Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Transatlantik ilişkiler en karanlık anını yaşıyor

Yayınlanma

17 Şubat’ta sona eren Münih Güvenlik Konferansı, beklenmedik bir şekilde ABD’nin Avrupa’daki ortaklarını açıkça eleştirdiği bir “hesaplaşma seansı”na dönüştü. Dahası, ABD’nin Avrupa’nın katılımı olmadan Rusya ile Ukrayna’nın geleceği hakkında müzakere etmesi, birçok kişi tarafından transatlantik ilişkilerin “en karanlık anı” olarak görüldü.

1938 yılının eylül ayında, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya, Çekoslovakya’yı feda ederek İkinci Dünya Savaşı’nın yolunu açan “Münih Anlaşması”nı imzalamıştı. Bu yılki Münih Güvenlik Konferansı ise birçok Avrupa ülkesi tarafından, ABD’nin transatlantik ilişkileri ihanet ederek bir başka küçük Avrupa ülkesi olan Ukrayna’yı feda ettiği bir “Münih Komplosu” olarak değerlendirildi.

Münih Konferansı’nın tetiklediği ABD-Avrupa iç çatışması henüz yatışmış değil; bu gerilim, özellikle Ukrayna liderleriyle ABD liderleri arasında giderek büyüyen bir söz düellosuna dönüşüyor. Bu bölünme, ABD içinde de değerler ve dış politika konularında derinleşen bir ayrışmaya yol açıyor. 23 Şubat’ta Almanya’da kritik bir parlamento seçimi yapıldı; aşırı sağ ikinci büyük parti olarak çıktı. 24 Şubat’ta Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıldönümünde, ABD ilk kez BM Genel Kurulu’nda Rusya’yı “saldırgan” olarak kınayan bir karar tasarısını engelledi. Dün Fransa lideri Macron, ciddi şekilde zarar gören transatlantik ilişkileri onarmak için nadir bir acil ziyaretle ABD’ye gitti. Önümüzdeki hafta Birleşik Krallık başbakanın da ABD’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Bu arada, Riyad’da gerçekleştirilen dışişleri bakanları düzeyindeki hızlı bir uzlaşma toplantısının ardından, ABD ve Rusya liderleri de muhtemelen şubat ayı sonunda gerçekleşecek bir zirve için hazırlık yapıyorlar.

Tüm bunlar, Donald Trump’ın “güçlü bir dönüş” yapmasının üzerinden yalnızca bir ay geçmiş olmasına rağmen, Avrupa’nın siyasi ve jeopolitik haritasını hızla yeniden şekillendirdiğini, transatlantik ilişkileri köklü bir şekilde dönüştürdüğünü ve küresel güç dengesi ile güvenlik sistemini keyfi bir şekilde yeniden düzenlediğini gösteriyor.

Münih Güvenlik Konferansı öncesinde, yeniden iktidara gelen Trump, ABD-Avrupa ilişkilerine zarar veren ve hatta Avrupalı ortakları kışkırtan davranışlar sergilemeye başladı. Bunlar arasında, Avrupa’nın büyük çabalarla koruduğu Paris İklim Anlaşması, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve UNESCO gibi çok taraflı anlaşmalar ve mekanizmalardan çekilmek; NATO üyesi Danimarka’nın Grönland adasını satın almak istemek; Avrupa’daki ticaret ortaklarını yeni gümrük tarifeleriyle tehdit etmek; Elon Musk aracılığıyla Avrupa ülkelerinin iç işlerini eleştirerek sağcı partilerin iktidara gelmesini teşvik etmek; NATO’nun Avrupa üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %5’ine çıkarmaya zorlamak ve Rusya-Ukrayna savaşının bir an önce sona erdirilmesini tek taraflı olarak teşvik etmek gibi adımlar yer alıyordu.

Avrupa ortakları, “Trump 2.0”ın getireceği zorluklara karşı önceden hazırlıklı olmalarına ve tetikte bulunmalarına rağmen, Münih Konferansı sırasında patlak veren siyasi kasırga yine de onları beklenmedik bir şekilde savunmasız yakaladı. Konferansın başkanı Christopher Heusgen, 16 Şubat’taki veda konuşması sırasında gözyaşlarına hakim olamayarak duygusal anlar yaşadı. Her ne kadar bazıları bu görüntülerin konferansla bağlantısını sorgulasa da, Alman medyası, deneyimli diplomatın bu toplantıyı “bir anlamda Avrupa için bir kâbus” olarak nitelendirdiğini aktardı.

Münih’teki “Avrupa kâbusu,” 14 Şubat’taki açılışta ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in sert eleştirileri ve sert üslubuyla başladı. Göç, demokrasi ve diğer konulara değinen Vance, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu asıl tehdidin Rusya veya Çin gibi dış güçlerden değil, kendi içinde “en temel değerlerinden” sapmasından kaynaklandığını savundu. Ayrıca, ABD ile Avrupa’nın hâlâ ortak bir gündeme sahip olup olmadığını tekrar tekrar sorguladı.

Vance, AB liderlerini ifade ve din özgürlüğünü baskı altına almak, yasa dışı göçü önleyememekle suçladı ve Birleşik Krallık, Almanya, Romanya ve İsveç’i tek tek hedef alarak çeşitli “yönetim hatalarını” eleştirdi. Avrupa’nın mevcut değerlerinin artık ABD’nin savunmaya değer olup olmadığını sorguladı. Vance’in art arda yaptığı sert eleştiriler, salondaki birçok Avrupalı lideri şoke etti, afallattı ve derin bir aşağılanma ile öfke duygusuna sürükledi. Bu gelişmeler, Münih Güvenlik Konferansı’nın alışılmış ritmini ve önceden belirlenen gündemini tamamen altüst etti.

Bununla da kalmadı, ABD’nin yeni atanan Başkan Yardımcısı Vance, Avrupa’ya yaptığı ilk ziyarette temel diplomatik nezaketi hiçe sayarak ev sahibi Almanya Başbakanı ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) lideri Scholz’un resmi görüşme davetini reddetti. Bunun yerine, muhalefetteki aşırı sağcı parti Almanya için Alternatif (AfD) lideri Weidel ile 30 dakikalık özel bir görüşme yaptı. Vance’in bu hamlesi, Elon Musk’ın AfD ve Weidel ile okyanus ötesinden yaptığı kamuoyu desteklerinin ardından, ABD’nin Almanya’nın iç işlerine sistematik müdahalesinin kanıt zincirini tamamladı.

Trump’ın göreve başlarken Avrupa ortaklarına sunduğu bu “karşılama hediyesi” o kadar kaba ve sertti ki, Avrupa liderlerini tamamen hayal kırıklığına uğratarak kemiklerine kadar işleyen bir karanlık tünele sürükledi. Liderler, ABD heyetinin dostluk ve işbirliği aramak için değil, sorun çıkarmak ve kavga etmek için geldiğini; transatlantik ilişkileri korumak için değil, sürtüşme ve bölünmeyi artırmak için orada olduğunu; Obama ve Biden’ın özenle koruduğu ABD-Avrupa siyasi mirasını devralmak için değil, geçmişi kazıp her şeyi yıkıp yeniden başlatmak için geldiğini; İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin üstlendiği Batı’nın lideri rolünü sürdürmek için değil, yükü Avrupa’ya bırakıp sorumluluktan kaçmak, hatta Avrupa ve tüm Batı’nın çıkarlarını feda ederek “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak” için burada olduğunu bizzat gördü.

Münih Güvenlik Konferansı’nda tanık olunan Avrupa’nın bu “en karanlık anı”, yalnızca transatlantik ilişkilerin “serbest düşüş” yaşaması ve Avrupa ortaklarının ayaklarının yerden kesilmesi değil; aynı zamanda ABD’nin hızla Rusya ile uzlaşma ve yakınlaşma yoluna girerek Avrupalı ortaklarını geride bırakması ve üç yıldır desteklediği, savaşın harap ettiği Ukrayna’yı da bir “kurban” olarak görmesiydi. ABD’nin bu büyük “U dönüşü”, hızı, şiddeti ve yıkıcı sonuçlarıyla, Avrupa ortakları ve Ukrayna’yı hazırlıksız yakaladı ve yanıt veremez hâle getirdi.

Münih konferansından önce Trump yönetimi, uzun süredir doğrudan temas kuramadığı Avrupalı ortaklarıyla doğrudan diyaloğu sağlamak için Rusya’yı konferansa davet etmişti. Ayrıca ABD, Moskova’yı tek taraflı olarak memnun edecek bir dizi açıklama yaparak ABD-Rusya ve AB-Rusya ilişkilerini yumuşatmaya çalıştı. Bunların arasında, G7 ortaklarını Rusya’yı tekrar aralarına kabul etmeye ikna ederek G8’in yeniden kurulmasını teşvik etmek de vardı. ABD Savunma Bakanı Hegses ise Avrupa ortaklarına, özellikle Ukrayna’ya açıkça 2014’ten sonra kaybettikleri toprakları –Kırım Yarımadası ve Rus işgali altındaki doğu ve güney Ukrayna bölgeleri dahil– geri alma hayaline kapılmamaları gerektiğini söyledi.

Avrupa ortakları hâlâ Vance’in sert sözlerinin yarattığı travmayı atlatmaya çalışırken ve Trump’ın Rusya-Ukrayna politikalarındaki değişimi anlamlandırmaya çabalarken, ABD’nin üst düzey diplomasi ve güvenlik heyeti, Münih’ten 1000 kilometreden fazla uzaktaki Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, Rus heyetiyle dört saatten fazla süren gizli bir toplantı gerçekleştirdi. Yabancı basına göre, ABD heyetinde Dışişleri Bakanı Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Waltz ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Whitkov bulunuyordu. Rus heyetinde ise Dışişleri Bakanı Lavrov ve Devlet Başkan Yardımcısı Uşakov yer aldı.

Bu görüşme, Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana ABD ve Rusya arasındaki ilk üst düzey resmi toplantıydı. Aynı zamanda, iki ülkenin doğrudan temaslarının iki yıl boyunca kesilmesinden sonra gerçekleşen ikinci el sıkışmasıydı. ABD’nin, Avrupalı ortakların ve özellikle Ukrayna’nın itirazlarına rağmen, Rusya ile ilişkileri onarmak için başlattığı bu “buz kırma” girişimi, iki taraf arasında şu dört maddelik bir mutabakatla sonuçlandı. Bu, ABD-Rusya ilişkilerinin artık Rusya-Ukrayna savaşını aştığını ve Washington’un bu jeopolitik çatışmanın iki kurbanı olan Avrupa ortaklarını ve Ukrayna’yı terk ettiğini simgeliyordu:

  1. Taraflar, diplomatik misyonlarının işleyişini normalleştirmek için gerekli önlemleri almak ve bir istişare mekanizması kurmak konusunda anlaştı.
  2. Taraflar, Ukrayna’daki çatışmayı mümkün olan en kısa sürede, kalıcı, sürdürülebilir ve tüm taraflarca kabul edilebilir bir şekilde sona erdirmek amacıyla üst düzey ekipler görevlendirme konusunda anlaştı.
  3. Taraflar, Rusya-Ukrayna çatışmasının sona ermesinin ardından yeniden başlayacak iş birliği için bir temel oluşturma konusunda anlaştı.
  4. Görüşmeye katılan ekipler, müzakere sürecini zamanında ve verimli bir şekilde ilerletmek için temaslarını sürdürecekler.

Başlangıçta Rusya-Ukrayna çatışmasının kilit aktörleri olan Avrupa ülkeleri—özellikle Ukrayna—artık doğrudan kendi kaderlerini etkileyen bu ABD-Rusya anlaşmasının yalnızca seyircileri haline geldi. Hatta denebilir ki, Avrupa yalnızca bir “en karanlık an” ve bir “Münih Komplosu” yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir “Yalta Anı” ile de karşı karşıya: İki büyük güç, ABD ve Rusya, Avrupa’daki savaş alanının gidişatını kendi çıkarlarına göre belirliyor, savaş sonrası jeopolitik haritayı ve nüfuz alanlarını bölüşüyor ve Avrupa için yeni bir güvenlik düzeni tasarlıyor.

Avrupa liderleri, kısa bir süre içinde ABD’den art arda gelen sert darbelerle ve arkadan vurulmalarla sarsıldı; neye yetişeceklerini şaşırmış hâldeler. Münih konferansının sona erdiği gün—ABD-Rusya toplantısının Riyad’da yapılmasından bir gün önce—başlıca Avrupa ülkelerinin liderleri Paris’te Avrupa güvenliği konusunda acil bir zirve düzenledi. ABD-Rusya görüşmesinin ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Avrupa’nın nasıl bir yol izleyeceğini tartışmak üzere bir başka acil zirve daha topladı. Bununla da kalmadı; Macron, İngiltere Başbakanı Starmer’ı da yanına alarak ABD’ye acil bir ziyaret planladı—amaç, durumun tamamen kontrolden çıkmasını önlemek.

Avrupa ve Ukrayna için en temel kırmızı çizgi, Ukrayna’daki savaş ve barışla ilgili herhangi bir müzakerenin dışında bırakılmamaktır. Avrupa ülkeleri, Ukrayna da dâhil olmak üzere, ABD’nin güç diplomasisinin özünde “sofra diplomasisi” olduğunu gayet iyi biliyor: “Ya masada oturursun ya da menüde yer alırsın.” Trump yönetimi için mevcut “sofra diplomasisi” ise artık eşitler arasında karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla yürütülen bir pazarlık değil—her şey Beyaz Saray’ın dediği gibi olacak.

Münih konferansı sona erdi, ancak “Münih Komplosu”nun sonuçları hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Son günlerde Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’ye yönelik küçümseyici ve saygısız tavrı artık örtbas edilmez bir hâl aldı; eleştirileri doğrudan kişisel saldırılara ve Zelensky’nin başkanlık meşruiyetini sorgulamaya dönüştü. Hatta Trump, üç yıl önceki Rusya-Ukrayna savaşının sorumlusunun Zelensky olduğunu iddia ederek gerçeği ters yüz etti. Daha önce Trump, Zelensky’yi bir an önce ateşkesi kabul etmezse “Ukrayna’nın yok olacağı” yönünde uyarmış; Ukrayna’nın eninde sonunda Rusya’nın bir parçası olacağı imasında bulunmuştu.

Trump’ın Zelensky’ye yönelik saldırıları, yalnızca Avrupa liderlerini şoke etmekle kalmadı; aynı zamanda Ukrayna’daki halkın ve devlet yetkililerinin ulusal gururunu ve vatansever duygularını derinden yaraladı. Ukrayna’nın dört bir yanından insanlar Trump’a sert tepki göstererek Zelensky’ye destek çıktı. Bu tepkiler ise Trump’ın sadık destekçilerini öfkelendirdi. Örneğin, ABD Başkan Yardımcısı Vance, doğrudan Zelensky ve diğer Ukraynalı liderlere seslenerek, “ABD Başkanı’na karşılık vermenin aptalca bir davranış olduğunu” ve bunun kendilerine pahalıya mal olacağını söyledi.

Trump’ın son dönemdeki dış politika hamleleri ve söylemleri, yalnızca Avrupa’daki ortaklarını—özellikle de “küçük kardeş” Ukrayna’yı—küçük düşürmekle kalmadı; aynı zamanda ABD’nin siyasi çevrelerinde, özellikle Demokratlar arasında da sabır taşını çatlattı. Senato Azınlık Lideri Demokrat Chuck Schumer, Trump’ın Zelensky ve Ukrayna hakkındaki adaletsiz yorumlarını şiddetle kınayan sert bir konuşma yaptı ve Trump’ın sözlerini üç kez üst üste “iğrenç” olarak nitelendirdi. ABD Kongresi tarihinde, bir başkanın söz ve davranışlarının bu kadar açık ve doğrudan bir şekilde eleştirildiği başka bir örnek bulmak neredeyse imkânsızdır.

Münih Konferansı’ndan sonra Trump’ın söylemlerinin giderek daha provokatif hâle gelmesinin asıl sebebi, Avrupa’daki ortaklarının ve Ukrayna’nın onun dış politikasını sorgulamasına duyduğu öfkedir. Daha önce Ukrayna, ABD’nin kendi maden kaynaklarını kontrol etme talebini reddetmişti. Münih konferansının açıldığı gün, ABD heyeti Zelensky’ye bir belge sunarak imzalamasını istedi. Bu belge, Ukrayna’nın maden rezervlerinin %50’sinin ABD’ye devredilmesini öngörüyordu—karşılığında ise ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımların ödenmesi ve güvenlik garantilerinin sürdürülmesi teklif ediliyordu. Zelensky, belgeyi imzalamayı nazikçe reddetti; gerekçe olarak metni yeterince incelememiş olmasını gösterdi. Ancak gerçekte, ülkesinin maden zenginliğinin yarısını ABD’ye bırakmaya razı değildi.

Trajik olan ise, bu “kaynak karşılığı güvenlik” takasının ilk olarak bizzat Zelensky tarafından önerilmiş olmasıydı. Ancak ABD Hazine Bakanı Bessent’in 12 Şubat’ta sunduğu revize edilmiş ABD versiyonu, o kadar aşırı talepler içeriyordu ki, Zelensky son anda geri adım atmak ve önerisini geri çekmek zorunda kaldı. Çünkü alelacele böyle bir anlaşmayı imzalamak, ulusal onuru zedeleyecek bir teslimiyet belgesi olur ve onu tarihe ülkesini satan bir lider olarak geçirirdi.

Son gelişmeler üzerine The Economist ve TIME dergileri, Trump’ı taç giymiş bir kral olarak tasvir eden kapaklar yayınladı. The Economist kapağında “Yakında Tahta Çıkıyor” başlığını kullanırken, TIME ise “Yaşasın Kral!” ifadesini tercih etti. İlginçtir ki, Trump bu ironik kapakları bir övgü olarak gördü; hem seçim kampanyası ekibi hem de Beyaz Saray’ın resmi sosyal medya hesapları, Trump’ın “taç giydiği” bu kapakları paylaştı. Tüm bu gelişmeler, Trump’ın dış dünyanın ne düşündüğünü umursamayan, bildiğini okuyan liderlik tarzını gözler önüne serdi. Aynı zamanda, önümüzdeki dört—hatta sekiz—yıl boyunca hem ABD’nin hem de dünyanın, Trump’ın iç ve dış politikalarını yeniden şekillendirme çabaları nedeniyle sık sık “depremler” yaşamaya hazır olması gerektiğini gösterdi.

Roma İmparatorluğu, 452 yıllık bir cumhuriyet döneminin ardından MÖ 27 yılında imparatorluk sistemine geçti ve Augustus unvanıyla taç giyen Octavianus, Roma’nın ilk imparatoru oldu. Ancak, kuruluşundan 248 yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri, Trump’ın “krallar gibi geri dönüşü” nedeniyle bir “Amerikan İmparatorluğu”na dönüşmeyecek. Yine de, Trump 2.0’ın hem ülke içinde hem de küresel ölçekte yarattığı sarsıntılar, ABD’yi ve dünyayı köklü bir şekilde değiştirmeye devam ediyor. Bu değişimden en çok zarar görecek olan ise, bir asırlık fırtınalara rağmen sarsılmayan transatlantik ilişkiler olacak. Belki de Ukrayna’nın feda edilmesi, yalnızca talihsiz bir başlangıç ve daha büyük tehlikelerin habercisi.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Trump stratejisi işe yarıyor mu?

Yayınlanma

Donald Trump dünyanın en öngörülemeyen lideri ancak Hindistan Trump ile nasıl başa çıkacağını bildiğine inanıyor. Hindistan’ın Amerika ile yakın ilişkilerinin zirvesi yine Trump döneminde yaşandı. İlk Trump yönetiminde Amerika Hindistan’ın en büyük ticaret ortağı oldu. Birkaç milyar dolarlık savunma anlaşması imzalandı. Ve iki ülke Çin gibi “zorluklar” üzerinde yakın işbirliği içinde çalıştı.

Her şey tamamen yolunda gitmedi elbet, özellikle ticaret gibi konularda. Ancak pek çok kişi Hindistan’ın Trump ile baş etme konusunda diğerlerinden daha iyi iş çıkardığına inanıyor.

Peki neden?

Hindistan’ın Trump ile iyi çalışmasının 3 nedeni var: Ekonomi ve Modi faktörleri ile Hindistan’ın verdiği küçük tavizler veya Amerika’nın edindiği küçük kazanımlar…

Açıkçası Trump iyi bir pazarlıkçı veya iyi bir iş bitirici: Beyaz Saray’a dünya politikası için bir “grand teori” getirmiyor ancak büyük ölçüde ülkelere bakıyor ve Amerika için ne yapabileceklerini soruyor. Burada Delhi’nin sunduğu şey büyüyen ekonomisi. Hindistan’ın son zamanlardaki büyüme öyküsü ve özellikle orta sınıfın yükselişi Trump’ın ilgisini çekiyor.

Trump 2017’de şöyle demişti: “Hindistan ekonomisini açtığından bu yana şaşırtıcı bir büyüme ve genişleyen orta sınıfı için yeni bir fırsatlar dünyası elde etti.” Bu, Hint şirketlerin Amerikan firmalarından satın alabileceği ve Amerika’ya yatırım yapabileceği anlamına geliyordu. Bunu Trump’ın Modi ile 2017’deki ilk görüşmesinde gördük. Spicejet, Boeing ile 100’den fazla uçak için 10 milyar dolarlık bir anlaşma imzalamıştı. Ve Amerika, Hindistan ordusuna 2 milyar dolarlık Predator drone satmıştı. Ve de Trump bu anlaşmalardan dolayı Yeni Delhi’yi açıkça takdir etmişti.

Ki o zamandan bu yana her Modi Trump toplantısında daha fazla satış ve daha fazla iş konuşuldu. Yeni Delhi, diğer bazı ülkeler gibi, Hindistan’ın Amerika’daki yatırımları ve savunma alımları üzerinde durdu ve bu, Trump’ı oldukça mutlu etti. Bu, işin ekonomik boyutuydu…

Bir de Modi faktörü var… Doğrusu Donald Trump ve Narendra Modi çok ama çok farklı iki adam ancak Trump Modi’ye saygı duyuyor gibi görünüyor. Trump, Modi’yi Hindistan’ın Elvis’i ve Amerika’nın “en büyük dostu” olarak nitelendiriyor. Modi, 2017’de Trump’ın Beyaz Saray’da akşam yemeğinde ağırladığı ilk liderdi. Trump ayrıca Modi’yi “muazzam başarılarından” ötürü övmüştü, övüyor. Ki Trump’ın genellikle diğer dünya liderleri hakkında böyle konuştuğunu pek duyamazsınız. Trump’ı eleştirenler, onun Modi’nin “popülist güçlü adam” imajına hayran olduğunu öne sürüyor ki Trump da 2024’teki bir podcast röportajında buna işaret etmiş ve Modi’yi “tam bir baş belası” olabilecek iyi bir adam olarak nitelemişti. Trump özellikle Modi’nin Pakistan’a yönelik sert tutumuna gönderme yapmıştı.

Modi ayrıca Trump ile olan ilişkisinde de işini biliyor gibi gözüküyor. Teksas’taki 2019 Howdy Modi mitingi ve Hindistan’daki 2020 Namaste Trump etkinliği büyük kalabalıkların ilgisini çekmiş ve doğrusu Trump etkilenmişti; Modi’yi “Amerika’nın en büyük ve en sadık dostlarından” biri olarak övgülere boğmuştu VE yeniden seçilmesi halinde Hindistan’ın ondan daha iyi bir dostu olmayacağının sözünü de vermişti. Trump, Modi ile bağları Hint-Amerikalılar arasında destek kazanmanın bir yolu olarak görebilir…

Ve diğer faktör: Hindistan’ın “minik” tavizleri veya Amerika’nın “minik” kazanımları…

Delhi ayrıca Trump’a, onun için önemli olan temel konularda taviz vermeyi seçiyor.

Örneğin yasadışı göç.

Doğrusu Hindistan’da Amerika’dan sınır dışı edilen yasadışı Hint göçmenlere yönelik muameleye ilişkin bir miktar öfke olmasına karşın Hint hükümeti bu konuda pek bir şey söylemedi. Yalnızca yasadışı göçü kınadı ve sınır dışı edilenleri çok fazla sorun çıkarmadan geri alacağını söyledi.

Ayrıca Trump’ın yüksek Hint tarifeleri hakkındaki önceki açıklamaları göz önüne alınırsa, motosiklet ve gıda maddeleri gibi Amerikan ürünlerine uygulanan gümrük vergileri de düşürüldü.

Açıkçası Yeni Delhi bu kazanımların Trump’ı mutlu edeceğine inanıyor. Ki göreceli de olsa, bütün bunlar Hindistan’a da bir miktar fayda sağlıyor. Trump, Hindistan’ın üst düzey savunma teknolojisine erişimini sürekli olarak artırıyor. Ayrıca Amerika’daki Khalistanlı ayrılıkçı gruplar ile mücadele gibi Hindistan’ın önceliklerine de açık görünüyor. Ve ayrıca terörist Tahawwur Rana’nın Hindistan’a iadesini de kabul etti.

Yeniden anımsamak gerekirse, Trump’ın ilk döneminde Amerika, Hindistan’ın en büyük ticaret ortağı oldu ve QUAD yeniden canlandırıldı ve Çin’e karşı daha güçlü bir tutum takındı. Ayrıca Hindistan’ın iç politikasına çok az müdahale vardı. Ki sonuncusu Hindistan için can alıcı hassas bir önem taşır…

Yeni Delhi için tüm bunlar “Hindistan’ın Trump’a yönelik oyun planının” işe yaradığı anlamına geliyor.

Hindistan için Tahawwur Rana’nın iadesi, şubat ayında gerçekleşen Trump-Modi görüşmesinin gerçek bir kazanımı. Yeni Trump yönetimi, 26/11 saldırılarının (2008 Mumbai saldırıları) planlayıcısı Tahawwur Rana’nın iadesini onaylamayı kabul etti. Hindistan yıllardır Amerika’dan onun iadesini talep ediyordu. Şubattaki görüşmenin ortak bildirisinde, Trump yönetiminin Hindistan’ın toprak bütünlüğünü tehdit eden gruplara karşı “kararlı eylem” gerçekleştirmesi taahhüt ediliyor. Ve Hindistan bunu, Khalistan konusunda da bir kazanım olarak değerlendiriyor.

Bu görüşmede Trump ayrıca savunma ürünlerinin ihracatını kontrol eden Uluslararası Silah Ticareti Düzenlemeleri’ni (ITAR) gözden geçirerek Hindistan için savunma satışlarını kolaylaştırmaya da odaklanacağının sözünü verdi. Ayrıca Hint şirketlerin Amerika pazarına satış yapmasına olanak tanıyabilecek Karşılıklı Savunma Tedarik Anlaşması üzerinde de görüşmeler başlayacak. Savunma teknolojisine daha kolay erişimin kapılarını aralayacak bu gelişmeler Hindistan’ın kazanımı olarak düşünülüyor.

Ancak Hindistan’ın kazanımları olarak düşündüğü tüm bunların karşılığı da var elbet…

Donald Trump yıllardır Amerikan mallarına uygulanan yüksek Hindistan tarifelerinden şikayetçiydi. Ancak şubattaki görüşmede ikili, 2025 sonuna kadar Amerikan şirketlerinin Hindistan pazarına daha fazla erişebilmesini sağlayacak yeni bir ikili ticaret anlaşması (serbest ticaret anlaşması değil) üzerinde görüşmeyi kabul etti. Yani 2025 sonlarına kadar İkili Ticaret Anlaşması’nın sonuca varması ve ayrıca 2030’a kadar toplam ikili ticaretin 500 milyar dolara (iki kattan fazla artış) ulaşması hedefleniyor.

Bu arada Amerika Delhi’ye milyarlarca dolar değerinde petrol ve doğalgaz satıyor. Ancak yeni Trump yönetiminde Amerika, Hindistan ile Amerika arasındaki 50 milyar dolarlık ticaret açığını azaltmak ve daha fazla satış yapmak istiyor. Yeni bir enerji ortaklığı Amerika’nın Hindistan’ın en büyük enerji tedarikçilerinden biri olmasını sağlayabilir.

Yani bu durumda Yeni Delhi hem daha fazla Amerikan savunma ekipmanı alacak hem de daha fazla Amerikan enerjisi tedarik edecek…

Ancak Amerika Hindistan’ın ucuza aldığı Rusya’ya benzer bir fiyat noktasında petrol ve gaz sunmadığı sürece, Delhi’nin sembolik bir miktardan fazlasını ithal etmeye sıcak bakacağını hayal etmek zor…

Yine de Hindistan’ın Amerika’dan zaten satın alma yaptığını ve bunu giderek artan bir oranda yaptığını belirtmekte fayda var. Son yıllarda Amerika’dan ithalatını 3 milyar dolar artırdı. Ve ham petrol değer açısından Hindistan’ın 2019’dan bu yana Amerika’dan ithal ettiği en büyük emtia.

Yeni Delhi ayrıca son yıllarda Amerika’ya 40 milyar dolar yatırım yaptı ve bu da yaklaşık 500 bin Amerikalı için iş yarattı. Dolayısıyla Hindistan Amerika’dan daha fazla satın alma yönündeki baskıyı, orada zaten ne kadar satın aldığını vurgulayarak savuşturmaya çalışabilir. Bu arada da bu faaliyetler muhtemelen daha da yüksek bir ticaret açığını önlemiş oldu. Ayrıca Hindistan’ın savunma duruşunun ve Hint Okyanusu bölgesinde net güvenlik sağlayıcısı statüsünün Amerika çıkarlarını ilerletmeye yardımcı olduğu olgusu da var ki Delhi bu gibi başka durumlara işaret ederek de daha fazla Amerikan silahı satın alma baskısını hafifletmeye çalışabilir. Buna, Hindistan’ın füze saldırıları ve korsanlık tehdidi altındaki gemileri korumak ve kurtarmak için Orta Doğu sularındaki deniz faaliyetleri ve Çin’e karşı koymak için birkaç Güneydoğu Asya ülkesine füze tedarik etme yönündeki devam eden çabalarını da ekleyin…

Modi ayrıca ajan ve insan kaçakçıları ağlarının peşine düşerek Amerika’ya yasadışı göç ile mücadele sözü verdi. Yasadışı göçün Amerika’da politik olarak ne kadar tartışmalı hale geldiği dikkate alınırsa, Trump Hindistan’ın Amerikan kırmızı çizgilerine saygı göstereceğinden artık emin.

Bu arada şubat ayındaki görüşmede ayrıca başka duyurular da vardı. Yeni Delhi yurtdışında 5. nesil savaş uçağı ararken Trump açıkça Hindistan’a Amerikan F35 savaş uçağını teklif etti. İki lider ayrıca Pakistan’a topraklarının terörizm için kullanılmasını durdurma çağrısında bulundu.

Modi, yeni başkan ile yüz yüze görüşen yalnızca dördüncü dünya lideriydi; önceki üçü, İsrail ve Japonya başbakanları ile Ürdün kralıydı ki hepsi de yakın Amerikan müttefikleri. Bu, yeni Trump yönetiminin Modi’ye ve Amerika’nın Hindistan ile ortaklığına nasıl baktığı hakkında bir şeyler söylüyor olabilir ama sonuçlar açısından henüz çok fazla şey beklenmiyor, beklenmemeli de. Yine de iki taraf ortaklığı güçlendirmek için “21. yüzyıl için ABD-Hindistan COMPACT (Askeri Ortaklık, Hızlandırılmış Ticaret ve Teknoloji için Fırsatları Katalize Etme)” girişimini duyurdu.

Ancak acil dikkat gerektiren iki konudan biri belirsizliğini koruyan kaçak göçmen konusu iken diğeri belirsizliğini koruyan yaptırım muafiyetleri konusudur. Yaptırım muafiyetleri sağlama konusundaki isteksizliğini gösteren Trump’ın İran’a yönelik “maksimum baskı” politikasının Hindistan’ın Chabahar’daki liman geliştirme projesi için ne anlama geldiği konusunda hala netlik yok.

Son can alıcı nokta Trump’ın ticaret savaşları ile ilgili Delhi önlemleri veya stratejileri de belirsiz ve son derece yetersiz. Sanki -Delhi için pek de alışık olmadığımız şekilde- stratejik akıl olarak değil de bir anlamda günü kurtarmak şeklinde gelişiyor gibi bir izlenim veriyor. Gümrük tarifeleri konusunda tavizler vermeye açık. Ya da Make in India örneğin, ülkede yerli üretimi öncelik kılmak ve yerli üretime ilişkin tüm kalemleri/donanımları ülke içinde geliştirmek için Hindistan’da Yap girişimi; çok ses getirmiş ve hala çok övgü ile lanse ediliyor olsa da doğrusu çok da başarıya ulaşamadı. Trump Çin karşısında Hindistan’ın dünyanın üretim merkezi olması için son derece hevesli ve destekçi gözüküyordu ancak hevesi kırılmış olmalı. Delhi bunu son yıllarda cep telefonu ve ilaçta başarmış gözükse de bundan ileri gidemedi. Diğer birçok sektörde Çin başta olmak üzere diğer rakipler daha dişli. Çok daha önemlisi Hindistan’da Üret yani Make in India politikasının önünde ciddi bir altyapı eksikliği söz konusu. Sanıyorum henüz hala Hindistan bu konuda hayal ettiği noktadan uzak… Yani Delhi’nin daha kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor gibi gözüküyor.

Dalgalanan küresel ticaret dinamikleri arasında stratejik nedenler ile Amerika’ya öncelik veren Delhi şimdilerde yedi ikili ticaret anlaşması müzakeresi sürecinde. Bunlar Hindistan’ın ekonomik konumunu güçlendirmeyi ve hem pazar hem de üretim zorluklarını ele almayı amaçlıyor. Her ticaret anlaşması tekdüze olmayacak, tavizler muhtemelen stratejik kırılganlığa bağlı olarak değişecektir. Bu arada sürece eşlik eden politik enerji ve cesaretlendirici sözler yakın geçmişin şüpheciliğinden uzaklaşıldığını yansıtıyor. Bu elbette Trump’ın tarifeler konusunu tehditkar biçimde ortaya atması ile gözlemleniyor.

Karakteristik pragmatizmi ile ani ve doğrudan etkiyi azaltmaya odaklanan Yeni Delhi yakın ve zorlayıcı risklerin farkındalığı ile ister mal ihracatında ister hizmet ekonomisinde olsun Hindistan’ın mevcut hisselerini korumaya kararlı. Pazar payını korumak önemli ama amaç her zaman onu büyütmek olmalı. Başarılarını göz ardı etmek son derece haksızlık olur ancak Hindistan’ın üretim çabaları son derece yetersiz kalıyor…

Ancak yine de zorluklara karşın, Hindistan-Amerika ilişkisi iyi bir noktada.

Hindistan Dışişleri Bakanı S. Jaishankar’ın yakın zaman önceki konuşmasından birkaç cümle buraya iliştireyim:

“Trump’ın önceliklerinin çoğu bizim için işe yarıyor.”

“Uluslararası mali ve ekonomik sistemi güçlendirmek için ABD ile çalışmanın öncelik olması gerektiğine inanıyoruz.”

“ABD çok kutupluluğa doğru ilerliyor ve bu, Hindistan’a uyuyor.”

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 3

Yayınlanma

Yazar

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin üçüncü bölümünü aşağıda paylaşıyorum.

Sergey Glazyev 

Çin sosyalizminin özgüllüğünü Sovyet sosyalizminden bir fark olarak yorumlamak mümkün. Sovyet siyasi iktisadı açısından Çin sosyalizmi zaten öyle (sosyalizm olarak – H.Y.) anılmamalı, zira üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti legalize ediyor. Çen Enfu bu probleme mekanik yaklaşıyor ve mülkiyeti sosyalist devlet mülkiyeti ve özel mülkiyet (yabancı sermayeye ait olan da dahil) olarak ayırıyor. Aynı zamanda ücretli işçilerin yönetime ve kârın bölüşümüne iştirakini sosyalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü sayıyor. Ancak üretim araçları gibi mülkiyet kavramı da öylesine karmaşıklaşmış durumda ki sosyalizmin bu ayırt edici alameti artık o kadar da kesin görünmüyor.

Mülkiyet kavramı iktisatçılar için alışılagelmiş kesinliğini çoktan kaybetti. Özel mülkiyet neredeyse her yerde kamu yararına devlet tarafından sınırlanır; devlet mülkiyeti ise sıklıkla işletme yöneticileri tarafından kendi takdirlerine göre kullanılır. Modern dünyada özel mülkiyetin hukuk devletinin buna imkân verdiği ölçüde etkisiz kılınabileceği görüşü kabul görür. Her ne kadar çoğu devlette iktisadi ilişkiler genel kabul görmüş medeni hukuk normları temelinde, dış ekonomik faaliyetler ise Dünya Ticaret Örgütü normları ve diğer uluslararası anlaşma ve hukuk sistemleri temelinde düzenleniyor olsa bile, herhangi bir anda herhangi bir işletmenin iktisadi faaliyetini yasaklayabilen veya sınırlayabilen, mülkü müsadere veya zapt edebilen devlet iktidarı organlarının keyfiyetine de her zaman yer vardır. Dahası, ABD’nin Rusya’ya ve ÇHC’ne karşı yaptırımlarının gösterdiği gibi, bu, sadece yeni ortaya çıkmış piyasa ekonomilerinde değil kapitalist dünyanın en merkezinde bile olmaktadır.

Bir yandan devlet, özel mülkiyeti vergiler koyarak, ekolojik ve sosyal standartların gözetilmesini talep ederek, emekçilerin yönetime iştirakini regüle ederek, çalışma şartlarını düzenleyerek, keza yerel iktidar organlarının sınırlamalar getirmesine izin vererek, muhtelif vasıtalarla özel mülkiyet hakkını kısıtlayabilir. Diğer yandan devlet işletmelerinin yöneticileri gelirlerini özelleştirebilir (privatize edebilir — H.Y.), emekçilerin haklarını çiğneyebilir, ekolojik, sosyal ve teknik gereklilikleri göz ardı edebilir. Örneğin, Rusya’da devlet bankalarının ve korporasyonlarının ücretleri kapitalistlerin mülkiyetten elde ettikleri ortalama gelirin onlarca ve içgücü maliyetlerinin piyasa değerinin yüzlerce katıdır.

Dolayısıyla, modern ekonomide mülkiyet ilişkilerinin gerçek muhtevası kesinkes, özel mülkiyetin kamu yararına kullanılmasını düzenleyebilen ve bunun tersine de kamu mülkiyetini yöneticilerin keyfiyetine bırakabilen devlete bağlıdır. Buna karşılık mülkiyet ilişkilerine devlet düzenlemesinin istikameti anayasa ve mevzuat tarafından, bunların efektivitesi ise devlet sektörünün yöneticilerinin faaliyetlerinin sonucuna karşılık sorumluluk mekanizmalarıyla tayin olunur. Tarihi tecrübenin gösterdiği gibi, mülkiyet ilişkilerinin basitleştirilmesi iktisadi verimliliğin düşmesine yol açar. SSCB’de üretim araçlarının tamamen devletleştirilmesi rekabeti ortadan kaldırdı ve üretim ile tüketim alanları arasında kronik bir dengesizliğe yol açtı. Rusya’daki ilkel özelleştirme ise imalat sanayisindeki işletme sermayesinin ve sabit sermayenin yağmalanmasına, ekonominin sanayisizleştirilmesine ve bozulmasına yol açtı.

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 2

Günümüzde gelişmiş ülkelerde ve başarılı bir şekilde kalkınmakta olan ülkelerde hem yapılandırılmakta olan işletmeler açısından hem de bir bütün olarak ekonomi için karma mülkiyet biçimleri hâkim.  Devlet işletmeleri rekabetçi bir piyasa ortamında faaliyet gösterirken özel sektör de devlet tarafından az çok sıkı bir şekilde düzenleniyor. Özel sektör devletin düzenleyici etkisine karşı, yöneticileri kârsız kalmaktan en az özel özel işletmeler kadar korkan devlet işletmelerinden çok daha hassas. Akademisyen V. Makarov’un kanıtladığı gibi, karma ekonomi biçimi, ister piyasa ister merkezi tipte olsun, homojen sistemlerle karşılaştırıldığında bir yönetim objesi olarak ekonominin karmaşıklığına daha uygun düşüyor; bu nedenle, kural olarak, modern şartlarda daha etkili ve sürdürülebilir.

Çok sayıda teorik ve ampirik çalışma modern ekonomik sistemi iyileştirme girişimlerinde ne piyasanın ne de devletin mutlaklaştırılmasının kabul edilemez olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan entegral yapıda, ekonomik kalkınma idaresi, özel ve devlet menfaatleri arasında makul bir denge kurulması, özel-devlet ortaklığının verimli biçimlerinin geliştirilmesi, milli menfaatler esas alınarak piyasa ilişkilerinin düzenlenmesi temelinde yürütülüyor. Çinli iktisatçılar mülkiyet ilişkilerini rekabet ortamı, talep yapısı, teknik seviye ihtiyaçları, milli güvenlik için önemi ve diğer faktörlere bağlı olarak optimize etme vasıtalarını arıyorlar. Optimizasyon kriteri ise kamu refahının maksimize edilmesi.

Sovyet siyasi iktisadında sosyalizmin temel üretim ilişkisi olarak kabul edilen milli iktisadi planlamanın durumu da aynı ölçüde karmaşık. Ancak SSCB’de yürürlükte olan, erişilen seviyeden talimata dayalı planlama, ekonomide teknolojik bir çok-kademeli yapıya yol açtı; bunun sonucu da gelişmiş kapitalist ülkeler karşısında teknolojik geri kalmışlığın artması ve verimlilik düşüşü oldu. Kapitalist ve başarıyla kalkınmakta olan ülkelerde, menfaatlerin uyumlu kılınmasına, devlet-özel ortaklığına dayanan ve talimata dayalı değil indikatif yöntemler kullanan stratejik planlama kurumları ise son derece etkili olduğunu kanıtladı. Gelişmesi ve çeşitlenmesi ölçüsünde ekonomide dramatik bir karmaşıklıkla karşılaşan Çin yönetimi de stratejik nitelik taşımaya başlayan beş yıllık planlardan vazgeçmeden, ağırlıklı olarak indikatif yöntemlerin kullanılmasına geçti. Üstelik, fiyatlandırmada piyasa mekanizmalarının kullanılmasında olduğu gibi bunda da bir özgüllük yok.

Sovyet siyasi iktisatçıları, her bir metanın üretimi için sosyal olarak gerekli emek maliyetleri kavramını emek-değer teorisine dayanarak temellendirdiler; bu kavram, teorik olarak, idari fiyatlandırmanın da temelini teşkil ediyordu. Pratikte ise bütün maliyetlerin sosyal olarak gerekli olduğu kabul edilen bir maliyet fiyatlandırması hâkimdi. Sonuç olarak, fiyatı bütün ar-ge masraflarını da içermesi gereken yeni teknolojinin eskisinden daha pahalı olduğu ortaya çıktı ve bu da inovasyon faaliyetini ve iktisadi kalkınmayı frenledi.

Modern ekonomide iktisadi büyümenin başlıca faktörü bilimsel-teknolojik ilerleme haline geldi; entelektüel rant elde etme imkânı sağlayan teknolojik üstünlüğe sahip olma arzusu ise rekabet mücadelesinde en önemli teşvik oldu. Sermaye birikiminin arkasındaki temel itici güç de ücretleri düşürme yoluyla artı-değer maksimizasyonu değil maliyetlerin kısılması veya yeni teknolojilerin devreye sokulmasıyla birlikte yeni tüketici niteliklerinin yaratılması karşılığında süper kârlar elde edilmesi oldu. Yeni makinelerin fiyatlandırılması, arz ve talep oranları arasındaki ilişki ve sosyal olarak gerekli emek girdilerinden ziyade perspektif planlama ve piyasanın manipüle edilmesiyle belirlenerek dinamik bir temelde çeşitlendirildi. Bu sonuncusu (sosyal olarak gerekli emek — H.Y.) tam otomasyon şartları altında ölçümün nesnel temeli olma niteliğini büsbütün kaybetti. Yeni araçlar farklı tüketici gruplarına farklı fiyatlardan satılıyor; bu fiyatlar araç eskidikçe hızla düşüyor; aynı tüketici kalitesine sahip meta popüler markalara ve reklamlara bağlı olarak birbirinden çok farklı fiyatlara satın alınabiliyor. Fiyatları, temelinde toplumsal olarak gerekli emek miktarının yattığı bir arz ve talep dengesiyle belirlenmesi gereken emtia, mali spekülasyonların konusu oldu; bunların fiyatı değer değil spekülatif varlık olarak oluşuyor. Bu alanda, ÇHC’nde geçerli fiyat düzenleme sistemi modern ekonominin gerçeklerine uygun; bu sistem, kamu refahını artırmak için üretilen maddi nimetlerin artış temposunu maksimize etmeye dayanan fiyat oranlarını korumaya odaklanıyor.

ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, modern ekonomi şartlarında kamu refahını artırma kriteri itibariyle mümkün olduğunca optimal. Çin komünistleri skolastik tartışmalara saplanıp kalmamak için somut realist hedefler ilan ediyorlar. Reformların ilk aşamasının hedefi, yoksulluğun kökünü kazımaktı. Ardından ortalama alım gücüne sahip bir toplumun inşası geldi. Bunu başardıktan sonra ÇKP MK plenumu yeni hedefi ilan etti: 2035’e kadar her açıdan yüksek seviyede gelişmiş bir sosyalist piyasa ekonomisinin inşasının tamamlanması, sosyalist modernleşmenin hayata geçirilmesi. Böylece de Çin’in yüzyılın ortasına doğru her açıdan büyük, modern bir sosyalist ülkeye dönüşmesinin sağlam temellerinin inşa edilmesinin sağlanması. Bununla birlikte parti önderliği, Çin toplumunun sosyalizme giden uzun yolun henüz başında olduğunu usanmadan açıklıyor. Bu da SSCB’de geliştirilen sosyalist siyasi iktisat dogmasını kapitalist üretim ilişkilerinin pragmatik bir kullanımıyla birleştirmeyi mümkün kılıyor.

ÇKP, ekonominin verimliliğini ve halkın refahını artırmak için piyasa mekanizmalarını onardı. Çinli ideologlar özel mülkiyet yoğunlaşmasının bütün risklerinin mükemmelen farkındalar; bu nedenle ona, Çin özgüllüğünde sosyalist üretim ilişkileri sisteminde tali bir yer veriyorlar. Özel mülkiyetin kullanılması üzerinde parti kontrolü yürütülüyor, mülk sahipleri üzerinde emekçilerin haklarını savunmak, kamu menfaatlerini gözetmek, ekonomide kalkınmanın stratejik planlamaya dair devlet belgeleriyle belirlenen öncelikli istikametlerini hayata geçirmek için devamlı bir baskı uygulanıyor. Ülke yönetimi, yürütülen iktisat siyasetinin baş köşesine inovasyon faaliyetinin her türlü tedbirle teşvikini, ekonominin yeni teknolojik mod temelinde modernizasyonunu, ar-ge finansmanının genişletilmesini koymakta kesinlikle haklı, zira modern iktisadi büyümenin baş faktörü bilimsel-teknolojik gelişme. Bu olmadan kamu refahının kademeli büyümesini sağlamak mümkün değil. ÇHC en genelde üretim ilişkilerini üretici güçlere denk kılma ilkesini bu şekilde gerçekleştiriyor.

Varılan sonuçlardan yola çıkarak, ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, sosyalist oryantasyonlu diğer ülkeler için örnek teşkil edebilecek modern sosyalist sistem olarak değerlendirilebilir. ÇHC’nin post-Sovyet dönemi boyunca büyüme temposundaki küresel liderliği kamu refahının yükseltilmesi hedeflerine erişilmesiyle birleşiyor, kamu ekonomisi planları hayata geçiriliyor, dünyadaki en iyi kamu hizmetleri altyapısı kurulmuş durumda. ÇKP, Sovyet tarzı sosyalizmin kazanımlarını korumayı ve bunlar temelinde (piyasa mekanizmalarının, mülkiyet biçimlerinde genişlemenin, girişimcilik teşvikinin dahil edilmesiyle yönetim sistemini önemli ölçüde komplike hale getirip) bir atılım gerçekleştirmeyi başardı. Bu komplike yapı, modern ekonomide çeşitlilik artışı ve ekonominin bilimsel-teknolojik gelişme temelinde etkinliğinin yükseltilmesi zaruretiyle gerekçelendiriliyor; bunun sürdürülmesi de insanların girişimci ve yaratıcı enerjisinin ortaya çıkartılması için şartların yaratılmasını gerektiriyor.

Entegral dünya ekonomik düzeninin sosyalist nitelikleri

Sosyalist inşanın muhtelif milli modellerinin pratik uygulanmasından ortaya çıkan tarihi tecrübe dikkate alındığında modern şartlarda bunun ayırt edici özelliği kamu menfaatlerinin özel menfaatler üzerindeki baskın niteliği olarak düşünülebilir. Bu özellik, yeni dünya ekonomik düzenindeki üretim ilişkilerinin karakteristiği. Yeni ekonomik yapının temel özelliği, ekonomi düzenleme sisteminin kamu refahını artırmaya odaklanması. Yeni ekonomik düzenin karakteristik niteliği olan kamu menfaatlerinin özel menfaatlere üstünlüğü, ifadesini ekonominin kurumsal düzenlenmesinde bulur. En başta da planlama, kredilendirme, sübvansiyon, fiyatlandırma ve temel girişimci faaliyetlerinin düzenlemesi mekanizmaları vasıtasıyla sermayenin temel yeniden üretim parametreleri üzerindeki devlet kontrolünde. Devlet burada talimat vermekten ziyade, sosyal ortaklık ve temel sosyal gruplar arasında etkileşim mekanizmalarını oluşturan bir moderatör rolü oynar. Bürokratlar işletmeleri yönetmeye çalışmaz; ortak kalkınma hedeflerini belirlemek ve bunlara erişilmesi yöntemlerini geliştirmek için iş, bilim, mühendislik çevreleri ile ortak bir çalışmayı organize eder. Öte yandan girişimciler de kâr maksimizasyonu ve zenginleşme güdüsünü kamu menfaatlerini koruyan etik normlara uydururlar. Kâr maksimizasyonuna değil sosyal açıdan anlamlı bir sonuca odaklanan girişimci faaliyeti kurumlarının (kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, uzman bankaların yatırım projelerinin gerçekleştirilmesini hedefleyen kalkınma kurumları) kullanımı yaygınlaşır. Parasal akış yönetiminde etik normlar dikkate alınır ve spekülatif ve ahlak dışı faaliyetlerin finansmanına karşı sınırlamalar getirilir. Devletin ekonomiyi düzenleme mekanizmaları da buna göre ayarlanır.

Devlet uzun vadeli ve ucuz kredi sağlar; işadamları ise üretimin geliştirilmesi için somut yatırım projelerinde bunların hedefe uygun kullanılacağını garanti eder. Devlet doğal tekellerin altyapı ve hizmetlerine düşük fiyatlarda erişim sağlar, işletmeler ise rekabetçi ürün üretiminden sorumludur. Devlet, bunların kalitesinin artırılması amacıyla zaruri ar-ge çalışmalarının yürütülmesini, kadroların eğitim ve hazırlanmasını örgütler ve finanse eder; işletmeciler ise inovasyonlar gerçekleştirir ve yeni teknolojilerde yatırımları hayata geçirir. Özel-devlet ortaklığı iktisadi kalkınma, halkın refahının yükseltilmesi, hayat kalitesinin iyileştirilmesi şeklindeki kamu menfaatlerine tabidir.

Yukarıda gösterildiği gibi, ÇHC, efektivitede bir öncekinden nitel olarak üstün yeni bir dünya ekonomik düzeni modeli oluşturmayı başardı. Bunun temel kurumları ve ekonominin yeniden üretim mekanizmaları, devlet ve özel mülkiyeti, merkezi planlama ve piyasanın öz-örgütlenmesini, bütün halkın menfaatlerinin gözetilmesi üzerinde kontrolü ve özel inisiyatifi birleştiren, büyük bir çeşitliliğe sahip.

ÇHC, devlet planlaması ve piyasanın öz-örgütlenmesini, para hareketlerinde devlet kontrolünü ve özel girişimciliği birleştirerek, bütün sosyal grupların menfaatlerini sosyal refahın yükseltilmesi hedefi etrafında bütünleştirerek, yatırım ve inovasyon faaliyetinde rekor büyüme oranları ortaya çıkarıyor. Stratejik planlama, bilimsel-teknolojik gelişmede uzun vadeli tahminlere ve Çin ekonomisinin küresel çerçevedeki üstün performansının yarattığı fırsatların incelenmesine dayanarak, iktisadi kalkınmanın perspektif istikametlerini gösteriyor. İndikatif planlama, halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi amacıyla üretim artışını sağlamak üzere, yatırım faaliyetini artırmak için şartların yaratılmasına yönelik olarak bütün seviyelerdeki devlet iktidarı organlarına kılavuz ilkeler sunuyor. Bu planlama aynı zamanda girişimcilere eşit şartlardan yararlanma fırsatı veriyor. Piyasa rekabeti verimlilik, belli hedefe yönelik kredilendirme de planlanan hedeflere erişilmesi için yatırım projelerinin uygulanmasının finansmanını sağlıyor. Devlet düzenlemeleri ticari faaliyetleri üretim artışı istikametinde teşvik ediyor ve yıkıcı tezahürleri (sermaye çıkışı, finans piramitleri, vb.) dizginliyor. Açıklık, ileri teknolojilerin ithalatı ve hazır mamul ihracatı fırsatı sunarak girişimcileri ürün rekabetçiliğini geliştirmeye mecbur kılıyor.

Çin’den başka Hindistan, Endonezya, Çinhindi ülkeleri de yüksek büyüme oranları sergiliyorlar. Bunlar da yeni, entegral bir dünya ekonomik düzeninin “çekirdeğini” oluşturuyorlar. Japonya, Singapur ve G. Kore ise ekonomide yeniden üretimde benzer bir kurumlar sisteminin oluşumuna giden başka bir yoldan çok daha önce geçtiler. Piyasa rekabet mekanizmalarının hem sosyalist hem de kapitalist temelde devlet planlamasıyla sentezlenmesi, yakınsak bir üretim ilişkileri sistemini doğurdu. Bu sistem ÇHC’nde Çin özgüllüğünde sosyalizm olarak kabul ediliyor, Japonya’da ise Japan Incorporated’in kapitalist niteliğinden kimsenin kuşkusu yok ve Kore çobol’leri de tamamen kapitalist sayılıyor. Vietnam’dan Venezuela’ya kadar, sosyalist ideolojiyle devlet planlamasını piyasa mekanizmaları ve özel girişimcilikle birleştirerek ve özel girişimciliği maddi nimetlerin üretiminde artış amacıyla regüle ederek yakınsak bir model oluşturma yolunda yürüyen bütün ülkeler bugün (önde gelen kapitalist ülkelerde durgunluk gözlenirken) ileri seviyede sürdürülebilir bir kalkınma sergiliyorlar.

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Arktik’te Türklere gelecek var mı?

Yayınlanma

Geçtiğimiz 10 yılda dünyanın dikkati, küresel ekonominin potansiyel olarak yeni büyüme alanlarına kayıyor. Bu bölgelerdeki kaynaklar ve pazarlar için ciddi bir rekabet yaşanıyor. Mesela: Bir zamanlar dünyanın en büyük oyuncuları, Güneydoğu Asya’da rekabet ediyordu. Bugün ise benzer süreçleri Afrika’da gözlemliyoruz. Tabi jeopolitik rekabet sadece Afrika’da sürmüyor. İlk bakışta göze çarpmayan Arktik gibi bölgelerden bahsediyorum.

Arktik’teki ekonomik ve jeopolitik rekabet her geçen gün hızlanıyor. Bu bölge, henüz işlenmemiş derinliklerde muazzam bir zenginliği saklıyor. Son araştırmalara göre, dünyanın keşfedilmemiş petrol ve gaz rezervlerinin yaklaşık 22%’si burada bulunuyor.

Buzulların hızla erimesi, devasa petrol, gaz, nadir toprak metalleri yataklarına ve umut vaat eden lojistik rotalarına erişim sağlıyor. İklim değişikliği, bir zamanlar erişilemeyen bölgelerde ciddi bir jeopolitik çatışma arenası yaratıyor.

Arktik’teki en aktif rekabet içinde olanlar, elbette: Rusya Federasyonu, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve İskandinav ülkeleri olarak göze çarpıyor. Örneğin: ABD, şu an buzkıran filosu kurmaya başladı ve bölgedeki etki alanını genişletmeye çalışıyor. Bu nedenle Grönland ve Kanada ile karşılıklı bir ihtilaf sürecine girdiler. Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesinin ardından en önemli gündemlerinden birisi de Kuzey Bölgelerindeki kaynaklar oldu.

Pekala Rusya’nın da Arktik’teki en güçlü ve en geleneksel aktörlerden biri olarak kabul gördüğünü eklemek lazım. Moskova, tarih boyunca Arktik’in çok büyük bir bölümünü kontrol etti ve etmeye de devam ediyor. Arktik’teki hidrokarbonların ve diğer kaynakların çıkarılması için büyük ölçekli projelere ek olarak Rusya, küresel öneme sahip yeni bir lojistik rotası olan Kuzey Denizi Deniz Yolu için de çalışmalar gerçekleştiriyor.

Bu stratejik rota, Arktik’te Rusya’ya ait olan sulardan geçerek, uluslararası ticaret için yepyeni fırsatlar sunuyor. Nitekim Rusya’da bu konuya ciddi önem veriyor ve üzerine istişareler gerçekleştirmek için düzenli olarak Uluslararası Arktik Forumu ve Doğu Ekonomik Forumu’nda bu konuya özel bir panel gerçekleştiriyor.

Bu etkinlikler, Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlara ve sözde izolasyonuna rağmen her sene yüzlerce yabancı katılımcıların gelmesiyle birlikte uluslararası işbirliğini de geliştiriyor.

Bu seneki Uluslararası Arktik Forumu, yeniden Rusya’nın Murmansk şehrinde düzenleniyor. Etkinliğe Rus uzmanlar ve küresel çaptaki şirketlerin temsilcilerinin yanı sıra; Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden birçok temsilci katılıyor.

Şu sıralar Avrupa ile Asya arasındaki ana lojistik hattı Pasifik ve Hint Okyanus rotalarının yanı sıra Süveyş Kanalı ve Akdeniz’den geçmektedir. Ancak Kuzey Denizi Rotası, küresel lojistik konusunda devrim niteliğinde değişiklikler yapabilir ve lojistik maliyetlerinde önemli bir azalma sağlayabilir.

Örnek verecek olursak: Süveyş Kanalı üzerinden Yokohama ve Rotterdam arası 11.000 Deniz Milidir ve yaklaşık 33 gün sürer. Kuzey’deki alternatif rota ise mesafeyi 7.000 Deniz Miline ve 20 güne düşürüyor.

Moskova’nın planlarına göre geliştirilen yeni rota, geleceğin ekonomisinin temelini oluşturan Kuzeydeki petrol, gaz ve nadir toprak metallerine erişimi kolaylaştıracak. Bu proje, Rusya’nın Arktik’teki lider ulaşım gücü olma konumunu pekiştirmek adına yeni limanlar, bir buzkıran filosu ve navigasyon sistemlerinin inşasını öngörüyor.

Moskova, kısa bir süre önce bu projeye 24 Milyar ABD Doları yatırım yapmayı planladığını duyurdu. Böylece, 2035 yılına kadar Kuzey Deniz Rotası tam kapasitesine ulaşarak mevcut deniz koridorlarına güçlü bir alternatif haline gelecek.

Diğer küresel aktörler Moskova ile rekabet etseler de, Rusya ile etkileşimlerini artırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, Rusya Federasyonu’nun siyasi ve ekonomik izolasyonu yönündeki söylemler dünya kamuoyuna sunulsa da, gerçekler farklı bir tablo ortaya koyuyor.

Örneğin: Amerikan madencilik şirketleri uzun yıllardır Rusya’nın Kuzey bölgelerinde faaliyet göstermeye devam ediyor. Ayrıca, Trump İktidarı döneminde Moskova’ya uygulanan yaptırımlar kademeli olarak gevşetildi veya tamamen kaldırıldı. Bu durum, birçok şirketin Rusya pazarındaki konumlarını geri kazanmaya ya da güçlendirmeye çalışmasına yol açtı.

Öte yandan, yalnızca Kutup Bölgesi’ne kıyısı olan devletler değil, Arktik Okyanusu’ndan coğrafi olarak uzak ülkeler de bölgedeki araştırmalara ve yatırımlara katılım sağlıyor. Özellikle Çin, Arktik’teki Rus lojistik ve hammadde projelerine büyük ilgi gösteriyor. Çinli yetkililer ve şirketler, Kuzey Deniz Rotası’nı Avrupa limanlarına en avantajlı ulaşım güzergahı olarak değerlendiriyor. Son yıllarda Beijing, kendisini “Yakın Arktik Devleti” olarak konumlandırarak ilgili altyapı projelerine ciddi yatırımlar yaptı.

Bu gelişmelerin ışığında, diğer bölgesel ve küresel aktörlerin de Arktik yarışına katılması bekleniyor. Türkiye de bu süreçte belirli beklentilere sahip. Rusya’ya yönelik büyük ölçekli yaptırımlara rağmen, Türkiye enerji, ulaşım ve gemi yapımı gibi stratejik sektörlerde Moskova ile iş birliğini sürdürüyor.

Örneğin, birkaç yıl önce Rusya, Kuzey Deniz Rotası’nda faaliyet gösteren nükleer buzkıranlara bakım hizmeti vermesi için Türk şirketlerine bir onarım rıhtımı inşa etme işi verdi. 2021 yılında Moskova’nın bu tercihinin şaşkınlıkla karşılanmasının sebebi ise Çin’in sunduğu teklifin fiyat açısından daha cazip olmasıydı. Ancak, Rus yetkililer Çin’in Rus nükleer buzkıran teknolojisine olan aşırı ilgisinden endişe duyduğundan, Türkiye’nin projeye yalnızca ekonomik perspektiften yaklaştığı düşünülerek Türk tersaneleri tercih edildi.

Son yıllarda, Rusya ve Çin arasındaki iş birliği, Batı’nın uyguladığı yaptırımlar nedeniyle daha da güçlendi. Bu süreçte Amerikalılar, Moskova’nın Çin’e yakınlaşmasının etkilerini yeni yeni fark etmeye başlarken, Rusya ile ilişkilerini geliştirmek için girişimlerde bulunuyor. Ancak, Rus makamlarının ABD ve Çin’in Arktik bölgesindeki etkisini artırmasından duyduğu endişeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin Kuzey Deniz Rotası projesinde daha fazla yer alması olası görünüyor.

Bu bağlamda, Türk işletmeleri için birkaç önemli fırsat alanı mevcut. İlk olarak, Türk-Rus ortak gemi inşa projeleri öne çıkıyor. Örneğin, Sefine Tersanesi’nde inşa edilen bir Rus kurtarma buzkıranının 2025 yılında tamamlanması planlanıyor. Bu olumlu deneyimin ardından, Türkiye diğer ilgili projelere de katılma isteğini dile getirebilir.

Olası seçeneklerden biri, Rusya’nın doğu bölgelerindeki Zvezda Tersanesi’dir. Bu büyük ölçekli kompleks, Arktik petrol tankerleri, gaz taşıyıcıları ve dünyanın en büyük nükleer buzkıranlarının üretimi için tasarlanmıştır. Hem Batılı ülkeler hem de Çin bu projeye ilgi gösterirken, Türkiye de gemi inşa alanındaki tecrübesiyle katkıda bulunabilir.

Ayrıca, Türk şirketleri liman altyapısı inşasında da uzmanlaşmış durumdadır. Türkiye, Akdeniz ve Karadeniz limanlarındaki projelere sürekli olarak ilgi göstermektedir. Aynı zamanda, Türkiye’nin geliştirdiği birçok inşaat çözümü, Arktik koşullarına da adapte edilebilir. Dolayısıyla, Türkiye, Arktik liman altyapısının inşası aşamasında da önemli bir rol oynayabilir.

Ancak, bu noktada Türkiye’nin en büyük rakibi, Kuzey Deniz Rotası’nın gelişiminde başlıca paydaş olan Çin olacaktır. Bunun yanı sıra, Batılı şirketlerin de Arktik ulaşım rotalarına dahil olma çabaları göz ardı edilmemelidir.

Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların yalnızca politik nitelikte olduğu ve zamanla değişebileceği unutulmamalıdır. Nitekim, 2025’in başlarından itibaren Rusya ile ABD arasındaki gerilimin azaldığı gözlemlenmektedir. Vaşington, Moskova ile iş birliğinin gerekliliğinin farkına vararak Arktik’teki ulusal çıkarlarını koruma yoluna gitmektedir.

Bu durumda Türkiye, Rusya için dengeleyici bir aktör rolü üstlenebilir. ABD ve Çin arasındaki rekabetin sürdüğü bu ortamda, Rusya’nın bu ülkelerin Arktik’teki etkisini artırmak istememesi, Türkiye’ye önemli bir fırsat sunmaktadır.

Türkiye, özel bir yatırım politikası ile yeni küresel lojistik zincirlerine dahil olabilir. Ancak, bu süreçte Rusya’ya yönelik ikili liman ve gemi inşa projeleri sunularak Arktik bölgesindeki varlığın bir an önce artırılması gerekmektedir. Aksi takdirde, bu alan hızla Pekin ve Vaşington tarafından ele geçirilecektir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English