Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rus uzman yanıtladı: Trump döneminde ABD dış politikası ne kadar değişecek?

Yayınlanma

Editörün notu: Moskova Yüksek Ekonomi Okulu (VŞE), Siyasi Coğrafya ve Çağdaş Jeopolitik Laboratuvarı’nda misafir araştırmacı olan Alan Lolayev’e göre Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna dönmesiyle ABD dış politikasında bazı taktiksel değişiklikler yaşanabilir, ancak stratejik rota büyük ölçüde aynı kalacak. Bunun başlıca nedeni, ABD dış politikasındaki karar alma sürecinin kurumsal yapısı ve derin devletin etkisi. Trump’ın yönetiminde taktiksel farklılıklar gözlemlenebilir; ancak derin devletin ve kurumsal yapıların etkisiyle ABD’nin genel dış politika stratejisinde büyük bir dönüşüm beklenmiyor.


Aptal olma, derin devlet burada: Trump döneminde ABD dış politikası neden pek değişmeyecek?

Alan Lolayev, Russia Today

12 Kasım 2024

47. başkanın yönetiminde taktiksel değişiklikler beklenebilir, ancak stratejik rota büyük ihtimalle sabit kalacak.

Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi, Biden yönetimindeki mevcut dış politika rotasının destekçileri arasında endişe yaratırken, bu politikaların dönüşümünü arzulayanlar için de umut ışığı oldu.

Bu noktada Amerikan siyasi çevrelerinde ve Washington’ın dünya genelindeki müttefikleri ile rakipleri arasında yankılanan en kritik soru şu: Yeni bir Cumhuriyetçi yönetim altında ABD dış politikasında ne kadar değişiklik beklenebilir?

Trump ve kampanya ekibinin cüretkâr açıklamalarını baz alan pek çok uzman, onun başkanlığa dönüşünün kayda değer politika değişikliklerini beraberinde getireceğini öne sürüyor. Fakat, her iki Kongre kanadında –özellikle dış politika üzerinde kayda değer etkisi olan Senato’da– Cumhuriyetçi çoğunluğun bulunmasına rağmen, Trump’ın bu alanda verdiği vaatleri tam anlamıyla yerine getirebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Teorik açıdan Trump’ın yeniden başkanlığa dönmesi, dış politika gündemini hayata geçirmek için en elverişli koşullar altında gerçekleşecek. Cumhuriyetçiler yalnızca Temsilciler Meclisi’nde güçlerini artırmakla kalmadı, aynı zamanda dış politika üzerinde büyük etkiye sahip olan önemli atamaların onaylanması ve uluslararası sözleşmelerin onaylanması gibi süreçlerde belirleyici olan Senato’nun kontrolünü de geri kazandı.

Mevcut dış politika değişikliklerine dair endişeler, Trump’ın ilk başkanlık dönemini hatırlatıyor. O dönemdeki sert açıklamaları sıklıkla politika değişikliği olarak algılanmış, fakat nihayetinde bu değişiklikler gerçekleşmemişti. Beyaz Saray’a geri döndüğünde Trump’ın dış politikada yeniden “Önce Amerika” ilkesini benimsemesi bekleniyor. Bu ilke, uluslararası meselelerde daha pragmatik bir yaklaşımı işaret ediyor ama dış politika hedefleri ve önceliklerinde köklü bir değişikliği mutlaka beraberinde getirecek anlamına gelmiyor.

Trump’ın ilk dönemi: Taktiksel değişiklikler, stratejik süreklilik

Trump’ın 2016’daki zaferinin ardından ABD dış politikasında kaçınılmaz radikal değişimler yaşanacağına dair beklentiler boşa çıktı. Örneğin, Cumhuriyetçi lider NATO’yu lağvetmeyi, Rusya ile daha yakın ilişkiler kurmayı ve Çin’e karşı daha sert bir tavır sergilemeyi vaat etmişti. Trump, Avrupa ülkelerini yetersiz savunma harcamaları nedeniyle eleştirmiş ve ABD’nin NATO’daki rolünü azaltma tehdidinde bulunmuştu.

Trump, NATO ülkelerinden savunma harcamalarını artırmalarını bir kez daha ısrarla talep edebilir, en ağır yükü ABD’nin taşımaması gerektiğini vurgulayabilir. Bu yaklaşım, ittifak içinde gerilimlere yol açmış, ancak sorumlulukların yeniden dağıtılmasıyla Avrupa ülkelerinin kendi güvenliklerine daha fazla katkı sağlamasını teşvik ederek NATO’nun güçlenmesini sağlamıştı.

Trump ayrıca Moskova ile daha yakın ilişkiler kurma niyetini dile getirmiş, Putin hakkında olumlu konuşmuş ve Çin’i de kapsayacak yeni bir nükleer silah kontrol anlaşması arayışında olmuştu. Fakat bu hedefler, Rusya’ya dönük ek yaptırımlara ve Ukrayna’ya daha fazla yardıma yol açmış, böylece ABD-Rusya ilişkilerinde sahici bir iyileşmenin önüne geçmişti.

Trump yönetiminde ABD, Çin ile aktif bir ticaret savaşına girişmiş, yüksek teknoloji sektörlerindeki iş birliğini kısıtlamış ve Çin’in Asya ile diğer bölgelerdeki etkisine karşı önlemler almıştı. Ancak bu çatışmacı adımlar, Obama yönetimi döneminde başlatılan “Asya’ya Yönelim” [Pivot to Asia] stratejisinin ve caydırma politikalarının mantıklı bir devamı niteliğindeydi, dolayısıyla büyük bir politika değişikliği olarak değerlendirilemez.

Ukrayna dosyası: Yardımlardaki sürekli azalış

Trump’ın ikinci dönemindeki dış politika önceliklerinden biri, Ukrayna’daki ihtilaf olacak. Seçim kampanyası sırasında Trump, başkan olduğunda Ukrayna’nın Rusya’ya karşı savaşını hızla sona erdirebileceğini iddia etti. Ancak, Ukrayna’ya yardımı artırma taahhüdünde bulunmayacağını, Avrupa ülkelerinin desteğin daha büyük bir kısmını üstlenmesi gerektiğini savundu.

Trump’ın Rusya ile ilişkisi çelişkilerle dolu. Bir yandan Putin ile daha sıcak ilişkiler kurmaya çalıştı, onu defalarca “zeki” ve “parlak” olarak tanımlayarak övgüyle bahsetti. Öte yandan, Rusya’nın Ukrayna’daki harekâtını kınayarak, bunu Putin’in “büyük bir hatası” olarak nitelendirdi. Bu tutarsızlık, Trump’ın yakın çevresinden gelen Ukrayna karşıtı açıklamalarla birleşince, yeni bir Cumhuriyetçi yönetim altında Washington’ın ne tür bir tavır alacağı konusunda belirsizlik yarattı.

Trump’ın Ukrayna’daki çatışmaya barışçıl bir çözüm arayışı içinde olması bekleniyor. Bu süreçte, Kiev’in ABD’nin askeri ve mali yardımına bağımlılığını ve bu yardımın kesilme ihtimalini bir pazarlık unsuru olarak kullanabilir.

Muhtemel bir barış anlaşması, bir yıl öncesine kıyasla Ukrayna için daha az avantajlı şartlar içerebilir. Sahadaki durumun Rusya’nın lehine değişmesi ve Ukrayna’nın toprak kayıpları, müzakerelerin daha erken gerçekleşmiş olması durumunda elde edilebilecekten daha zorlayıcı koşullara yol açabilir.

Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde, diğer önemli konularda olduğu gibi bu da ABD dış politikasında büyük bir değişim anlamına gelmeyecektir.

Biden yönetimi, şimdiden Kiev’e yönelik maliyetli desteğe ilişkin bir tür “Ukrayna yorgunluğu” sinyalleri göstermeye başlamış durumda. ABD kamuoyunda da Ukrayna’ya mevcut yardım seviyelerini sürdürme konusundaki destek, düzenli bir düşüş gösteriyor. Demokratlar başkanlık seçimlerini kazanmış, Kamala Harris Beyaz Saray’a çıkmış ve Kongre’nin kontrolü Demokratlarda kalmış olsaydı bile, Ukrayna’ya verilen destek muhtemelen kademeli olarak azalmaya devam edecekti.

Trump yönetimi, Ukrayna’daki çatışmayı daha pragmatik bir çözümle ele almayı hedefleyebilir. Bu yaklaşım, askeri yardımların azaltılmasını aktif diplomatik arabuluculukla birleştirerek, başarılı olması durumunda Trump’ın ihtilafı “etkili bir şekilde çözme” başarısını öne çıkarmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna ve müttefikleri için bu strateji, Kiev üzerindeki uzlaşma baskısını artıracak, müzakerelerdeki pozisyonunu zayıflatabilecek ve bölgedeki güç dengesini değiştirebilecektir.

Ana kısıtlayıcı faktör: Kurumsal atalet ya da derin devlet

ABD dış politikasında radikal değişimlerin gerçekleşme ihtimalinin düşük olmasının nedeni, karar alma sistemindeki kurumsal atalet. Ülkenin dış politikası yoğun bir şekilde bürokratikleşti ve çeşitli etki grupları arasındaki çıkar dengelerinden bağımsız hareket etmesi mümkün değil. Başkan geniş yetkilere sahip olsa da önemli dış politika kararlarında Kongre’yi dikkate almak zorunda. Diğer karar alma alanlarında olduğu gibi, dış politika üzerindeki derin devletin etkisi de ciddi ölçüde hissediliyor.

Kongre’de, ABD dış politikasının önemli alanlarında (Rusya ve Çin’i sınırlandırma, NATO’yu koruma ve İsrail’e destek verme) iki partinin de mutabık olduğu bir konsensüs mevcut. Bu uzlaşı, yalnızca taktiksel düzenlemelere olanak tanırken, genel stratejinin korunmasını sağlar.

Bu bağlamda, Trump’ın ikinci döneminde daha pragmatik bir dış politika izlenmesi muhtemel. Yönetimi, Çin’e karşı daha sert bir tavır benimsemeye, Ukrayna’ya verilen desteği azaltmaya, NATO içindeki sorumlulukların yeniden dağıtılmasına ve ABD’nin küresel ittifaklar ile anlaşmalardaki rolünü azaltmaya odaklanacaktır.

Bu değişiklikler önemli gibi görünse de Washington’ın uzun vadeli dış politika yöneliminde köklü bir dönüşüm anlamına gelmeyecektir.

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English