Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Suudilerin liderliğinde bir Orta Doğu mu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2011’de ABD ile beraber Suriye’ye savaş açan Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap ülkeleri teker teker Şam’la arasını düzeltiyor. Ve nihayet geçen günlerde Suriye’nin Arap Birliği’ne resmen dönüşü sağlandı. Fakat bundan çok daha majör gelişmeler de mevcut. Yıllar sonra Suudiler ve İran, Çin’in arabuluculuğuyla aralarındaki minyatür Soğuk Savaş’a son verdiler. Bunun tarihi bir hadise olduğuna şüphe yok. Nitekim bu gelişmenin başta Suriye ve Yemen olmak üzere vekalet savaşlarının yaşandığı coğrafyalarda uzun vadeli etkileri olacak. Söz konusu gelişmelerin, belki de Biden’ın deyimiyle “ABD’nin en büyük yatırımı” olan İsrail’in saldırganlığının sona ereceğini sağlayacağını düşünmek hüsnükuruntu mudur bilemiyorum ama koşullar olgunlaşmaya başlıyor gibi görünüyor. Aşağıda tercümesi yer alan değerlendirmede, Mısırlı emekli diplomat ve eski Kıdemli Birleşmiş Milletler yetkilisi Ramzy Ezzeldin Ramzy, Suudi Arabistan’ın bölgedeki üstünlüğünü tesis etme çabasında ABD ve İsrail’e olan yaklaşımının nasıl gelişebileceğini ele alıyor.

Washington’un Suudilere karşı hamlesi

Ramzy Ezzeldin Ramzy

The Cairo Review of Global Affairs

Suudi Arabistan kayda değer bir uluslararası aktör olma konumunda ama bu türden bir görev ifa edebilmesi için Orta Doğu’daki liderliğini pekiştirmesi gerekiyor.

Geçtiğimiz hafta sonu Cidde’de sona eren Arap Birliği Zirvesi, krallığın Arap dünyasındaki liderliğini teyit etmiş olabilir. Ancak şimdi Riyad’ın bunu bölgesel liderlik rolüne dönüştürmesi gerekiyor.

Bölgesel anlamda bu türden girişim, bölgeyi huzursuz eden çeşitli krizlerin siyasi çözümüne öncülük etmenin yanı sıra hem ABD hem de İsrail ile ilişkilerin akıllıca yönetilmesini gerektiriyor.

Bu nedenle krallığın dış politikasının son zamanlarda, özellikle de ABD’nin Orta Doğu’daki varlığını azaltmak istediği yönündeki spekülasyonların artmasıyla beraber büyük ilgi görmesi şaşırtıcı değil.

Amerika Birleşik Devletleri Orta Doğu’dan tümüyle çekilemez, fakat yüksek ihtimalle askeri taahhütlerini azaltmaya çalışacaktır. Bu da askeri pozisyonunu hava kuvvetleri ve donanması aracılığıyla “ufuk ötesi” bir hale dönüştürerek mümkün olabilir ki bu da nihayetinde bölgesel müttefiklerinin işbirliğini gerekli kılacaktır.

Washington, başlangıç noktası olarak bölgesel bir hava savunma işbirliği düzenlemesi olan bölgesel çapta bir güvenlik sisteminin kurulmasını teşvik ederek tam da bunu yapmaya çalışıyor. İsrail’in 2022’nin mart ayında ABD’nin güçlü desteğiyle İran’a karşı siyasi-askeri bir platform olarak (İsrail, ABD, Bahreyn, Mısır, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan) Negev Forumu’nu kurma teşebbüsünün ardındaki mantık bu.

Forum birkaç toplantı gerçekleştirmiş olmasına rağmen kayda değer bir ilerleme elde edilemedi. Dahası Fas, yeni İsrail hükümetinin Filistinlilere yönelik ağırlaşan baskıcı politikalarına tepki olarak Forum’un bir sonraki toplantısını süresiz olarak erteledi. Daha da önemlisi, Suudi Arabistan üye değil ve katılımı olmadan forum belirsiz bir akıbetle karşı karşıya.

Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz ocak ayında İsrail ile ilişkilerini normalleştirme konusunda Washington’a ilettiği belirtilen koşulları bu bağlamda değerlendirmeliyiz.

Wall Street Journal ve New York Times‘ta yer alan haberlere göre koşullar şu şekilde özetleniyor: ABD’nin Suudi Arabistan’ın barışçıl nükleer programına desteği, ABD’nin güvenlik garantileri ve Riyad’ın Amerikan silahlarına imtiyazlı bir şekilde ulaşması.

Oldukça dikkat çekici bir şekilde her iki gazete de Filistin sorunundan hiç söz edilmediğinin altını çizdi. Suudi Arabistan konuyla ilgili yorum yapmamış olsa da bu koşullar muhtemelen, Suudi Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz ocak ayında Davos’taki zirvede “Gerçek normalleşme (İsrail ile) ve gerçek istikrar ancak… Filistinlilere bir devlet verilmesiyle sağlanacaktır,” şeklindeki açıklamasıyla teyit ettiği üzere, Filistinlilerin haklarının muhafaza edilmesinin temel unsurlar arasında yer aldığı daha geniş bir paketin parçası.

Ayrıca, Arap Birliği Zirvesi tarafından kabul edilen Cidde Bildirisi, Filistin meselesinin tüm Araplar nezdinde merkezi bir öneme sahip olduğunu teyit etti ve Arap Barış Girişiminin uygulanması zaruretinin altını çizdi.

Bu koşulları ortaya koymayı tercih eden Riyad, Washington’a Suudi Arabistan’ın İsrail’le normalleşmesinin bir bedeli olacağını, yani krallığın bölgede İsrail’le eşit düzeyde özel bir statüye sahip olacağını belirtiyor.

Suudi Arabistan son zamanlarda liderlik kabiliyetlerini pek çok platformda ve geniş bir yelpazede ortaya koydu. İster enerji piyasasında ister G20’de olsun; Çin, Rusya ve ABD ile ilişkilerini de ustalıkla yönetti. Son olarak Sudan’daki kriz, Riyad’a insan hakları konusundaki siciliyle ilgili olarak maruz kaldığı eleştirileri telafi etme fırsatı tanıdı. Riyad’ın insani yardım sağlayarak, özellikle de Sudan’dan çok sayıda yurttaşını tahliye ederek uluslararası sahnedeki imajını iyileştirdiğine şüphe yok.

Suudilerin liderliğinde bir Orta Doğu mu?

Ancak bu tür bir politikanın sürdürülebilmesi için Suudi Arabistan’ın Orta Doğu’da liderlik sergilemesi gerekiyor. Bu da başta Yemen, Suriye, Libya ve Sudan’daki krizlerin çözümü ve Lübnan’daki siyasi açmazın sona erdirilmesi olmak üzere bir dizi meselede inisiyatif almayı gerektiriyor. Bunun yanı sıra ülkenin, Filistin cephesinde de aktif olması gerekiyor. Suudi Arabistan, ayrıca Arap ülkelerinin bölgesel bir güvenlik sistemine dair vizyon geliştirmelerine yardımcı olmalı.

Halihazırda Riyad, Yemen’de anlaşmazlığı giderme yönündeki çabalarını yoğunlaştırdı ve Suriye’de de bunu yapmaya hazır olduğunu belirtti. Suriye’nin Arap Birliği üyeliğinin askıya alınmasının sonlandırılması ve zirvedeki Suriye’ye ilişkin kararlarla birlikte Cumhurbaşkanı Esad’ın Riyad’daki Arap Zirvesi’nde kabul edilmesi, Suudi Arabistan’ın Suriye’de siyasi bir çözüme katkıda bulunmaya istekli olduğunun göstergesi. Riyad ayrıca Filistinlilerin yakınlaşmasına da ilgi gösterdiğini kısa bir süre önce hem Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı hem de Hamas’tan bir heyeti Riyad’da kabul ederek gösterdi.

Fakat Suudilerin bölgedeki ana aktörlerle ilişkilerini de yönetmeleri gerekiyor. Krallık halihazırda Türkiye ile ilişkilerini normalleştirdi ve İran ile de normalleştirmeyi kabul etti. Şimdi ise İsrail ile ilişkilerini yönetmesi gerekiyor ki bu da Filistin sorununun çözümü ve bölgesel güvenlik sisteminin geleceği açısından bilhassa önemli.

Suudi Arabistan’ın artan özgüveni ve hırsı göz önüne alındığında, Riyad’ın İsrail’in bölgedeki baskın iktisadi ve askeri güç olmasını kabul etmesi pek mümkün değil. Mevcut koşullar altında İsrail ile normalleşmek, Tel Aviv’in bölgedeki avantajlarını devam ettirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Bu da İsrail ile normalleşme koşullarına özel bir önem atfediyor.

Suudi nükleer programı

Barışçıl bir nükleer program için ABD’den yardım talep etmenin artık pratikte bir kıymeti olmayabilir, zira Amerikalılar artık bu teknolojinin ana kaynağı değil. Aslında Rusya son birkaç yıldır nükleer teknolojilerin ihracatında önemli bir uluslararası aktör haline geldi. Bu arada Çin de özellikle uranyum madenciliği ve nükleer yakıt üretiminde ciddi bir faktör olan sarı kek üretimi alanında önemli hizmetler sağlıyor.

Suudilerin ABD’den istediği muhtemelen hem siyasi hem de teknik destek. Daha doğrusu bu destek, Washington’un Riyad’ın nükleer yakıt döngüsünün tam kontrolü konusundaki ısrarını kabul etmesi anlamına geliyor.

Suudi Petrol Bakanı, geçtiğimiz ocak ayında Riyad’da düzenlenen madencilik endüstrisi konferansında Suudi Arabistan’ın “sarı kek, düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum ve nükleer yakıt üretimini içeren tüm nükleer yakıt döngüsüne” sahip olmayı hedeflediğini açıklamıştı.

Bazıları Suudi Arabistan’ın bu şartta ısrarcı olmasının nükleer silahların yayılması açısından risk oluşturacağını iddia edebilir. Ama Suudi Arabistan neden halihazırda zenginleştirme faaliyetlerine sahip Arjantin, Brezilya, İran, Japonya ve Hollanda’dan farklı muamele görsün?

Dahası Suudilerin şartları kullanılmış yakıtın yeniden işlenmesine kadar uzanabilir. Yine Belçika, İtalya, Almanya ve Japonya gibi nükleer silah sahibi olmayan ülkeler de bu kapasiteye sahip. Bu ülkeler gibi Suudi Arabistan da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasına taraf ve benzer şekilde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) ile Tam Kapsamlı Koruma Anlaşması imzalayabilir. Peki, Suudi Arabistan’a neden farklı muamele yapılsın?

En büyük alıcı

Silahlara ulaşma hususunda ise Suudi Arabistan halihazırda Amerikan silahlarının en büyük alıcısı konumunda, dolayısıyla mesele silahların niceliğinden ziyade niteliği. Riyad, muhtemelen aynı İsrail’in sahip olduğu türden sofistike silahlara ulaşmak için teminat talep edecektir. İsrail’in ABD tarafından teminat altına alınan askeri üstünlüğüne razı olmak Suudi Arabistan’ı daimî olarak dezavantajlı duruma düşürecektir.

Son olarak, güvenlik garantileri konusunda da mesele bir o kadar karmaşık. ABD, bölgedeki güvenlik garantilerini azaltmaya çalıştığı için Washington’un yasal olarak bağlayıcı güvenlik garantileri sağlamaya hazır olması pek mümkün değil.

Fakat Riyad’a 2016’da Hindistan’a tanınana benzer şekilde hem NATO Dışı Büyük Müttefik (MNNA) hem de Büyük Savunma Ortağı (MDP) statüsü teklif etmek -nükleer program ve gelişmiş silahlara ulaşma koşullarının kabul edilmesiyle birlikte- tatmin edici olabilir.

Yukarıdaki tüm şartlar, askeri işbirliğini aşarak iktisadi, siyasi ve insani boyutları da içerecek şekilde kapsamlı bir bölgesel güvenlik sistemi vizyonuyla birleştirilirse daha iyi yerine getirilebilir.

Kapsayıcılık herhangi bir tarafa karşı değil, bölgedeki tüm ülkeleri kapsayacak şekilde olacaktır.

Suudiler, bu şartların Washington tarafından kabul edilmesinin zor olacağını ve İsrail’in direnciyle karşılanacağını bariz biçimde anlamış durumdalar. Nitekim 15 Mart’ta Suudi Arabistan ile İran arasındaki anlaşmanın açıklanmasından sadece birkaç gün sonra ABD Kongresi’nde, senatörler Chris Murphy (Demokrat) ve Mike Lee (Cumhuriyetçi) tarafından hazırlanan ve Suudi Arabistan’a yaptırım uygulanmasına kapı aralayan bir yasa taslağı dolaşmaya başlamıştı.

İsrail’i idare etmek

Bu arada İsrail ile ilişkileri yönetmek Suudiler açısından çeşitli bir dizi zorluk barındırıyor. Riyad’ın Tel Aviv ile resmi ilişkileri olmasa da İsrail uçaklarının Suudi hava sahasını kullanmalarına izin verilmesi gibi normalleşme yönünde geçici adımlar atıldı. Ayrıca güvenlik kurumları arasında bir süredir temaslar olduğu da söyleniyor.

Ancak Riyad’ın son dönemde Tahran ile yakınlaşması -İran’la çatışmak yerine normalleşmeye öncelik vermesi- göz önüne alındığında İsrail’le normalleşme süreci, özellikle de Netanyahu liderliğindeki mevcut aşırılıkçı hükümet görevdeyken, muhtemelen daha da belirsiz bir şekilde ilerleyecektir.

Her halükârda Riyad, Tel Aviv ile ilişkilerini Washington ile ilişkilerinin yeniden düzelmesi için sıçrama tahtası olarak ve aynı zamanda kapsamlı ve kapsayıcı bir bölgesel güvenlik sisteminin kurulması şeklinde daha geniş bir bağlamda yönetmeyi daha avantajlı bulabilir.

Riyad, şartlarını erkenden masaya koyarak Washington’a bir alternatif sunuyor: Her zamanki İsrail’in imtiyazlarını koruma ve böylece ABD’nin bölgedeki varlığını azaltma hedefini zorlaştırma politikalarınızı sürdürebilirsiniz ya da politikalarınızı, bölgedeki oyun alanının, tüm ülkelerin çıkarlarının dengelendiği kapsayıcı ve kapsamlı bir bölgesel güvenlik sistemine imkân tanıyacak şekilde kademeli olarak düzleştirilmesini kolaylaştırmak üzere değiştirebilirsiniz.

Suudi Arabistan’ın yeni yaklaşımının bir emsali olarak İsrail basını, -Washington’un da desteklediği bildirilen- Riyad’ın İsrailli hacıları Hacca götürecek doğrudan uçuşlara izin vermek için ağır şartlar koyduğunu bildiriyor. Bu şartlar arasında Batı Şeria’daki bazı yetkilerin İsrail ordusundan Filistin Yönetimi güçlerine devredilmesi ve Filistin Yönetimi güçlerine Mescid-i Aksa ve eski Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi’nde güvenlikle ilgili yetki verilmesi de yer alıyor.

Washington için mevcut politikayı sürdürmek daha güvenli bir alternatif ama Riyad için artık kabul edilebilir olmayabilir.

Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın son ziyareti de dahil, Biden yönetiminin üst düzey yetkililerinin Suudi Arabistan’a sık sık gerçekleştirdiği ziyaretler, Washington’un Riyad ile ilişkilerini daha iyi yönetmesinin artık elzem olduğu yönündeki anlayışını yansıtıyor.

Cidde Zirvesi’nde alınan kararlarla güçlenen Riyad hem Washington hem de Tel Aviv ile ilişkilerini yönetmek konusunda daha iyi bir konuma sahip.

DİPLOMASİ

ŞİÖ mesajı: Ayrışmaya karşı dayanışma

Yayınlanma

Global Times, 5 Temmuz 2024

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, yerel saatle 4 Temmuz sabahı Kazakistan’ın başkenti Astana’daki Bağımsızlık Sarayı’nda düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) 24. Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı’na katıldı. Zirve ilk kez “ŞİÖ Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı” ve “ŞİÖ Artı” toplantısı şeklinde gerçekleştirildi. Toplantıya Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in yanı sıra BDT, OECD, CICA, CSTO ve EAEC gibi uluslararası örgütlerin başkanları da davet edildi. Bu durum ŞİÖ ailesinin “akraba” ve “tanıdıklarının” arttığını ve “Şanghay Ruhunun” daha fazla tanınmaya başladığını göstermektedir. İniş ve çıkışlarla geçen 23 yıl boyunca ŞİÖ, kademeli olarak bölgesel bir örgütten küresel etkiye sahip bir güce dönüştü.

Çeşitli güvensizlikler, istikrarsızlıklar ve belirsizliklerle karşı karşıya olan bir dünyada, ŞİÖ daha fazla dost ve yeni ortakla yoluna nasıl istikrarlı bir şekilde devam etmelidir? Başkan Xi, “Şanghay İşbirliği Örgütü Artı” Toplantısında yaptığı konuşmada dayanışma ve karşılıklı güven, barış ve huzur, refah ve kalkınma, iyi komşuluk ve dostluk ile hakkaniyet ve adaleti vurgulayan beş öneri sundu. Bu öneriler sadece geçmişteki başarılı deneyimlerin bir özeti değil, aynı zamanda gelecekteki çeşitli değişikliklere yanıt vermek için gerekli bir seçimdir.

Başkan Xi’nin konuşması ayrıca mevcut uluslararası durumda ŞİÖ’nün önemli stratejik konumunun ve özel tarihi misyonunun altını çizdi. Güvenlik açısından ŞİÖ, Avrasya kıtasında barış ve istikrarın çıpası olarak hareket ederek diyalog, koordinasyon ve kazan-kazan işbirliği zihniyetiyle güvenlik sorunlarına yanıt verecektir. Ekonomik olarak, teknolojik yenilik ve kapsayıcılık yoluyla ticaret hegemonyasını kıracak ve üye devletlerin içsel ekonomik dinamizmini teşvik edecektir. Siyasi olarak, karşılıklı destek ve konsensüs oluşturma yoluyla müdahaleciliğe direnecek ve çok taraflılığın uluslararası düzenini birlikte inşa edecektir.

ŞİÖ tarafından sunulan değer kavramı da buna karşılık gelmektedir. Devlet Başkanları Konseyi’nin 24. Toplantısı “Astana Deklarasyonu”nu ve dünya adaletini, uyumunu ve kalkınmasını teşvik etmek için ülkeler arasında dayanışma çağrısında bulunan bir girişimi de içeren belgeleri kabul etmiştir. ŞİÖ’nün kapsamlı barış, güvenlik ve istikrarı teşvik etme ve pekiştirme ve demokrasi ve adaletle karakterize edilen yeni bir uluslararası siyasi ve ekonomik düzen inşa etme taahhüdünde kararlı olduğuna ve bu süreçte giderek daha önemli bir rol oynadığına dair derin bir his var. Başkan Xi’nin konuşmasında da belirttiği gibi ŞİÖ tarihin, hakkaniyetin ve adaletin doğru tarafında durmaktadır ve dünya için büyük önem taşımaktadır.

ŞİÖ’nün kolektif sesi aynı zamanda ortak bir tercihtir ve mevcut uluslararası ortamda önemli bir anlam taşımaktadır. Birkaç ülke bloklar arası çatışmayı teşvik edip “ayrışmayı” savunurken, ŞİÖ üyesi devletler de dış müdahale ve nifak tohumları ekme girişimleriyle karşı karşıyadır. Bu durum, hem ŞİÖ’nün genişlemesine karşı sert bir tutum sergileyen hem de “uyumsuz sesler” ve “iç çatışmalar” söylemlerini öne çıkarma eğilimi gösteren Batı medyasının son yıllardaki çelişkili tutumundan da anlaşılmaktadır. Buna karşılık, ülkeler arasında dayanışma, dünyada adaletin sağlanması, uyum ve kalkınma çağrısında bulunan ve yeni bir güvenlik sistemi, adil bir ekonomik ortam ve temiz bir dünya kurulması çağrısı yapan girişim, sadece Soğuk Savaş zihniyetinin açık bir reddini temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda jeopolitiği aşan daha yüksek bir vizyonu ve daha büyük bir aklı da gösteriyor.

Bu yılki toplantının bir diğer önemli özelliği de Belarus’un ŞİÖ’ye resmen katılmasıdır. Pek çok kişi Avrupa’nın coğrafi merkezinde yer alan Belarus’un daha önce ağırlıklı olarak Güney Asya ve Orta Asya’dan gelen üyelerden ayrıldığını belirtmiştir. Bu durum, etki alanı genişlemiş ve daha çeşitlenmiş bir ŞİÖ’ye işaret ediyor. Çin’in Suudi Arabistan (bir ŞİÖ diyalog ortağı) ve İran (o zamanlar bir ŞİÖ gözlemcisi) arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını kolaylaştırma çabalarının ardından, 2023’te İran ŞİÖ’ye resmen katıldı. Genellikle bölgesel kargaşa ve güvensizliği beraberinde getiren NATO’nun genişlemesinin aksine, ŞİÖ’nün genişlemesi bölgesel barış güçlerinde bir büyüme anlamına geliyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli itibariyle dünyanın en büyük bölgesel örgütü olan ŞİÖ, bu nedenle benzersiz bir çekiciliğe ve etkiye sahiptir.

Xi’nin, Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG önemli bir bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nı inşa etme girişimini ilk kez Astana’da önerdiğini de belirtmek gerekir. Başkan Xi 2013 yılında bu önemli girişimi Astana’da önermiş ve uluslararası toplumdan güçlü bir tepki almıştır. Birçok ŞİÖ üyesi ülke, kalkınma stratejilerini proaktif bir şekilde KYG ile uyumlu hale getirerek, ilgili tüm ülkelere somut avantajlar sağlayan dostane bir işbirliği ve karşılıklı fayda atmosferini teşvik etti. Örneğin, kısa süre önce onaylanan Çin-Kırgızistan-Özbekistan demiryolu projesi, Orta Asya’nın denize erişimi olmaması kısıtlamasını tamamen ortadan kaldıracak ve Orta Asya’ya Avrasya kıtasında önemli bir ulaşım merkezi olma fırsatı sunacaktır.

Karşılıklı güven, karşılıklı fayda, eşitlik, istişare, farklı medeniyetlere saygı ve ortak kalkınma arayışından oluşan “Şanghay Ruhu”, ŞİÖ’nün sürekli büyümesi ve güçlenmesi için temel ilke haline gelmiştir. Aynı zamanda yeni bir tür uluslararası ilişkilerin inşasını teşvik etmek için bir bayrak görevi görmektedir. Astana Zirvesi’nden sonra Çin, 2024-2025 yılları için ŞİÖ dönem başkanlığını devralmıştır ve ŞİÖ’nün gelişimine yeni katkılar sağlamak için kesinlikle çok çalışacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English