Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yeni dönemin gerçekleri akıllara seza türden. Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa müreffeh Batı’da iktisadi gerileme ve sanayisizleşme gözlemleniyor. Son yıllarda 50 yıl öncekinden bambaşka bir noktaya gelen Çin’in büyümesinde bunun etkisi son derece fazla. Bununla beraber Küresel Güney olarak tabir edilen, yoksul, fazla nüfuslu ve potansiyel barındıran ülkelerin Çin ve Rusya gibi güçlerin etrafında kümelenmesi söz konusu. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, Foreign Affairs dergisinde yer verilen makalesinde küresel terazideki değişimi tarihsel perspektiften ele alıyor.


Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Branko Milanovic
Foreign Affairs

Eşitsizlik döneminde yaşıyoruz, ya da bize sık sık öyle söyleniyor. Dünya genelinde ama özellikle de Batı’nın müreffeh ekonomilerinde, zenginler ile geri kalanlar arasındaki uçurum her geçen yıl büyüyerek uçurum haline geldi; bu durum kaygı yayıyor, öfkeyi körüklüyor ve siyaseti karıştırıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın yükselişinden Birleşik Krallık’taki Brexit oylamasına, Fransa’daki “sarı yelekler” hareketinden dünyanın en yüksek gelir eşitsizliği oranlarından birine sahip olan Çin’deki emeklilerin son protestolarına kadar her şeyin sorumlusu olarak bu gösteriliyor. İddiaya göre küreselleşme bazı elitleri zenginleştirmiş olabilir, ancak bir zamanlar sanayinin kalbi olan bölgeleri harap ederek ve insanları popülist politikalara duyarlı hale getirerek diğer pek çok insana da zarar verdi.

Eğer her ülkeye tekil olarak bakacak olursanız bu tür anlatılarda doğru olan çok şey var. Ulus-devlet düzeyinin ötesine geçip tüm dünyaya baktığınızda resim farklı görünüyor. Bu ölçekte, yirmi birinci yüzyıldaki eşitsizlik hikayesi tam tersi; dünya 100 yılı aşkın süredir olduğundan daha eşit hale geliyor.

“Küresel eşitsizlik” terimi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına göre ayarlanmış, belirli bir zamanda tüm dünya vatandaşları arasındaki gelir eşitsizliğini ifade eder. Genelde Gini katsayısı ile ölçülür; bu katsayı, herkesin aynı miktarda kazandığı varsayımsal tam eşitlik durumu olan sıfırdan, tek bir bireyin tüm geliri elde ettiği bir başka varsayımsal durum olan 100’e kadar uzanır. Pek çok araştırmacının ampirik çalışmaları sayesinde iktisatçılar, son iki yüzyılda küresel eşitsizlik tahminindeki değişimin genel hatlarını çizebiliyor.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarına kadar, zenginlik Batılı sanayileşmiş ülkelerde yoğunlaştıkça küresel eşitsizlik de arttı. Bu, Soğuk Savaş döneminde, dünyanın yaygın olarak “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” olarak üç iktisadi gelişmişlik düzeyini ifade edecek şekilde bölündüğü dönemde zirveye ulaştı. Fakat daha sonra, yaklaşık 20 yıl önce, büyük ölçüde yakın zamana dek dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in iktisadi yükselişi sayesinde küresel eşitsizlik azalmaya başladı. Küresel eşitsizlik, 1988 yılında Gini endeksinde 69,4 ile en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran 2018’de 60,1’e düşerek on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana görülmemiş bir seviyeye geriledi.

Küresel eşitliğin ivmelenmesi kaçınılmaz değil. Çin artık küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde azaltmaya yardımcı olamayacak kadar zenginleşti ve Hindistan gibi büyük ülkeler, Çin’e benzer bir etkiye sahip olmak için gereken ölçüde büyüyemeyebilir. Pek çok şey Afrika’daki ülkelerin nasıl bir performans göstereceğine bağlı; kıta küresel yoksulluk ve eşitsizlikteki bir sonraki büyük düşüşe güç verebilir. Ancak küresel eşitsizlik azalsa bile, bu tek tek ülkelerdeki sosyal ve siyasi çalkantıların azalacağı anlamına da gelmiyor, tam tersi söz konusu. Küresel ücretlerdeki büyük farklılıklar nedeniyle, yoksul Batılılar on yıllar boyunca dünyanın en çok kazanan insanları arasında yer aldı. Gelirleri artan Batı dışındakiler, yoksul ve orta sınıf Batılıları yüksek mevkilerinden edeceği için bu durum artık geçerli olmayacak. Bu türden değişim, müreffeh ülkelerde küresel standartlara göre varlıklı olanlarla olmayanlar arasındaki kutuplaşmanın altını çizecektir.

Üç eşitsizlik dönemi

Küresel eşitsizliğin ilk dönemi kabaca 1820’den 1950’ye kadar uzanıyor ve bu dönem, eşitsizliğin istikrarlı bir şekilde artmasıyla karakterize ediliyor. Sanayi Devrimi sırasında (1820 civarı), küresel eşitsizlik son derece mütevazıydı. En zengin ülkenin (Birleşik Krallık) GSYİH’si 1820 yılında en yoksul ülkenin (Nepal) GSYİH’sinden beş kat daha fazlaydı (Bugün en zengin ve en yoksul ülkelerin GSYİH’leri arasındaki eşdeğer oran 100’e 1’den fazla). 1820’de 50 olan toplam Gini skoru, günümüzde Brezilya ve Kolombiya gibi fazla eşitsiz ülkeler için tipik, ancak dünya geneli düşünüldüğünde, bu eşitsizlik seviyesi aslında oldukça düşük (Bir perspektif olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gini skoru şu anda 41 iken, eşitlikçiliğiyle övünen bir sosyal demokrasi olan Danimarka’nın skoru 27).

On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca küresel eşitsizliğin büyümesi, hem çeşitli ülkeler arasındaki uçurumların büyümesinden (kişi başına düşen GSYİH’lerdeki farklılıklarla ölçülür) hem de ülkeler içindeki daha büyük eşitsizliklerden (belirli bir ülkedeki yurttaşların gelirlerindeki farklılıklarla ölçülür) kaynaklanıyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, iktisat tarihçilerinin Büyük Ayrışma olarak adlandırdığı[1], bir yanda Batı Avrupa, Kuzey Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkeleri ve daha sonra Japonya’nın diğer yanda kişi başına düşen gelirlerin durgunlaştığı ve hatta azaldığı Çin, Hindistan, alt Afrika kıtası, Orta Doğu ve Latin Amerika arasındaki artan eşitsizliği yansıtıyordu. Bu iktisadi farklılaşmanın siyasi ve askeri bir neticesi de vardı; yükselen emperyal ülkeler, can çekişen ya da fethedilenleri toz içinde bırakıyordu. Bu dönem, Avrupa’nın Afrika’nın büyük bölümünü fethetmesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirmesi ve Çin’i kısmen sömürgeleştirmesiyle aynı döneme denk geldi.

İkinci dönem yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Bu dönemde, 67 ila 70 Gini puanı arasında dalgalanan çok yüksek bir küresel eşitsizlik söz konusuydu. Ülkeler arasındaki eşitsizlik son derece yüksekti; mesela 1952’de ABD, Çin’in 15 katı kişi başına düşen GSYİH’ye sahipti; dünya nüfusunun yüzde altısına sahip olan ABD, küresel üretimin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Fakat ülkeler arasındaki eşitsizlik neredeyse her yerde azalıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek eğitimin orta sınıflar için daha geniş tabanlı ve karşılanabilir hale gelmesi ve refah devletinin temellerinin atılmasıyla, komünist Çin’de 1950’lerde büyük özel varlıkların kamulaştırılması ve ardından Kültür Devrimi’nin zorlayıcı eşitlikçiliğiyle, Sovyetler Birliği’nde ise Sovyet lideri Nikita Hroşçov’un reformlarının Stalinist nomenklatura‘nın[2] aşırı yüksek ücretlerini ve imtiyazlarını kesmesiyle düştü.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı -küresel eşitsizliğin en yüksek olduğu dönem- aynı zamanda “Üç Dünya”nın da dönemiydi: Çoğunluğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki zengin kapitalist ülkelerden oluşan Birinci Dünya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere biraz daha yoksul sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve çoğu Afrika ve Asya’da bulunan ve pek çoğu sömürgecilikten yeni kurtulan yoksul ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. Latin Amerika ülkeleri, ortalama olarak diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden daha zengin olmalarına ve on dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana bağımsızlıklarını ellerinde tutmalarına rağmen genelde bu son gruba dahil edilirler.

Bu dönem Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden on yılda da devam etti ama yirmi birinci yüzyılın başında yerini yeni bir aşamaya bıraktı. Küresel eşitsizlik yaklaşık yirmi yıl önce düşmeye başladı ve bugün de düşmeye devam ediyor. Eşitsizlik 2000 yılı civarında 70 Gini puanından yirmi yıl sonra 60 Gini puanına geriledi. Küresel eşitsizlikteki bu düşüş, 20 yıl gibi kısa bir zamanda gerçekleşmiş olup, on dokuzuncu yüzyılda küresel eşitsizlikteki artıştan daha hızlı. Bu düşüş Asya’nın, özellikle de Çin’in yükselişinden kaynaklanıyor. Bu ülke küresel eşitsizliğin azalmasına bir dizi nedenden ötürü büyük bir katkıda bulundu; ekonomisi düşük bir temelden başladı ve bu nedenle iki nesil boyunca olağanüstü bir hızla büyüyebildi ve ülkenin nüfusu sayesinde büyüme, dünyadaki tüm insanların dörtte biri ile beşte birine dokundu.

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan hem büyük nüfusu hem de greli yoksulluğu nedeniyle Çin’in son 20 yılda oynadığına benzer bir rol oynayabilir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla Hintli zenginleşirse, genel küresel eşitsizliğin azaltılmasına ön ayak olacaklardır. Hindistan ekonomisinin akıbetine dair pek çok belirsizlik var ama son on yıllardaki kazanımları tartışılmaz. 1970’lerde Hindistan’ın küresel GSYİH’deki payı yüzde üçün altındayken, büyük bir sanayi gücü olan Almanya’nın payı yüzde yediydi. 2021 yılına gelindiğinde bu oranlar yer değiştirdi.

Fakat bu yüzyılın başından beri genel küresel eşitsizlik azalmış olsa bile Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve hatta kıta Avrupa’sının refah devletleri de dahil olmak üzere pek çok büyük ülkede eşitsizlik arttı. Bu eğilim, sadece Latin Amerika, Bolivya, Brezilya, Meksika ve diğer ülkelerdeki geniş çaplı yeniden dağıtım programları yoluyla yüksek eşitsizlik azaltılarak tersine çevrildi. Üçüncü dönem, birinci dönemi andırıyor; dünyanın bir kısmında gelirlerin artışına, diğer bir kısmında ise göreli olarak düşmesine tanık olunuyor. İlk dönemde Batı’nın sanayileşmesi ve Hindistan’ın (o zamanlar yerli sanayileri bastıran İngilizlerin kontrolü altındaydı) eş zamanlı olarak sanayisizleşmesi söz konusuydu; üçüncü dönemde ise Çin’in sanayileşmesi ve bir dereceye kadar Batı’nın sanayisizleşmesi söz konusu. Ancak içinde bulunduğumuz dönem küresel eşitsizlik üzerinde tam tersi bir etki yarattı. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın yükselişi ülkeler arasındaki eşitsizliklerin artmasına yol açtı. Daha yakın dönemde ise Asya’nın yükselişi küresel eşitsizliğin azalmasını beraberinde getirdi. İlk dönem bir ayrışma dönemiydi; şimdiki dönem ise bir yakınlaşma dönemi.

Zirvede o kadar da yalnız değiller

Kişi seviyesine inildiğinde, Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel gelir merdivenindeki bireysel konumların muhtemelen en fazla şekilde değiştiği görülecektir. Elbette insanlar statülerini, nadiren karşılaşacakları uzaktaki diğer insanlara göre değil, çevrelerindekilere göre önemseme eğiliminde olurlar. Fakat küresel gelir sıralamasında gerilemenin gerçek maliyetleri vardır. Küresel olarak fiyatlandırılan pek çok mal ve tecrübe -örneğin, uluslararası spor veya sanat etkinliklerine katılma, egzotik yerlerde tatil yapma, en yeni akıllı telefonu satın alma veya yeni bir televizyon dizisini izleme olanağı- Batı’daki orta sınıf insanlar finansal anlamda için giderek daha ulaşılmaz hale gelebilir. Bir Alman işçi Tayland’da yapacağı dört haftalık tatili, belki de daha az cazip olan başka bir yerde yapacağı daha kısa bir tatille ikame etmek zorunda kalabilir. Venedik’te bir daire sahibi olan dar gelirli bir İtalyan, gelirini artırmak için yıl boyunca kiraya vermesi gerektiğinden dairesinin tadını çıkaramayabilir.

Müreffeh ülkelerin alt gelir gruplarında yer alan insanlar, küresel gelir dağılımında tarihsel olarak üst sıralarda yer aldılar. Ancak şu an gelirleri bakımından Asya’daki insanlar tarafından sollanılıyorlar. Çin’in hızlı büyümesi küresel gelir dağılımının tüm veçhelerini yeniden şekillendirdi ama değişim en çok küresel sıralamanın orta ve üst-orta kısımlarında, yani Batı ülkelerinde genelde işçi sınıfından insanlarla dolu olan kısımda belirginleşti. Çin’in büyümesi daha yukarılarda, dünyada gelir elde edenlerin en üst yüzde beşinde daha az etki yarattı zira henüz yeterince Çinli, en varlıklı Batılıları, özellikle de son 150 ila 200 yıldır küresel gelir piramidinin en tepesine tarihsel olarak hâkim olan Amerikalıları yerinden edecek kadar zenginleşmedi.

Küresel gelir sıralamasının farklı ülkelerdeki insanlar açısından nasıl değiştiğini gösteren şuradaki grafik, 1988 ve 2018’de İtalya’daki ondalık dilimlerle karşılaştırıldığında Çin’deki kentsel ondalık dilimlerin (her bir ondalık dilim o ülkenin nüfusunun yüzde onundan oluşuyor ve en yoksuldan en zengine doğru sıralanıyor) konumlarını göteriyor. Çin’de kentsel ve kırsal alanlar için ayrı hane halkı anketleri yapıldığından ve Çin’in kentsel nüfusu (şu anda 900 milyondan fazla kişi) kırsal nüfusuna kıyasla dünyanın geri kalanıyla çok daha güçlü bir şekilde entegre olduğundan Çinli kent sakinlerinin verilerini kullanıyorum. Kentli Çinliler, 24 ila 29 küresel yüzdelik dilim arasında yükseldi, yani Çin’in belirli bir kentsel ondalık dilimindeki insanlar sadece 30 yıl içinde dünya nüfusunun dörtte birini veya daha fazlasını geçti. Örneğin, 1988 yılında Çin’de medyan kentsel gelire sahip bir kişi, küresel olarak 45. gelir yüzdelik diliminde yer alıyordu. Bu durumdaki bir kişi, 2018 yılına gelindiğinde 70. yüzdelik dilime yükselmiş olacaktır. Söz konusu dönemde Çin’de kişi başına düşen GSYİH’nin yılda ortalama yüzde sekiz gibi olağanüstü yüksek bir oranda büyüdüğü göz önüne alındığında bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Fakat Çinli gelir sahiplerinin artan konumu, diğer ülkelerdeki gelir sahiplerinin göreli olarak gerilemesine neden oldu.

İtalya bu etkinin en bariz örneğini sunuyor. 1988 ile 2018 yılları arasında, ülkenin en alt diliminde yer alan ortalama İtalyanlar, küresel sıralamalarının yüzde 20 oranında düştüğüne şahit oldu. İtalya’nın ikinci ve üçüncü en düşük dilimleri küresel olarak sırasıyla altı ve iki yüzdelik dilim düştü. Bu arada, varlıklı İtalyanların küresel konumu Çin’in yükselişinden neredeyse hiç etkilenmedi; daha varlıklı İtalyanların, küresel dağılımın Çin’in büyümesinin muazzam bir değişime yol açtığı kısmının üzerinde yer alma eğiliminde oldukları ortaya çıktı. İtalya’da gözlemlenen değişimler sadece bu ülkeye özgü değil. Ülkesinin en yoksul gelir diliminde olan ortalama bir Alman, 1993’te küresel olarak 81. yüzdelik dilimden 2018’de 75. yüzdelik dilime geriledi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise en yoksul dilimde yer alan ortalama bir kişi 1988 ve 2018 yılları arasında 74. yüzdelik dilimden 67. yüzdelik dilime geriledi. Fakat varlıklı Almanlar ve Amerikalılar daha önce oldukları yerde kaldılar, yani zirvede.

Veriler, sadece ülkelerdeki eşitsizlik çalışmalarına bakıldığında tespit edilmesi zor olan çarpıcı bir hikâyeyi ortaya koyuyor: Batı ülkeleri giderek küresel gelir dağılımının çok farklı kısımlarına ait insanlardan oluşuyor. Farklı küresel gelir konumları farklı tüketim kalıplarına karşılık geliyor ve bu kalıplar küresel modalardan etkileniyor. Sonuç olarak Batılı ülkelerdeki artan eşitsizlik hissiyatı, nüfusları gelir düzeyleriyle ölçüldüğünde, giderek daha fazla küresel gelir hiyerarşisinin çok farklı kısımlarına ait oldukça akut hale gelebilir. Ortaya çıkacak sosyal kutuplaşma, Batı toplumlarını, zenginlik ve yaşam tarzındaki uçurumların son derece belirgin olduğu pek çok Latin Amerika ülkesine benzetecektir.

Küresel gelir dağılımının orta kısmının aksine en tepedeki kesimin yapısı, son otuz yılda hemen hemen aynı -Batılıların hakimiyeti- kaldı. 1988’de 207 milyon kişi dünyanın en çok kazanan yüzde beşlik kesimini oluştururken, 2018’de bu sayı 330 milyona ulaşarak hem dünya nüfusundaki artışı hem de eldeki verilerin genişlemesini yansıttı. Bu insanlar “küresel varlıklılar” olarak adlandırılabilecek bir grubu temsil ediyor ve daha nadir görülen küresel en üst yüzde birin bir basamak altında yer alıyorlar.

Bu grubun çoğunluğunu Amerikalılar oluşturuyor. Hem 1988’de hem de 2018’de küresel olarak varlıklı olanların yüzde 40’ından fazlası ABD vatandaşıydı. Daha sonra İngiliz, Japon ve Alman vatandaşları geliyor. Genel anlamda Batılılar (Japonya dahil) grubun neredeyse yüzde 80’ini oluşturuyor. Kentli Çinliler küresel zenginler arasına daha yakın zamanda girdi. Onların payı da 2008’de yüzde 1,6 iken 2018’de yüzde 5,0’a yükseldi.

Asya ülkelerinden (Japonya hariç) sadece kentli Çinliler bu grupta yer alıyor. Kentli Hintlilerin ve Endonezyalıların küresel ilk yüzde beş içindeki payları 1988’de önemsizdi. Bu rakamlar 2008 ve 2018 yılları arasında çok az arttı: Hindistan’da yüzde 1,3’ten yüzde 1,5’e; Endonezya’da yüzde 0,3’ten yüzde 0,5’e. Bu oranlar ufak kalmaya devam ediyor. Aynı durum Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için de geçerli; Brezilya ve Rusya’dakiler hariç, küresel olarak varlıklı olanlar arasına hiçbir zaman kayda değer bir katılım olmadı. Dolayısıyla küresel gelir dağılımının tepesi Batılıların, özellikle de Amerikalıların egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Ancak Doğu Asya, özellikle de Çin ile Batı arasındaki büyüme oranları arasındaki fark devam ederse, küresel olarak varlıklı olanlardaki uyruk bileşimi de değişecektir. Bu değişim, dünyadaki iktisadi ve siyasi gücün dengesinin değişmesinin bir göstergesi. Bireysel düzeydeki bu verilerin gösterdiği şey, geçmişte olduğu gibi, bazı güçlerin yükselişi ve diğerlerinin göreli düşüşüdür.

Telafi

Küresel eşitsizliğin ilerideki seyrini tahmin etmek zor. Üç dış şok, içinde bulunduğumuz dönemi daha öncekilerden farklı kılıyor: Ülkelerin büyüme oranlarını düşüren Kovid-19 salgını (mesela Hindistan’ınki 2020’de eksi yüzde sekizdi); ABD ve Çin’in küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını oluşturduğu göz önüne alındığında, küresel eşitsizliği kaçınılmaz olarak etkileyecek olan ABD-Çin ilişkilerinin bozulması ve dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarını yükselten ve küresel ekonomiyi sarsan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.

Bu şoklar ve belirsiz mirasları, küresel eşitsizliğin akıbetini tahmin etmeyi iktisatçılar açısından zor bir görev haline getiriyor. Yine de bazı gelişmeler olası görünüyor. Birincisi, Çin’in artan zenginliği küresel eşitsizliği azaltma kabiliyetini sınırlayacak ve Çin’in üst-orta ve üst sınıfları küresel gelir dağılımının tepesine büyük sayılarda girmeye başlayacaktır. Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden diğer Asyalıların artan gelirleri de benzeri bir etki yaratacaktır.

Önümüzdeki on yıllarda bir noktada, Çin ve Amerikan nüfuslarının küresel olarak varlıklı olanlar arasındaki payları yaklaşık olarak aynı hale gelebilir; yani, küresel standartlara göre Çin’de de ABD’deki kadar varlıklı insan olabilir. Böyle bir gelişme, dünyadaki iktisadi, teknolojik ve hatta kültürel gücün daha geniş bir değişimini yansıtacağı için önemli.

Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşebileceğini belirlemek, iki ekonominin gelecekteki büyüme oranları, iç gelir dağılımlarındaki değişiklikler, demografik eğilimler ve Çin’in devam eden kentleşmesi de dahil olmak üzere pek çok varsayıma dayanan oldukça karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Ancak küresel olarak varlıklı Çinlilerin sayısının küresel olarak varlıklı Amerikalıların sayısına ne zaman eşit olacağını belirlemede en önemli faktör, daha hızlı büyüyen bir Çin ile ABD arasındaki kişi başına düşen GSYİH büyüme oranlarındaki fark. Bu fark (“büyüme farkı” olarak bilinir) 1980’lerde yüzde altı, 1990’larda yüzde yedi iken, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılımı ile 2008’deki küresel mali kriz arasındaki dönemde yüzde dokuz puana yükseldi. Aradaki fark o zamandan bu yana yaklaşık yüzde dört buçuk puana düştü. Çin’in büyümesi önümüzdeki yıllarda muhtemelen yavaşlayacağı için bu fark daha da azalarak yüzde iki ila dört puan arasında olabilir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri şu anda Çin’den biraz daha yüksek bir orana sahip olsa bile, iki ülkenin nüfus artış oranları çok farklı olmayabilir.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD medyan gelirine eşit veya daha yüksek gelir elde eden Çinlilerin mutlak sayısının bu tür Amerikalıların mutlak sayısıyla ne zaman eşleşeceğini tahmin etmek mümkün (İkincisi, tanım gereği, ABD nüfusunun yarısı.) Şu anda, 40 milyondan biraz az Çinli bu koşulu yerine getiriyor (yaklaşık 165 milyon Amerikalıya karşılık). Fakat yılda yaklaşık yüzde üçlük bir büyüme farkı ile 20 yıl içinde iki grup eşit büyüklükte olacaktır; eğer büyüme farkı daha küçükse (örneğin yılda sadece yüzde iki), eşitlik on yıl sonra sağlanacaktır.

Bundan bir ya da bir buçuk nesil sonrası, 1980’lerde Çin’in dışa açılmasından günümüze kadar geçen süreden daha kısa. Çin, Mao 1976’da öldüğünden bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeye çok yaklaşmış durumda: 70 yıl içinde, o zamanlar yoksul olan bu ülkenin ABD kadar zengin vatandaşı olacak.

Afrika motoru

Bu dramatik dönüşümün bir sonucu olarak Çin, artık küresel eşitsizliğin azalmasına katkıda bulunmayacaktır. Ama Afrika ülkeleri gelecekte bu düşüşe öncülük edebilir. Afrika ülkelerinin bu hedefe ulaşmak için dünyanın geri kalanından, özellikle de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ndeki (OECD) müreffeh ülkelerden ve Çin’den daha hızlı büyümesi gerekiyor. Bu ülkeler yalnızca çoğunlukla yoksul oldukları için değil, doğum oranları dünya genelinde ikame seviyelerinin altına düştüğü, Afrika’nın nüfusunun bu yüzyılda ve hatta belki de bir sonraki yüzyılda artması beklendiği için de burada oldukça önemli bir role sahip.

Ancak Afrika’nın Asya’nın son dönemdeki ekonomik başarısını tekrarlaması pek mümkün görünmüyor. Afrika’nın 1950 sonrası karnesi iyimser olmak için çok az gerekçe sunuyor. Varsayımsal bir hedef olarak en az beş yıl boyunca sürdürülen kişi başına yüzde beşlik büyüme oranını ele alalım; bu iddialı bir hedef ama ulaşılamaz değil, son 70 yılda sadece altı Afrika ülkesi bunu başarabildi. Bu istisnai büyüme dönemlerinin biri hariç tamamında (nüfus açısından) çok küçük ülkeler ve büyümeleri tek ihraç malına (Gabon ve Ekvator Ginesi’nde petrol, Fildişi Sahili’nde kakao) bağlı olan ülkeler söz konusu. Botsvana ve Yeşil Burun Adaları da bunu başardı, fakat bunlar çok küçük ülkeler. Etiyopya, 2005’ten 2017’ye kadar 13 yıl üst üste yüksek büyüme oranını sürdüren tek kalabalık ülkeydi (100 milyondan fazla nüfusa sahip). Bu eğilim, 2020’de yeni bir iç savaşın patlak vermesi ve Eritre ile tekrar başlayan çatışma nedeniyle o zamandan bu yana sona erdi.

Bu basit egzersiz, en kalabalık Afrika ülkeleri olan Nijerya, Etiyopya, Mısır, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Güney Afrika’nın, Çin’in son yıllarda küresel eşitsizliği azaltmada oynadığı rolü oynamak için tarihi trendleri değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Elbette pek çok gözlemci Asya’nın muazzam bir iktisadi büyüme göstermesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mesela İsveçli iktisatçı ve Nobel Ödülü sahibi Gunnar Myrdal, 1968 tarihli An Inquiry Into the Poverty of Nations (Asya Dramı: Ulusların Yoksulluğu Üzerine İnceleme) adlı kitabında, Asya’nın görünürdeki aşırı nüfusu ve sınırlı teknolojik ilerlemesi göz önüne alındığında, öngörülebilir gelecekte yoksul kalacağını öngörmüştü. Ancak Myrdal’ın kitabının yayımlanmasından sadece on yıl sonra bölge, olağanüstü yüksek büyüme oranları kaydetmeye başladı ve bazı teknoloji alanlarında lider konumuna geldi.

Yardımların büyüme için kayda değer bir itici güç oluşturması pek mümkün değil. Batı’nın Afrika’ya sunduğu yardımlarla ilgili son altmış yıllık tecrübe, bu tür bir desteğin ülkede kalkınmayı garanti etmediğini açıkça gösteriyor. Yardım hem yetersiz hem de önemsiz. Yetersiz çünkü müreffeh ülkeler hiçbir zaman GSYİH’lerinin büyük bir kısmını dış yardıma ayırmadılar; dünyanın en zengin ülkesi olan ABD şu anda GSYİH’sinin sadece yüzde 0,18’ini yardım olarak veriyor ve bunun önemli bir kısmı da “güvenlikle ilgili” şeklinde tasnif ediliyor ve ABD’den askeri teçhizat alımları için kullanılıyor. Fakat yardım miktarları daha fazla olsa bile bu miktarlar önemsiz olacaktır. Afrikalı yardım alıcılarının sicili, bu tür desteklerin anlamlı bir iktisadi büyüme yaratmakta başarısız olduğunu gösteriyor. Yardımlar genelde yanlış dağıtılıyor ve hatta çalınıyor. Bu, özellikle kıymetli bir ürün bahşedilmiş bir ülkenin hala düşük performans gösterdiği “kaynak laneti” gibi etkiler yaratıyor; yani anlamlı bir takip veya daha sürdürülebilir, geniş çapta paylaşılan refah olmadan muazzam başlangıç kazançları görüyorlar.

Afrika’nın durgunluğu devam ederse, bu durgunluk pek çok insanı göç etmeye itmeye devam edecektir. Nihayetinde, göçten elde edilen kazançlar muazzam: Tunus’ta medyan gelire sahip bir kişi Fransa’ya taşınır ve orada, örneğin 20. Fransız gelir yüzdelik diliminde kazanmaya başlarsa, çocukları için daha iyi yaşam şansları yaratmanın yanı sıra kazancını neredeyse üç katına çıkarmış olacaktır. Sahra altı Afrikalılar Avrupa’ya taşınarak daha da fazla kazanabilirler: Uganda’da medyan gelir elde eden bir kişi Norveç’e taşınır ve Norveç’in 20. yüzdelik dilimi seviyesinde kazanırsa kazancını 18 katına çıkarmış olacaktır. Afrika ekonomilerinin daha zengin akranlarını yakalayamaması (ve dolayısıyla küresel gelir eşitsizliğinde gelecekte bir azalma sağlayamaması) daha fazla göçü teşvik edecek ve müreffeh ülkelerde, özellikle de Avrupa’da yabancı düşmanı, nativist siyasi partileri güçlendirebilecektir.

Afrika’nın doğal kaynaklarının bolluğu süregelen yoksulluğu ve zayıf hükümetleriyle birleştiğinde, baskın küresel güçlerin kıta üzerinde rekabet etmesine yol açacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı Afrika’yı ihmal etmiş olsa da Çin’in kıtaya yaptığı son yatırımlar ABD ve diğerlerini kıtanın önemi konusunda uyardı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), sadece dikkatini Afrika’ya kaydırmakla kalmayıp aynı zamanda Çin’in tercih ettiklerine benzer şekilde daha fazla “tuğla ve harç” altyapı projelerine odaklanmaya karar vererek dolaylı yoldan Çin’in gururunu okşadı. Afrika ülkeleri büyük güç rekabetinin kendileri için o kadar da kötü olmayabileceğini öğreniyorlar, zira bir süper gücü diğerine karşı oynayabilirler. Fakat kıtanın müttefikler ve düşmanlar olarak bölündüğü, bunların da rekabet ettiği ve hatta savaşa girdiği daha kötü bir senaryo da var. Bu kaos, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başarısını tekrarlayabilecek bir ortak Afrika pazarı idealini daha da uzak bir ihtimal haline getirecektir. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde bastırabilecek bir büyüme artışı yakalama ihtimali zayıf.

Geleceğin dünyası

Küresel eşitsizlik hangi yönde ilerlerse ilerlesin, önümüzde ciddi bir değişim var. Çin’in büyümesi önemli ölçüde yavaşlamadığı sürece, Çin vatandaşlarının küresel gelir dağılımının üst kesimlerindeki payı artmaya devam edecek ve buna paralel olarak Batılıların bu gruptaki payı azalacaktır. Bu değişim, Sanayi Devrimi’nden bu yana var olan, Batılıların ezici bir çoğunlukla küresel gelir piramidinin tepesinde temsil edildiği ve yoksul Batılıların bile küresel anlamda üst sıralarda yer aldığı durumdan belirgin bir değişimi ifade edecektir. Batı’daki alt ve alt-orta sınıfların küresel gelir konumundaki kademeli düşüşü, yeni bir yerel kutuplaşma kaynağı yaratıyor: Belirli bir Batı ülkesindeki zenginler küresel anlamda zengin kalmaya devam edecek ama o ülkedeki yoksullar küresel sıralamada aşağıya doğru kayacak. Küresel eşitsizliğin azalma eğilimine girmesi için kalabalık Afrika ülkelerinde güçlü bir iktisadi büyümeye ihtiyaç var ama bu pek olası görünmüyor. Afrika’dan yapılan göç, kıtanın kaynakları üzerindeki büyük güç rekabeti, yoksulluk ve zayıf hükümetlerin devamlılığı, Afrika’nın geçmişte olduğu gibi muhtemelen geleceğinde de yer alacak.

Yine de daha eşit bir dünya, faydalı bir hedef olmaya devam ediyor. Ülkeler arasında eşitliğin önemini, ekonomi politiğinin kurucusu olan on sekizinci yüzyıl İskoç filozof Adam Smith’ten daha iyi kavramış çok az düşünür var. Büyük eseri Ulusların Zenginliği‘nde[3], Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki zenginlik ve güç uçurumunun nasıl sömürgeleştirmeye ve haksız savaşlara yol açtığını gözlemlemiş, “Güç üstünlüğü… Avrupalıların elindeki güç öylesine büyüktü ki, bu uzak ülkelerde her türlü adaletsizliği cezasızlıkla yapabiliyorlardı,” diye yazmıştı. Büyük eşitsizlikler şiddeti ve acımasızlığı körüklüyordu, ancak Smith yine de umuda yer bırakıyordu. Smith, “Belki bundan sonra bu ülkelerin yerlileri daha da güçlenebilir ya da Avrupa’nın yerlileri daha da zayıflayabilir. Ve dünyanın tüm farklı bölgelerinin sakinleri, karşılıklı korku uyandırarak, bağımsız ulusların adaletsizliğini tek başına aşıp birbirlerinin haklarına bir tür saygı duymalarını sağlayacak cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirler,” hayalini kuruyordu.

[1] Diğer adıyla “Avrupa mucizesi”; Batı dünyasının (yani Batı Avrupa toplumlarının baskın hale geldiği ülkelerinin) 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Babür Hindistan’ı, Qing Çin’i, Tokugawa Japonyası ve Joseon Kore’sini gölgede bırakarak dünyanın en güçlü ve zengin medeniyeti olarak ortaya çıktığı sosyoekonomik değişim. (ç.n.)

[2] Sovyet bürokrasisinde çeşitli önemli idari mevkileri tutan elitler için kullanılan terim. (ç.n.)

[3] İktisatçı Adam Smith’in 1776’da çıkan eseri, çağdaş iktisat alanındaki ilk eser. Klasik ekonominin en temel eserlerinden birisi olarak kabul görür. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.

Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.

Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.


Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli

David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.

Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.

Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.

O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.

Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.

Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.

Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.

Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.

Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).

Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.

Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.

Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.

Tarihin istismarı

Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.

Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.

Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.

İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.

[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.

Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.

“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”

Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.

Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.

İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.

Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.

Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.

Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.


¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir

Yayınlanma

David E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024

İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.

İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.

Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.

Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.

Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.

İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.

Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.

Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.

İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.

Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.

İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.

Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.

İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.

Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.

Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.

Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.

Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.

Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.

Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?

Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.

Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.

Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.

Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gürcistan’a dair bir rehber

Yayınlanma

Yazar

Gürcistan’ın yakın tarihindeki siyasi olaylar ve sosyal dinamikler, geçen haftaki seçimler ve onun öncesinde geçen yıl ve bu yıl boyunca devam eden tartışmalarda göz ardı ediliyor. Seçimlerde iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin zaferinin ardından, ülkede “Rusya yanlısı bir yönetim” olduğu iddiaları dile getiriliyor. Gürcistan’da, özellikle mart ayında hükümetin “Yabancı Etkinin Şeffaflığı” yasası önerisi halkın büyük tepkisine yol açarak protestolara sahne olmuştu. Gazeteci Andrew Cockburn, Mayıs 2023’teki Tiflis ziyaretinde şahit olduklarını, Gürcistan’ın Batı ve Rusya arasındaki gerilimi ve ülkedeki sosyal hareketlerin bu denklemde oynadığı rolü değerlendiriyor.


Gürcistan’a dair bir rehber

Ana akım medyada bulamayacağınız birkaç bilgi

Andrew Cockburn, Spoils of War

27 Ekim 2024

Gürcistan’daki seçim sonuçları gelmeye başladı ve görünüşe göre iktidardaki Gürcü Rüyası partisi bir kez daha kazanmış durumda. Şimdi muhtemelen, “Rusya yanlısı” hükümetin seçim sonuçlarını hile ile manipüle ettiği yönünde bir sürü iddia ortalığı saçılacak. Bu büyüleyici ülkenin son siyasi mazisine dair arka plan bilgisi arıyorsanız, geçen yıl yayımladığım bu habere göz atmanızı öneririm.

Tiflis’te

Mart ayının başında, bir akşam Rustaveli Bulvarı’nda, Gürcistan parlamentosunun ışıklandırılmış binasının önünde duruyordum. Etrafımda hızla büyüyen kalabalık arasında, çocukları ve köpekleriyle gelen ailelerin de olduğu insan grupları protestoya katılıyordu. Esasında gösteri, iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin desteklediği yeni bir yasa tasarısının oylanacağı tarihten iki gün sonraya planlanmıştı: Yasa kapsamında, yurt dışından gelirinin yüzde 20’sinden fazlasını alan herhangi bir kuruluşun, “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesi gerekecekti. Yasanın destekçileri bu düzenlemenin, ABD’nin 1938 yılında çıkardığı Yabancı Acenta Kayıt Yasası’ndan (Foreign Agents Registration Act) ilham aldığını öne sürse de etrafımdaki insanlar daha ziyade Vladimir Putin’in 2019’da Rusya’da çıkardığı benzer bir yasayı düşünüyordu. Bu yasa, Rusya’da sivil toplumu adeta felç etmişti. Söylentilere göre, yetkililer yeni yasa tasarısının oylamasını sessizce öne çekmişti.

Tiflis’te herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu; etrafımda sürekli sıcak selamlaşmalar ve eski dostların neşeli sohbetleri vardı. Arkadaşlar heyecanla son gelişmeleri konuşurken, kalabalığın önündeki daha aktif gruplar, polisin kurduğu çelik bariyere sırayla tekme atıyordu. Özgür Üniversite’de görsel sanatlar okuyan Nina, “Bu benim onuncu gösterim. Benim işim bu,” dedi. Fakat gece ilerledikçe atmosfer daha gergin bir hal aldı. Polis arabaları ateşe verildi ve göstericilere su topları ile biber gazı sıkıldı (Olaydan sonra, biber gazına tam anlamıyla maruz kalan bir arkadaşım, etkisini Gürcistan’ın meşhur acı sosu Adjika’ya benzeterek, “Ama o kadar keskin değil!” diye şaka yapmıştı).

Kalabalık çoğunlukla gençlerden oluşuyordu. Birçoğu, protestolardan Tiflis’in gelişmekte olan gece kulüpleri ağı sayesinde haberdar olmuştu. Bu gece kulüpleri, heavy metal drag performanslarından Gürcistan Ulusal Balesi’ne kadar geniş bir yelpazede eğlence sunuyor. Bağımsızlık sonrasında doğmuş olan bu jenerasyon için birer topluluk merkezi haline gelen kulüpler, siyasi açıdan kayda değer bir etkiye sahip. Bir gösterici, bu kulüplerin “kaç kişi olduğumuzu ve birlikte ne kadar güçlü olabileceğimizi görmemiz için bir alan sağladığını” söyledi. Mart ayındaki protestolar büyüdükçe, gece kulüpleri de kapandı ve müşterilerini gösterilere katılmaları için teşvik etti. LeftBank adlı kulübün kurucusu Andro Eradze, merkezi bir organizasyon olmadığını vurguladı: “Doğal bir şekilde, fazla düşünmeden oluyor,” dedi. Onun için dönüm noktası, 2015’in haziran ayında yaşanan ve yirmi kişinin hayatını kaybettiği büyük sel felaketi olmuş. Selin ardından, şehir çamurla kaplanırken, aslanlar, kaplanlar ve diğer vahşi hayvanlar hayvanat bahçesinden kaçarak günlerce sokaklarda dolaşmıştı. Hazırlıksız yakalanan hükümet, felaketle başa çıkmakta zorlanırken, binlerce genç kendiliğinden organize olup kenti temizlemek için harekete geçmişti. Eradze, “Ben de o ekibin bir parçasıydım. Toplumsal şuurun gelişimi açısından olağanüstü önemliydi,” diye konuştu. Etrafımda toplanan bu yeni nesil, yerleşik siyasi yapılardan uzak duran, hatta onlara karşı eleştirel bir tutum sergileyen bir kuşaktı. Tasarıyı okuyan azdı ama hepsi, bu yasanın liberal özgürlüklerle olan bağlarını tamamen koparacağını düşünüyordu, zira pek çok kişinin bel bağladığı sivil toplum kuruluşları, yabancı fonlardan mahrum bırakılacaktı.

Gürcüce ve İngilizce yazılmış, Avrupa’ya bağlılık sözü veren ve Rusya’yı eleştiren el yapımı pankartlar, Gürcistan ve AB bayraklarıyla birlikte dalgalanıyordu. Hiçbir pankart Rusça değildi ve savaşın başından bu yana Gürcistan’a göç eden altmış binden fazla Rus’un hiçbirine rastlamadım; bu, halk arasında pek hoş karşılanmayan bir göç dalgasıydı. Ekonomiyi canlandırmış olsa da (geçen yıl Gürcistan’ın ekonomisi yüzde 10 büyüdü), yaşam maliyetlerini ciddi şekilde artırdı, Tiflis’te kiralar ikiye katlandı. Şehir duvarlarında “Rusları sınır dışı edin,” yazılı grafitiler belirmeye başladı. Dış dünyadan bakıldığında, bu Rusya karşıtı hava, Gürcistan’ın 2013’teki Ukrayna gibi, halkın Batı yanlısı bir muhalefetle Kremlin’den emir alan bir rejim arasında bölündüğünü doğruluyor gibi görünüyor.

Uluslararası sahnede, bu muhalefeti Gürcistan’ın eski Cumhurbaşkanı Mihail “Mişa” Saakaşvili temsil ediyor. Saakaşvili, iktidarı döneminde işlediği çeşitli yetki suistimalleri nedeniyle giyaben mahkum edilmiş, 2021’de ülkeye dönmesinin ardından tutuklanmıştı. Batılı siyasetçiler ve medya kuruluşları, sağlık gerekçesiyle Saakaşvili’nin serbest bırakılmasını talep eden samimi çağrılarda bulunuyorlar (2021’den bu yana aralıklı olarak açlık grevinde olan Saakaşvili, zehirlendiğini iddia ediyor ve sağlık durumu sürekli “ölümün eşiğinde” olarak bildiriliyor. Observer’a göre, Tiflis’te bir hastanede “zayıf düşmüş ve zihni bulanık” bir halde tutuluyor). Ancak gösterilerde pankartlarda gördüğüm tek Gürcü kamu figürü, Putin’le sarmaş dolaş bir karikatürü çizilmiş olan milyarder oligark Bidzina İvanişvili’ydi. İvanişvili, ülkenin gerçek lideri olarak kabul ediliyor ama resmi bir görevi yok ve halka açık alanlarda görünmüyor. Parlamento basamaklarından “Rus yasasını” kınayan konuşmacılar arasında da herhangi bir politikacı yoktu. Hafta ilerledikçe, küçük bir muhalefet partisinin lideri olan eski bir bakan mikrofonu ele geçirdiğinde, kalabalık “Defol!” diye slogan atarak onu susturdu; mikrofon, tanınmış bir yerel sanatçı tarafından elinden alındı. Sanatçı, “Bu, sanat ve sevgi zamanı,” diye ilan etti. Genel atmosfer, bana yaklaşık on iki yıl önceki Wall Street karşıtı Occupy hareketini anımsattı. O hareket sonunda Mike Bloomberg’in polisleri tarafından zorla dağıtılmıştı. Fakat Tiflis’teki kararlı ve giderek öfkelenen kalabalık, daha iyi bir sonuç elde etti. Üç gün süren artan protestoların ardından, hükümet yasayı geri çekti.

Gürcistan’da sokak protestoları uzun süredir etkili bir değişim aracı olmuştur. 1978’de, Sovyet iktidarının sarsılmaz göründüğü bir dönemde, binlerce insan güçsüz Gürcistan Yüksek Sovyet’inin bulunduğu Rustaveli Bulvarı’na akın etmişti. Kremlin, Gürcüce yerine Rusçanın resmi dil olarak kabul edilmesi yönünde bir karar almıştı. Sovyet döneminde protesto son derece tehlikeliydi; örneğin, 1956’da Stalin’in eleştirilmesine ve Gürcü halkına yönelik aşağılayıcı söylemlere karşı düzenlenen bir gösteri ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Ancak 1978’de, dönemin yerel Komünist Parti lideri Eduard Şevardnadze, Kremlin’i ikna ederek askerlerin müdahale etmesini önledi ve Gürcücenin resmi dil olarak kabul edilmesini sağladı ki bu, Moskova için eşi benzeri görülmemiş bir tavizdi.

Bundan sadece on yıl kadar sonra, Sovyet gücü zayıflamaya başladığında, Gürcüler tekrar toplandı ve Sovyetler Birliği’nden ayrılma haklarını talep ettiler. 9 Nisan 1989’da askeri birlikler ellerinde küreklerle kalabalığı dağıttı ve yirmi kişi hayatını kaybetti. Bu hadise bir dönüm noktasıydı. Eski dışişleri bakanı olacak Tedo Japaridze’nin ifadesine göre, “9 Nisan katliamından önce, belki bazıları bağımsızlık yanlısıydı ama çoğunluk değildi. Ertesi sabah herkes birer vatansever olarak uyandı”. 1991’de bağımsızlıktan sonra Gürcistan kaosa sürüklendi. Bu yılki protestoculardan biri bana, “1990’ları yaşayan herkes hâlâ o yılların travmasını taşıyor,” dedi ve dönemin iç savaşlarını ve ayaklanmalarını parmaklarıyla sayarak gösterdi: “En az dört tane”. Parlamento binası bile çatışmalara sahne oluyordu; bağımsızlık sonrası liderlerden biri, binanın bodrum katında son direnişini yapmıştı. Siyasi bir dönüşüm geçiren Şevardnadze, 1995’te cumhurbaşkanı oldu ve artık Güney Osetya ile Abhazya’dan yoksun kalan ülkeyi yeniden inşa etmeye başladı.

Şevardnadze, Rusya’nın askeri üslerinin boşaltılması ve yeni bir anayasa hazırlanması gibi konularda ilerleme kaydetti; hatta NATO’ya üyelik başvurusu bile yaptı. Fakat rejimi yaygın yolsuzluklarla anılıyordu. Saakaşvili’nin de aralarında bulunduğu genç politikacılardan oluşan bir grup, Şevardnadze’yi tekrar iktidara getiren 2003 parlamento seçimlerinin hileli olduğunu ilan ederek sokaklara döküldü. Ellerinde kırmızı güllerle, Saakaşvili ve bir grup destekçisi meclis oturumunu bastı, Şevardnadze’yi konuşması sırasında bölerek onu kaçmaya zorladı. Şevardnadze kısa süre sonra istifa etti.

Bir Gürcü Rüyası milletvekilinin ifadesiyle, “Bu olay Gürcistan’da bir emsal oluşturdu. 6 Ocak’ta ABD’de Kongre işgal edildiğinde Amerikan hükümeti düşmedi. Ama Saakaşvili meclisi ele geçirdiğinde hükümet düştü. Şimdi, eğer fiziksel olarak parlamentoyu işgal ederseniz hükümetin düşeceği fikri hâkim”. Değişim talebine güçlü bir şekilde yatırım yapanlar arasında, “sivil toplumu” geliştirme amacıyla yabancı fonlardan istifade eden STK’lar da giderek artıyordu. Ayrıca, perde arkasında daha gölgeli güçler de işin içinde olabilir. ABD’li siyasi danışmanlık firması Black, Manafort and Stone’da görev alan merhum Greg Stephens, Londra’daki bir toplantıda iftiharla “Gürcistan’ı ben yaptım. 30 milyon dolara. Baksanıza ne kadar ucuz!” diye övünmüştü.

Saakaşvili bir süreliğine vaatlerini yerine getirdi. Hızlı ve yoğun bir reform sürecinde, sıradan vatandaşları en çok etkileyen yolsuzlukların büyük bir kısmını ortadan kaldırdı. Rüşvetçiliğiyle ünlü trafik polisi teşkilatını topluca işten çıkardı. Önceki rejimin bakanları, bazen iç çamaşırlarıyla birlikte, televizyon kameralarının önünde gözaltına alınıp götürüldü. İnsanların ehliyet gibi basit işlerini halledebilmek için rüşvet vermek zorunda kaldığı yorucu bürokrasi yeniden düzenlendi ve halka hizmet sunan bürolar kuruldu. Saakaşvili, Tiflis’e damgasını vurmak için uluslararası mimarlarla çalıştı. Kura Nehri kıyısında devasa bir Kamu Hizmeti Merkezi inşa edildi; mantar şeklinde beton kanopilerle kaplı bu bina oldukça dikkat çekiyordu. Sergi merkezi ve konser salonu olarak planlanan ve halk arasında “tüpler” olarak bilinen çelik ve camdan yapılmış iki büyük silindir yapı ise Saakaşvili’nin kendisi için seçtiği sarayın yanına inşa edildi; bu saray, çarlık döneminde emniyet müdürlüğüydü ve üzerine cam bir kubbe eklenmişti. Binanın geçmişte siyasi kargaşalarda oynadığı merkezi rolün farkında olan Saakaşvili, parlamentonun merkezini Tiflis’ten 225 kilometre uzaklıktaki Gürcistan’ın ikinci büyük şehri Kutaisi’ye taşıdı ve orada başka bir kubbe altında topladı. Fakat yanlış cam seçimi nedeniyle (maliyetleri düşürmek istemişlerdi), milletvekilleri nemli havada bunalıyordu. Milletvekillerinden biri, “Kutaisi’de yapılacak pek bir şey yok. Bu yüzden zamanımızı ziyafetler ve içkilerle geçiriyorduk,” diye anlattı.

Bu gösterişli projeler, özellikle de kapsamlı deregülasyon politikası ve diğer neoliberal ideoloji örnekleriyle birlikte yürütüldükleri için, Batı’da beklenildiği gibi Saakaşvili’ye övgüler kazandırdı. ABD’ye olan bağlılığını göstermek amacıyla Saakaşvili, Gürcü askerlerini Irak ve Afganistan işgallerine gönderdi. Tiflis havaalanına giden ana yol George W. Bush’un adıyla anıldı; 2005’te Gürcistan’ı ziyaret eden Bush, “Amerikan halkı sizinle,” diye ilan etti. Buna rağmen, başlangıçta Putin, güneydeki komşusunu tolere etmeye hazır görünüyordu. Saakaşvili’nin iktidara gelmesi, Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un Şevardnadze’yi istifa etmesi için ikna etmesiyle mümkün olmuştu ve Saakaşvili’nin Moskova’da Putin’le yaptığı ilk özel görüşme de –her ne kadar Saakaşvili görüşmeden önce otelin havuzunda yüzüp Putin’i yarım saat bekletmiş olsa da– olumlu geçmişti. Hatta Gürcistan’ın 1990’larda kaybettiği bölgelerden biri olan Güney Osetya meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi bile mümkün görünüyor gibiydi.

Fakat Saakaşvili kısa süre içinde Rusya’yı kışkırttı; Güney Osetya’daki silahsız barış gücü devriyelerine askeri polis ekleyerek gerginliği tırmandırdı. Washington’daki yetkililer ise, bu hiperaktif müttefiklerinin herkesi bir belaya sürükleyebileceğinden endişelenmeye başlamışlardı. Colin Powell, Gürcistan Dışişleri Bakanına, “Mişa’ya benim için bir şey sorabilir misin? Ayıyı her gün gözüne mi dürtmek zorunda? Belki haftada bir yeterli olur!” demişti. 2006’ya gelindiğinde, Ruslar Saakaşvili’nin hem güvenilmez olduğunu hem de Washington’un bir piyonu olarak hareket ettiğini düşünmeye başlamıştı. Gürcistan’ın Moskova’daki eski büyükelçisi ve şu anda hükümetin Rusya ile ilişkiler konusunda kıdemli danışmanı olan Zurab Abaşidze’nin anlattığına göre, Ruslar “Bu adamla el sıkışamazsınız,” anlamına gelen bir deyim kullanmışlardı.

Kremlin’de, özellikle de Putin’in kendisini telafisi mümkün olmayan düşmanca bir Batı ile karşı karşıya gördüğü olaylar arttığı için, bu ruh halini körüklemek tehlikeliydi. 2008’in nisan ayında Bükreş’teki NATO zirvesinde, Gürcistan ve Ukrayna’ya ittifakın gelecekteki üyeleri olarak kabul edildiler. Aynı yılın başlarında, ABD ve müttefikleri Kosova’nın Sırbistan’dan tek taraflı bağımsızlık ilanını tanıdı, ki bu durum Gürcistan için uğursuz sonuçlar doğurabilecek bir emsal teşkil ediyordu. Beyaz Saray’dan gelen belirsiz mesajların verdiği cesaretle, ki Saakaşvili bu mesajları bir destek sözü olarak yorumlamayı seçmişti, Ağustos 2008’de Gürcistan ordusunu Güney Osetya’ya gönderdi; burada sivil mahallelere gelişigüzel topçu ateşi açtılar. Ruslar karşı saldırıya geçti ve Tiflis’e sadece bir saat mesafeye kadar ilerlediler. Gürcistan’ın yenilgisinden sonra, Rusya hem Güney Osetya’da hem de Abhazya’da askeri üsler kurdu ve bu bölgeleri bağımsız devletler olarak tanıdı. Ancak Saakaşvili’nin bu pervasız teşebbüsünün sonuçları tamamen olumsuz değildi: Gürcistan, Rusya’nın saldırganlığının mağduru olarak kabul edilince ABD ve AB’den bol miktarda yardım akmaya başladı.

Gürcistan’da içeride neler olup bittiği ise Saakaşvili’nin Batılı destekçilerini pek ilgilendirmiyordu. İktidara geldiğinde hazine boştu ve ilk reformları büyük ölçüde devlete ait varlıkların özelleştirilmesiyle finanse edildi. Bu varlıklar arasında büyük Rustavi metal fabrikası da vardı ve oldukça düşük bir fiyata yerli bir oligarka satılmıştı. Fakat bu para toplama teşebbüsleri bununla sınırlı değildi. Ziyaretim sırasında, Saakaşvili’nin yetkililerinin sık sık suçlamalar yönelterek, bu suçlamaların sadece ağır kefalet ödemeleri ve pazarlık anlaşmaları ile çözülebildiğini anlatan iş insanlarıyla konuştum. Altı ay hapis yatmış bir banker, “Bu bir tür fidyeyle insan kaçırmaydı,” dedi. Yurt dışından finanse edilen bir STK’nın direktörüne, Saakaşvili’nin siyasi bir mahkûm olarak serbest bırakılmasını destekleyip desteklemediğini sordum, “O gangster mi siyasi mahkûm? Hadi ama!” diye hayretle cevap verdi. Ona göre bu zorbalık, küçük işletmelere kadar uzanmıştı. Bana, bir bağ sahibi olan iş insanının, bir yerel yetkiliye rüşvet vermeyi reddettiği için başına gelenleri anlattı. Saakaşvili bu yetkiliyi Tarım Bakanlığında üst düzey bir göreve terfi ettirdikten sonra, yetkili intikam almak için bağın ihracat lisansını iptal etmiş, bu da işletmenin iflas etmesine ve sahibinin intihar etmesine yol açmıştı. 2012 yılına gelindiğinde Gürcistan, Avrupa’da kişi başına en yüksek mahkûm nüfusuna sahip ülke olmuştu ve polis işkencesi yaygındı.

Bir süreliğine, Gürcistan’ın en zengin kişisi olan Bidzina İvanişvili, rejimin zorlamalarından etkilenmeden kaldı. Batı Gürcistan’daki yoksul bir köyde doğup büyüyen İvanişvili, 1990’ların çalkantılı döneminde Rusya’da milyarlarca dolar kazandı. İş çevrelerinde “Piton” (Pitond) lakabıyla tanınan İvanişvili, petrol ve alüminyum gibi kanlı ve tehlikeli sektörlerden uzak durarak, emtia ticareti ve bankacılık alanında büyük başarı elde etti. 1996 Rusya devlet başkanlığı seçimlerinde Yeltsin’e yardım ettikten sonra oligark elitin arasına katıldı ve kendisine, birkaç seçkin kişinin inanılmaz servet kazandığı “hisse karşılığı kredi” programına katılma hakkı tanındı. Oligarkların çoğu Batı Avrupa’ya taşınırken, İvanişvili ülkesine, Gürcistan’a dönmeyi tercih etti ve otel ve gayrimenkul yatırımlarına yöneldi. Ülkesindeki insanlardan fiziksel olarak da mesafesini koruyarak, Tiflis’in yükseklerinde bir tepede kendine camdan bir şato inşa etti. Bu münzevi milyarder tarafından şehre kazandırılan diğer bir yapı ise, altın kubbesi şehrin dört bir yanından görülebilen devasa Ortodoks katedraliydi. Bu oldukça akıllıca bir yatırımdı. Sovyet döneminde baskı altında kalan kilise, bağımsızlıktan sonra popülerlik ve servet kazandı ve bu güçlü konumu bugüne kadar devam ediyor. Son derece muhafazakâr bir figür olan Patrik II. İlya, anketlere göre, hatta Putin’e yakın Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki mevkidaşlarıyla sıcak ve destekleyici ilişkileri olmasına rağmen, Gürcistan’ın en sevilen kişisi olmaya devam ediyor.

2008’den sonra Saakaşvili’nin el koyma faaliyetleri hız kazandıkça, İvanişvili de tehdit altında olduğuna inanmaya başladı. Harekete geçerek 2012’de yapılacak seçimlere katılmak için “Gürcü Rüyası” adlı siyasi hareketi kurdu ve bu hareketin çatısı altında muhalefet partilerinden bir koalisyon oluşturmayı başardı. Sağlık hizmetleri ve sosyal yardımlar gibi reform vaatleriyle geniş bir seçmen kitlesine hitap etti; ciddi ameliyatlar için ücretsiz sağlık hizmeti sunma ve herkes için ücretsiz çamaşır makinesi gibi vaatler verdi (kendi köyündeki her evin çatısını yeniletti). İvanişvili, kendini etkili bir siyasetçi ve halkın karşısında konuşma yapan biri haline dönüştürdü. Tiflis’teki seçim sürecini izleyen film yapımcısı Stefan Tolz, “Gerçekten de söylediklerinizi dinliyordu. Saakaşvili ise sadece kendi söylediklerine odaklanıyordu. Bana Donald Trump’ı hatırlatıyordu,” ifadesini kullandı. Seçimden iki hafta önce, İvanişvili’ye ait bir televizyon kanalı, polislerin mahkûmları dövdüğü dramatik bir videoya yer verdi. Saakaşvili bunun kurgu olduğunu iddia etse de Gürcü Rüyası seçimleri açık ara kazandı ve İvanişvili başbakan oldu. Saakaşvili’ye olan güvenin hâlâ yüksek olduğu Washington’dan gelen elçiler, endişeyle Gürcistan’ı nasıl yöneteceğini sordular. İvanişvili ise gülümseyerek, onlara iç rahatlatıcı bir yanıt verdi: “Ben Gürcistan’ı yönetmeyeceğim. Sivil toplumun tam katılımıyla kurumsallaşmış bir demokrasiyi yöneteceğim,” dedi. Bu sözlerle ikna olan ABD’li senatörler, Saakaşvili’ye yenilgiyi kabul etmesi talimatını verdiler.

İşini tamamlayan İvanişvili, kısa süre sonra arka plana çekildi ve Kasım 2013’te başbakanlıktan istifa etti. Fakat iktidarı tamamen bırakmadı. Şu anki içişleri bakanı Vahtang Gomelauri, İvanişvili’nin eski baş koruması. Başbakan Irakli Garibaşvili ise eski özel kalemi. Sağlık eski bakanının ise ailesinin dişçisi olduğu söyleniyor. Bu tür bağlantılar sayesinde İvanişvili’nin doğrudan kontrol sağlamasına ya da üst düzey yetkililerle düzenli iletişim kurmasına gerek kalmıyor. Hassas bir pozisyondaki bir yetkili, “Yıllardır kendisiyle konuşmadım. Ve İçişleri Bakanı, eski bir dostum, onun da bir yıldır konuşmadığını söyledi,” dedi. Anladığım kadarıyla, taleplerini hükümete iletmek için çeşitli çalışanları, aralarında yakın akrabalarının da bulunduğu kişiler aracılığıyla iletiyor.

Bu görünürde rahat tavrına rağmen, aklını meşgul eden pek çok konu var. Bir Amerikalı yetkili, “İvanişvili’nin bir numaralı endişesi, kendisinin, ailesinin ve servetinin güvenliği olmalı. Aynı konumda bulunmuş diğerlerinin başına gelenlerin farkında olabilir,” diye konuştu. İvanişvili’nin, servetine yapılan saldırıların siyasi motivasyonlu olduğuna inandığı görülüyor. 2005 yılında, bir milyar dolardan fazla bir miktarı Credit Suisse’in varlık yönetim departmanına emanet etti; bu, kötü bir karar olarak sonuçlandı; zira hesaplarından biri, bankanın üst düzey yetkililerinden Patrice Lescaudron tarafından yağmalandı. Banka, bu hırsızlık belirtilerini görmezden geldiği gibi, İvanişvili’ye geri ödeme yapmayı da reddetti ve çalışanının eylemlerinden sorumlu olmadığını öne sürdü. İvanişvili, sonunda dava açarak en az 900 milyon dolar kazandı. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra parasını İsviçre’den çıkarmakta yeni zorluklarla karşılaşmaya başladı. Bunu, Gürcistan’ın savaşa dair politikasını değiştirmeye yönelik “gayri resmi yaptırımlar” olarak yorumladı; Gürcistan, işgali kınamak dışında savaşa herhangi bir şekilde müdahil olmaktan kaçınma politikası izliyor. Buna ek olarak, Gürcistan’ın AB üyelik başvurusunun değerlendirilmesinden önce siyasi ve iktisadi yaşamında “de-oligarklaşizasyon” yapılmasını talep eden AB baskılarıyla birleşince İvanişvili, Washington tarafından organize edilen bir kampanyanın hedefi olduğuna dair bolca kanıt gördüğüne inanıyor.

İlginç bir şekilde, İvanişvili’nin Gürcü Rüyası partisi aracılığıyla sürdürdüğü iktidarı, kısmen onun koltuğundan ettiği adama, yani Saakaşvili’ye bağlı. Gürcü seçmenler tarafından reddedilmesinin ve Brooklyn’in lüks bir mahallesinde rahat bir işsizlik döneminin ardından, Saakaşvili yeni bir yuva buldu: 2015’te, eski üniversite arkadaşı ve o dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko, ona Ukrayna vatandaşlığı vererek Odessa Valiliğine atadı. Ancak kısa sürede araları açıldı. Saakaşvili, eski müttefikine karşı kampanya yürütmeye başlayarak onu Ukrayna’daki yolsuzluğun kaynağı olmakla suçladı. Öfkeli Poroşenko, onun yeni vatandaşlığını iptal etti ve Rus “suç unsurları” ile ilişkili yolsuzluk iddialarıyla suçladı. Saakaşvili, intihar tehdidiyle çıktığı bir çatıdan polis tarafından zorla indirildi. 2019’da Poroşenko’nun yerine Vladimir Zelenskiy Ukrayna Devlet Başkanı olunca, Saakaşvili Gürcistan’da yeniden iktidara dönme fırsatı gördü. Zelenskiy’in yönetiminde, Saakaşvili’nin Gürcistan’daki hükümetinden eski dostları da vardı ve onların desteğiyle Ekim 2021’de bir soğutucu kamyonun içinde Gürcistan’a gizlice giriş yaptı. Büyük bir halk desteğiyle karşılanmayı bekliyordu ama birkaç gün içinde gözaltına ve iktidarda olduğu dönemdeki dayak ve cinayet skandallarına ilişkin suçlamalarla yargılandı ve mahkûm edildi. O zamandan beri hapiste, ancak Washington’da güçlü finansmanla yürütülen bir kampanya onu, Putin tarafından organize edilen bir komplonun kurbanı olarak lanse ediyor.

Saakaşvili’yi ülkeden çıkarıp bir uçakla göndermenin daha kolay olup olmayacağı sorulduğunda, Gürcü yetkililer genelde, adil bir şekilde mahkûm edilen bir suçluyu serbest bıraktıkları için asla affedilmeyeceklerini söylüyorlar. Daha da önemlisi, Saakaşvili rejim açısından son derece faydalı bir siyasi koz sağlıyor. Onu, kendi iktidarlarının alternatifi olarak eski günlerin yolsuzluğuna dönüş anlamına geleceğini hatırlatan bir figür olarak kullanıyorlar. Saakaşvili’ye verilen uluslararası destek, rejimin “Batı’nın Gürcistan’ı Ukrayna savaşına bulaştırmayı planladığı” yönündeki mesajını güçlendiriyor. Mart ayında Başbakan Garibaşvili, “Gürcü Rüyası hükümeti, savaştan yana bir hükümet değildir,” dedi. Ukraynalı yetkililer, Saakaşvili’nin iktidarda olmasını, Rusya’ya karşı bir savaş başlatmasını ve Gürcistan’ı bu savaşa dahil etmesini istiyorlardı. Muhalefet, bu söylemi korku yayma olarak nitelese de, mesaj halkta yankı buluyor. Tiflis’te yaşayan bir Amerikalı, hükümetin “Putin Ukrayna’da kazanırsa sıranın kendilerine geleceğinden, kaybederse de hızlı bir zafer kazanmak için Gürcistan’a yöneleceğinden korktuğunu” belirtti.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English