Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: ABD’nin çıkarı, Orta Doğu’nun Suudi liderliğinde yeniden şekillendirilmesinde

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD dış politikasının oluşturulmasında etkili yayın organlarından Foreign Affairs’te yayınlandı. ABD’nin Suudi Arabistan’ın liderliğinde yeni Orta Doğu’yu nasıl şekillendirebileceğinin ele alındığı makaleye göre bu zor yolu başarabilirse “ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.”

***

Orta Doğu’yu Yeniden Şekillendiren Savaş

Washington Dönüşen Bölgeyi Nasıl İstikrarlı Hale Getirebilir?

Maria Fantappie ve Vali Nasr

7 Ekim 2023’ten önce, ABD’nin Orta Doğu vizyonu nihayet meyve veriyor gibi görünüyordu. Washington, Tahran’la nükleer programı konusunda üstü kapalı bir anlaşmaya varmıştı; bu anlaşmaya göre İran İslam Cumhuriyeti sınırlı bir mali rahatlama karşılığında nükleer programını fiilen durdurmuştu. Amerika Birleşik Devletleri Suudi Arabistan’la bir savunma anlaşması üzerinde çalışıyordu ve bu da Krallığın İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesine yol açacaktı. Ve Washington, Çin’in bölgede artan etkisini dengelemek için Hindistan’ı Orta Doğu üzerinden Avrupa’ya bağlayacak iddialı bir ticaret koridoru planladığını duyurmuştu.

Elbette engeller de vardı. Tahran ve Washington arasındaki gerilim geçmişe kıyasla daha düşük olsa da devam ediyordu. İsrail’in sağcı hükümeti Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini genişletmekle meşguldü ve bu durum Filistinlilerin öfkesine yol açıyordu. Ancak ABD’li yetkililer İran’ı bir oyunbozan olarak görmüyordu; ne de olsa yakın zamanda çeşitli Arap hükümetleriyle ilişkilerini düzeltmişti. Ve İsrail, Filistinlilere anlamlı tavizler vermese de Arap devletleri ile ilişkilerini normalleştirmişti.

Ardından Hamas İsrail’e saldırarak bölgeyi kargaşaya sürükledi ve ABD’nin vizyonunu altüst etti. Militan grubun Gazze Şeridi’nden başlattığı ve savaşçılarının yüksek teknoloji ürünü bir sınır duvarını aşarak İsrail’in güney kasabalarına girdiği yaklaşık bin 200 kişiyi öldürdüğü ve 240’tan fazla kişiyi rehin aldığı geniş çaplı saldırı, Orta Doğu’nun hâlâ son derece patlamaya hazır bir bölge olduğunu açıkça ortaya koydu. Bu saldırı, İsrail’in Gazze’de insanlık trajedisine yol açan şiddetli bir askeri tepki vermesine yol açtı; çok sayıda ölü ve Filistinlilerin yerinden edinmesine neden oldu ve daha geniş bir bölgesel savaş riskini artırdı. Filistinlilerin sıkıntısı tekrar gündemde ve İsrail-Suudi Arabistan anlaşması artık mümkün değil. Hamas’ın direnci ve askeri yetenekleri için İran’ın desteğinin belirleyici olduğu göz önüne alındığında, İran’ın bölgesel askeri kapasitesi artık oldukça güçlü görünüyor. Tahran’a ayrıca yeni bir özgüven gelmiş gibi. Daha geniş çaplı bir çatışmaya hevesli olmasa da İran, Hamas’ın güç gösterisinin tadını çıkardı ve o zamandan bu yana İsrail’in Lübnanlı milis Hizbullah ile karşılıklı ateş açması ve İran destekli diğer grupların ABD birliklerine roket fırlatması üzerine çıtayı yükseltti.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu üzerindeki etkisi hâlâ büyük. Ancak İsrail’in savaşına verdiği destek, bölgedeki güvenilirliğine kesinlikle gölge düşürdü. (Bu destek, özellikle İsrail’in meşru müdafaa iddiasının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırmaya dönüşmesi nedeniyle Washington’un küresel Güney’deki konumuna da zarar verdi). Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu için uzun süredir göz ardı ettiği gerçeklerle başa çıkacak yeni bir strateji oluşturmak zorunda kalacağı anlamına geliyor. Örneğin Washington artık Filistin meselesini ihmal edemez. Aslında bu çatışmanın çözümünü, çabalarının odak noktası haline getirmek zorunda kalacak. Gelecekte yaşanabilir bir Filistin devletine giden güvenilir bir yol bulunana kadar ABD’nin Arap-İsrail ilişkilerinin geleceği de dahil bölgedeki diğer sorunları ele alması kesinlikle imkânsız olacak.

Washington ayrıca Ortadoğu’yu sarsan Tahran’ın yükselen gücünü de ele almalı. ABD bölgeye barış getirmek istiyorsa İran ve vekillerini sınırlandırmanın yeni yollarını bulmalı. En az bunun kadar önemli olan bir diğer husus da ABD’nin İran’ın bölgesel düzene meydan okuma arzusunu frenlemesi. Özellikle de İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine ulaşma adımlarını durduracak yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyacaktır.

Bu hedeflere ulaşmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara bırakması gerekmiyor. Aslında, daha önce öngördüğü düzenin unsurları üzerine inşa edebilir ve etmeli de. Özellikle Washington bölgeye yönelik yeni planını İran, İsrail ve tüm Arap dünyası ile işleyen ilişkilere sahip Suudi Arabistan ile ortaklığına dayandırmalı. Riyad, İsrail-Filistin müzakerelerini canlandırmak ve ABD’nin İran’la nükleer bir anlaşma yapmasına yardımcı olmak için geniş nüfuzunu kullanabilir. Riyad ve Washington, ABD’nin Çin’i dengelemek için ihtiyaç duyduğu Orta Doğu ekonomik koridorunu oluşturabilir.

Bu yeni büyük pazarlık, ABD’nin 7 Ekim’den önce müzakere ettiği anlaşma kadar basit olmayacak. İsrail-Suudi normalleşmesi ile başlamayacak ve İran’a karşı bir Arap-İsrail ittifakı ile sona ermeyecek. Ancak geçmiş anlaşmaların aksine, bu yeni çerçeve ulaşılabilir. Ve doğru yapıldığı takdirde bölgesel gerilimi düşürecek ve kalıcı barışı tesis edecektir.

HÜSNÜKURUNTU

Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’dan uzaklaşabileceğine inanması anlaşılabilir bir durumdu. İsrail-Filistin çatışması sürüncemede kalsa da Arap-İsrail çatışması sona eriyor gibi görünüyordu. İran, nükleer programının ilerlemesini sınırlamak için ABD ile etkili bir pazarlık yapmış ve Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmişti. Bölge, kendi başının çaresine bakıyor gibiydi ve bu da Washington’un Asya ve Avrupa’ya odaklanmasına olanak sağlıyordu.

Ancak Washington bu durumun istikrarını abartmış ve kendisine karşı olan güçleri hafife almıştı. Örneğin ABD Başkanı Joe Biden, Suudi Arabistan’la yapılacak bir savunma anlaşması için Senato’nun onayını nasıl alacağını çok az düşünmüş görünüyor; üstelik bu anlaşma Krallığa gelişmiş silahlar ve sivil nükleer altyapı sağlamayı gerektirebilecekken. ABD ayrıca Riyad’ın bölgesel hegemonya arayışını güçlendirirken diğer Orta Doğu ülkelerinin buna itiraz etmeyeceğini varsayarak da yanlış yaptı. Washington, örneğin Tahran’ın Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirmeye çok hevesli olduğunu ve ABD’nin planlarına müdahale edemeyecek kadar iç huzursuzluklarla meşgul olduğunu düşündü. Elbette gerçekte İran silahlı vekillerini güçlendirmeye ve beslemeye devam ediyordu.

Ancak Washington’un en büyük yanılgısı Filistin meselesini görmezden gelebileceğini düşünmesiydi. Örneğin Suudilerle yapılan belirsiz anlaşma, Filistinlilere büyük tavizler vermeden Riyad’ın İsrail’le ilişkilerini normalleştirebileceği ve bunun geniş çaplı bir tepkiye yol açmayacağı varsayımına dayanıyordu. ABD, gerilimi düşürme vaadine rağmen İran ve İsrail arasındaki gölge savaşın devam ettiğini biliyordu. Ancak bu savaşın Filistin meselesiyle birleşeceğini ve yıkıcı bir etki yaratacağını öngöremedi.

7 Ekim’in de gösterdiği gibi, Washington’un Orta Doğu’ya ilişkin kanısı tamamen yanlıştı. Yine de ABD şu ana kadar fikirlerini güncellemedi. Washington’un Gazze’deki savaşa yönelik genel tepkisi, İsrail’in itibarını kurtarabilecek sınırlı bir askerî harekât için baskı yapmak yerine, acımasız bir askeri saldırıya neredeyse açık destek oldu. Bunun sonucunda Orta Doğu’da hem İsrail hem de Amerikan karşıtı bir öfke oluştu. Örneğin Ürdün Kralı II. Abdullah ve eşi Kraliçe Rania el- Abdullah, İsrail’in askeri harekâtını kamuoyu önünde kınadı, Amerika’nın bu harekata verdiği desteği eleştirdi ve Ürdün’ün bu savaşta Batı’nın yanında yer almadığını açıkça ifade etti. Hem Ürdün hem de Bahreyn İsrail’deki büyükelçilerini geri çağırdı ve diplomatik ilişkilerini dondurdu. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Arap liderler Kasım ayında Amman’da bir araya geldiklerinde, göstermelik bir ortak bildiri bile yayınlayamadılar.

ABD, Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için çatışmalara ara verilmesini destekleyerek İsrail yanlısı tutumunu telafi etmeye çalıştı. Ayrıca rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak için Hamas ile yakın ilişkileri olan Katar hükümeti ile işbirliği yaptı. Ve Washington savaşın sonunda Gazze’nin uzun süreli bir İsrail işgaline maruz kalması yerine Filistin Yönetimi tarafından yönetilmesi için lobi faaliyeti yürüttü.

Ancak bu mütevazı adımların bölgeyi istikrara kavuşturması pek olası değil. Aslında tam tersi bir etki yaratıyor: Arap dünyasının diğer aktörlerinin kendi çıkarlarını ilerletmek için kullanacakları bir boşluk yaratıyor. İsrail Hamas’ı yok etmeyi öncelikli hedefi haline getirdi, ancak ABD’nin baskısı olmazsa Gazze’ye hesaplanamaz zararlar vererek vatandaşlarını ve bölgeyi yenilmezliğine ikna etmeye ve potansiyel rakiplerini caydırmaya çalışacak. Mısır, Ürdün ve Filistin Yönetimi, kendilerine yönelik iç ve dış tehditleri en aza indirmek isteyecek, bu nedenle savaş sonrası diplomasinin ekonomik çıkarlarına uygun olmasını ve bölgesel konumlarını güçlendirmesini sağlamaya çalışacaklar. Körfez ülkeleri de bu çatışmayı nüfuz mücadelesi için kullanacak. Katar şimdiden Hamas’la olan ilişkisini kullanarak kendisini vazgeçilmez bir bölgesel oyuncu haline getirmeye çalışıyor- bu konuda hem Suudi Arabistan hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) daha fazla nüfuza sahip bir oyuncu. Türkiye ise Washington’un kendisine F-16 savaş uçakları satmasını ve Suriye’deki Kürtleri desteklemekten vazgeçmesini sağlamak için çatışmanın çözümünde rol almak istiyor.

Ancak savaştan şimdiden en çok kazançlı çıkan devlet İran. Filistin meselesinin yeniden canlanması bölgesel dikkatleri bir kez daha Levant’a odakladı. Hamas ve Hizbullah’ın yanı sıra Esad rejimini, Irak ve Suriye’deki Şii milisleri ve Yemen’deki Husileri de içeren İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”, Ortadoğu siyasetinin yönünü değiştirebileceğini, bölgesel çatışmaları istediği zaman tırmandırıp istediği zaman yatıştırabileceğini gösterdi. İran ayrıca Hamas’a verdiği sarsılmaz destekle Filistinlilerin savunucusu imajını güçlendirerek Orta Doğu’daki popülaritesini artırdı. Tahran, Hamas’a verdiği desteği Arap dünyasıyla gelişen ilişkileriyle dengeleyerek bölgesel siyasete tam anlamıyla dahil olmaya çalışıyor. Hamas saldırılarından kısa bir süre sonra İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ile Mart 2023’te iki ülke arasındaki ilişkilerin yenilenmesinden bu yana ilk kez telefonda görüştü. Reisi daha sonra prensin daveti üzerine Kasım ayında Riyad’a giderek katılımcıların Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi olarak adlandırdığı toplantıya katıldı. Tahran, İran’ı çevreleyecek Arap-İsrail ekseni fikrini tersine çevirdi.

Bu eğilimler hep birlikte bölgeyi daha geniş bir çatışmaya doğru sürüklüyor. ABD’ye karşı derinleşen güvensizlik, bu ülkenin bölgeyi istikrara kavuşturmadaki yetersizliği ve etrafında toplanabilecekleri ortak bir vizyonun olmaması, farklı devletleri, sokaklardan gelen baskı ve daha geniş bir savaş korkusuyla kendi kısa vadeli çıkarlarının peşinden gitmeye itiyor. Bu farklı çıkarlar bölgedeki krizi uzatıyor ve istenmeyen bir tırmanma ihtimalini artırıyor. En kötüsünden kaçınmak için Washington’un temel varsayımlarını yeniden gözden geçirmesi, Orta Doğu’ya olan bağlılığını yenilemesi ve bölge için yeni bir vizyon ortaya koyması gerekecek.

RİYAD BU İŞTE VAR MI YOK MU

Washington’un en acil görevi Gazze’deki savaşı sona erdirmek. İsrail bölgeye saldırıp sivilleri öldürdüğü ve ABD müttefikini dizginlemek için çok az şey yaptığı sürece, Arap ülkelerindeki hükümetler ve halklar ABD’nin liderliğini takip edemeyecek kadar öfkeli olacak. Sonuç olarak, ABD yetkilileri İsrail’e Hamas’a karşı sivilleri topluca cezalandıran bir savaş yürütmekten vazgeçmesi için baskı yapmalı. 16 Kasım itibariyle Gazze’deki çatışmalar 11 binden fazla Filistinlinin ölümüne ve bölgenin gıda, su ve ilaca erişiminin engellenmesine neden oldu. Washington İsrail’in Gazze’de sınırsız şiddet uygulamasına son vermesini sağlamalı ve bunun yerine on yıllardır devam eden Filistin sorununa barışçıl ve siyasi bir çözüm bulması için baskı yapmalı.

Çatışmalar sona erdiğinde Washington ileriye bakmaya başlayabilir. Bunu yaparken de soğukkanlı bir bakış açısına sahip olması gerekecek. Ancak 7 Ekim’den önce uğruna çalıştığı her şeyi bir kenara atmasına gerek yok. ABD stratejisini yine Suudi Arabistan’la büyük bir pazarlık yapmaya dayandırmalı. Her ne kadar Riyad yakın zamanda İsrail’le ilişkilerini normalleştiremeyecek olsa da Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki her ülkeyle iyi ilişkiler içinde olan bölgedeki birkaç hükümetten biri. Hatta İsrail ile gayrı resmi de olsa samimi ilişkileri var. Bölgede kilit bir arabulucu konumunda.

Gazze’deki savaş, Suudi Arabistan’a İsrail-Filistin çatışmasını istikrara kavuşturma şansı vererek Krallığın itibarını artırabilir. İran ve Türkiye’nin yanı sıra Arap dünyasının dört bir yanından liderlerin katıldığı Arap-İslam Ortak Olağanüstü Zirvesi bu yönde atılmış ilk adımdı. Mısır, Ürdün ya da genellikle İsrail ile düşmanları arasında arabuluculuk yapan diğer devletlerin aksine Suudi Arabistan gerçek bir barış anlaşmasına yardımcı olmak için gereken güvenilirliğe ve bölgesel ilişkilere sahip. Bunu gerçekleştirmek için Suudi Arabistan, Arap dünyasındaki başlıca güç odakları olan İran ve Türkiye’nin yanı sıra ABD aracılığıyla İsrail’le birlikte çalışarak Filistin devleti kurulması hedefiyle İsrail-Filistin barış süreci için geniş bir çerçeve oluşturabilir. Ardından Suudi Arabistan ve ortakları bölgesel güvenlik için tüm tarafların üzerinde mutabık kalacağı kurallar ve kırmızı çizgiler içeren kapsayıcı bir çerçeve oluşturmaya çalışacaklar. Ancak böyle bir anlaşma İsrail’in sınırlarında kalıcı barışı sağlayabilir, Filistinliler arasındaki radikal güçlere kapıyı kapatabilir, İran ve İsrail arasındaki gölge savaşını kontrol altına alabilir ve Tahran’ın direniş eksenini dizginleyebilir.

Suudiler, Filistin meselesini sahiplenme konusunda isteksiz olacaklar. Ancak Suudi Arabistan’ın çıkarları bölgesel barış ve güvenliğe dayanıyor. Büyük ekonomik vizyonu, bölgede kalıcı bir kriz olması halinde gerçekleşemez. Riyad ayrıca bölgesel liderlik ve dünya sahnesinde büyük bir güç olarak tanınma arzusunu sürdürüyor ki bu da Amerikan desteğini gerektiriyor ve bu nedenle Riyad’ı, ABD’nin bir barış anlaşmasına aracılık etme çağrılarına kulak vermeye sevk edebilir.

Suudi Arabistan’a yardım etmek için ABD’nin Riyad’a geniş çaplı diplomasi yürütmesi için Filistin meselesini çözecek bir anlaşma için İran’ın rızasını araması amacıyla hükümete izin vermek de dahil, destek sunması gerekecek. Washington’un diğer Arap müttefiklerini de Riyad’ı desteklemeye ikna etmesi gerekecek. Ve ABD, 7 Ekim’den önce Riyad ile masada olan savunma anlaşmasını sürdürmeli. Ancak artık ön koşul olarak İsrail’in derhal tanınmasını talep edemez. Bunun yerine ABD, Suudi Arabistan’dan İsrail-Filistin barış sürecine liderlik etmesini istemeli. İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi bu sürecin bir sonucu olabilir.

İsrail ve Filistin toprakları için bir barış önerisi ortaya koyarken Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşularına danışabileceğini ve onların hırslarının yanı sıra güvenlik kaygılarını da daha iyi dikkate alabileceğini kanıtlaması gerekecek ki bunu 7 Ekim’den önce yapmamıştı. Bunu yapmak Riyad’ın harcamak istemeyebileceği diplomatik enerjiyi kullanmasını gerektirebilir. Ancak İsrail-Filistin anlaşmasına giden yolun kolaylaştırılmasına yardımcı olmayı ve daha fazla bölgesel güvenlik sağlamayı başarırsa, Suudi Arabistan arzuladığı diplomatik ciddiyeti kazanacaktır. Bu arada ABD ile yapılacak bir savunma anlaşması, Suudi Arabistan’a Orta Doğu’nun önde gelen ekonomik ve siyasi aktörü olma konumunu sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu askeri kabiliyetleri sağlayacaktır.

SINIRLAMA VE KONTROL ETME

Filistin meselesinin çözülmesi istikrarlı bir Orta Doğu yaratmak için elzem. Ancak bölgenin karşı karşıya olduğu tek zorluk bu değil. Herhangi bir büyük pazarlığın parçası olarak Washington’un İran’la gerilimi düşürmesi ve Riyad’la yaptığı anlaşmayı bu ülkenin hırslarını kısıtlamak için kullanması gerekecek. Riyad’la yapılacak bir anlaşma tek başına bunun tam tersini yapma riski taşıyor.

İran’ın ABD-Suudi anlaşmasına olumsuz tepki vermesinin pek çok nedeni var. Örneğin ABD’den Suudi Arabistan’a akmaya başlayacak silahların ölçeği ve niteliği Tahran’ı telaşlandıracaktır. Ayrıca Washington ne kadar kısıtlama getirirse getirsin, Suudi Arabistan’ın sivil nükleer programını doğası gereği saldırgan olarak görecektir. İran ayrıca ABD-Suudi savunma anlaşmasının Orta Doğu’da Amerikan askeri varlığının artmasına yol açacağından endişe edecektir. Dolayısıyla Tahran, ABD-Suudi anlaşmasına kendi silah üretimini artırarak, daha fazla vekaleten saldırı düzenleyerek ve nükleer programını ilerleterek karşılık verebilir. (Mısır, Türkiye ve BAE de nükleer kapasite arayışına girebilir).

İsrail ve Suudi Arabistan sonunda ilişkileri normalleştirirse, İsrail Körfez’de ABD-Suudi savunma anlaşması tarafından korunabilecek doğrudan bir askeri ve istihbarat varlığı bile kurabilir. İran için böyle bir sonuç tam bir kâbus olur. Tahran artık vekillerinin Suudi birliklerine ya da petrol rafinerilerine saldırmasını sağlayarak Suudilerin İsrail’le askeri işbirliğini caydıramaz çünkü böyle bir şey Washington’la doğrudan bir çatışmaya neden olur.

İran’ın şansına, Riyad bir nimet olarak gördüğü Tahran’la yakınlaşmasını sona erdirmek istemiyor. Suudi Arabistan, İran ile ilişkilerini yeniden başlattığından beri Yemen’deki İran destekli Husiler Suudi topraklarına saldırmayı bıraktı. Riyad ve Tahran birlikte, yıllarca süren acımasız savaşın ardından Yemen’de istikrarlı bir ateşkes sağladı. Şimdi Yemen’deki taraflar kalıcı bir anlaşmaya doğru ilerleme kaydediyor. Bu yeni güvenlik ortamı, Suudi rafinerilerine ve diğer altyapılara yönelik Husi füze saldırıları tehdidini ortadan kaldırarak Suudi Arabistan’ın yüksek ekonomik hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırdı. Sonuç olarak Riyad artık İsrail’in İran’ın bölgesel nüfuzunu geriletecek ortak askeri ve istihbarat ekseni vizyonunu paylaşmıyor gibi görünüyor. Aslında mart ayından bu yana İran ve Suudi Arabistan büyükelçilikler açarak, ülkeleri arasında seyahati kolaylaştırarak ve kültürel alışverişler yoluyla ilişkileri tamamen normalleştirmeye çalıştı. İran 2022 yılında Kuveyt ve BAE ile tam ilişkiler kurmuştu. Mısır ve Ürdün’le de ilişkileri yeniden tesis etmek için görüşmeler yürütüyor.

ABD-Suudi savunma anlaşması Tahran için endişe kaynağı olmaya devam edecek. Ancak Riyad ve Körfez’in geri kalanıyla diplomatik ve ekonomik ilişkilerini etkilemeyen ve gücünü azaltmayı amaçlayan, bölgesel bir güvenlik düzenlemesi oluşturmayan bir anlaşmaya olumsuz tepki verme olasılığı daha düşük. Suudi Arabistan, ABD ile büyük bir pazarlık peşinde koşarken İran’ı ikili ve bölgesel meselelere dahil ederek İran’ın ABD anlaşmasına karşı direncini en aza indirebilir ve hatta Tahran’ın yeni bir bölgesel düzene rıza göstermesini sağlamanın yollarını bulabilir.

Washington, Riyad’ın diplomatik imtiyazlar ve ekonomik avantajlar kullanarak Tahran’ı yanında tutma çabalarını onaylamayabilir. İran ABD’nin başlıca düşmanlarından biri ve İsrail’in de başlıca düşmanı. Ancak ABD, İran ile Arap komşuları arasındaki ilişkilerin normalleşmesini durduramaz. İran’ın direniş ekseni güçlendikçe Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE kendilerini güvende tutmak için Tahran’ın bölgeye entegre edilmesi gerektiğine karar verdi. İran’la ilişki kurarlarsa ve Tahran’ın kendileriyle ikili ilişkilerde çıkarı olursa güvenliklerini daha iyi koruyabileceklerine karar verdiler.

Amerika Birleşik Devletleri de normalleşmeyi durdurmaya çalışmamalı. Arap dünyasının yaklaşımı başarılı olursa, bölgesel gerilimleri azaltarak Amerikan çıkarlarına hizmet edecek ve ABD’nin Asya ve Avrupa’ya odaklanmasını sağlayacak. Bu nedenle ABD, Tahran karşıtı bir ittifak oluşturmak için boşuna uğraşmak yerine Orta Doğu’nun yeni düzenini İran’ın hırslarını engellemek için kullanmalı. Bunun için Washington, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini İran’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye teşvik ederek Tahran’ın Filistin meselesinde kalıcı bir çözüme razı olmasını ve Levant bölgesinde gerilimi azaltmasını sağlamalı. İran’ın en azından zımni onayı olmadan Filistinliler için bir çözüme ulaşmak zor olacak ve herhangi bir anlaşma İran’ın onayı ile çok daha sağlam bir zemine oturacak. Böyle bir çözüm aynı zamanda İran’ın meseleyi istismar etmesini engelleyecek, Filistinli radikal seslerin etkisini azaltacak ve Arap dünyasına İsrail ile daha iyi ilişkiler kurması için siyasi alan yaratacak.

EŞİKTEN DÖNDÜ

İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve çoğu Arap ülkesinin üzerinde hemfikir olduğu bir konu var: İran’ın nükleer programı. Hepsi de programın genişlemeye devam etmesinin Orta Doğu’daki en istikrarsızlaştırıcı gelişmelerden biri olduğuna inanıyor. Tahran nükleer silah üretmeye yaklaştıkça İsrail, İran’a yönelik gizli saldırılarını artırabilir. Tahran’ın nükleerleşmenin eşiğinde olduğu anlaşılırsa İsrail bu ülkeye doğrudan saldırabilir ki bu da ABD’yi hızla doğrudan bir çatışmanın içine çekebilir. Riyad ve Washington bir savunma anlaşması imzalarsa Suudi Arabistan da herhangi bir savaşın tarafı haline gelebilir. Bu durumda savaş, hem Levant bölgesinde hem de Körfez’de yaşanacak ve her iki bölge ve küresel ekonomi için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.

İran ve ABD, Biden’ın 2021 başında göreve gelmesinden bu yana yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çalıştı ve başarısız oldu. Ve ilk başta, 7 Ekim saldırıları yeni bir anlaşmaya varılmasını neredeyse imkânsız hale getirmiş gibi görünebilir. Ancak Tahran ve Washington 7 Ekim’den önce gerilimi düşürmek için dikkatle çalışmışlardı ve aralarındaki sessiz anlaşma büyük ölçüde istikrarlı bir şekilde devam etti. Örneğin gayrı resmi nükleer anlaşma yürürlükte kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İran’ın vekilleri Amerikan üslerine roket fırlattı, ancak iki tarafın da diğeriyle savaşmak istediğine dair çok bir belirti yok- bu saldırılar gerçek bir zarar vermekten ziyade Gazze’ye destek göstermek ve ABD’yi gayrı resmi anlaşmayı bozmaması konusunda uyarmak için tasarlandı. Washington’un tek tük gerçekleştirdiği saldırılar da benzer şekilde İran’ın saldırılarına yanıt verilmesini isteyen iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik bir duruş sergiliyor. Washington için İran’la gerilimi tırmandırmak, askeri ve diplomatik kaynaklarını Pekin ve Moskova’yla olan rekabetinden uzaklaştıracaktır. İran’ın liderleri ise ekonomilerini mahvedecek ve muhtemelen rejimlerini yıkacak bir çatışma riskini almak istemiyorlar.

Bu göreceli sükûnet muhtemelen en azından Kasım 2024’teki ABD başkanlık seçimlerine kadar devam edecek. Ancak eski ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve dönme ihtimali, Tahran ve Washington’un yeni bir anlaşma yapmak için fazla zamanları olmadığı anlamına geliyor. Biden yeniden seçilse bile iki devletin, nükleer anlaşmazlığı Ekim 2025’ten önce çözmesi gerekiyor. Ekim 2025’te, imzacıların (Trump’ın çekildiği) 2015 nükleer anlaşması kapsamında BM tarafından onaylanmış yaptırımları yeniden uygulama yeteneği sona erecek. Eğer ABD ve Avrupalı müttefikleri BM yaptırımlarını o tarihten önce yeniden uygulamaya koymazlarsa, bir daha asla uygulayamayabilirler; Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesi gereken gelecekteki kısıtlamaları muhtemelen veto edecekler. Ancak Batı bu kısıtlamaları yeniden uygulamaya kalkarsa, İran Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan ayrılacağı uyarısında bulundu -ki bu silah yapmanın çok açık bir habercisi- ve bu da büyük bir uluslararası krize yol açabilir. O halde Washington ve müttefikleri, kararlarını vermeden önce yeni bir anlaşma istiyorlar.

Yeni bir anlaşma için İran ve ABD’nin en son nükleer görüşmeleri yaptıkları Ağustos 2022’de Viyana’da kaldıkları yerden devam etmeleri gerekiyor. Gazze’deki çatışmalara rağmen hedefleri aynı: ABD, İran’ın zenginleştirebileceği uranyum miktarını ve saflığını sınırlandırmak, böylece Tahran’ın nükleer silah yapmak için yeterli bölünebilir madde üretmesi için gereken süreyi uzatmak ve İran’ın nükleer programının sıkı bir uluslararası denetime tabi olmasını sağlamak istiyor. İran’ın ise hâlâ felç edici ekonomik yaptırımlardan kurtulmaya ihtiyacı var.

Ancak 2022’den farklı olarak ABD, nükleer görüşmelerini Suudi Arabistan’ın İran’la gerilimi azaltma çabalarıyla yakından koordine etmeli. Ne de olsa ikisi birbiriyle bağlantılı. İran ile ABD arasındaki gerilimi azaltan nükleer görüşmelerdeki başarı, Suudi Arabistan’ın İran’la yaptığı görüşmelerin de aynı sonuca varmasına yardımcı olacak; bu arada Riyad ile Tahran arasındaki görüşmelerin başarısı, özellikle de bu tür görüşmelerin Washington tarafından teşvik edilmesi durumunda, İran’a ABD ile nükleer anlaşmaya güvenmesi için daha fazla neden verecek. ABD’nin Suudi Arabistan’la yapacağı herhangi bir nükleer anlaşmanın İran’la yaptığı anlaşmaya benzer sınırlamalar ve kısıtlamalar içermesini sağlaması gerekecek. Aksi takdirde, hangi devlete daha düşük nükleer kabiliyet verilirse o devlet diğerini yakalamak için çok çalışacağından giderek şiddetlenen bir gerilim sarmalına girebilir.

YETİŞMEK

Yakın vadede Washington’un Orta Doğu stratejisi Gazze’deki savaşı sona erdirmeye ve bölgesel istikrara giden yolu bulmaya odaklanmalı. Ancak uzun vadede ABD’nin İran ve Filistinlilerin ötesine bakması gerekiyor. Orta Doğu politikaları Washington’un başlıca uluslararası rakibi Pekin ile de mücadele etmek zorunda.

Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik varlığı son on yılda belirgin bir şekilde arttı. Ülke enerji kaynakları için büyük ölçüde Körfez’e güveniyor ve Körfez’i Afrika’da genişleyen ticaret ve yatırım ağları için bir geçit olarak kullanıyor. Çin de Suudi Arabistan ve BAE’ye Batı’dan temin edemedikleri bilgiye -örneğin yeşil enerjinin temelini oluşturan teknolojilere- erişim imkânı sunarak Körfez’de kalkınmaya öncülük etmelerine yardımcı oldu. Çin ayrıca Körfez’de, özellikle de Suudi Arabistan’da önemli doğrudan finansal yatırımlar yaptı. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping döneminde bu ticari ilişki, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne dahil edildi. Xi, bu bağları geliştirmeyi Washington’un Pekin’i kısıtlama çabalarına verdiği yanıtın bir parçası haline getirdi.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in Orta Doğu ülkeleriyle genişleyen ilişkilerini dikkate aldı. Xi’nin İran ve Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya aracılık etmesine özellikle dikkat etti. Washington, Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik nüfuzunu kullanarak bölgede siyasi ve güvenlik gücü olmak istediğine inanıyor. ABD-Suudi savunma anlaşması buna bir yanıt: Riyad’ın Çin’in yörüngesine kaymasını durdurmanın bir yolu. Washington’un Orta Doğu üzerinden ticaret koridoru planları da Pekin’in planlarını baltalamak için tasarlandı. Böyle bir koridor bölgeye ekonomik fayda sağlayacak ancak asıl amacı bölgenin ekonomik geleceğini Hindistan ve Avrupa’ya bağlayarak Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı koymak. Koridor aynı zamanda BAE ve Suudi Arabistan’ı İsrail’e bağlayacak ve İsrail ekonomisini Orta Doğu ekonomisine entegre edecek.

Pekin, Washington’un önerilerine ihtiyatla karşılık verdi. ABD bir Hindistan-Ortadoğu-Avrupa ekonomik koridoru oluşturmaktan bahsettiğinde Çin, “jeopolitik bir araç” haline gelmemesi koşuluyla koridoru memnuniyetle karşılayacağını söyleyerek tepki gösterdi ki bu da elbette ABD’nin tam olarak amaçladığı şey. Bu durum Orta Doğu’yu ekonomik koridorun parçası olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölecek: Çin’in bölgesel vizyonuna ters düşen dışlayıcı bir sistem. Ve Pekin, Biden yönetiminin İsrail-Suudi normalleşmesine yönelik çabasının, Çin’in İranlılar ve Suudiler karşısındaki başarısına denk bir girişim olduğunu biliyor. Çin henüz ABD’nin planlarını engelleyebilecek bir konumda değil ancak bölgeyle ekonomik ilişkilerini yavaşlatacağına dair bir işaret de yok. Mevcut jeopolitik boşlukta bu angajman genişlemeye ve derinleşmeye devam edecek.

Suudi Arabistan Çin ve ABD arasında bir seçim yapmak istemiyor. Ancak tıpkı İsrail ve Filistin topraklarında olduğu gibi Riyad da Washington’un planlarını kabul edebilir çünkü bu planlar Riyad’ın bölgesel konumunu güçlendirerek ve ekonomik etkisini artırarak büyük güç olma hedeflerini destekleyecek. Bu planlar diğer bölge ülkelerinin ekonomilerini de iyileştirecek. Sonuç olarak, Suudi merkezli bir Orta Doğu’ya düşmanca yaklaşabilecek Arap ülkeleri ABD’nin önerilerini kabul edebilir. Bunu yaparlarsa, sonuç hem Orta Doğu ülkeleri içinde hem de aralarında daha fazla istikrar olacaktır.

Ancak her devletin önerilen düzeni kabul etme olasılığını artırmak için ABD’nin, sisteminin geniş bir refah ortamı sağladığından emin olmaktan daha fazlasını yapması gerekebilir. ABD aynı zamanda Orta Doğu’nun güvenliği için bölgeyi kamplara ayırmayan ve tüm aktörlere yer açan bir vizyonu da benimsemeli. Bu da ABD’nin öngördüğü ekonomik koridordaki ülkelerin diğer ekonomik düzenlemelere de katılmasına izin vermesini gerektiriyor. Aynı zamanda İsrail’in, diğer Arap devletlerinin ve hatta İran’ın güvenliğini destekleyecek büyük bir pazarlık gerektiriyor. Böyle bir güvenlik kısmen yeni bir nükleer anlaşma ve İran ile Suudi Arabistan arasında bölgesel anlaşma yoluyla sağlanabilir. Ancak ABD, Suudi Arabistan ile imzalayacağı anlaşmanın ötesinde bölgesel anlaşmalar yapmayı da düşünmeli. Bu paktlar ABD’nin güvenlik garantilerini diğer devletlere de yayabilir ancak aynı zamanda kısıtlamalar ve kırmızı çizgiler de içermeli. Washington 7 Ekim’den önce yaptığı gibi bölgesel müttefiklerine silah sağlamaya devam edemez. Bu politika istikrarı teşvik etmek yerine bölgesel bir silahlanma yarışını ve savaşı teşvik etti.

BARIŞ 

Washington ne yaparsa yapsın, Orta Doğu vizyonuna karşı direnç olacak. İran; İsrail ve ABD’ye karşı düşmanca tutumunu sürdürecek. Suudi Arabistan’ın Körfez’deki komşuları krallığın hakimiyetinden asla memnun olmayacak. İsrail ve Türkiye de Suudi Arabistan’ın bu kadar güç toplamasının ve ABD’nin Suudilere bağlılığının kendi çıkarları için ne anlama geldiğini hesaplayacak. Buna göre ve muhtemelen Washington’un tahmin edemeyeceği şekillerde tepki verecekler.

Ancak tüm bu ülkeler daha fazla güç istese de en çok istedikleri şey rejimlerinin istikrarını korumaktır. Yerel çatışmaları sona erdirecek, ekonomik büyümeyi teşvik edecek ve iç baskıları azaltacak bir vizyona sahip olmak istiyorlar. Eğer bir ABD-Suudi anlaşması bunu sağlarsa, nihayetinde bunu kabul edecekler.

Ancak bu pazarlığın işe yaraması için ABD’nin İsrail’i, birçoklarının Filistinli sivillere yönelik toplu cezalandırma olarak gördüğü uygulamalardan vazgeçmeye ikna etmesi gerekecek. Washington, Filistinlilerin davasını görmezden gelmek yerine, gelecekteki Filistin devletine giden güvenilir bir yol yaratılmasına yardımcı olarak Filistinlilerin kötü durumunu daha geniş bir şekilde ele almalı. Washington’un pazarlığı, İran’ın nükleer programını dondurarak ve hem caydırıcılık yoluyla hem de gerilimi azaltacak adımlar atarak bölgesel vekil ağını kısıtlayarak ortaya koyduğu meydan okumayla mücadele etmeli. Ve ABD, Orta Doğu ekonomilerinin gelişmesine yardımcı olacak bir ticaret koridoru oluşturmalı. Ancak o zaman bölge istikrarlı olacak ve ancak o zaman Washington mevcut sorumluluklarından kurtulacak.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English