Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: ABD’nin çıkarı, Orta Doğu’nun Suudi liderliğinde yeniden şekillendirilmesinde

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD dış politikasının oluşturulmasında etkili yayın organlarından Foreign Affairs’te yayınlandı. ABD’nin Suudi Arabistan’ın liderliğinde yeni Orta Doğu’yu nasıl şekillendirebileceğinin ele alındığı makaleye göre bu zor yolu başarabilirse “ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.”

***

Orta Doğu’yu Yeniden Şekillendiren Savaş

Washington Dönüşen Bölgeyi Nasıl İstikrarlı Hale Getirebilir?

Maria Fantappie ve Vali Nasr

7 Ekim 2023’ten önce, ABD’nin Orta Doğu vizyonu nihayet meyve veriyor gibi görünüyordu. Washington, Tahran’la nükleer programı konusunda üstü kapalı bir anlaşmaya varmıştı; bu anlaşmaya göre İran İslam Cumhuriyeti sınırlı bir mali rahatlama karşılığında nükleer programını fiilen durdurmuştu. Amerika Birleşik Devletleri Suudi Arabistan’la bir savunma anlaşması üzerinde çalışıyordu ve bu da Krallığın İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesine yol açacaktı. Ve Washington, Çin’in bölgede artan etkisini dengelemek için Hindistan’ı Orta Doğu üzerinden Avrupa’ya bağlayacak iddialı bir ticaret koridoru planladığını duyurmuştu.

Elbette engeller de vardı. Tahran ve Washington arasındaki gerilim geçmişe kıyasla daha düşük olsa da devam ediyordu. İsrail’in sağcı hükümeti Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini genişletmekle meşguldü ve bu durum Filistinlilerin öfkesine yol açıyordu. Ancak ABD’li yetkililer İran’ı bir oyunbozan olarak görmüyordu; ne de olsa yakın zamanda çeşitli Arap hükümetleriyle ilişkilerini düzeltmişti. Ve İsrail, Filistinlilere anlamlı tavizler vermese de Arap devletleri ile ilişkilerini normalleştirmişti.

Ardından Hamas İsrail’e saldırarak bölgeyi kargaşaya sürükledi ve ABD’nin vizyonunu altüst etti. Militan grubun Gazze Şeridi’nden başlattığı ve savaşçılarının yüksek teknoloji ürünü bir sınır duvarını aşarak İsrail’in güney kasabalarına girdiği yaklaşık bin 200 kişiyi öldürdüğü ve 240’tan fazla kişiyi rehin aldığı geniş çaplı saldırı, Orta Doğu’nun hâlâ son derece patlamaya hazır bir bölge olduğunu açıkça ortaya koydu. Bu saldırı, İsrail’in Gazze’de insanlık trajedisine yol açan şiddetli bir askeri tepki vermesine yol açtı; çok sayıda ölü ve Filistinlilerin yerinden edinmesine neden oldu ve daha geniş bir bölgesel savaş riskini artırdı. Filistinlilerin sıkıntısı tekrar gündemde ve İsrail-Suudi Arabistan anlaşması artık mümkün değil. Hamas’ın direnci ve askeri yetenekleri için İran’ın desteğinin belirleyici olduğu göz önüne alındığında, İran’ın bölgesel askeri kapasitesi artık oldukça güçlü görünüyor. Tahran’a ayrıca yeni bir özgüven gelmiş gibi. Daha geniş çaplı bir çatışmaya hevesli olmasa da İran, Hamas’ın güç gösterisinin tadını çıkardı ve o zamandan bu yana İsrail’in Lübnanlı milis Hizbullah ile karşılıklı ateş açması ve İran destekli diğer grupların ABD birliklerine roket fırlatması üzerine çıtayı yükseltti.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu üzerindeki etkisi hâlâ büyük. Ancak İsrail’in savaşına verdiği destek, bölgedeki güvenilirliğine kesinlikle gölge düşürdü. (Bu destek, özellikle İsrail’in meşru müdafaa iddiasının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırmaya dönüşmesi nedeniyle Washington’un küresel Güney’deki konumuna da zarar verdi). Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu için uzun süredir göz ardı ettiği gerçeklerle başa çıkacak yeni bir strateji oluşturmak zorunda kalacağı anlamına geliyor. Örneğin Washington artık Filistin meselesini ihmal edemez. Aslında bu çatışmanın çözümünü, çabalarının odak noktası haline getirmek zorunda kalacak. Gelecekte yaşanabilir bir Filistin devletine giden güvenilir bir yol bulunana kadar ABD’nin Arap-İsrail ilişkilerinin geleceği de dahil bölgedeki diğer sorunları ele alması kesinlikle imkânsız olacak.

Washington ayrıca Ortadoğu’yu sarsan Tahran’ın yükselen gücünü de ele almalı. ABD bölgeye barış getirmek istiyorsa İran ve vekillerini sınırlandırmanın yeni yollarını bulmalı. En az bunun kadar önemli olan bir diğer husus da ABD’nin İran’ın bölgesel düzene meydan okuma arzusunu frenlemesi. Özellikle de İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine ulaşma adımlarını durduracak yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyacaktır.

Bu hedeflere ulaşmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara bırakması gerekmiyor. Aslında, daha önce öngördüğü düzenin unsurları üzerine inşa edebilir ve etmeli de. Özellikle Washington bölgeye yönelik yeni planını İran, İsrail ve tüm Arap dünyası ile işleyen ilişkilere sahip Suudi Arabistan ile ortaklığına dayandırmalı. Riyad, İsrail-Filistin müzakerelerini canlandırmak ve ABD’nin İran’la nükleer bir anlaşma yapmasına yardımcı olmak için geniş nüfuzunu kullanabilir. Riyad ve Washington, ABD’nin Çin’i dengelemek için ihtiyaç duyduğu Orta Doğu ekonomik koridorunu oluşturabilir.

Bu yeni büyük pazarlık, ABD’nin 7 Ekim’den önce müzakere ettiği anlaşma kadar basit olmayacak. İsrail-Suudi normalleşmesi ile başlamayacak ve İran’a karşı bir Arap-İsrail ittifakı ile sona ermeyecek. Ancak geçmiş anlaşmaların aksine, bu yeni çerçeve ulaşılabilir. Ve doğru yapıldığı takdirde bölgesel gerilimi düşürecek ve kalıcı barışı tesis edecektir.

HÜSNÜKURUNTU

Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’dan uzaklaşabileceğine inanması anlaşılabilir bir durumdu. İsrail-Filistin çatışması sürüncemede kalsa da Arap-İsrail çatışması sona eriyor gibi görünüyordu. İran, nükleer programının ilerlemesini sınırlamak için ABD ile etkili bir pazarlık yapmış ve Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmişti. Bölge, kendi başının çaresine bakıyor gibiydi ve bu da Washington’un Asya ve Avrupa’ya odaklanmasına olanak sağlıyordu.

Ancak Washington bu durumun istikrarını abartmış ve kendisine karşı olan güçleri hafife almıştı. Örneğin ABD Başkanı Joe Biden, Suudi Arabistan’la yapılacak bir savunma anlaşması için Senato’nun onayını nasıl alacağını çok az düşünmüş görünüyor; üstelik bu anlaşma Krallığa gelişmiş silahlar ve sivil nükleer altyapı sağlamayı gerektirebilecekken. ABD ayrıca Riyad’ın bölgesel hegemonya arayışını güçlendirirken diğer Orta Doğu ülkelerinin buna itiraz etmeyeceğini varsayarak da yanlış yaptı. Washington, örneğin Tahran’ın Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirmeye çok hevesli olduğunu ve ABD’nin planlarına müdahale edemeyecek kadar iç huzursuzluklarla meşgul olduğunu düşündü. Elbette gerçekte İran silahlı vekillerini güçlendirmeye ve beslemeye devam ediyordu.

Ancak Washington’un en büyük yanılgısı Filistin meselesini görmezden gelebileceğini düşünmesiydi. Örneğin Suudilerle yapılan belirsiz anlaşma, Filistinlilere büyük tavizler vermeden Riyad’ın İsrail’le ilişkilerini normalleştirebileceği ve bunun geniş çaplı bir tepkiye yol açmayacağı varsayımına dayanıyordu. ABD, gerilimi düşürme vaadine rağmen İran ve İsrail arasındaki gölge savaşın devam ettiğini biliyordu. Ancak bu savaşın Filistin meselesiyle birleşeceğini ve yıkıcı bir etki yaratacağını öngöremedi.

7 Ekim’in de gösterdiği gibi, Washington’un Orta Doğu’ya ilişkin kanısı tamamen yanlıştı. Yine de ABD şu ana kadar fikirlerini güncellemedi. Washington’un Gazze’deki savaşa yönelik genel tepkisi, İsrail’in itibarını kurtarabilecek sınırlı bir askerî harekât için baskı yapmak yerine, acımasız bir askeri saldırıya neredeyse açık destek oldu. Bunun sonucunda Orta Doğu’da hem İsrail hem de Amerikan karşıtı bir öfke oluştu. Örneğin Ürdün Kralı II. Abdullah ve eşi Kraliçe Rania el- Abdullah, İsrail’in askeri harekâtını kamuoyu önünde kınadı, Amerika’nın bu harekata verdiği desteği eleştirdi ve Ürdün’ün bu savaşta Batı’nın yanında yer almadığını açıkça ifade etti. Hem Ürdün hem de Bahreyn İsrail’deki büyükelçilerini geri çağırdı ve diplomatik ilişkilerini dondurdu. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Arap liderler Kasım ayında Amman’da bir araya geldiklerinde, göstermelik bir ortak bildiri bile yayınlayamadılar.

ABD, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için çatışmalara ara verilmesini destekleyerek İsrail yanlısı tutumunu telafi etmeye çalıştı. Ayrıca rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak için Hamas ile yakın ilişkileri olan Katar hükümeti ile işbirliği yaptı. Ve Washington savaşın sonunda Gazze’nin uzun süreli bir İsrail işgaline maruz kalması yerine Filistin Yönetimi tarafından yönetilmesi için lobi faaliyeti yürüttü.

Ancak bu mütevazı adımların bölgeyi istikrara kavuşturması pek olası değil. Aslında tam tersi bir etki yaratıyor: Arap dünyasının diğer aktörlerinin kendi çıkarlarını ilerletmek için kullanacakları bir boşluk yaratıyor. İsrail Hamas’ı yok etmeyi öncelikli hedefi haline getirdi, ancak ABD’nin baskısı olmazsa Gazze’ye hesaplanamaz zararlar vererek vatandaşlarını ve bölgeyi yenilmezliğine ikna etmeye ve potansiyel rakiplerini caydırmaya çalışacak. Mısır, Ürdün ve Filistin Yönetimi, kendilerine yönelik iç ve dış tehditleri en aza indirmek isteyecek, bu nedenle savaş sonrası diplomasinin ekonomik çıkarlarına uygun olmasını ve bölgesel konumlarını güçlendirmesini sağlamaya çalışacaklar. Körfez ülkeleri de bu çatışmayı nüfuz mücadelesi için kullanacak. Katar şimdiden Hamas’la olan ilişkisini kullanarak kendisini vazgeçilmez bir bölgesel oyuncu haline getirmeye çalışıyor- bu konuda hem Suudi Arabistan hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) daha fazla nüfuza sahip bir oyuncu. Türkiye ise Washington’un kendisine F-16 savaş uçakları satmasını ve Suriye’deki Kürtleri desteklemekten vazgeçmesini sağlamak için çatışmanın çözümünde rol almak istiyor.

Ancak savaştan şimdiden en çok kazançlı çıkan devlet İran. Filistin meselesinin yeniden canlanması bölgesel dikkatleri bir kez daha Levant’a odakladı. Hamas ve Hizbullah’ın yanı sıra Esad rejimini, Irak ve Suriye’deki Şii milisleri ve Yemen’deki Husileri de içeren İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”, Ortadoğu siyasetinin yönünü değiştirebileceğini, bölgesel çatışmaları istediği zaman tırmandırıp istediği zaman yatıştırabileceğini gösterdi. İran ayrıca Hamas’a verdiği sarsılmaz destekle Filistinlilerin savunucusu imajını güçlendirerek Orta Doğu’daki popülaritesini artırdı. Tahran, Hamas’a verdiği desteği Arap dünyasıyla gelişen ilişkileriyle dengeleyerek bölgesel siyasete tam anlamıyla dahil olmaya çalışıyor. Hamas saldırılarından kısa bir süre sonra İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ile Mart 2023’te iki ülke arasındaki ilişkilerin yenilenmesinden bu yana ilk kez telefonda görüştü. Reisi daha sonra prensin daveti üzerine Kasım ayında Riyad’a giderek katılımcıların Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi olarak adlandırdığı toplantıya katıldı. Tahran, İran’ı çevreleyecek Arap-İsrail ekseni fikrini tersine çevirdi.

Bu eğilimler hep birlikte bölgeyi daha geniş bir çatışmaya doğru sürüklüyor. ABD’ye karşı derinleşen güvensizlik, bu ülkenin bölgeyi istikrara kavuşturmadaki yetersizliği ve etrafında toplanabilecekleri ortak bir vizyonun olmaması, farklı devletleri, sokaklardan gelen baskı ve daha geniş bir savaş korkusuyla kendi kısa vadeli çıkarlarının peşinden gitmeye itiyor. Bu farklı çıkarlar bölgedeki krizi uzatıyor ve istenmeyen bir tırmanma ihtimalini artırıyor. En kötüsünden kaçınmak için Washington’un temel varsayımlarını yeniden gözden geçirmesi, Orta Doğu’ya olan bağlılığını yenilemesi ve bölge için yeni bir vizyon ortaya koyması gerekecek.

RİYAD BU İŞTE VAR MI YOK MU

Washington’un en acil görevi Gazze’deki savaşı sona erdirmek. İsrail bölgeye saldırıp sivilleri öldürdüğü ve ABD müttefikini dizginlemek için çok az şey yaptığı sürece, Arap ülkelerindeki hükümetler ve halklar ABD’nin liderliğini takip edemeyecek kadar öfkeli olacak. Sonuç olarak, ABD yetkilileri İsrail’e Hamas’a karşı sivilleri topluca cezalandıran bir savaş yürütmekten vazgeçmesi için baskı yapmalı. 16 Kasım itibariyle Gazze’deki çatışmalar 11 binden fazla Filistinlinin ölümüne ve bölgenin gıda, su ve ilaca erişiminin engellenmesine neden oldu. Washington İsrail’in Gazze’de sınırsız şiddet uygulamasına son vermesini sağlamalı ve bunun yerine on yıllardır devam eden Filistin sorununa barışçıl ve siyasi bir çözüm bulması için baskı yapmalı.

Çatışmalar sona erdiğinde Washington ileriye bakmaya başlayabilir. Bunu yaparken de soğukkanlı bir bakış açısına sahip olması gerekecek. Ancak 7 Ekim’den önce uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara atmasına gerek yok. ABD stratejisini yine Suudi Arabistan’la büyük bir pazarlık yapmaya dayandırmalı. Her ne kadar Riyad yakın zamanda İsrail’le ilişkilerini normalleştiremeyecek olsa da Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki her ülkeyle iyi ilişkiler içinde olan bölgedeki birkaç hükümetten biri. Hatta İsrail ile gayrı resmi de olsa samimi ilişkileri var. Bölgede kilit bir arabulucu konumunda.

Gazze’deki savaş, Suudi Arabistan’a İsrail-Filistin çatışmasını istikrara kavuşturma şansı vererek Krallığın itibarını artırabilir. İran ve Türkiye’nin yanı sıra Arap dünyasının dört bir yanından liderlerin katıldığı Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi bu yönde atılmış ilk adımdı. Mısır, Ürdün ya da genellikle İsrail ile düşmanları arasında arabuluculuk yapan diğer devletlerin aksine Suudi Arabistan gerçek bir barış anlaşmasına yardımcı olmak için gereken güvenilirliğe ve bölgesel ilişkilere sahip. Bunu gerçekleştirmek için Suudi Arabistan, Arap dünyasındaki başlıca güç odakları olan İran ve Türkiye’nin yanı sıra ABD aracılığıyla İsrail’le birlikte çalışarak Filistin devleti kurulması hedefiyle İsrail-Filistin barış süreci için geniş bir çerçeve oluşturabilir. Ardından Suudi Arabistan ve ortakları bölgesel güvenlik için tüm tarafların üzerinde mutabık kalacağı kurallar ve kırmızı çizgiler içeren kapsayıcı bir çerçeve oluşturmaya çalışacaklar. Ancak böyle bir anlaşma İsrail’in sınırlarında kalıcı barışı sağlayabilir, Filistinliler arasındaki radikal güçlere kapıyı kapatabilir, İran ve İsrail arasındaki gölge savaşını kontrol altına alabilir ve Tahran’ın direniş eksenini dizginleyebilir.

Suudiler, Filistin meselesini sahiplenme konusunda isteksiz olacaklar. Ancak Suudi Arabistan’ın çıkarları bölgesel barış ve güvenliğe dayanıyor. Büyük ekonomik vizyonu, bölgede kalıcı bir kriz olması halinde gerçekleşemez. Riyad ayrıca bölgesel liderlik ve dünya sahnesinde büyük bir güç olarak tanınma arzusunu sürdürüyor ki bu da Amerikan desteğini gerektiriyor ve bu nedenle Riyad’ı, ABD’nin bir barış anlaşmasına aracılık etme çağrılarına kulak vermeye sevk edebilir.

Suudi Arabistan’a yardım etmek için ABD’nin Riyad’a geniş çaplı diplomasi yürütmesi için Filistin meselesini çözecek bir anlaşma için İran’ın rızasını araması amacıyla hükümete izin vermek de dahil, destek sunması gerekecek. Washington’un diğer Arap müttefiklerini de Riyad’ı desteklemeye ikna etmesi gerekecek. Ve ABD, 7 Ekim’den önce Riyad ile masada olan savunma anlaşmasını sürdürmeli. Ancak artık ön koşul olarak İsrail’in derhal tanınmasını talep edemez. Bunun yerine ABD, Suudi Arabistan’dan İsrail-Filistin barış sürecine liderlik etmesini istemeli. İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi bu sürecin bir sonucu olabilir.

İsrail ve Filistin toprakları için bir barış önerisi ortaya koyarken Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşularına danışabileceğini ve onların hırslarının yanı sıra güvenlik kaygılarını da daha iyi dikkate alabileceğini kanıtlaması gerekecek ki bunu 7 Ekim’den önce yapmamıştı. Bunu yapmak Riyad’ın harcamak istemeyebileceği diplomatik enerjiyi kullanmasını gerektirebilir. Ancak İsrail-Filistin anlaşmasına giden yolun kolaylaştırılmasına yardımcı olmayı ve daha fazla bölgesel güvenlik sağlamayı başarırsa, Suudi Arabistan arzuladığı diplomatik ciddiyeti kazanacaktır. Bu arada ABD ile yapılacak bir savunma anlaşması, Suudi Arabistan’a Orta Doğu’nun önde gelen ekonomik ve siyasi aktörü olma konumunu sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu askeri kabiliyetleri sağlayacaktır.

SINIRLAMA VE KONTROL ETME

Filistin meselesinin çözülmesi istikrarlı bir Orta Doğu yaratmak için elzem. Ancak bölgenin karşı karşıya olduğu tek zorluk bu değil. Herhangi bir büyük pazarlığın parçası olarak Washington’un İran’la gerilimi düşürmesi ve Riyad’la yaptığı anlaşmayı bu ülkenin hırslarını kısıtlamak için kullanması gerekecek. Riyad’la yapılacak bir anlaşma tek başına bunun tam tersini yapma riski taşıyor.

İran’ın ABD-Suudi anlaşmasına olumsuz tepki vermesinin pek çok nedeni var. Örneğin ABD’den Suudi Arabistan’a akmaya başlayacak silahların ölçeği ve niteliği Tahran’ı telaşlandıracaktır. Ayrıca Washington ne kadar kısıtlama getirirse getirsin, Suudi Arabistan’ın sivil nükleer programını doğası gereği saldırgan olarak görecektir. İran ayrıca ABD-Suudi savunma anlaşmasının Orta Doğu’da Amerikan askeri varlığının artmasına yol açacağından endişe edecektir. Dolayısıyla Tahran, ABD-Suudi anlaşmasına kendi silah üretimini artırarak, daha fazla vekaleten saldırı düzenleyerek ve nükleer programını ilerleterek karşılık verebilir. (Mısır, Türkiye ve BAE de nükleer kapasite arayışına girebilir).

İsrail ve Suudi Arabistan sonunda ilişkileri normalleştirirse, İsrail Körfez’de ABD-Suudi savunma anlaşması tarafından korunabilecek doğrudan bir askeri ve istihbarat varlığı bile kurabilir. İran için böyle bir sonuç tam bir kâbus olur. Tahran artık vekillerinin Suudi birliklerine ya da petrol rafinerilerine saldırmasını sağlayarak Suudilerin İsrail’le askeri işbirliğini caydıramaz çünkü böyle bir şey Washington’la doğrudan bir çatışmaya neden olur.

İran’ın şansına, Riyad bir nimet olarak gördüğü Tahran’la yakınlaşmasını sona erdirmek istemiyor. Suudi Arabistan, İran ile ilişkilerini yeniden başlattığından beri Yemen’deki İran destekli Husiler Suudi topraklarına saldırmayı bıraktı. Riyad ve Tahran birlikte, yıllarca süren acımasız savaşın ardından Yemen’de istikrarlı bir ateşkes sağladı. Şimdi Yemen’deki taraflar kalıcı bir anlaşmaya doğru ilerleme kaydediyor. Bu yeni güvenlik ortamı, Suudi rafinerilerine ve diğer altyapılara yönelik Husi füze saldırıları tehdidini ortadan kaldırarak Suudi Arabistan’ın yüksek ekonomik hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırdı. Sonuç olarak Riyad artık İsrail’in İran’ın bölgesel nüfuzunu geriletecek ortak askeri ve istihbarat ekseni vizyonunu paylaşmıyor gibi görünüyor. Aslında mart ayından bu yana İran ve Suudi Arabistan büyükelçilikler açarak, ülkeleri arasında seyahati kolaylaştırarak ve kültürel alışverişler yoluyla ilişkileri tamamen normalleştirmeye çalıştı. İran 2022 yılında Kuveyt ve BAE ile tam ilişkiler kurmuştu. Mısır ve Ürdün’le de ilişkileri yeniden tesis etmek için görüşmeler yürütüyor.

ABD-Suudi savunma anlaşması Tahran için endişe kaynağı olmaya devam edecek. Ancak Riyad ve Körfez’in geri kalanıyla diplomatik ve ekonomik ilişkilerini etkilemeyen ve gücünü azaltmayı amaçlayan, bölgesel bir güvenlik düzenlemesi oluşturmayan bir anlaşmaya olumsuz tepki verme olasılığı daha düşük. Suudi Arabistan, ABD ile büyük bir pazarlık peşinde koşarken İran’ı ikili ve bölgesel meselelere dahil ederek İran’ın ABD anlaşmasına karşı direncini en aza indirebilir ve hatta Tahran’ın yeni bir bölgesel düzene rıza göstermesini sağlamanın yollarını bulabilir.

Washington, Riyad’ın diplomatik imtiyazlar ve ekonomik avantajlar kullanarak Tahran’ı yanında tutma çabalarını onaylamayabilir. İran ABD’nin başlıca düşmanlarından biri ve İsrail’in de başlıca düşmanı. Ancak ABD, İran ile Arap komşuları arasındaki ilişkilerin normalleşmesini durduramaz. İran’ın direniş ekseni güçlendikçe Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE kendilerini güvende tutmak için Tahran’ın bölgeye entegre edilmesi gerektiğine karar verdi. İran’la ilişki kurarlarsa ve Tahran’ın kendileriyle ikili ilişkilerde çıkarı olursa güvenliklerini daha iyi koruyabileceklerine karar verdiler.

Amerika Birleşik Devletleri de normalleşmeyi durdurmaya çalışmamalı. Arap dünyasının yaklaşımı başarılı olursa, bölgesel gerilimleri azaltarak Amerikan çıkarlarına hizmet edecek ve ABD’nin Asya ve Avrupa’ya odaklanmasını sağlayacak. Bu nedenle ABD, Tahran karşıtı bir ittifak oluşturmak için boşuna uğraşmak yerine Orta Doğu’nun yeni düzenini İran’ın hırslarını engellemek için kullanmalı. Bunun için Washington, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini İran’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye teşvik ederek Tahran’ın Filistin meselesinde kalıcı bir çözüme razı olmasını ve Levant bölgesinde gerilimi azaltmasını sağlamalı. İran’ın en azından zımni onayı olmadan Filistinliler için bir çözüme ulaşmak zor olacak ve herhangi bir anlaşma İran’ın onayı ile çok daha sağlam bir zemine oturacak. Böyle bir çözüm aynı zamanda İran’ın meseleyi istismar etmesini engelleyecek, Filistinli radikal seslerin etkisini azaltacak ve Arap dünyasına İsrail ile daha iyi ilişkiler kurması için siyasi alan yaratacak.

EŞİKTEN DÖNDÜ

İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve çoğu Arap ülkesinin üzerinde hemfikir olduğu bir konu var: İran’ın nükleer programı. Hepsi de programın genişlemeye devam etmesinin Orta Doğu’daki en istikrarsızlaştırıcı gelişmelerden biri olduğuna inanıyor. Tahran nükleer silah üretmeye yaklaştıkça İsrail, İran’a yönelik gizli saldırılarını artırabilir. Tahran’ın nükleerleşmenin eşiğinde olduğu anlaşılırsa İsrail bu ülkeye doğrudan saldırabilir ki bu da ABD’yi hızla doğrudan bir çatışmanın içine çekebilir. Riyad ve Washington bir savunma anlaşması imzalarsa Suudi Arabistan da herhangi bir savaşın tarafı haline gelebilir. Bu durumda savaş, hem Levant bölgesinde hem de Körfez’de yaşanacak ve her iki bölge ve küresel ekonomi için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.

İran ve ABD, Biden’ın 2021 başında göreve gelmesinden bu yana yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çalıştı ve başarısız oldu. Ve ilk başta, 7 Ekim saldırıları yeni bir anlaşmaya varılmasını neredeyse imkânsız hale getirmiş gibi görünebilir. Ancak Tahran ve Washington 7 Ekim’den önce gerilimi düşürmek için dikkatle çalışmışlardı ve aralarındaki sessiz anlaşma büyük ölçüde istikrarlı bir şekilde devam etti. Örneğin gayrı resmi nükleer anlaşma yürürlükte kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İran’ın vekilleri Amerikan üslerine roket fırlattı, ancak iki tarafın da diğeriyle savaşmak istediğine dair çok bir belirti yok- bu saldırılar gerçek bir zarar vermekten ziyade Gazze’ye destek göstermek ve ABD’yi gayrı resmi anlaşmayı bozmaması konusunda uyarmak için tasarlandı. Washington’un tek tük gerçekleştirdiği saldırılar da benzer şekilde İran’ın saldırılarına yanıt verilmesini isteyen iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik bir duruş sergiliyor. Washington için İran’la gerilimi tırmandırmak, askeri ve diplomatik kaynaklarını Pekin ve Moskova’yla olan rekabetinden uzaklaştıracaktır. İran’ın liderleri ise ekonomilerini mahvedecek ve muhtemelen rejimlerini yıkacak bir çatışma riskini almak istemiyorlar.

Bu göreceli sükûnet muhtemelen en azından Kasım 2024’teki ABD başkanlık seçimlerine kadar devam edecek. Ancak eski ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve dönme ihtimali, Tahran ve Washington’un yeni bir anlaşma yapmak için fazla zamanları olmadığı anlamına geliyor. Biden yeniden seçilse bile iki devletin, nükleer anlaşmazlığı Ekim 2025’ten önce çözmesi gerekiyor. Ekim 2025’te, imzacıların (Trump’ın çekildiği) 2015 nükleer anlaşması kapsamında BM tarafından onaylanmış yaptırımları yeniden uygulama yeteneği sona erecek. Eğer ABD ve Avrupalı müttefikleri BM yaptırımlarını o tarihten önce yeniden uygulamaya koymazlarsa, bir daha asla uygulayamayabilirler; Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesi gereken gelecekteki kısıtlamaları muhtemelen veto edecekler. Ancak Batı bu kısıtlamaları yeniden uygulamaya kalkarsa, İran Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan ayrılacağı uyarısında bulundu -ki bu silah yapmanın çok açık bir habercisi- ve bu da büyük bir uluslararası krize yol açabilir. O halde Washington ve müttefikleri, kararlarını vermeden önce yeni bir anlaşma istiyorlar.

Yeni bir anlaşma için İran ve ABD’nin en son nükleer görüşmeleri yaptıkları Ağustos 2022’de Viyana’da kaldıkları yerden devam etmeleri gerekiyor. Gazze’deki çatışmalara rağmen hedefleri aynı: ABD, İran’ın zenginleştirebileceği uranyum miktarını ve saflığını sınırlandırmak, böylece Tahran’ın nükleer silah yapmak için yeterli bölünebilir madde üretmesi için gereken süreyi uzatmak ve İran’ın nükleer programının sıkı bir uluslararası denetime tabi olmasını sağlamak istiyor. İran’ın ise hâlâ felç edici ekonomik yaptırımlardan kurtulmaya ihtiyacı var.

Ancak 2022’den farklı olarak ABD, nükleer görüşmelerini Suudi Arabistan’ın İran’la gerilimi azaltma çabalarıyla yakından koordine etmeli. Ne de olsa ikisi birbiriyle bağlantılı. İran ile ABD arasındaki gerilimi azaltan nükleer görüşmelerdeki başarı, Suudi Arabistan’ın İran’la yaptığı görüşmelerin de aynı sonuca varmasına yardımcı olacak; bu arada Riyad ile Tahran arasındaki görüşmelerin başarısı, özellikle de bu tür görüşmelerin Washington tarafından teşvik edilmesi durumunda, İran’a ABD ile nükleer anlaşmaya güvenmesi için daha fazla neden verecek. ABD’nin Suudi Arabistan’la yapacağı herhangi bir nükleer anlaşmanın İran’la yaptığı anlaşmaya benzer sınırlamalar ve kısıtlamalar içermesini sağlaması gerekecek. Aksi takdirde, hangi devlete daha düşük nükleer kabiliyet verilirse o devlet diğerini yakalamak için çok çalışacağından giderek şiddetlenen bir gerilim sarmalına girebilir.

YETİŞMEK

Yakın vadede Washington’un Orta Doğu stratejisi Gazze’deki savaşı sona erdirmeye ve bölgesel istikrara giden yolu bulmaya odaklanmalı. Ancak uzun vadede ABD’nin İran ve Filistinlilerin ötesine bakması gerekiyor. Orta Doğu politikaları Washington’un başlıca uluslararası rakibi Pekin ile de mücadele etmek zorunda.

Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik varlığı son on yılda belirgin bir şekilde arttı. Ülke enerji kaynakları için büyük ölçüde Körfez’e güveniyor ve Körfez’i Afrika’da genişleyen ticaret ve yatırım ağları için bir geçit olarak kullanıyor. Çin de Suudi Arabistan ve BAE’ye Batı’dan temin edemedikleri bilgiye -örneğin yeşil enerjinin temelini oluşturan teknolojilere- erişim imkânı sunarak Körfez’de kalkınmaya öncülük etmelerine yardımcı oldu. Çin ayrıca Körfez’de, özellikle de Suudi Arabistan’da önemli doğrudan finansal yatırımlar yaptı. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping döneminde bu ticari ilişki, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne dahil edildi. Xi, bu bağları geliştirmeyi Washington’un Pekin’i kısıtlama çabalarına verdiği yanıtın bir parçası haline getirdi.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in Orta Doğu ülkeleriyle genişleyen ilişkilerini dikkate aldı. Xi’nin İran ve Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya aracılık etmesine özellikle dikkat etti. Washington, Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik nüfuzunu kullanarak bölgede siyasi ve güvenlik gücü olmak istediğine inanıyor. ABD-Suudi savunma anlaşması buna bir yanıt: Riyad’ın Çin’in yörüngesine kaymasını durdurmanın bir yolu. Washington’un Orta Doğu üzerinden ticaret koridoru planları da Pekin’in planlarını baltalamak için tasarlandı. Böyle bir koridor bölgeye ekonomik fayda sağlayacak ancak asıl amacı bölgenin ekonomik geleceğini Hindistan ve Avrupa’ya bağlayarak Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı koymak. Koridor aynı zamanda BAE ve Suudi Arabistan’ı İsrail’e bağlayacak ve İsrail ekonomisini Orta Doğu ekonomisine entegre edecek.

Pekin, Washington’un önerilerine ihtiyatla karşılık verdi. ABD bir Hindistan-Ortadoğu-Avrupa ekonomik koridoru oluşturmaktan bahsettiğinde Çin, “jeopolitik bir araç” haline gelmemesi koşuluyla koridoru memnuniyetle karşılayacağını söyleyerek tepki gösterdi ki bu da elbette ABD’nin tam olarak amaçladığı şey. Bu durum Orta Doğu’yu ekonomik koridorun parçası olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölecek: Çin’in bölgesel vizyonuna ters düşen dışlayıcı bir sistem. Ve Pekin, Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşmesine yönelik çabasının, Çin’in İranlılar ve Suudiler karşısındaki başarısına denk bir girişim olduğunu biliyor. Çin henüz ABD’nin planlarını engelleyebilecek bir konumda değil ancak bölgeyle ekonomik ilişkilerini yavaşlatacağına dair bir işaret de yok. Mevcut jeopolitik boşlukta bu angajman genişlemeye ve derinleşmeye devam edecek.

Suudi Arabistan Çin ve ABD arasında bir seçim yapmak istemiyor. Ancak tıpkı İsrail ve Filistin topraklarında olduğu gibi Riyad da Washington’un planlarını kabul edebilir çünkü bu planlar Riyad’ın bölgesel konumunu güçlendirerek ve ekonomik etkisini artırarak büyük güç olma hedeflerini destekleyecek. Bu planlar diğer bölge ülkelerinin ekonomilerini de iyileştirecek. Sonuç olarak, Suudi merkezli bir Orta Doğu’ya düşmanca yaklaşabilecek Arap ülkeleri ABD’nin önerilerini kabul edebilir. Bunu yaparlarsa, sonuç hem Orta Doğu ülkeleri içinde hem de aralarında daha fazla istikrar olacaktır.

Ancak her devletin önerilen düzeni kabul etme olasılığını artırmak için ABD’nin, sisteminin geniş bir refah ortamı sağladığından emin olmaktan daha fazlasını yapması gerekebilir. ABD aynı zamanda Orta Doğu’nun güvenliği için bölgeyi kamplara ayırmayan ve tüm aktörlere yer açan bir vizyonu da benimsemeli. Bu da ABD’nin öngördüğü ekonomik koridordaki ülkelerin diğer ekonomik düzenlemelere de katılmasına izin vermesini gerektiriyor. Aynı zamanda İsrail’in, diğer Arap devletlerinin ve hatta İran’ın güvenliğini destekleyecek büyük bir pazarlık gerektiriyor. Böyle bir güvenlik kısmen yeni bir nükleer anlaşma ve İran ile Suudi Arabistan arasında bölgesel anlaşma yoluyla sağlanabilir. Ancak ABD, Suudi Arabistan ile imzalayacağı anlaşmanın ötesinde bölgesel anlaşmalar yapmayı da düşünmeli. Bu paktlar ABD’nin güvenlik garantilerini diğer devletlere de yayabilir ancak aynı zamanda kısıtlamalar ve kırmızı çizgiler de içermeli. Washington 7 Ekim’den önce yaptığı gibi bölgesel müttefiklerine silah sağlamaya devam edemez. Bu politika istikrarı teşvik etmek yerine bölgesel bir silahlanma yarışını ve savaşı teşvik etti.

BARIŞ 

Washington ne yaparsa yapsın, Orta Doğu vizyonuna karşı direnç olacak. İran; İsrail ve ABD’ye karşı düşmanca tutumunu sürdürecek. Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşuları krallığın hakimiyetinden asla memnun olmayacak. İsrail ve Türkiye de Suudi Arabistan’ın bu kadar güç toplamasının ve ABD’nin Suudilere bağlılığının kendi çıkarları için ne anlama geldiğini hesaplayacak. Buna göre ve muhtemelen Washington’un tahmin edemeyeceği şekillerde tepki verecekler.

Ancak tüm bu ülkeler daha fazla güç istese de en çok istedikleri şey rejimlerinin istikrarını korumaktır. Yerel çatışmaları sona erdirecek, ekonomik büyümeyi teşvik edecek ve iç baskıları azaltacak bir vizyona sahip olmak istiyorlar. Eğer bir ABD-Suudi anlaşması bunu sağlarsa, nihayetinde bunu kabul edecekler.

Ancak bu pazarlığın işe yaraması için ABD’nin İsrail’i, birçoklarının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırma olarak gördüğü uygulamalardan vazgeçmeye ikna etmesi gerekecek. Washington, Filistinlilerin davasını görmezden gelmek yerine, gelecekteki Filistin devletine giden güvenilir bir yol yaratılmasına yardımcı olarak Filistinlilerin kötü durumunu daha geniş bir şekilde ele almalı. Washington’un pazarlığı, İran’ın nükleer programını dondurarak ve hem caydırıcılık yoluyla hem de gerilimi azaltacak adımlar atarak bölgesel vekil ağını kısıtlayarak ortaya koyduğu meydan okumayla mücadele etmeli. Ve ABD, Orta Doğu ekonomilerinin gelişmesine yardımcı olacak bir ticaret koridoru oluşturmalı. Ancak o zaman bölge istikrarlı olacak ve ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English