin tamamına bakıldığında taraflardan beklenen tavizlerin imkansıza yakın görünmesine rağmen ABD’nin böyle bir anlaşma için ısrarcı ve Suudilerin kendisinden beklediği tavizlerin hepsini olmasa bile çoğunu vermeye razı olduğu görüşünde.  

Suudilere ABD silahları, nükleer programı için destek ve güvenlik garantisi sağlayacak böyle bir anlaşmaya Washington’un razı olma ihtimali oldukça düşük ancak razı olsa bile İsrail’in güvenlik bürokrasisi neden bu kadar hevesli?

“Bu yöndeki herhangi bir ilerlemenin Başbakan’ın koalisyon ortakları tarafından itirazla karşılanması ve belki de hükümetinin düşmesine yol açması bekleniyor. Hatta Biden yönetimi şu iki seçenekten birini gerçekleştirmeye çalışıyor olabilir: İsrail’de yeni ve daha ılımlı bir koalisyon hükümetinin kurulması ya da Batı Şeria’nın geleceği konusunda bir referandum niteliği taşıyacak olan yeni Knesset seçimleri.”

ABD’nin hedefi olarak yazılan bu ifadeler aynı zamanda İsrail güvenlik bürokrasisinin de beklentisi. Analizde imzası olan üç isim de INSS’nin kurucuları gibi uzun yıllar İsrail güvenlik kurumlarında görev almış isimler. Ayrıca INSS’nin İsrail hükümetlerine ve güvenlik kurumlarına düzenli raporlar sunan yarı resmi nitelikte bir düşünce kuruşu olduğu da unutulmamalı. Düşünce kuruluşu, aşırı sağcıların yer aldığı hükümet ve ülkeyi ayağa kaldıran yargı reformunun İsrail’in güvenliğini tehdit ettiğini uzun zamandır dillendiriyor.  Riyad ile normalleşme gündemiyle Netanyahu’ya, içinde debelendiği siyasi krizden “onurlu çıkış” sağlayacak büyük bir dış politika başarısı sağlayacağını düşünüyorlar.

Ancak yılan hikayesine dönen bu normalleşme gündeminde esas sorun Netanyahu ya da onun sağcı ortaklarından ziyade Riyad yönetimi ve onun ABD’den beklentileri. Dolayısıyla analizdeki olumlu havaya karşın kısa ve orta vadede böyle bir anlaşma ihtimali düşük. Ancak yine de Biden yönetimi ve Washington ile aynı hizadaki İsrail güvenlik bürokrasisinin hedeflerini daha iyi anlamak açısından önemli:

***

Başkan Biden Orta Doğu’da Çığır Açıcı Bir Adımı Gündemine Alıyor

Chuck Freilich, Eldad Shavit, Yoel Guzansky

İsrail ve Suudi Arabistan arasında olası bir normalleşme, Başkan Biden’ın girişim hakkındaki açıklaması ve anlaşmayı ilerletmek için arka planda yapılan çabalarla birlikte tekrar gündeme geldi. İsrail Başbakanının yakın bir zamanda Riyad’da halkın içinde dolaşacağı gün ne kadar yakın?

Başkan Biden, İsrail’de makuliyet ilkesini ortadan kaldıran oylama öncesinde New York Times köşe yazarı Tom Friedman’a verdiği mülakatta, İsrail hükümetinin öncülük ettiği yargı reformuna karşı olduğunu açıkça ifade etti. Knesset’teki oylamadan sonra 27 Temmuz 2023’te yayınlanan röportajın ikinci bölümünde ise yönetimin Suudi Arabistan ile İsrail arasında bir normalleşme anlaşmasını teşvik etme çabaları ele alındı. Biden, 28 Temmuz’da düzenlenen bir etkinlikte bu girişime atıfta bulunarak “bir yakınlaşmanın söz konusu olabileceğini” söyledi ancak daha fazla ayrıntı vermekten kaçındı.

Friedman’a göre Biden, 27 Temmuz’da Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Ulusal Güvenlik Konseyi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörünü bölgesel konuları görüşmek üzere (sadece birkaç ay içinde ikinci kez) Suudi Arabistan’a gönderdi. Anlaşmayı kabul etmeleri karşılığında tarafların, uygulanması ilgili liderleri karmaşık stratejik ve siyasi zorluklarla karşı karşıya bırakacak bir dizi adım atmaları gerektiği bildirildi:

  • Suudi Arabistan’ın, ABD’nin NATO üyesi ülkelere verdiği taahhütlere benzer şekilde, saldırıya uğraması halinde Krallığı savunma taahhüdünü de içeren bir savunma anlaşması; neredeyse sınırsız gelişmiş (konvansiyonel) silah satışı ve henüz belirtilmemiş bir şekilde ABD onaylı sivil bir Suudi nükleer programı talep etmesi muhtemel.
  • İsrail ile normalleşmenin ötesinde, ABD’nin Suudi Arabistan’dan Yemen’deki savaşı sona erdirmesini, Filistin Yönetimi’ne cömert bir yardım paketi sağlamasını ve Çin ile gelişen ilişkilerini sınırlandırmasını talep etmesi olası.
  • İsrail’in Filistinlilerle gelecekte iki devletli bir çözümü tehlikeye atabilecek her türlü önlemden kaçınması ve bu amaçla Batı Şeria’yı ilhak etmekten, yeni yerleşim yerleri kurmaktan ve yasadışı ileri karakolları yasallaştırmaktan kaçınmayı; C Bölgesi’ndeki bazı toprakları Filistin kontrolüne devretmeyi ve genel olarak Filistin Yönetimi’ni güçlendirecek adımlar atmayı süresiz olarak taahhüt etmesi gerekecektir.
  • Filistin Yönetimi’nden, kapsamlı Suudi yardımı ve İsrail’in söz konusu tavizleri karşılığında genel anlaşmaya onay vermesi istenecek.

Önemi

Friedman’ın makalesi, Washington tarafından uzun zamandır düşünülen paket programın ayrıntılarına ilişkin yeni bir bilgi sunmuyor. Asıl önemi, Başkan tarafından seçilen zamanlamasında ve ABD’nin Riyad’a danışmanlarını göndererek bu hamleyi hızlandırma konusundaki istekliliğinden geliyor. Yönetimin paket programı teşvik isteği, Suudi Arabistan ile normalleşmenin hükümetinin ana hedeflerinden biri olduğunu ilan eden Başbakan Binyamin Netanyahu’nun anlaşmayı İsrail’deki siyasi bataklıktan bir çıkış yolu olarak görebileceği varsayımına dayanıyor olabilir. Aslında yönetimin bu hamlesi, geniş bir siyasi mutabakatın yokluğunda, makuliyet ilkesini ortadan kaldıran yasanın geçmemesi için Başbakanı ikna etme girişiminin başarısız olmasına Başkan tarafından verilen bir tür “yanıt” olabilir.

Suudilerin talepleri dikkate alındığında, yönetimin normalleşme için yüksek bir bedel ödemesi gerektiğinin farkında olduğu ve bunu yapmaya giderek daha istekli olduğu görülüyor.

Başkan Biden, bölgesel aktörleri tarihi kararlar almaya zorlamayı hedefliyor. Yönetim işe, taleplerinin yüzde 100’ünden daha azıyla (çok daha azı olmasa da) yetinmeye hazır olduğunu göstermek zorunda kalacak olan Suudi Arabistan’la başlıyor. Şu anda Asya-Pasifik arenası ve Ukrayna’da Rusya’yla mücadele gibi büyük küresel zorluklarla karşı karşıya olan ABD güvenlik kurumu, uzun sınırları ve çok sayıda tehdidi olan Suudi Arabistan bir yana, herhangi bir ülkeye askeri garanti vermekte zorlanacak. (ABD en son 1960 yılında Japonya ile, ondan önce de 1953 yılında Güney Kore gibi demokratik olmayan bir ülke ile savunma anlaşması imzalamıştı).

İsrail’in “Riyad ile normalleşme” spekülasyonu

Riyad’ın ABD’den, nükleer silahların yayılma riskini önleyecek özel bir anlaşma (“1,2,3 altın standardı”) imzalamadan, bağımsız zenginleştirme kapasitesini de içeren bir Suudi sivil nükleer programını kabul etmesini talep etmesi, yönetim ve tabii ki İsrail için önemli zorluklar yaratıyor. ABD’nin bu talebi kabul etmesi halinde Suudilerin de ABD’nin sıkı denetimini kabul etmesi gerekecek. Geçmişte önerilen seçeneklerden biri, ABD’nin uranyum zenginleştirme programının kurulmasını ve işletilmesini denetlemesini sağlayacak “nükleer Aramco” olarak adlandırılan bir ABD-Suudi nükleer şirketinin kurulmasıydı. Suudi Arabistan’da uranyum zenginleştirme de dahil sivil bir nükleer program gerçek bir tehlikeyi beraberinde getirmektedir zira Orta Doğu’daki diğer ülkeler de benzer taleplerde bulunarak bölgede nükleer silahların yayılma riskini artırabilirler. Örneğin BAE, nükleer programının kurulmasına yardım karşılığında kendi sınırları içinde uranyum zenginleştirmekten vazgeçmişti. BAE’nin anlaşmanın yeniden müzakere edilmesini talep etmesi ya da ABD’den tazminat istemesi ihtimali göz ardı edilemez.

Suudilerin en gelişmiş silahlara olan talebi Mısır, BAE ve hatta İsrail’i de içine alacak bölgesel bir konvansiyonel silahlanma yarışı konusunda ABD’de ciddi endişelere yol açıyor. İsrail açısından, örneğin (Riyad’ın bir süredir ilgilendiği) F-35 savaş uçaklarının Suudi Arabistan’a satılması halinde, Birleşik Devletler’in, İsrail’in üstün askeri gücünü koruma konusundaki sözleşmeli yükümlülüğünü yerine getirmesi zor olacak. Suudi Arabistan’ın ciddi bir iç karışıklık yaşaması halinde bu silahların geleceğine ilişkin başka endişeler de var. ABD tarafından kendisine söz verildiğini iddia ettiği F-35 jetlerini şimdiye kadar teslim almamış olan BAE, bu jetlerin Suudi Arabistan’a teslim edilmesini talebini yenilemek için bir dayanak ya da itibarına vurulmuş bir darbe olarak değerlendirebilir.

ABD’nin Suudilerin savunma paktı veya eşdeğer bir garanti talebine olumlu yanıt vermesinin, İsrail de dahil bölgedeki diğer ülkelerin benzer taleplerine yol açması ve yönetimin bu taleplere rıza göstermesinin uzun zamandır arzuladığı bölgesel güvenlik mimarisinin kurulmasına katkıda bulunması bekleniyor. Yukarıdaki adımlar hep birlikte İran üzerindeki baskıyı önemli ölçüde arttırmayı ve onu nükleer müzakerelerde itidalli davranmaya zorlamanın yanı sıra İran, Rusya ve Çin’e ABD’nin Orta Doğu’daki lider süper güç olmaya devam ettiğini açıkça göstermeyi amaçlıyor.

Stratejik konulara ABD’nin iç normatif ve siyasi mülahazaları da eklenmeli. Demokrat Parti ve Başkan’ın kendisi, genel olarak teokratik Suudi Arabistan’a ve özellikle de fiili yöneticisi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’a karşı güçlü bir antipati besliyor. Hatta son başkanlık kampanyası sırasında Başkan, Suudi Arabistan’dan parya devlet olarak bahsetmiş ve uzun süredir Bin Selman ile temastan kaçınmıştı. Başkan’ın tutumu, özellikle Ukrayna’daki savaştan kaynaklanan enerji krizi nedeniyle Suudi Arabistan’ın stratejik öneminin artması ve Bin Selman tarafından uygulanan geniş kapsamlı iç reformların takdir edilmesi nedeniyle değişmiş olsa bile, yönetim Kongre’de Suudi taleplerine yönelik itirazların üstesinden gelmekte zorlanabilir. Bu potansiyel engeli aşmanın anahtarı, İsrail’in Filistin meselesinde pratik adımlar atmaya rıza göstermesi olabilir ki bu da yönetimin ve İsrail yerleşimlerinin genişlemesini ve Batı Şeria’nın fiilen ilhakını durdurmak ve gelecekte iki devletli bir çözüm olasılığını korumak isteyen birçok Demokrat milletvekilinin taleplerini karşılayacaktır.

ABD’nin normalleşmeyi destekleme isteğinin nedeni çoğunlukla İsrail’le ilgili. Bu yöndeki herhangi bir ilerlemenin Başbakan’ın koalisyon ortakları tarafından itirazla karşılanması ve belki de hükümetinin düşmesine yol açması bekleniyor. Hatta yönetim şu iki seçenekten birini gerçekleştirmeye çalışıyor olabilir: İsrail’de yeni ve daha ılımlı bir koalisyon hükümetinin kurulması ya da Batı Şeria’nın geleceği konusunda bir referandum niteliği taşıyacak olan yeni Knesset seçimleri. Yönetimin bakış açısına göre, normalleşme girişimi Netanyahu’nun zorluklara rağmen bunu benimsemesini sağlayacak kadar cazip olabilir. Bu girişim ona çığır açan bir bölgesel dönüşümün lideri olarak tarihe geçme fırsatı, yargıdaki reform bataklığından kurtulma ve kamuoyunun dikkatini kişisel hukuki meselelerinden başka yöne çekme imkânı sağlayacaktır.

İbrahim Anlaşması’nda olduğu gibi Filistinliler seyirci konumunda kalacak, ancak yine de bu hamlenin gerçekleşmesi halinde Batı Şeria’daki ilhak sürecinin durdurulması ve önemli miktarda mali yardım gibi önemli faydalar elde edebilecekler. Böyle bir senaryoda asıl kaybeden İran olacaktır. ABD yönetimi ayrıca bu hamleyi, İsrail’in İran’ın nükleer programına karşı askerî harekât düzenleme ihtimalini en aza indirmenin ve Suriye’de İsrail ile İran, İsrail ile Hizbullah, Hamas ve Filistin İslami Cihad arasındaki gerilimi azaltmanın bir yolu olarak görüyor. Kudüs ve Riyad arasında kısmi normalleşme tam bir İsrail-Filistin anlaşması olmadan da mümkün olabilir, ancak Suudiler İsrail ile normalleşmenin ana ödüllerini ABD’den beklerken, Filistin bağlamında İsrail’den iki devletli çözüme katkı olarak gösterebilecekleri bir karşılık görmek istiyorlar. Ancak mevcut İsrail hükümetinin Filistin bağlamındaki politikası İsrail-Suudi ilerlemesi için elverişli koşullar yaratma kabiliyetini sınırladığından bu hedefe ulaşmak zor olabilir.

Son olarak, ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan arasında normalleşme için bastırması, 2024’te yaklaşan seçim kampanyası ve önemli bir dış politika başarısı elde etme hırsı göz önüne alındığında, Başkan Biden’ın kendi hesaplarından bağımsız olmayacak. Aynı zamanda, bu girişimi uygulanabilir kılan şey, Başkan’ın İsrail’i demokratik ve Yahudi bir devlet olarak görmesine olan derin kişisel bağlılığından ve “İsrail’i kendisinden kurtarma” ve İsrail içi, Filistin ve bölgesel açılardan güvenliğini ve konumunu güçlendirme arzusundan kaynaklanıyor gibi görünmesidir.

ORTADOĞU

UCM Başsavcısı, tehditlere rağmen o başvuruyu yaptı

Yayınlanma

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı Kerim Han, ABD ve İsrail’in tehditlerine rağmen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında “yakalama kararı” başvurusunda bulundu.

Yakalama kararı için yapılan başvuruda, İsrailli yetkililerle birlikte Hamas yetkilileri için de yakalama kararı istenmesi dikkat çekti.

UCM’den yapılan yazılı açıklamaya göre, Kerim Han Başbakan Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’a ilaveten Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye, Hamas’ın Gazze’deki lideri Yahya Sinvar ve Hamas’ın askeri kanadı İzeddin el-Kassam Tugayları’nın lideri Muhammed ed-Dayf hakkında “yakalama kararı” başvurusunda bulundu.

Yakalama kararı, UCM Savcılığının talebi üzerine, UCM Ön İnceleme Dairesi tarafından veriliyor.

UCM, kurucu anlaşması olan Roma Statüsü’nün 58. maddesi uyarınca, soruşturma başlattığı bir olaydaki bir kişinin, yargı yetkisine giren; soykırım, savaş suçu, insanlığa karşı suçlar veya saldırı suçu işlediğine yönelik, hakkında makul şüphesi varsa yakalama kararı çıkarabiliyor.

UCM’nin verdiği yakalama kararı gizli olabildiği gibi kamuya açık şekilde de ilan edilebiliyor.

İçeriğine göre değişmekle birlikte, yakalama kararının amacı genellikle şüphelinin UCM’ye teslim edilerek hakkında başlatılan soruşturmanın ilerletilmesi için bizzat Mahkeme huzuruna çıkarılması anlamını taşıyor.

Eğer Netanyahu hakkında yakalama kararı çıkarılırsa bu, Netanyahu’nun Filistinlilere karşı işlediği soykırım, savaş suçu, insanlığa karşı suçlar veya saldırı suçlarından biri ya da birkaçından yargılanacağı anlamını taşıyor.

UCM’nin, Netanyahu dahil üst düzey İsrailli yetkililer hakkında tutuklama kararı çıkarılabileceği ihtimali gündeme geldiği günden bu yana İsrail ve ABD’den UCM görevlilerine tehditler geliyor.

Putin’de yetkili olan UCM Netanyahu’da yetkisizmiş

Bir grup Cumhuriyetçi senatör Han’ı “ağır yaptırımlarla” tehdit etmişti. 12 Cumhuriyetçi senatörün imzaladığı mektupta, UCM Başsavcısına yönelik, “İsrail’i hedef alırsanız, biz de sizi hedef alırız” denmişti. Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, UCM’ye yönelik tehditleri kınamış BM raportörleri de ABD ve İsrail’e ilişkin olarak, “Kendilerini hukukun üstünlüğünün şampiyonları olarak gören ülkelerin, bağımsız ve tarafsız uluslararası bir mahkemeyi mesuliyetine engel olmak için sindirmeye çalıştığını görmek şok edici” açıklaması yapmıştı.

Açıklamada, UCM’nin, Gazze ve Batı Şeria da dahil olmak üzere Filistin’deki soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar gibi ağır uluslararası suçları soruşturma yetkisine sahip olduğu belirtilmişti.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

Helikopter kazasında ABD yaptırımlarının rolü

Yayınlanma

ABD’nin İran’a yönelik tek taraflı yaptırımları İran’ın sivil havacılık sektörünü derinden etkiliyor. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın hayatını kaybettiği kazadaki helikopterin yaşı bu durumu bir kaz daha gündeme getirdi. Nitekim eski İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, kazayla ilgili ABD’nin sorumluluğuna dikkat çekti.

ABD’nin İran’a yönelik tek taraflı yaptırımları sivil havacılık sektörünü de etkiliyor. Yaptırımlar nedeniyle Tahran’ın uçak ve uçak parçası ithalatı engelleniyor.

İran İçişleri Bakanı Ahmed Vahidi arama kurtarma çalışmaları sırasında facianın meydana geldiği sırada yoğun sis olduğuna dikkat çekerek hava koşulları ve arazinin engebeli koşullarının helikopter enkazına ulaşmayı zorlaştırdığını söylemişti.

Hava koşulları ve ABD yapımı Bell 212 helikopterinin yaşının kazaya neden olmuş olabileceğine dikkat çekiliyor.

The Nation’da yer alan bilgilere göre İran 1968’de hizmete alınan Bell 212’den 1970’li yıllarda çok sayıda satın aldı. 1979 Devrimi’nden sonra gelişmiş avcı uçakları da dahil ABD’den aldığı uçakların çoğunu kullanmaya devam eden İran, Amerikan yaptırımları nedeniyle yedek parça temininde zorluklarla karşılaştı. 1970’lerin başında satın alınan F-4 Phantom ve F-14 savaş uçakları gibi bazı uçaklar bugün halen hizmette.

Yıllar içinde İran envanterindeki ABD yapımı helikopter ve uçaklar için elindeki bazı uçak ve helikopterleri parçalayarak yedek parça ihtiyacını karşılamaya çalıştı. Bu yüzden ABD yapımı uçak filosu yavaş yavaş azaldı.

İran, 1986 yılında Lübnan’da esir tutulan ABD’li rehineler için Washington ve Tahran arasında yapılan görüşmeler sırasında ABD’den Bell 212 için bazı yedek parçalar almayı başardı, ancak kaçakçılık ağlarına da başvurdu. Bell parçaları tedarik ettiğini reddetti ancak ABD’li savunma müteahhidi United Technologies Corp daha sonra sevkiyatı doğruladı.

2011 yılında İspanyol yetkililer, Venezuela’nın İran’a, Bell 212 yedek parçalarının yanı sıra komple uçak satma planını da engelledi.

Yedek parçalara yönelik yaptırımlar

Aşınan ve yıpranan parçaları değiştirecek yedek parçaların bulunmaması uçakların güvenliğini tehdit ediyor. İran hava kuvvetleri, Şah döneminde satın alınan ABD yapımı uçaklarla yıllar içinde çok sayıda ölümcül kaza yaşadı.

2021 yılında Kanada’daki havacılık yetkilileri, ölümlü bir kazayı inceleyen müfettişlerin ana rotor kanatlarını sabitleyen metal pimlerin uçuş sırasında kırıldığını tespit etmesinin ardından Bell 212’leri yere indirdi.

Ancak bakımları iyi yapılan eski uçaklar onlarca yıl uçmaya devam edebiliyor; bunun dikkate değer bir örneği, İngiliz Ordusu’nun 1982’den 2022’ye kadar çok sayıda yenilenmeyle hizmette kalan bir Chinook helikopteri olan Bravo November.

İran, ABD yapımı uçaklar için bazı parçaları, tersine mühendislikle üretmeyi başardı dolayısıyla Reisi’yi taşıyan helikopterin uçuşa elverişli olması mümkün. Bununla birlikte, helikopter gövdesinde buz birikebileceği ve şiddetli rüzgarların ek yük oluşturabileceği dağlık arazide düşük görüş koşullarında uçmanın riskleri yüksek.

Engebeli arazi ve yoğun sis

Avrupa Birliği Havacılık Güvenliği Ajansı “yüksek dağlarla çevrili derin vadiler üzerinde uçmanın pilotun yönünü şaşırtabileceğini” ve bu tür bir arazide seyretmenin “zihinsel ve fiziksel olarak çok yorucu olabileceğini” söyledi.

AB kurumuna göre, derin vadilerde rüzgâr hızı ve yönü aniden ve öngörülemez bir şekilde değişebilir ve bu da “hava hızında önemli dalgalanmalara yol açarak aşırı uçlarda kontrol kaybına neden olabilir.”

Sis özellikle tehlikeli ve 1994 yılında İskoçya’da meydana gelen ve 25 İngiliz istihbarat görevlisi ile dört mürettebatın ölümüne neden olan helikopter kazasının da muhtemelen başlıca sebebiydi.

Askeri helikopter test pilotu ve havacılık uzmanı Simon Sparkes, The National’a yaptığı açıklamada, “Bulut ya da sise yanlışlıkla girmek dünya genelinde helikopter kazalarının en büyük nedenlerinden biri. Sorun helikopterin ya da pilotların sertifikasyonu değil, pilotların koşullar karşısında verdikleri kararlardır” dedi.

Sparkes, “Dağlık bölgelerde güvenli uçuş için çok yüksekten uçmanız gerekir ve hava durumu ya da dağların yüksekliği helikopterin kapasitesini aşabilir. Buna ek olarak, oksijen olmadan helikopterler hipoksi sorunları nedeniyle 10.000 feet’in üzerinde uçamazlar” diyerek zihinsel karışıklık gibi sorunlara neden olabilecek düşük oksijen seviyelerine atıfta bulundu.

Sekiz yıldır faaliyette olan Bell UH-1H Huey-2 helikopterinin birkaç hafta önce Kenya’da düştüğünü hatırlatan Sparkes, “Dolayısıyla pilotların yapması gereken seçimler var. Bazen bu seçimler zor olabiliyor çünkü yolcular, kendilerine hava koşulları nedeniyle seyahat edemeyeceklerinin söylenmesini istemiyorlar. Benzer kazalar muhtemelen sayılamayacak kadar çok” dedi.

“ABD’nin suç listesine dahil edilecek”

Eski İran Dışişleri Bakanı Zarif, devlet televizyonunda yaptığı konuşmada, Reisi ve Abdullahiyan’ın “samimiyetlerine” çok yakından tanık olduğunu söyledi. Zarif, “Bu samimiyetlerinin karşılığını şehadetle aldılar. Geçtiğimiz 45 yılda çeşitli dönemlerde zor durumlarla karşılaştık. Biz bunu aştık, Allah’ın izniyle bu durumu da atlatacağız” ifadelerini kullandı.

Zarif, ortaya çıkan durumun ABD’nin İran’a uyguladığı tek taraflı yaptırımların etkisinin büyük olduğunu savunarak, “Bu konu, Uluslararası Adalet Divanı’nın kararına rağmen sivil havacılık satışlarına ambargo koyan ABD’nin İran ulusuna karşı işlediği suçların kara listesine kaydedilecektir” değerlendirmesinde bulundu.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

İran’ı seçime götürecek geçici Cumhurbaşkanı Muhammed Muhbir kimdir?

Yayınlanma

İran lideri Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesinin ardından anayasanın ilgili maddesine göre Cumhurbaşkanlığı görevlerini, seçime kadar Birinci Yardımcısı Muhammed Muhbir’in yürüteceğini bildirdi.

Hamaney’in X medya platformundan Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesinin ardından taziye mesajı yayımlandı. Reisi’ye rahmet dileyen Hamaney, İran halkına taziyede bulunarak ülkede 5 günlük genel yas ilan ettiğini duyurdu. Hamaney, “Anayasa’nın 131’inci maddesine göre Sayın (Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı) Muhbir, yürütme erkinin başında olup, yasama ve yargı erklerinin başkanlarıyla en fazla 50 gün içinde yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamak için gerekli düzenlemeleri yapmakla görevlidir” ifadelerini kullandı.

Press TV’ye göre Muhbir’in 50 gün sonra yapılacak yeni seçimlerde adaylardan biri olması bekleniyor.

Muhammed Muhbir kimdir?

Muhammed Muhbir, 1955 yılında İran’ın Huzistan eyaletinin Dezful kentinde dünyaya geldi. Elektrik mühendisliği mezunu olan Muhbir, ekonomi planlama ve yönetim ile uluslararası hukuk alanında doktora yaptı.

Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcılığı görevine 2021 yılında getirilen Muhbir, İran Düzenin Çıkarını Belirleme Konseyi Üyeliği, Sinabank Genel Müdürlüğü, İmam Humeyni’nin Emirlerini Uygulama Kurumu (Vakfı) Başkanlığı, Mustazaflar Vakfı İktisadi Teşekkülü Gümrük ve Nakliye Direktörlüğü ve Huzistan Vali Yardımcılığı görevlerinde bulundu.

ABD Hazine Bakanlığı, Ocak 2021’de İran lideri Ali Hamaney’e bağlı faaliyet gösteren ve Muhbir’in başkanı olduğu İmam Humeyni’nin Emirlerini Uygulama Merkezi ve yöneticileri “siyasi muhalifler, dini azınlıklar ve sürgündekiler dahil olmak üzere rejim muhaliflerine ait topraklara ve mülklere el koyduğu” gerekçesiyle yaptırım listesine aldı.

Aynı gerekçeyle Temmuz 2010’da Avrupa Birliği tarafından yaptırım listesine alındı ve iki yıl sonra listeden çıkarıldı.

Helikopter kazasından kurtulan olmadı: İran 50 gün içinde seçime gidecek

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English