DÜNYA BASINI
Suudilerin liderliğinde bir Orta Doğu mu?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: 2011’de ABD ile beraber Suriye’ye savaş açan Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap ülkeleri teker teker Şam’la arasını düzeltiyor. Ve nihayet geçen günlerde Suriye’nin Arap Birliği’ne resmen dönüşü sağlandı. Fakat bundan çok daha majör gelişmeler de mevcut. Yıllar sonra Suudiler ve İran, Çin’in arabuluculuğuyla aralarındaki minyatür Soğuk Savaş’a son verdiler. Bunun tarihi bir hadise olduğuna şüphe yok. Nitekim bu gelişmenin başta Suriye ve Yemen olmak üzere vekalet savaşlarının yaşandığı coğrafyalarda uzun vadeli etkileri olacak. Söz konusu gelişmelerin, belki de Biden’ın deyimiyle “ABD’nin en büyük yatırımı” olan İsrail’in saldırganlığının sona ereceğini sağlayacağını düşünmek hüsnükuruntu mudur bilemiyorum ama koşullar olgunlaşmaya başlıyor gibi görünüyor. Aşağıda tercümesi yer alan değerlendirmede, Mısırlı emekli diplomat ve eski Kıdemli Birleşmiş Milletler yetkilisi Ramzy Ezzeldin Ramzy, Suudi Arabistan’ın bölgedeki üstünlüğünü tesis etme çabasında ABD ve İsrail’e olan yaklaşımının nasıl gelişebileceğini ele alıyor.
Washington’un Suudilere karşı hamlesi
Ramzy Ezzeldin Ramzy
The Cairo Review of Global Affairs
Suudi Arabistan kayda değer bir uluslararası aktör olma konumunda ama bu türden bir görev ifa edebilmesi için Orta Doğu’daki liderliğini pekiştirmesi gerekiyor.
Geçtiğimiz hafta sonu Cidde’de sona eren Arap Birliği Zirvesi, krallığın Arap dünyasındaki liderliğini teyit etmiş olabilir. Ancak şimdi Riyad’ın bunu bölgesel liderlik rolüne dönüştürmesi gerekiyor.
Bölgesel anlamda bu türden girişim, bölgeyi huzursuz eden çeşitli krizlerin siyasi çözümüne öncülük etmenin yanı sıra hem ABD hem de İsrail ile ilişkilerin akıllıca yönetilmesini gerektiriyor.
Bu nedenle krallığın dış politikasının son zamanlarda, özellikle de ABD’nin Orta Doğu’daki varlığını azaltmak istediği yönündeki spekülasyonların artmasıyla beraber büyük ilgi görmesi şaşırtıcı değil.
Amerika Birleşik Devletleri Orta Doğu’dan tümüyle çekilemez, fakat yüksek ihtimalle askeri taahhütlerini azaltmaya çalışacaktır. Bu da askeri pozisyonunu hava kuvvetleri ve donanması aracılığıyla “ufuk ötesi” bir hale dönüştürerek mümkün olabilir ki bu da nihayetinde bölgesel müttefiklerinin işbirliğini gerekli kılacaktır.
Washington, başlangıç noktası olarak bölgesel bir hava savunma işbirliği düzenlemesi olan bölgesel çapta bir güvenlik sisteminin kurulmasını teşvik ederek tam da bunu yapmaya çalışıyor. İsrail’in 2022’nin mart ayında ABD’nin güçlü desteğiyle İran’a karşı siyasi-askeri bir platform olarak (İsrail, ABD, Bahreyn, Mısır, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan) Negev Forumu’nu kurma teşebbüsünün ardındaki mantık bu.
Forum birkaç toplantı gerçekleştirmiş olmasına rağmen kayda değer bir ilerleme elde edilemedi. Dahası Fas, yeni İsrail hükümetinin Filistinlilere yönelik ağırlaşan baskıcı politikalarına tepki olarak Forum’un bir sonraki toplantısını süresiz olarak erteledi. Daha da önemlisi, Suudi Arabistan üye değil ve katılımı olmadan forum belirsiz bir akıbetle karşı karşıya.
Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz ocak ayında İsrail ile ilişkilerini normalleştirme konusunda Washington’a ilettiği belirtilen koşulları bu bağlamda değerlendirmeliyiz.
Wall Street Journal ve New York Times‘ta yer alan haberlere göre koşullar şu şekilde özetleniyor: ABD’nin Suudi Arabistan’ın barışçıl nükleer programına desteği, ABD’nin güvenlik garantileri ve Riyad’ın Amerikan silahlarına imtiyazlı bir şekilde ulaşması.
Oldukça dikkat çekici bir şekilde her iki gazete de Filistin sorunundan hiç söz edilmediğinin altını çizdi. Suudi Arabistan konuyla ilgili yorum yapmamış olsa da bu koşullar muhtemelen, Suudi Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz ocak ayında Davos’taki zirvede “Gerçek normalleşme (İsrail ile) ve gerçek istikrar ancak… Filistinlilere bir devlet verilmesiyle sağlanacaktır,” şeklindeki açıklamasıyla teyit ettiği üzere, Filistinlilerin haklarının muhafaza edilmesinin temel unsurlar arasında yer aldığı daha geniş bir paketin parçası.
Ayrıca, Arap Birliği Zirvesi tarafından kabul edilen Cidde Bildirisi, Filistin meselesinin tüm Araplar nezdinde merkezi bir öneme sahip olduğunu teyit etti ve Arap Barış Girişiminin uygulanması zaruretinin altını çizdi.
Bu koşulları ortaya koymayı tercih eden Riyad, Washington’a Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesinin bir bedeli olacağını, yani krallığın bölgede İsrail’le eşit düzeyde özel bir statüye sahip olacağını belirtiyor.
Suudi Arabistan son zamanlarda liderlik kabiliyetlerini pek çok platformda ve geniş bir yelpazede ortaya koydu. İster enerji piyasasında ister G20’de olsun; Çin, Rusya ve ABD ile ilişkilerini de ustalıkla yönetti. Son olarak Sudan’daki kriz, Riyad’a insan hakları konusundaki siciliyle ilgili olarak maruz kaldığı eleştirileri telafi etme fırsatı tanıdı. Riyad’ın insani yardım sağlayarak, özellikle de Sudan’dan çok sayıda yurttaşını tahliye ederek uluslararası sahnedeki imajını iyileştirdiğine şüphe yok.
Suudilerin liderliğinde bir Orta Doğu mu?
Ancak bu tür bir politikanın sürdürülebilmesi için Suudi Arabistan’ın Orta Doğu’da liderlik sergilemesi gerekiyor. Bu da başta Yemen, Suriye, Libya ve Sudan’daki krizlerin çözümü ve Lübnan’daki siyasi açmazın sona erdirilmesi olmak üzere bir dizi meselede inisiyatif almayı gerektiriyor. Bunun yanı sıra ülkenin, Filistin cephesinde de aktif olması gerekiyor. Suudi Arabistan, ayrıca Arap ülkelerinin bölgesel bir güvenlik sistemine dair vizyon geliştirmelerine yardımcı olmalı.
Halihazırda Riyad, Yemen’de anlaşmazlığı giderme yönündeki çabalarını yoğunlaştırdı ve Suriye’de de bunu yapmaya hazır olduğunu belirtti. Suriye’nin Arap Birliği üyeliğinin askıya alınmasının sonlandırılması ve zirvedeki Suriye’ye ilişkin kararlarla birlikte Cumhurbaşkanı Esad’ın Riyad’daki Arap Zirvesi’nde kabul edilmesi, Suudi Arabistan’ın Suriye’de siyasi bir çözüme katkıda bulunmaya istekli olduğunun göstergesi. Riyad ayrıca Filistinlilerin yakınlaşmasına da ilgi gösterdiğini kısa bir süre önce hem Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı hem de Hamas’tan bir heyeti Riyad’da kabul ederek gösterdi.
Fakat Suudilerin bölgedeki ana aktörlerle ilişkilerini de yönetmeleri gerekiyor. Krallık halihazırda Türkiye ile ilişkilerini normalleştirdi ve İran ile de normalleştirmeyi kabul etti. Şimdi ise İsrail ile ilişkilerini yönetmesi gerekiyor ki bu da Filistin sorununun çözümü ve bölgesel güvenlik sisteminin geleceği açısından bilhassa önemli.
Suudi Arabistan’ın artan özgüveni ve hırsı göz önüne alındığında, Riyad’ın İsrail’in bölgedeki baskın iktisadi ve askeri güç olmasını kabul etmesi pek mümkün değil. Mevcut koşullar altında İsrail ile normalleşmek, Tel Aviv’in bölgedeki avantajlarını devam ettirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bu da İsrail ile normalleşme koşullarına özel bir önem atfediyor.
Suudi nükleer programı
Barışçıl bir nükleer program için ABD’den yardım talep etmenin artık pratikte bir kıymeti olmayabilir, zira Amerikalılar artık bu teknolojinin ana kaynağı değil. Aslında Rusya son birkaç yıldır nükleer teknolojilerin ihracatında önemli bir uluslararası aktör haline geldi. Bu arada Çin de özellikle uranyum madenciliği ve nükleer yakıt üretiminde ciddi bir faktör olan sarı kek üretimi alanında önemli hizmetler sağlıyor.
Suudilerin ABD’den istediği muhtemelen hem siyasi hem de teknik destek. Daha doğrusu bu destek, Washington’un Riyad’ın nükleer yakıt döngüsünün tam kontrolü konusundaki ısrarını kabul etmesi anlamına geliyor.
Suudi Petrol Bakanı, geçtiğimiz ocak ayında Riyad’da düzenlenen madencilik endüstrisi konferansında Suudi Arabistan’ın “sarı kek, düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum ve nükleer yakıt üretimini içeren tüm nükleer yakıt döngüsüne” sahip olmayı hedeflediğini açıklamıştı.
Bazıları Suudi Arabistan’ın bu şartta ısrarcı olmasının nükleer silahların yayılması açısından risk oluşturacağını iddia edebilir. Ama Suudi Arabistan neden halihazırda zenginleştirme faaliyetlerine sahip Arjantin, Brezilya, İran, Japonya ve Hollanda’dan farklı muamele görsün?
Dahası Suudilerin şartları kullanılmış yakıtın yeniden işlenmesine kadar uzanabilir. Yine Belçika, İtalya, Almanya ve Japonya gibi nükleer silah sahibi olmayan ülkeler de bu kapasiteye sahip. Bu ülkeler gibi Suudi Arabistan da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasına taraf ve benzer şekilde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) ile Tam Kapsamlı Koruma Anlaşması imzalayabilir. Peki, Suudi Arabistan’a neden farklı muamele yapılsın?
En büyük alıcı
Silahlara ulaşma hususunda ise Suudi Arabistan halihazırda Amerikan silahlarının en büyük alıcısı konumunda, dolayısıyla mesele silahların niceliğinden ziyade niteliği. Riyad, muhtemelen aynı İsrail’in sahip olduğu türden sofistike silahlara ulaşmak için teminat talep edecektir. İsrail’in ABD tarafından teminat altına alınan askeri üstünlüğüne razı olmak Suudi Arabistan’ı daimî olarak dezavantajlı duruma düşürecektir.
Son olarak, güvenlik garantileri konusunda da mesele bir o kadar karmaşık. ABD, bölgedeki güvenlik garantilerini azaltmaya çalıştığı için Washington’un yasal olarak bağlayıcı güvenlik garantileri sağlamaya hazır olması pek mümkün değil.
Fakat Riyad’a 2016’da Hindistan’a tanınana benzer şekilde hem NATO Dışı Büyük Müttefik (MNNA) hem de Büyük Savunma Ortağı (MDP) statüsü teklif etmek -nükleer program ve gelişmiş silahlara ulaşma koşullarının kabul edilmesiyle birlikte- tatmin edici olabilir.
Yukarıdaki tüm şartlar, askeri işbirliğini aşarak iktisadi, siyasi ve insani boyutları da içerecek şekilde kapsamlı bir bölgesel güvenlik sistemi vizyonuyla birleştirilirse daha iyi yerine getirilebilir.
Kapsayıcılık herhangi bir tarafa karşı değil, bölgedeki tüm ülkeleri kapsayacak şekilde olacaktır.
Suudiler, bu şartların Washington tarafından kabul edilmesinin zor olacağını ve İsrail’in direnciyle karşılanacağını bariz biçimde anlamış durumdalar. Nitekim 15 Mart’ta Suudi Arabistan ile İran arasındaki anlaşmanın açıklanmasından sadece birkaç gün sonra ABD Kongresi’nde, senatörler Chris Murphy (Demokrat) ve Mike Lee (Cumhuriyetçi) tarafından hazırlanan ve Suudi Arabistan’a yaptırım uygulanmasına kapı aralayan bir yasa taslağı dolaşmaya başlamıştı.
İsrail’i idare etmek
Bu arada İsrail ile ilişkileri yönetmek Suudiler açısından çeşitli bir dizi zorluk barındırıyor. Riyad’ın Tel Aviv ile resmi ilişkileri olmasa da İsrail uçaklarının Suudi hava sahasını kullanmalarına izin verilmesi gibi normalleşme yönünde geçici adımlar atıldı. Ayrıca güvenlik kurumları arasında bir süredir temaslar olduğu da söyleniyor.
Ancak Riyad’ın son dönemde Tahran ile yakınlaşması -İran’la çatışmak yerine normalleşmeye öncelik vermesi- göz önüne alındığında İsrail’le normalleşme süreci, özellikle de Netanyahu liderliğindeki mevcut aşırılıkçı hükümet görevdeyken, muhtemelen daha da belirsiz bir şekilde ilerleyecektir.
Her halükârda Riyad, Tel Aviv ile ilişkilerini Washington ile ilişkilerinin yeniden düzelmesi için sıçrama tahtası olarak ve aynı zamanda kapsamlı ve kapsayıcı bir bölgesel güvenlik sisteminin kurulması şeklinde daha geniş bir bağlamda yönetmeyi daha avantajlı bulabilir.
Riyad, şartlarını erkenden masaya koyarak Washington’a bir alternatif sunuyor: Her zamanki İsrail’in imtiyazlarını koruma ve böylece ABD’nin bölgedeki varlığını azaltma hedefini zorlaştırma politikalarınızı sürdürebilirsiniz ya da politikalarınızı, bölgedeki oyun alanının, tüm ülkelerin çıkarlarının dengelendiği kapsayıcı ve kapsamlı bir bölgesel güvenlik sistemine imkân tanıyacak şekilde kademeli olarak düzleştirilmesini kolaylaştırmak üzere değiştirebilirsiniz.
Suudi Arabistan’ın yeni yaklaşımının bir emsali olarak İsrail basını, -Washington’un da desteklediği bildirilen- Riyad’ın İsrailli hacıları Hacca götürecek doğrudan uçuşlara izin vermek için ağır şartlar koyduğunu bildiriyor. Bu şartlar arasında Batı Şeria’daki bazı yetkilerin İsrail ordusundan Filistin Yönetimi güçlerine devredilmesi ve Filistin Yönetimi güçlerine Mescid-i Aksa ve eski Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde güvenlikle ilgili yetki verilmesi de yer alıyor.
Washington için mevcut politikayı sürdürmek daha güvenli bir alternatif ama Riyad için artık kabul edilebilir olmayabilir.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın son ziyareti de dahil, Biden yönetiminin üst düzey yetkililerinin Suudi Arabistan’a sık sık gerçekleştirdiği ziyaretler, Washington’un Riyad ile ilişkilerini daha iyi yönetmesinin artık elzem olduğu yönündeki anlayışını yansıtıyor.
Cidde Zirvesi’nde alınan kararlarla güçlenen Riyad hem Washington hem de Tel Aviv ile ilişkilerini yönetmek konusunda daha iyi bir konuma sahip.
İlginizi Çekebilir
-
Japon 7-Eleven İsrail’deki sekiz mağazasının tamamını kapattı
-
Trump, Batı Şeria’nın ilhakına şartlı destek verecek
-
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
-
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
-
Haaretz: Medya kuruluşları Amsterdam olaylarına ilişkin haberlerini revize ediyor
-
ABD’nin Ukrayna krizine yaklaşımı Trump döneminde nasıl değişecek?
Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024
Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).
Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.
Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.
Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?
Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).
Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.
Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.
Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.
Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
DÜNYA BASINI
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?
Yayınlanma
19 saat önce12/11/2024
Yazar
Emre KöseEski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?
Simon Zeise, Berliner Zeitung
7 Kasım 2024
Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.
Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.
Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?
Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.
Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.
Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?
Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.
Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.
Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?
Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.
Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?
Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.
Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.
BRICS’in Kazan zirvesi
Prabhat Patnaik, Peoples Democracy
10 Kasım 2024
BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.
Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.
Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.
Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.
Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.
BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.
Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.
Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.
Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).
Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.
Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.
Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.
Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.
BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.
Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.
Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.
Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.
Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.
Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).
Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.
Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.
Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.
Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.
Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
Donald Trump Jr, yeni yönetimde yer almak yerine “paralel ekonomi” inşasına katılıyor
Mahkeme, Meloni’nin göçmenleri Arnavutluk’a gönderme planlarını bir kez daha engelledi
Japon 7-Eleven İsrail’deki sekiz mağazasının tamamını kapattı
Ukrayna solundan Sosyalist Enternasyonal’e açık mektup
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AVRUPA6 gün önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
AMERİKA4 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
FT: ‘Batı, Kuzey Kore’yi hafife almanın bedelini ödeyecek’