Görüş
Transatlantik ilişkiler en karanlık anını yaşıyor

17 Şubat’ta sona eren Münih Güvenlik Konferansı, beklenmedik bir şekilde ABD’nin Avrupa’daki ortaklarını açıkça eleştirdiği bir “hesaplaşma seansı”na dönüştü. Dahası, ABD’nin Avrupa’nın katılımı olmadan Rusya ile Ukrayna’nın geleceği hakkında müzakere etmesi, birçok kişi tarafından transatlantik ilişkilerin “en karanlık anı” olarak görüldü.
1938 yılının eylül ayında, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya, Çekoslovakya’yı feda ederek İkinci Dünya Savaşı’nın yolunu açan “Münih Anlaşması”nı imzalamıştı. Bu yılki Münih Güvenlik Konferansı ise birçok Avrupa ülkesi tarafından, ABD’nin transatlantik ilişkileri ihanet ederek bir başka küçük Avrupa ülkesi olan Ukrayna’yı feda ettiği bir “Münih Komplosu” olarak değerlendirildi.
Münih Konferansı’nın tetiklediği ABD-Avrupa iç çatışması henüz yatışmış değil; bu gerilim, özellikle Ukrayna liderleriyle ABD liderleri arasında giderek büyüyen bir söz düellosuna dönüşüyor. Bu bölünme, ABD içinde de değerler ve dış politika konularında derinleşen bir ayrışmaya yol açıyor. 23 Şubat’ta Almanya’da kritik bir parlamento seçimi yapıldı; aşırı sağ ikinci büyük parti olarak çıktı. 24 Şubat’ta Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıldönümünde, ABD ilk kez BM Genel Kurulu’nda Rusya’yı “saldırgan” olarak kınayan bir karar tasarısını engelledi. Dün Fransa lideri Macron, ciddi şekilde zarar gören transatlantik ilişkileri onarmak için nadir bir acil ziyaretle ABD’ye gitti. Önümüzdeki hafta Birleşik Krallık başbakanın da ABD’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Bu arada, Riyad’da gerçekleştirilen dışişleri bakanları düzeyindeki hızlı bir uzlaşma toplantısının ardından, ABD ve Rusya liderleri de muhtemelen şubat ayı sonunda gerçekleşecek bir zirve için hazırlık yapıyorlar.
Tüm bunlar, Donald Trump’ın “güçlü bir dönüş” yapmasının üzerinden yalnızca bir ay geçmiş olmasına rağmen, Avrupa’nın siyasi ve jeopolitik haritasını hızla yeniden şekillendirdiğini, transatlantik ilişkileri köklü bir şekilde dönüştürdüğünü ve küresel güç dengesi ile güvenlik sistemini keyfi bir şekilde yeniden düzenlediğini gösteriyor.
Münih Güvenlik Konferansı öncesinde, yeniden iktidara gelen Trump, ABD-Avrupa ilişkilerine zarar veren ve hatta Avrupalı ortakları kışkırtan davranışlar sergilemeye başladı. Bunlar arasında, Avrupa’nın büyük çabalarla koruduğu Paris İklim Anlaşması, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve UNESCO gibi çok taraflı anlaşmalar ve mekanizmalardan çekilmek; NATO üyesi Danimarka’nın Grönland adasını satın almak istemek; Avrupa’daki ticaret ortaklarını yeni gümrük tarifeleriyle tehdit etmek; Elon Musk aracılığıyla Avrupa ülkelerinin iç işlerini eleştirerek sağcı partilerin iktidara gelmesini teşvik etmek; NATO’nun Avrupa üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %5’ine çıkarmaya zorlamak ve Rusya-Ukrayna savaşının bir an önce sona erdirilmesini tek taraflı olarak teşvik etmek gibi adımlar yer alıyordu.
Avrupa ortakları, “Trump 2.0”ın getireceği zorluklara karşı önceden hazırlıklı olmalarına ve tetikte bulunmalarına rağmen, Münih Konferansı sırasında patlak veren siyasi kasırga yine de onları beklenmedik bir şekilde savunmasız yakaladı. Konferansın başkanı Christopher Heusgen, 16 Şubat’taki veda konuşması sırasında gözyaşlarına hakim olamayarak duygusal anlar yaşadı. Her ne kadar bazıları bu görüntülerin konferansla bağlantısını sorgulasa da, Alman medyası, deneyimli diplomatın bu toplantıyı “bir anlamda Avrupa için bir kâbus” olarak nitelendirdiğini aktardı.
Münih’teki “Avrupa kâbusu,” 14 Şubat’taki açılışta ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in sert eleştirileri ve sert üslubuyla başladı. Göç, demokrasi ve diğer konulara değinen Vance, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu asıl tehdidin Rusya veya Çin gibi dış güçlerden değil, kendi içinde “en temel değerlerinden” sapmasından kaynaklandığını savundu. Ayrıca, ABD ile Avrupa’nın hâlâ ortak bir gündeme sahip olup olmadığını tekrar tekrar sorguladı.
Vance, AB liderlerini ifade ve din özgürlüğünü baskı altına almak, yasa dışı göçü önleyememekle suçladı ve Birleşik Krallık, Almanya, Romanya ve İsveç’i tek tek hedef alarak çeşitli “yönetim hatalarını” eleştirdi. Avrupa’nın mevcut değerlerinin artık ABD’nin savunmaya değer olup olmadığını sorguladı. Vance’in art arda yaptığı sert eleştiriler, salondaki birçok Avrupalı lideri şoke etti, afallattı ve derin bir aşağılanma ile öfke duygusuna sürükledi. Bu gelişmeler, Münih Güvenlik Konferansı’nın alışılmış ritmini ve önceden belirlenen gündemini tamamen altüst etti.
Bununla da kalmadı, ABD’nin yeni atanan Başkan Yardımcısı Vance, Avrupa’ya yaptığı ilk ziyarette temel diplomatik nezaketi hiçe sayarak ev sahibi Almanya Başbakanı ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) lideri Scholz’un resmi görüşme davetini reddetti. Bunun yerine, muhalefetteki aşırı sağcı parti Almanya için Alternatif (AfD) lideri Weidel ile 30 dakikalık özel bir görüşme yaptı. Vance’in bu hamlesi, Elon Musk’ın AfD ve Weidel ile okyanus ötesinden yaptığı kamuoyu desteklerinin ardından, ABD’nin Almanya’nın iç işlerine sistematik müdahalesinin kanıt zincirini tamamladı.
Trump’ın göreve başlarken Avrupa ortaklarına sunduğu bu “karşılama hediyesi” o kadar kaba ve sertti ki, Avrupa liderlerini tamamen hayal kırıklığına uğratarak kemiklerine kadar işleyen bir karanlık tünele sürükledi. Liderler, ABD heyetinin dostluk ve işbirliği aramak için değil, sorun çıkarmak ve kavga etmek için geldiğini; transatlantik ilişkileri korumak için değil, sürtüşme ve bölünmeyi artırmak için orada olduğunu; Obama ve Biden’ın özenle koruduğu ABD-Avrupa siyasi mirasını devralmak için değil, geçmişi kazıp her şeyi yıkıp yeniden başlatmak için geldiğini; İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin üstlendiği Batı’nın lideri rolünü sürdürmek için değil, yükü Avrupa’ya bırakıp sorumluluktan kaçmak, hatta Avrupa ve tüm Batı’nın çıkarlarını feda ederek “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak” için burada olduğunu bizzat gördü.
Münih Güvenlik Konferansı’nda tanık olunan Avrupa’nın bu “en karanlık anı”, yalnızca transatlantik ilişkilerin “serbest düşüş” yaşaması ve Avrupa ortaklarının ayaklarının yerden kesilmesi değil; aynı zamanda ABD’nin hızla Rusya ile uzlaşma ve yakınlaşma yoluna girerek Avrupalı ortaklarını geride bırakması ve üç yıldır desteklediği, savaşın harap ettiği Ukrayna’yı da bir “kurban” olarak görmesiydi. ABD’nin bu büyük “U dönüşü”, hızı, şiddeti ve yıkıcı sonuçlarıyla, Avrupa ortakları ve Ukrayna’yı hazırlıksız yakaladı ve yanıt veremez hâle getirdi.
Münih konferansından önce Trump yönetimi, uzun süredir doğrudan temas kuramadığı Avrupalı ortaklarıyla doğrudan diyaloğu sağlamak için Rusya’yı konferansa davet etmişti. Ayrıca ABD, Moskova’yı tek taraflı olarak memnun edecek bir dizi açıklama yaparak ABD-Rusya ve AB-Rusya ilişkilerini yumuşatmaya çalıştı. Bunların arasında, G7 ortaklarını Rusya’yı tekrar aralarına kabul etmeye ikna ederek G8’in yeniden kurulmasını teşvik etmek de vardı. ABD Savunma Bakanı Hegses ise Avrupa ortaklarına, özellikle Ukrayna’ya açıkça 2014’ten sonra kaybettikleri toprakları –Kırım Yarımadası ve Rus işgali altındaki doğu ve güney Ukrayna bölgeleri dahil– geri alma hayaline kapılmamaları gerektiğini söyledi.
Avrupa ortakları hâlâ Vance’in sert sözlerinin yarattığı travmayı atlatmaya çalışırken ve Trump’ın Rusya-Ukrayna politikalarındaki değişimi anlamlandırmaya çabalarken, ABD’nin üst düzey diplomasi ve güvenlik heyeti, Münih’ten 1000 kilometreden fazla uzaktaki Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, Rus heyetiyle dört saatten fazla süren gizli bir toplantı gerçekleştirdi. Yabancı basına göre, ABD heyetinde Dışişleri Bakanı Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Waltz ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Whitkov bulunuyordu. Rus heyetinde ise Dışişleri Bakanı Lavrov ve Devlet Başkan Yardımcısı Uşakov yer aldı.
Bu görüşme, Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana ABD ve Rusya arasındaki ilk üst düzey resmi toplantıydı. Aynı zamanda, iki ülkenin doğrudan temaslarının iki yıl boyunca kesilmesinden sonra gerçekleşen ikinci el sıkışmasıydı. ABD’nin, Avrupalı ortakların ve özellikle Ukrayna’nın itirazlarına rağmen, Rusya ile ilişkileri onarmak için başlattığı bu “buz kırma” girişimi, iki taraf arasında şu dört maddelik bir mutabakatla sonuçlandı. Bu, ABD-Rusya ilişkilerinin artık Rusya-Ukrayna savaşını aştığını ve Washington’un bu jeopolitik çatışmanın iki kurbanı olan Avrupa ortaklarını ve Ukrayna’yı terk ettiğini simgeliyordu:
- Taraflar, diplomatik misyonlarının işleyişini normalleştirmek için gerekli önlemleri almak ve bir istişare mekanizması kurmak konusunda anlaştı.
- Taraflar, Ukrayna’daki çatışmayı mümkün olan en kısa sürede, kalıcı, sürdürülebilir ve tüm taraflarca kabul edilebilir bir şekilde sona erdirmek amacıyla üst düzey ekipler görevlendirme konusunda anlaştı.
- Taraflar, Rusya-Ukrayna çatışmasının sona ermesinin ardından yeniden başlayacak iş birliği için bir temel oluşturma konusunda anlaştı.
- Görüşmeye katılan ekipler, müzakere sürecini zamanında ve verimli bir şekilde ilerletmek için temaslarını sürdürecekler.
Başlangıçta Rusya-Ukrayna çatışmasının kilit aktörleri olan Avrupa ülkeleri—özellikle Ukrayna—artık doğrudan kendi kaderlerini etkileyen bu ABD-Rusya anlaşmasının yalnızca seyircileri haline geldi. Hatta denebilir ki, Avrupa yalnızca bir “en karanlık an” ve bir “Münih Komplosu” yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir “Yalta Anı” ile de karşı karşıya: İki büyük güç, ABD ve Rusya, Avrupa’daki savaş alanının gidişatını kendi çıkarlarına göre belirliyor, savaş sonrası jeopolitik haritayı ve nüfuz alanlarını bölüşüyor ve Avrupa için yeni bir güvenlik düzeni tasarlıyor.
Avrupa liderleri, kısa bir süre içinde ABD’den art arda gelen sert darbelerle ve arkadan vurulmalarla sarsıldı; neye yetişeceklerini şaşırmış hâldeler. Münih konferansının sona erdiği gün—ABD-Rusya toplantısının Riyad’da yapılmasından bir gün önce—başlıca Avrupa ülkelerinin liderleri Paris’te Avrupa güvenliği konusunda acil bir zirve düzenledi. ABD-Rusya görüşmesinin ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Avrupa’nın nasıl bir yol izleyeceğini tartışmak üzere bir başka acil zirve daha topladı. Bununla da kalmadı; Macron, İngiltere Başbakanı Starmer’ı da yanına alarak ABD’ye acil bir ziyaret planladı—amaç, durumun tamamen kontrolden çıkmasını önlemek.
Avrupa ve Ukrayna için en temel kırmızı çizgi, Ukrayna’daki savaş ve barışla ilgili herhangi bir müzakerenin dışında bırakılmamaktır. Avrupa ülkeleri, Ukrayna da dâhil olmak üzere, ABD’nin güç diplomasisinin özünde “sofra diplomasisi” olduğunu gayet iyi biliyor: “Ya masada oturursun ya da menüde yer alırsın.” Trump yönetimi için mevcut “sofra diplomasisi” ise artık eşitler arasında karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla yürütülen bir pazarlık değil—her şey Beyaz Saray’ın dediği gibi olacak.
Münih konferansı sona erdi, ancak “Münih Komplosu”nun sonuçları hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Son günlerde Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’ye yönelik küçümseyici ve saygısız tavrı artık örtbas edilmez bir hâl aldı; eleştirileri doğrudan kişisel saldırılara ve Zelensky’nin başkanlık meşruiyetini sorgulamaya dönüştü. Hatta Trump, üç yıl önceki Rusya-Ukrayna savaşının sorumlusunun Zelensky olduğunu iddia ederek gerçeği ters yüz etti. Daha önce Trump, Zelensky’yi bir an önce ateşkesi kabul etmezse “Ukrayna’nın yok olacağı” yönünde uyarmış; Ukrayna’nın eninde sonunda Rusya’nın bir parçası olacağı imasında bulunmuştu.
Trump’ın Zelensky’ye yönelik saldırıları, yalnızca Avrupa liderlerini şoke etmekle kalmadı; aynı zamanda Ukrayna’daki halkın ve devlet yetkililerinin ulusal gururunu ve vatansever duygularını derinden yaraladı. Ukrayna’nın dört bir yanından insanlar Trump’a sert tepki göstererek Zelensky’ye destek çıktı. Bu tepkiler ise Trump’ın sadık destekçilerini öfkelendirdi. Örneğin, ABD Başkan Yardımcısı Vance, doğrudan Zelensky ve diğer Ukraynalı liderlere seslenerek, “ABD Başkanı’na karşılık vermenin aptalca bir davranış olduğunu” ve bunun kendilerine pahalıya mal olacağını söyledi.
Trump’ın son dönemdeki dış politika hamleleri ve söylemleri, yalnızca Avrupa’daki ortaklarını—özellikle de “küçük kardeş” Ukrayna’yı—küçük düşürmekle kalmadı; aynı zamanda ABD’nin siyasi çevrelerinde, özellikle Demokratlar arasında da sabır taşını çatlattı. Senato Azınlık Lideri Demokrat Chuck Schumer, Trump’ın Zelensky ve Ukrayna hakkındaki adaletsiz yorumlarını şiddetle kınayan sert bir konuşma yaptı ve Trump’ın sözlerini üç kez üst üste “iğrenç” olarak nitelendirdi. ABD Kongresi tarihinde, bir başkanın söz ve davranışlarının bu kadar açık ve doğrudan bir şekilde eleştirildiği başka bir örnek bulmak neredeyse imkânsızdır.
Münih Konferansı’ndan sonra Trump’ın söylemlerinin giderek daha provokatif hâle gelmesinin asıl sebebi, Avrupa’daki ortaklarının ve Ukrayna’nın onun dış politikasını sorgulamasına duyduğu öfkedir. Daha önce Ukrayna, ABD’nin kendi maden kaynaklarını kontrol etme talebini reddetmişti. Münih konferansının açıldığı gün, ABD heyeti Zelensky’ye bir belge sunarak imzalamasını istedi. Bu belge, Ukrayna’nın maden rezervlerinin %50’sinin ABD’ye devredilmesini öngörüyordu—karşılığında ise ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımların ödenmesi ve güvenlik garantilerinin sürdürülmesi teklif ediliyordu. Zelensky, belgeyi imzalamayı nazikçe reddetti; gerekçe olarak metni yeterince incelememiş olmasını gösterdi. Ancak gerçekte, ülkesinin maden zenginliğinin yarısını ABD’ye bırakmaya razı değildi.
Trajik olan ise, bu “kaynak karşılığı güvenlik” takasının ilk olarak bizzat Zelensky tarafından önerilmiş olmasıydı. Ancak ABD Hazine Bakanı Bessent’in 12 Şubat’ta sunduğu revize edilmiş ABD versiyonu, o kadar aşırı talepler içeriyordu ki, Zelensky son anda geri adım atmak ve önerisini geri çekmek zorunda kaldı. Çünkü alelacele böyle bir anlaşmayı imzalamak, ulusal onuru zedeleyecek bir teslimiyet belgesi olur ve onu tarihe ülkesini satan bir lider olarak geçirirdi.
Son gelişmeler üzerine The Economist ve TIME dergileri, Trump’ı taç giymiş bir kral olarak tasvir eden kapaklar yayınladı. The Economist kapağında “Yakında Tahta Çıkıyor” başlığını kullanırken, TIME ise “Yaşasın Kral!” ifadesini tercih etti. İlginçtir ki, Trump bu ironik kapakları bir övgü olarak gördü; hem seçim kampanyası ekibi hem de Beyaz Saray’ın resmi sosyal medya hesapları, Trump’ın “taç giydiği” bu kapakları paylaştı. Tüm bu gelişmeler, Trump’ın dış dünyanın ne düşündüğünü umursamayan, bildiğini okuyan liderlik tarzını gözler önüne serdi. Aynı zamanda, önümüzdeki dört—hatta sekiz—yıl boyunca hem ABD’nin hem de dünyanın, Trump’ın iç ve dış politikalarını yeniden şekillendirme çabaları nedeniyle sık sık “depremler” yaşamaya hazır olması gerektiğini gösterdi.
Roma İmparatorluğu, 452 yıllık bir cumhuriyet döneminin ardından MÖ 27 yılında imparatorluk sistemine geçti ve Augustus unvanıyla taç giyen Octavianus, Roma’nın ilk imparatoru oldu. Ancak, kuruluşundan 248 yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri, Trump’ın “krallar gibi geri dönüşü” nedeniyle bir “Amerikan İmparatorluğu”na dönüşmeyecek. Yine de, Trump 2.0’ın hem ülke içinde hem de küresel ölçekte yarattığı sarsıntılar, ABD’yi ve dünyayı köklü bir şekilde değiştirmeye devam ediyor. Bu değişimden en çok zarar görecek olan ise, bir asırlık fırtınalara rağmen sarsılmayan transatlantik ilişkiler olacak. Belki de Ukrayna’nın feda edilmesi, yalnızca talihsiz bir başlangıç ve daha büyük tehlikelerin habercisi.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Kazan Forum: İslam Dünyası Rusya’ya Yaklaşıyor

Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek.
Günümüz dünyasında pek anlaşılmayan noktalardan birisi de Müslüman nüfusa sahip ancak İslam Dünyası içerisinde kabul görmeyen ülkelerdir. Mesela Rusya, Hristiyan veya “laik” bir devlet olarak kabul görse de 20 milyona yakın bir Müslüman nüfusu içinde barındırıyor.
İşte bu nedenle Rusya’da “helal ürün” endüstrisi aktif olarak gelişiyor, İslami bankacılık teşvik ediliyor ve genel olarak Müslüman nüfusa yönelik birçok ürün arz ediliyor. Moskova ile İslam Dünyası arasında küresel ekonomik boyutlarda geniş ilişki yelpazesi böylece inşa ediliyor.
Aslında bu etkileşimi halihazırda sistematik ve köklü olarak kabul etmek mümkün. Örneğin: Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek. Bu etkinliği örnek gösterme sebebim ise Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’dan İslam Dünyasının liderleri ve önde gelen girişimcilerinin katılması diyebilirim.
Bu tam teşekküllü Kazan Forum zirvesinde Rusya ve İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan iştirak eden katılımcılar; enerji, inşaat, tarım ve diğer endüstriyel alanlarda oldukça ciddi ortak projeler başlattılar.
Kazan Forum sadece bir örnek. Aslında Moskova, dünya sahnesindeki etkileri giderek artan uluslararası örgütler aracılığıyla İslam Dünyası ülkelerine her geçen gün daha da yaklaşıyor. Rusya Federasyonu, 2005 yılından bu yana İslam İşbirliği Teşkilatı’nda “gözlemci” statüsünde yer alıyor ve taraflar arasındaki ekonomi ve güvenlik alanındaki işbirliğini teşvik ediyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na ek olarak Müslüman nüfusu yoğun olan birçok ülke BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesinde bulunuyor. İlgili 3 oluşum içerisindeki katılımcılar arasında, Batılı ülkelerin baskısı altında dünya ekonomisi için çok kutuplu ve karşılıklı faydaya dayanan bir ortam oluşmasını sağlayan dünyanın büyük devletleri yer alıyor.
Öte yandan Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve Endonezya’nın yakın zamanda BRICS’e katılmasının amacı tam da ticaret süreçlerini ve dış politikalarını egemen kılmaktı.
Pekala Batı, İslam Dünyası ile Rusya’nın yakınlaşmasını engellemeye çalışıyor. Gerçek şu ki: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Ortadoğu’nun en büyük ekonomilerinin bulunduğu Basra Körfezi ile Rusya Federasyonu’nun birleşmesinin; tek bir grup olarak hareket eden liberal Batı’ya çok sert darbe indirebileceğinin farkında.
Tam da bu sebeple Brüksel ve diğer bazı aktörler, İslam İşbirliği Teşkilatı katılımcılarıyla Rusya arasındaki insani işbirliğini, tarafların ekonomik ve politik etkileşiminden bahsetmeyi bile engellemeye çalışıyor.
Örneğin: Moskova, Karadeniz’deki ticaret akışının karmaşıklığı nedeniyle 2023 yılından itibaren Kuzey Afrika’daki İslam ülkelerine tahıl tedarikini artırmaya çalışıyor. Dahası Rusya, gıda kaynaklarının ücretsiz ve insani bir biçimde bu bölgelere tedarikini gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2023 ve 2024 yıllarında Moskova’nın Sudan, Somali, Yemen ve diğer birkaç devlet de dahil olmak üzere kıtlık tehdidiyle karşı karşıya kalan ülkelere tahıl bağışlamaya hazır olduğunu dile getirdi. Bu girişimler, Kuzey Afrika’daki gıda krizini daha da kötüleştiren Batı yaptırımlarına karşı koymaya yönelikti.
Ancak Avrupalılar ve Amerikalılar, Rusya’nın gıda yardımını sadece siyasi nüfuz aracı olarak kullandığını savunarak Rus girişimine karşı çıktı. Batılı ülkeler ayrıca yaptırımlar nedeniyle Rus gemilerinin uluslararası limanlara erişimini ve kargo sigortasını kısıtlayarak tedarik lojistiğini engelledi.
Gören gözler için her şey açık: Bu suçlamalar asılsızdır. Çünkü Rusya, bu insani yardımları Batı ile çatışma yaşamaya başlamadan önce uygulamaya koydu. Moskova, ürün kıtlığıyla karşı karşıya kalan Afrika’daki İslam ülkelerine 10 yılı aşkın süredir her yıl ücretsiz gıda tedariki yapıyor.
Bu bağlamda, Moskova’nın Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’ni “gıda sömürgeciliği” ile suçlaması, Avrupa kotalarının ve tarımsal ihracat kısıtlamalarının küresel açlık sorunlarının çözümünü engellediğine işaret etmesi oldukça anlaşılır hale geliyor.
Kaldı ki 2023 ve 2024 yıllarında Ukrayna ile yapılan sözde “tahıl anlaşması” kapsamındaki gıda tedarikleri, “sebebi bilinmeyen (!)” bir nedenden ötürü Avrupa ülkelerine ulaştı. Ukrayna’nın ihraç ettiği tahılın yalnızca çok küçük bir kısmı Afrika ülkelerine ulaştı.
Her şeye rağmen Rusya, Türkiye ve Katar’ın arabuluculuğu sayesinde Suriye, Mali, Burkina Faso gibi bazı ülkelere tahıl sevkiyatları göndererek; insani gıda projelerini kısmen uygulamaya devam etti.
Bu gelişmeler, Batı yaptırımlarının İslam Dünyasının en savunmasız bölgelerine zarar verdiğini bir kez daha gözler önüne getiriyor. Tahıl konusundaki çatışma, ticari meselelerin Batı’nın küresel liderlik mücadelesinde bir argüman olarak kullandığı jeopolitik çatışmaların bir başka örneği haline geldi diyebiliriz.
Pekala Rusya ile İslam Dünyası arasındaki etkileşim, yeni bir şey değil. İslam Dünyasındaki ülkeler, geleneksel olarak Rusya’daki dindaşlarıyla iyi ilişkiler sürdürdüler. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, uzun zamandır Moskova ile enerji, güvenlik ve ticaret alanlarında ortaklıklar kurdular.
Rusya ise İslam Dünyasının çıkarlarını her zaman dikkate aldı. Moskova, Ortadoğu’daki çatışmaların adil bir şekilde çözülmesini tutarlı bir şekilde savunuyor ve bölgedeki tüm ülkeler arasındaki diyaloğu destekliyor.
Batı merkezli artan baskı zemininde, Rusya ile İslam Dünyası arasındaki yakınlaşmanın daha da belirgin hale gelmesini bekliyorum. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, tek taraflı yaptırımlar uygulayarak; kendi siyasi, ekonomik ve kültürel ajandasını dayatmaya çalışarak, aslında onlarca yıldır inşa edilmiş küresel ticaret zincirlerini istikrarsızlaştırıyor.
İşte tüm bunlar, İslam Dünyasını alternatif kalkınma yolları aramaya zorluyor ve Batı’nın sözde liberalizmine karşı çıkan bir ülke olarak Rusya doğal bir müttefik haline geliyor.
Bugünlerde Rusya ve İslam Dünyası, Batı hegemonyasının ötesine geçmeyi amaçlayan yeni bir etkileşim modeli sergiliyor. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar, çok kutuplu bir dünya inşa etmek için ideal platformlar haline geliyor.
İslam Dünyası, Rusya’yı yalnızca karşılıklı olarak faydalı işbirliği sunmakla kalmayıp; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde egemenlik ve adalet ilkelerini savunan güvenilir bir ortak olarak görüyor.
Bu yakınlaşma, Batı’nın saldırgan politikalarına bir yanıt ve daha dengeli bir küresel sisteme doğru atılmış bir adım olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
Görüş
BAE’nin Küresel Yapay Zeka Yarışında Cesur Adımı

Shamma Al Qutbah – Araştırmacı / TRENDS Research & Advisory
Bu makale, Trends Araştırma ve Danışmanlık ve Harici tarafından ortak yayımlanmak üzere hazırlanmıştır.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) yerli üretim yapay zekâ (AI) modeli Falcon, küresel teknoloji arenasında büyük ses getiriyor ve OpenAI’nin ChatGPT’si ile Çin’in DeepSeek’i gibi devlere meydan okuyor. Ancak Falcon yalnızca yapay zekâ yarışında bir rakip değil; güvenlik, güvenilirlik ve yeniliği merkezine alan, BAE’nin yapay zekâ geleceğine liderlik etme iddiasının cesur bir göstergesi.
İlk kez Mart 2023’te tanıtılan Falcon, Abu Dabi’nin kalbinde, şehrin önde gelen küresel bilimsel araştırma merkezi olan Teknoloji İnovasyon Enstitüsü (TII) bünyesinde geliştirildi. Bu model, diğerlerinin sınırlamalarına bağlı kalmayan, dünyanın en ileri açık kaynak büyük dil modellerinden (LLM) biri olarak gururla öne çıkıyor.[1]
Stratejik bir hedef ve vizyonla, dünyanın farklı yerlerinden gelen 25 bilgisayar bilimci, araştırmacı ve yapay zekâ uzmanından oluşan son derece yetenekli bir ekiple, Falcon sınırları zorlamak ve BAE’yi küresel inovasyonun ön saflarına taşımak için tasarlandı.[2]
Uzun saatler süren titiz geliştirme, yorulmak bilmeyen çaba ve adanmış araştırmalar sonucunda, bu uzmanlar hedefi gerçeğe dönüştürmek için çalıştı. Modeli büyük miktarda veriyle eğiterek yalnızca algoritmaların değil, kültür, diplomasi ve ilerlemenin diliyle de konuşabilmesini sağladılar.[3]
Her bir satır kod, parametre ve testte, bu uzmanlar makine öğrenimi, sinir ağları ve hesaplama verimliliği konusundaki bilgilerini bir araya getirerek, BAE’yi yalnızca teknolojiyi kullanan değil, AI’de lider bir ülke konumuna getirecek gerçekten istisnai bir model yarattılar. Gerçekleştirilebilir görülenin sınırlarını zorlayarak Falcon’u öncekilerden daha akıllı, daha hızlı ve daha uyarlanabilir hale getirdiler.
Neyse ki bu bitmek bilmeyen çabalar karşılığını buldu.
Falcon ilk piyasaya sürüldüğünde adeta çığır açıcıydı. Dünyanın dört bir yanındaki yapay zekâ araştırmacıları, mühendisler, geliştiriciler ve uzmanlar Falcon’un piyasaya çıktığı an büyük heyecan yaşadı.
Gelişmiş tasarımı ve etkileyici performansıyla Falcon sadece sahneye çıkmakla kalmadı, Hugging Face’in Büyük Dil Modeli sıralamasında kısa sürede üst sıralara yükselerek önemli bir rakip haline geldi.[4] Bu değerlendirme platformu, yapay zekâ modellerini doğal dil anlama, üretme ve verimlilik açısından değerlendirip sıralar.
Ancak teknik ustalığın ötesinde, Falcon’u büyük dil modeli (LLM) alanındaki diğerlerinden gerçekten ayıran ne? San Francisco’dan Pekin’e sektör uzmanlarının ilgisini çeken şey ne? Yapay zekâ sahnesinde bu kadar öne çıkmasının nedeni ne? Ve dünya neden BAE’nin yapay zekâ geliştirme yaklaşımına dikkat etmeli?
Falcon’a kendine özgü üstünlüğünü kazandıran şey oldukça basit: AI’ye erişilebilirlik, verimlilik ve maliyet etkinliğinde devrimsel bir değişimi temsil etmesi ve bunun arkasında BAE’nin benzersiz vizyonu ve kararlılığının olması. En ileri düzey yapay zekâ modellerinin giderek daha pahalı ve ayrıcalıklı hale geldiği bir dönemde, BAE Falcon’u farklı bir yolda konumlandırdı: açık, uyarlanabilir ve AI devlerinin egemenliğine meydan okumaya hazır.
Belki de Falcon’u rakiplerinden en belirgin şekilde ayıran özellik açık kaynak yapısıdır. DeepSeek maliyet etkinliği, ChatGPT ise gelişmiş sohbet yetenekleriyle öne çıkarken; Falcon, açık kaynaklı çerçevesi sayesinde dikkatleri üzerine çekti. Bu da BAE’nin küresel iş birliğini teşvik ederken teknolojik liderliğini vurgulama stratejisinin bir yansımasıdır.
Çoğu gelişmiş LLM, yalnızca seçkinlerin erişebileceği şekilde şirket duvarları arkasında yer alırken, Falcon bu normlara meydan okuyarak yeteneklerini herkesin kullanımına sundu. Çünkü bu, BAE’nin yapay zekânın küresel inovasyonu ve ilerlemeyi destekleyecek ortak bir değer olması gerektiğine dair inancına dayanıyor – ayrıcalıklı bir kesimin kontrolünde olan bir kaynak değil.
Ancak Falcon’un gücü yalnızca açık kaynak olmasında değil. Model aynı zamanda maliyet etkinliği ve verimliliğiyle de biliniyor. Yapay zekâ modellerini çalıştırmak ve eğitmek çoğu zaman pahalı ve büyük hesaplama kaynakları gerektiren bir süreçtir. Ancak Falcon için durum böyle değil.
Sadece 680 milyon parametreden oluşan model, olağanüstü performans sergileyip maliyeti düşük tutarak, daha az kaynakla daha fazlasını yapacak şekilde tasarlandı.[5] Bu durum Falcon’u sadece daha erişilebilir kılmakla kalmaz, aynı zamanda BAE’nin erişilebilir ve sürdürülebilir yapay zekâ taahhüdünü de destekler.
Modelin benzersizliği burada da bitmiyor. Falcon’un çok dilli yetenekleri – özellikle Arapça doğal dil işleme alanındaki güçlü odaklanması – bir başka öne çıkan özelliğidir. Falcon, diğer LLM’lerin aksine Arapçayı derinlemesine anlayacak ve farklı lehçelerde yüksek doğrulukla metin üretecek şekilde geliştirildi. Bu özelliği onu kültürleri gerçekten birbirine bağlayabilen nadir AI sistemlerinden biri yapıyor.[6]
Ancak dünya Falcon’a neden dikkat etmeli sorusunun belki de en güçlü yanıtı, BAE’nin ileri görüşlü vizyonu ve bu modelin arkasındaki büyük hedefidir. BAE’nin yapay zekâdaki ilerlemesi, bu alandaki başarının yalnızca maddi kaynaklara ya da teknik mirasa değil; vizyon, strateji ve kapsayıcılığa dayandığını göstermiştir.
Yine de birçok insanın aklındaki soru şu: Petrol rezervleriyle tanınan bir ülke, nasıl olur da yeni bir kimlik kazanarak ileri düzey AI teknolojisinde bir güç merkezi haline gelir ve AI devlerini performans açısından geride bırakabilir?
Bu sorunun cevabı tesadüf değil, BAE’nin ileri görüşlü liderliğidir. Kaynak zengini pek çok ülkenin aksine, BAE liderleri erken dönemde bir ülkenin geleceğinin ve gerçek gücünün yalnızca petrole değil; inovasyon, bilgi, entelektüel sermaye ve teknolojik ilerlemeye bağlı olduğunu fark etti.
Hızla değişen dünyada rekabetçi kalabilmek için, geleceğin sektörlerine yatırım yapılması gerektiğini anladılar ve yapay zekâ bu dönüşümün merkezinde yer aldı. Bu vizyonla ülke, yalnızca yapay zekâ teknolojilerini benimsemekle kalmayıp, küresel AI sahnesinde liderlik pozisyonuna ulaşmak adına cesur adımlar attı.
2017 yılında BAE, dünyada bir ilke imza atarak Yapay Zekâ Bakanlığı’nı kurdu ve ilk AI bakanını atadı.[7] Bu adım sembolik değil, derinlemesine stratejikti; AI’nin uzun vadeli vizyonun merkezinde yer alacağının bir işaretiydi.
Kısa süre sonra, ülke 2031 Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi’ni açıkladı. Bu, sağlık ve eğitimden güvenlik ve ekonomik gelişime kadar kilit sektörlerde yapay zekânın entegre edilmesini hedefleyen kapsamlı bir yol haritasıydı.[8] Bu strateji ile BAE, birçok ülkede olduğu gibi dağınık politika süreçlerinden ziyade, AI yönetişimini karar alma mekanizmalarının en üst seviyelerine dahil ederek, AI uygulamasında bütüncül ve stratejik bir yaklaşım benimsedi.
BAE ayrıca, bu vizyonu hayata geçirmek ve AI benimsenmesinin yalnızca bir politika belgesi olarak kalmamasını sağlamak amacıyla bakanlıklarda ve federal kurumlarda Yapay Zekâ İcra Kurulu Başkanı (CEO) pozisyonları oluşturdu.[9] Bu sıra dışı ama son derece etkili yaklaşım sayesinde AI, yalnızca özel sektörde konuşulan bir konu değil, devlet hizmetleri ve politikalarının tasarımında aktif bir rol oynayan bir yapı haline geldi.
AI’nin dönüştürücü potansiyelinden tam anlamıyla yararlanmak adına BAE, Yapay Zekâ Konseyi’ni de kurdu. Bu konseyin görevleri arasında AI politikalarının geliştirilmesi, araştırmaların teşvik edilmesi ve kamu-özel sektör ile uluslararası iş birliklerinin kurulması yer alıyor.[10]
AI’nin tüm potansiyelini açığa çıkarmak kolay değildir. Pek çok ülke dış uzmanlara bağımlı kalırken, BAE farklı bir yola gitti. Gerçek liderliğin yerli yetenek temeline dayanması gerektiğini kabul eden ülke, yapay zekâ eğitimi ve araştırmalarına stratejik yatırımlar yaptı. Bu, hatta ABD ve Çin gibi AI devlerinin bile sık sık zorlandığı, dış yeteneklere bağımlı olduğu bir alandır.
2019’da, dünyanın yalnızca yapay zekâya odaklanan ilk üniversitesi olan Mohamed bin Zayed Yapay Zekâ Üniversitesi’ni (MBZUAI) kurdu. Bu üniversite, dönüştürücü yapay zekâ teknolojilerinin geliştirilmesini teşvik etmeyi, yeni nesil AI liderlerini güçlendirmeyi ve BAE’yi yapay zekâ araştırmaları ve düşünce liderliği alanında küresel bir merkez hâline getirmeyi hedefliyor.[11]
Bu vizyonu tamamlayan unsur ise Abu Dabi merkezli yerli AI geliştirme holdingi G42’dir. 2018 yılında kurulan G42, AI araştırmalarını sağlık, enerji ve ulusal güvenlik gibi alanlarda gerçek dünyaya uygulamaya dönüştürme amacı taşıyor.[12] Bu kamu-özel iş birliği, BAE’ye büyük bir avantaj sağladı; yapay zekâ çözümlerini birçok ülkenin erişemeyeceği bir hızla geliştirmesini ve uygulamasını mümkün kıldı.
BAE’nin AI liderliğini sağlamlaştırma çabaları burada da durmadı. Yıllar içinde, AI Everything Summit ve Küresel Yapay Zekâ Zirvesi gibi küresel AI zirvelerine ev sahipliği yaptı. Bu platformları bilgi paylaşımı, uluslararası iş birliği ve küresel tartışmaların şekillendiği merkezler haline getirdi.[13] Etik, politika ve sorumluluk üzerine tartışmalara liderlik etti ve küresel AI gündeminin belirleyicisi konumuna geldi. Diğer ülkeler bilinmeyenden korkarken, BAE geleceği yaratma cesaretini gösterenlere ait olduğuna inandı.
Dolayısıyla, BAE’nin AI alanındaki yükselişi bir tesadüf değil; stratejik bir vizyon, cesur yatırımlar ve teknolojik liderliğe olan sarsılmaz bağlılığın bir sonucudur. Pek çok ülke yapay zekânın nasıl entegre edileceğini tartışırken, BAE bunu hayata geçirdi.
Bugün BAE, yapay zekâ devriminin ön saflarında yer almaktadır. AI’nin potansiyelini erkenden fark edip bu hedefi gerçeğe dönüştüren lider ülkelerden biridir ve doğru strateji ile, geçmişi ne olursa olsun, her ülkenin kendini yeniden inşa edebileceğini ve yarının sektörlerine liderlik edebileceğini kanıtlamıştır.
[1] Ben Wodecki. “Inside Falcon: The UAE’s Open Source Model Challenging AI Giants.” Capacity Media. February 5, 2025. https://www.capacitymedia.com/article/2ednrsm6eglrmfzs429ds/long-reads/article-inside-falcon-the-uaes-open-source-model-challenging-ai-giants.
[2] Billy Perrigo. “The UAE Is on a Mission to Become an AI Power.” Time, March 22, 2024. https://time.com/6958369/artificial-intelligence-united-arab-emirates/.
[3] Saha, Rohit, Angeline Yasodhara, Mariia Ponomarenko, and Kyryl Truskovskyi. 2023. “The Practical Guide to LLMs: Falcon.” Medium. August 31, 2023. https://medium.com/georgian-impact-blog/the-practical-guide-to-llms-falcon-d2d43ecf6d2d.
[4] “Falcon 3: UAE’s Technology Innovation Institute Launches World’s Most Powerful Small AI Models That Can Also Be Run on Light Infrastructures, Including Laptops.” 2024. Technology Innovation Institute. December 17, 2024. https://www.tii.ae/news/falcon-3-uaes-technology-innovation-institute-launches-worlds-most-powerful-small-ai-models.
[5] “Falcon LLM vs. Other Language Models: A Comparative Analysis.” BotPenguin. May 14, 2024. https://botpenguin.com/blogs/falcon-llm-vs-other-language-models
[6] Hasan, Suha. 2024. “The Middle East Scores Big in Building Arabic AI Models despite Challenges—What’s Next?” Fast Company Middle East. https://fastcompanyme.com. August 8, 2024. https://doi.org/10c3369/b9b7d4cb412ec452dc997a75f
[7] “How Is AI Regulated in the UAE? What Lawyers Need to Know – TR – Legal Insight MENA.” 2024. Thomson Reuters . June 13, 2024. https://insight.thomsonreuters.com/mena/legal/posts/how-is-ai-regulated-in-the-uae-what-lawyers-need-to-know
[8] “The U.A.E.’S Big Bet on Artificial Intelligence.” 2024. U.S. – U.A.E Business Council. https://usuaebusiness.org/wp-content/uploads/2024/02/SectorUpdate_AIReport_Web.pdf
[9] Emirates News Agency WAM. “UAE Cabinet Approves National Youth Agenda 2031; Introduces ‘Blue Residency’ for Sustainability Experts,” May 15, 2024. https://www.wam.ae/en/article/b35yptd-uae-cabinet-approves-national-youth-agenda-2031
[10] “Artificial Intelligence in Government Policies | the Official Portal of the UAE Government.” n.d. The United Arab Emirates’ Government Portal U.AE. https://u.ae/en/about-the-uae/digital-uae/digital-technology/artificial-intelligence/artificial-intelligence-in-government-policies
[11] “Abu Dhabi Launches First Dedicated AI University (and Consultancy).” Consultancy-Me. October 18, 2019. https://www.consultancy-me.com/news/2413/abu-dhabi-launches-first-dedicated-ai-university-and-consultancy.
[12] Hart, Robert. 2024. “What to Know about G42—the Emirati AI Giant That Just Got a $1.5 Billion Investment from Microsoft.” Forbes, April 16, 2024. https://www.forbes.com/sites/roberthart/2024/04/16/what-to-know-about-g42-the-emirati-ai-giant-that-just-got-a-15-billion-investment-from-microsoft/.
[13] “Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026.” 2025. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026.
“Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026”. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?