Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Trump Gazze’de ısrarcı ama işi pek kolay değil

Yayınlanma

Trump’ın Gazze’de yerleşik Filistinlileri söküp atma fikrine hemen herkes karşı çıktı/çıkıyor. Gazze halkının zorla sürülüp atılması yani etnik temizlik anlamına gelen bu saçma teklifin doğrudan muhatabı olan Mısır ve Ürdün kabul etmeyeceklerini defalarca açıkladılar. Bölgedeki diğer Arap devletleri Mısır ve Ürdün ile bir araya gelerek bu projeyi/düşünceyi reddettiler; ancak Trump bu konuda ısrarcı görünüyor.

Geçen hafta Vaşington’da misafir ettiği ilk yabancı devlet/hükümet başkanı olan Netanyahu ile görüşmesinde konu defalarca gündeme geldi ve Trump ısrarını sürdürdü. Ağzı kulaklarına değen Netanyahu tam tamına körün istediği bir göz Trump verdi iki göz dercesine Trump’ı fazlaca bir şey söylemeden dinledi; çünkü böyle bir teklif/proje İsrail’in kurulmasından bu yana bir Amerikan başkanından duyabilecekleri en güzel şeydi muhtemelen…

TRUMP VAZGEÇER Mİ?

Amerika ile onlarca yıldır gayet iyi ilişkiler içerisinde yaşayan Arap devletleri – Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Katar – Trump’ın bu konuşmaları karşısında şok olmuş bir görüntü sergilerken aynı zamanda açık kapı bırakmamak için ha bire kabul etmeyeceklerini söyleyip duruyorlar. Gelen eleştiriler karşısında Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray sözcüleri başkanlarının öyle demek istemediğini, Amerikan askerlerini Gazze’ye sokmak gibi bir niyetinin olmadığı açıklamaya kalkışınca Trump ‘beni düzeltmesinler’ dercesine aynı çizgisini sürdüren açıklamalarına devam etti. Bunun üzerine Beyaz Saray sözcüsü ‘Başkanımızın müzakere kabiliyetini hafife almayın’ anlamında yeni sözlerle medya mensuplarına cevaplar yetiştirmeye çalıştı.

Özetle söylemek gerekirse proje/teklif hatta belki de Amerikan politikası şu: Gazze’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük soykırıma tabi tutulmuş olan Filistinliler bölgeden boşaltılarak Mısır ve Ürdün’e yerleşecekler veya daha doğru bir ifade ile yerleştirilecekler. Ve Gazze Türkiye’de özellikle rant piyasasında sıklıkla kullanılan bir ifadeyle imara açılacak; Akdeniz’in en güzel kıyılarından birisini oluşturan bu bölgeye lüks rezidanslar, turistik tesisler vs. yapılacak ve bir manada Gazze 1960’lardaki Beyrut gibi olacak. Hatta sadece turizm değil aynı zamanda finans merkezi haline de dönüştürülebilir.

Beyrut 1975 yılında patlak veren iç savaşa kadar kültürel ve turistik manada Orta Doğu’daki Paris ve özellikle finans merkezi özelliğiyle de Londra gibiydi. Fakat 1975 yılında başlayan ve on beş yıl boyunca ülkeyi mahveden iç savaş ve İsrail’in sık sık yaptığı saldırılar ve işgallerle birleşince ülke bir daha o eski özelliklerini bir araya getiremeyecek derecede büyük bir çöküşe sürüklendi. Kıbrıs Rumlarının Beyrut’un yerini tutması için 1970’lerde yaptıkları Varoşa bölgesi ise Barış Harekâtı (1974) sonrasında Rumların gerçekçi bir federasyon çözümünü reddetmeleri yüzünden âtıl kaldı. Öyle anlaşılıyor ki, büyük çaplı emlak projelerinin adama olan Trump şimdilerde Gazze’ye öyle bir mantıkla yaklaşıyor. Damadı Jareed Kushner de kendisi gibi büyük çaplı emlak işiyle uğraşan birisi ve onun da Abraham anlaşmalarının kotarılması sürecinin mimarı olduğunu biliyoruz.

Fakat buradaki mesele emlak piyasasındaki ‘parası neyse verelim, alalım’ mantığıyla çözümlenemeyecek kadar çetrefil. En başta ortada iki milyonu aşkın bir nüfus var. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı denilmeden İsrail’in bombaladığı ve konuyu yakından takip eden bütün uzmanların açıkça soykırım olarak nitelendirdiği suç var ve bunun davası bir yandan Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) devam ediyor. Toprakları/vatanı için mücadele eden ve yaşadıkları soykırıma rağmen hiçbir yere gitmeyeceklerini, etnik temizliğe sonuna kadar direneceklerini söyleyen bilenmiş bir halk oradan nasıl sökülüp atılacak? Bunun için gerekirse Amerikan birliklerinin kullanılabileceğini ima eden Trump’ın bu sözünden hemen geri adım attığını not edelim.

Bu arada 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen sonrasında İsrail operasyonları başlarken bölgede 2.2 ila 2,3 milyon insan yaşadığı söylenirken şimdilerde toplam nüfusu önemsiz derecede az göstermek istercesine 1.7 veya 1,8 milyon kişiden söz ediliyor. Bu rakamlar da az olmamakla birlikte 2024 yılı ortalarında ünlü Tıp Dergisi Lancet’te yayımlanan incelemenin sonuçlarını ortaya koyan bir makalede Gazze’de ‘en azından’ 186.000 kişinin öldürülmüş/hayatını kaybetmiş’ olması ihtimalinden bahsediliyordu (https://x.com/hasanunal1920/status/1810247483836014928). O zaman çok dikkatimi çeken ve sosyal medya hesabımdan yayımladığım bu makalede sözü edilen ihtimaller acaba doğru mu? Başka bir ifadeyle Gazze’de ölenlerin/kaybolanların sayısı çok mu yüksek?

Şimdilik bunu bir ihtimal veya konuyu önemsizleştirme amaçlı ifade olarak kabul edip esas analize dönecek olursak, Gazze’nin boşaltılabilmesi korkunç bir savaş ve soykırımsal bir etnik temizlik ile mümkün olabilir. Buna İsrail veya Amerika’nın cüret edebilmesi ihtimali azımsanmayacak ölçüde olsa da bölgedeki dengelerin hepsini alt üst etme riskleri dolayısıyla söz konusu devletlerin girişmeleri şimdilik kaydıyla ‘zayıf’ ihtimal olarak düşünülmelidir. Burada Hamas’ın İsrail tarafından hiç de bitirilmemiş olduğunu, ateşkes görüşmelerine doğru İsrail’e saldırılarını artırdığını ve esir takası sırasında da varlığını kanıtladığını ayrıca not etmek lazım.

MISIR VE ÜRDÜN SEÇENEKLERİ

Gazze halkının Mısır’ın Sina yarımadasına ve Ürdün’e yerleştirilmesi ilk bakışta mümkün gibi görünmekle birlikte pek kolay olmayacaktır. Trump’ın, İsrail’in topraklarını haritada kalem ucu olarak göstermesi ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyi Filistin Devleti kurulması şartına bağlayan Suudi Arabistan’a cevap verirken Netanyahu’nun ‘çok meraklılarsa Filistin devletini Suudi Arabistan içinde kursunlar; onların toprakları geniş’ demesi masa başında yapılan hesaplar açısından mümkün. Bu hesaba göre, Gazze halkının yarısı veya biraz fazlası Amerikan veya Körfez ülkelerinin finansmanıyla Sina’ya yapılacak yeni yerleşim merkezlerine kaydırılabilir. Aynısı Ürdün’de için de geçerli. Bu plana göre, bölge önce Amerika himayesinde yeni Beyrut olarak bir süre kalır, Gazze açıklarındaki doğal gaz ve deniz dibindeki diğer varlıklarla birlikte bir süre sonra İsrail’e devredilir ve olur biter…

GERÇEKLER FARKLI

Fakat alandaki gerçekler bu kadar basit değil. Öncelikle Gazze halkının zorla sürülmesi kolay olmaz. Sonra Mısır ve Ürdün’ün bu insanları bu şekilde kendi topraklarına kabul etmesi Arap dünyası açısından Filistin topraklarında iki devletli bir çözüm şartından vazgeçilmesi anlamına gelir ki, böyle bir durum Arap halklarının ortak gururunun ayaklar altına alınması anlamına gelir. Ve Batı ile çok yakın ilişkiler içerisindeki Ürdün ve Mısır yönetimleri dahi böyle bir projeye razı olamazlar. Harita üzerinde ve sayısal olarak bakıldığında kolay gibi görünen bu iş söz konusu ülkelerin toplumsal/siyasal yapılarını zora sokar ve mevcut yönetimlerin altını oyar.

Nüfusunun belki de yarısı Filistinli olan Ürdün özellikle sıkıntı yaşar. Ürdün’e yerleştirilecek görece radikal bir milyon Filistinli on iki milyonluk nüfus yapısı üzerinde epeyce etkili olur ve hatta Filistinlilerin 1970 yılının Eylül ayında yaptıkları gibi bir kere daha yönetimi ele geçirmek isteğiyle harekete geçmelerine sebep olabilir. Tarihte ‘Kara Eylül’ olarak bilinen o olaylarda Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü yönetimi ele geçirmek amacıyla harekete geçince Ürdün Silahlı Kuvvetlerinin tepkisi sert olmuş ve binlerce Filistinli hayatını kaybetmişti.

Onlarca yıldır Batı dünyası ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde bulunan Ürdün’ün istikrarsızlaştırılması ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca Batı Şeria’daki Filistinlilerin geleceği ne olacak? Hamas’ı bahane ederek Gazze’deki Filistinlileri önce soykırıma tabi tutup sonra da topluca etnik temizlik yapan zihniyet bile Batı Şeria konusunda zorlanacaktır. Orayı da Ürdün’e bırakma niyetinde olabilirler mi? Eğer öyleyse Ürdün’ü mevcut Haşimi ailesinin yönetimi altında tutmak kolay olacak mı? Filistin devletine dönüşen bir Ürdün mücadeleden tümden vaz geçer mi? Bütün bu insanlık felaketi karşısında Avrupalılar ne diyebilirler? Hala demokrasi, insan hakları, özgürlükler teraneleriyle durumu idare etmeleri mümkün olabilecek mi? Yoksa Amerika ile zaten bozuşmakta olan Avrupalılar bütün bu konularda ‘muhalif’ bir çizgiye mi kayarlar ve bunun olaylar üzerindeki etkileri nasıl olur? Ve en önemlisi içinde Filistinli olmayan bir Filistin oluşturulurken Arap devletleri istiflerini bozmadan durumu seyretmeye devam edebilirler mi?

Soruları artırmak mümkün ama gereksiz. Trump Ukrayna savaşını bitirme konusunda spekülatif laflar etse de silah ve mühimmat sevkiyatını durdurmak suretiyle savaşı bitirme konusunda önemli adımlar atmış görünüyor. Ve yaptığı gayet rasyonel. Grönland ve Kanada’yı isterken ve Panama’dan alırken de gayet rasyonel; ama İsrail lobisinin bitmeyen hırsları dolayısıyla Orta Doğu’da atmak istediği adımlar bataklıkla yürümek gibi. Ayrıca Trump’ın genel politikalarıyla ve Amerika’nın ulusal çıkarlarıyla da uyumlu değil; fakat başka bir yol belirlemesi de imkansız gibi… Eğer ısrarcı olursa, o bataklık kendisini de yavaş yavaş hatta belki de hızlı bir şekilde içine çekebilir. Bakalım…

GÖRÜŞ

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 2

Yayınlanma

Yazar

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin ikinci bölümünü aşağıda paylaşıyorum.

Sergey Glazyev 

Uzun sosyal ve iktisadi gelişme döngüleri teorisi, Marx tarafından keşfedilen üretici güçlerin evrimiyle üretim ilişkilerinin karşılıklı ilişkisini modern bilimsel anlayışa uygun olarak yeni baştan düşünebilmemize imkân sağlıyor. Onun üretici güçlerin kademeli gelişmesine dair tasavvuru, teknolojik modların yaşam döngülerine uyarlanmalı. Bu döngülerin birbirinin yerini alışı, sermaye birikimi için yeni fırsatlar yaratır ve Marx’ın kapitalizmin sonuyla ilişkilendirdiği ortalama kâr oranının düşme eğiliminin üstesinden gelir. Üretim ilişkileri gerçekten de münferit şekilde değişir ve bunlara devrimci şiddet ve dünya savaşları eşlik eder, zira dünya ekonomik merkezinde iktidardaki elit olgunlaşan değişikliklere engel olur ve üretici güçlerin gelişmesini frenler. Bu suretle beş yüz yıldır dört dünya ekonomik düzeni birbirinin yerini aldı: ticari, ticari-manüfaktür, sömürgeci ve emperyal dünya ekonomik düzenleri. Bunların çekirdeği de sırasıyla İspanya ve İtalya’da, Hollanda’da, Britanya’da, ABD’de ve SSCB’de yatıyordu. Bundan önce dünya, dini bilinç, monarşik bir organizasyon ve Asya üretim tarzıyla geleneksel toplum durumundaydı.

Marx ve Lenin, özel aile işletmelerinin hâkim olduğu sömürgeci dünya ekonomik düzeninin hayat döngüsünü tamamlamasını kapitalizmin sonu olarak kabul etmişlerdi. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi gerçekten de emperyal dünya ekonomik düzeninin varyantlarından biri haline gelen yeni bir formasyona geçişe işaret ediyordu. Ama bununla birlikte kapitalist devlet de sosyal devlet olarak yeniden doğdu, özel aile işletmelerinin yerini transnasyonal korporasyonlar aldı, itibari para emisyonu sermaye birikimi ve ekonominin gelişmesi imkânlarını katlayarak genişletti; ekonomi ise üçüncü teknolojik moda (elektrifikasyon) geçerek çok daha efektif hale geldi. Motorizasyon ve organik kimyayla ilişkili dördüncü teknolojik moda geçişe ise bilimsel-teknolojik devrim ve yönetimde (management — H.Y.) insan ilişkileri ekolünün oluşumu eşlik etti. Gelişmiş kapitalist ülkelerde insan sermayesine yapılan yatırımların finansmanı özel sektörün makine ve teçhizata yaptığı yatırımları aştı. Beşinci teknolojik modda ise bilim temel üretici güç haline geliyor; artıdeğerin temel kısmı da bilim insanlarının ve mühendislerin yaratıcı faaliyetiyle ortaya çıkan entelektüel rant karşılığı oluşuyor. Onların motivasyonu için yönetim (management — H.Y.) pratiğinde organik şirket konseptine geçiş gerçekleşiyor; bu konsept emekçilerin ve uzmanların işletmenin gelişmesinin yönetimine katılmasını öngörüyor. Entelektüel sermaye, özellikle enformasyon teknolojisi alanında, ekonominin yüksek teknoloji alanındaki şirketlerin piyasa değerinin başlıca bileşenlerinden biri haline geliyor.

Dolayısıyla, Marx’ın tek bir formasyon olduğunu kabul ettiği kapitalizm beş yüz yıl boyunca dört dönüşüm evresinden geçti; bunların her birinde emekle sermaye arasındaki üretim ilişkileri de temelden değişti. Marx’ın yaşadığı sırada emeğin sermaye tarafından sömürü oranı maksimuma ulaşmıştı; ücretli işçiler gerçekten de meta sayılıyordu, bunların işgücü tarımsal nüfus fazlalığı sonucu aşırı arz edilen emek pazarında satılabilir ve satın alınabilirdi. Marx eğer bu kurumu (köleciliği — H.Y.) antik Roma dönemine izafe etmeseydi, onun yaşadığı dönemin dünya ekonomik sistemi pekâlâ kölecilik olarak adlandırılabilirdi. Sömürgeci dünya ekonomik düzeni döneminde insan ticareti, bu kurumun antik dönemdeki önemini defalarca katlıyordu. Bunu takip eden dünya ekonomik düzeninde emek sendikalarda birleşti, genel oy hakkı ücretli işçilerin menfaatlerini ifade eden siyasi güçlerin ortaya çıkmasını, çalışma mevzuatının kabul edilmesini, sosyal devletin ortaya çıkmasını, hatta ücretli işçilerin temsilcilerinin kapitalist işletmenin yönetimine iştirakini sağladı. İşçilerin ve emekçilerin sınıf mücadelesi devlet tarafından kamu menfaatleri temelinde düzenlenen sosyal ortaklık kurumları temelinde aşıldı.

Bugün artık, dikey olarak entegre edilmiş, itibari para emisyonuyla refinansmanı yapılan, merkezi kontrol altındaki transnasyonal üretim ve teknoloji teşkilatları temelinde kurulmuş olan emperyal dünya ekonomik düzeni düşüştedir. SSCB’nin çökmesinin ardından ABD’nin küresel liderliği de sona eriyor. ÇHC’nde, Hindistan’da, güneydoğu Asya’nın diğer ülkelerinde yeni, stratejik ve indikatif planlamayı piyasa öz-örgütlenmesi ile, para dolaşımında devlet kontrolünü özel işletmelere kredi sağlanmasıyla, altyapı tesisleri üzerinde devlet mülkiyetini rekabete dayanan sektörlerde özel mülkiyetle kombine eden entegral bir dünya ekonomik düzeni meydana geliyor. Bu dünya ekonomik düzeninin çekirdeği ise, sosyalist piyasa ekonomisiyle ÇHC. ÇHC’nin lider pozisyonuna yükselmesi, sosyalist inşanın yeni imkânlarına tanıklık ediyor. Yenilenen sosyalist ideoloji yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeğindeki sosyal-iktisadi yaratıcılığın rehberi haline geliyor. Sosyalizmin bu rönesansının teorik olarak da idrak edilmesi bir ihtiyaç.

Çin sosyalizminde genel ve özel

Çin komünistleri, herkesin takip edebileceği bir rol modeli olma iddiasında bulunmaksızın, son derece uzun vadeli bir stratejik planlama perspektifinde inşa etmekte oldukları sosyalizmin özgüllüğünü devamlı bir şekilde vurguluyorlar. Onlar tarafından yaratılan üretim ilişkileri sisteminin sosyalist bir dünya sisteminin meydana gelmesi için ne ölçüde temel teşkil edebileceğini anlamak için ünlü Çinli akademisyen Çen Enfu’nun (Cheng Enfu — H.Y.) bu sistemin kapitalizmden temel farklılıklarına dair değerlendirmelerine bakalım.

Yazara göre düzenleme sistemi açısından daha fazla piyasacı veya daha fazla planlı ekonominin bulunması sosyalizm ve kapitalizm arasındaki en can alıcı farklılık değildir. Piyasa da sosyalist amaçlarla kullanılabilir ve bu, Çin’deki sosyalist piyasa ekonomisinin uygulamaya konulmasının teorik temelini teşkil eder. Si Tsinpin, piyasa ve devlet arasındaki ilişkiyi şu şekilde nitelemişti: “Sayılan problemlerin bir kısmının çözümü için kaynakların tahsisinde piyasanın rolü tayin edici kılınmalı, ancak bunu yaparken hükümetin rolü de daha açık gösterilmeli.” Hükümet öncelikle, makroekonomide istikrarın korunmasından, kamu hizmetlerinin güçlendirilmesinden ve optimize edilmesinden, eşit rekabetin sağlanmasından, vb. sorumludur. Si Tsinpin ayrıca, “karma mülkiyetli işletmelerin ağırlıkta olduğu temel iktisadi sistemin iyileştirilmesini, sosyal güvenlik fonuna devletin iştirak payının artırılmasını, mali ve vergi sistemi reformlarının derinleştirilmesini de önermişti.”

Çen Enfu’ya göre piyasa ekonomisi sisteminin çekirdeği, iş kararlarının alınmasında işletmelerin özerkliğidir; piyasa düzenlemesi ise “sermaye ve toplum” arasında bir ayrım gözetmez. Piyasa ekonomisi sistemine “sosyalist” kavramının eklenmesi, sosyalizmin temel iktisadi ve siyasi sisteminin piyasa ekonomisi sistemiyle organik olarak birleştirildiği anlamına gelir.

Marksist siyasi iktisat, sosyalizmi kapitalizmden üretim araçları üzerinde mülkiyet ilişkilerine göre ayırır. Çe Enfu da bu ilkeyi takip ediyor ve kamu mülkiyetinin sosyalist Çin’in temel iktisadi sistemini temsil ettiğini ileri sürüyor. Ancak muhtelif devlet dışı ekonomi türevlerinin gelişmesi çok katmanlı üretici güçlerin ve insan kaynaklarının yükseltilmesine, olumlu faktörlerin çekilmesine, istihdamın, yatırımların, bilim ve teknolojinin, büyüme ve açıklığın teşvikine, iç ve dış rekabet kabiliyetinin ve Çin’in milli gücünün yükselmesine yardımcı oluyor.

Çen Enfu, ancak üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti şartlarında işçilerin “emeğin yabancılaşmasından” ve onun olumsuz sonuçlarından kurtulabileceğine, kendi emeğine bağımsız bir ilgiyi ancak bu şartlarda gösterebileceğine ve düzenleme ve kontrol amacıyla devletle bilinçli işbirliği yapabileceğine göndermede bulunuyor ve kamu mülkiyetinin piyasa ekonomisine özel mülkiyetten daha uygun olduğu, kamu mülkiyetinin doğru bir yaklaşımla daha yüksek bir üretim ve adalet seviyesini sağlayabileceği sonucuna varıyor. Devlet işletmelerinin verimsizliğine dair kökleşmiş fikirlerimizle çelişen bu yargının paradoksal niteliğine rağmen bu işletmeler Çin’de özel işletmelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor. Çinli araştırmacıya göre, ekonominin muhtelif mülkiyet biçimleriyle birlikte gelişmesi, ancak bu ekonomide devlet mülkiyetinde bulunan sermayenin baskın bulunması halinde, sosyalist piyasa ekonomisinin iyileştirilmesinde gerçekten efektif olabilir.

ÇKP yönetimi batılı işletme teorilerinden vazgeçilmesini istiyor ve işçilerle mülk sahiplerinin ortak kalkınmanın meyvelerini paylaşabilmeleri için kapsayıcı kalkınma konseptini korporatif bölüşüm uygulamasına dahil ediyor. Genel sekreter Si Tsinpin, kapsayıcı kalkınma konseptini işletme faaliyetlerine ülke çapında, herkesi içeren iştirak, nimetlerin ortak kullanımı ve bölüşümü olarak tanımlamıştı.

Çen Enfu, işçilerin şirket kârının bölüşümüne katılabilmeleri için mikro seviyede köklü bir korporatif bölüşüm sistemi reformu öneriyor. Çen’e göre emek üzerinde mülkiyet hakkı işçilerin kârın bölüşülmesine iştiraki için temel teşkil ediyor. Bir kişinin mülkiyet hakkı ise sadece işletme kârının bölüşülmesi hakkını değil kontrol ve işletme yönetimi hakkını da içermelidir.

Çen Enfu, kapsayıcı kalkınma konseptinde “ortak yararlanma” ve “kalkınma” kavramlarının birbirlerine zıt olmadığını, ancak organik bir kompozisyon oluşturduğunu açıklıyor. Birincisi, ortak yararlanma kalkınmanın hedefidir; “kamu zenginliklerinin” bölüşülmesi, yani kalkınmanın meyvelerinin insanlar arasında akılcı bir bölüşülmesi anlamına gelir. Çin’de sosyalizmin özgüllüğü, kalkınmanın amacının zengin bir azınlık yaratılması değil halka evrensel refaha ulaşma ve refah unsurlarının paylaşılması fırsatı verilmesi olarak belirlenir. Dolayısıyla, ortak yararlanma, Çin özgüllüğünde sosyalizmin temel talebi ve sosyalizmle kapitalizm arasındaki temel farklılıktır. İkincisi, kalkınma ortak yararlanmanın temelidir. Kapsayıcı kalkınma konseptinde “ortak yararlanma” yoksulluğun değil refahın nimetlerinden ve daha iyi bir hayattan ortak yararlanmadır. Bu hedefe erişmek için, Çen’in önerisine göre, “kamu zenginliklerini” daha da büyütmek, kalkınmaya katkıda bulunmaya devam etmek, kalkınmanın nitelik ve etkinliğini yükseltmek, iktisadi, siyasi, kültürel, sosyal ve ekolojik alanlarda halkın artan taleplerini tatmin etmek zaruridir. Çen Enfu, ortak yararlanma ve kalkınmanın birbirini karşılıklı güçlendirdiğini belirtir. Bunların birincisi sadece genel bir refaha yol açmakla kalmaz, kalkınmanın devam etmesine de katkıda bulunur.

Kalkınma vurgusu, Çin komünistleri tarafından inşa edilen bütün üretim ilişkileri sistemine nüfuz ediyor. Nitelikli ortak kullanıma ancak şirket gelişir ve daha yüksek bir değer, iktisadi faydalar yaratırsa erişilebilir. İşletmelerin “kalkınmanın sonuçlarını işçilerin de paylaştığını” kabul etmesi gereklidir. Keza, Çen Enfu’ya göre, işçiler de işletmenin gelişmesine aktif bir şekilde katkıda bulunmalı, işletmenin “gelişmede işçilere dayanabilmesi” için birlikte çalışmalı ve birlikte yaratmalı, işletmenin yüksek bir gelişme seviyesine ulaşmasına yardımcı olmalıdır. Çen, yeni bir kalkınma modelinin temel stratejilerini şekillendirirken bilim ve teknolojinin öncelikli gelişmesi prensibine bağlı kalmanın ve etkinliği yükseltmenin zaruri olduğunu belirtir. Kilit teknolojik alanlarda en kısa zamanda bir atılım gerçekleştirmek için devlet destek sisteminin avantajlarını kullanmak şarttır. Bilim yoğunluklu kalkınmaya yoğunlaşmak, kilit teknolojileri en kısa sürede benimsemek, başka ülkelerden gelen baskı problemini çözmek ve nitelikli bir kalkınmayı teşvik etmek için devlet üniversitelerinin ve devlet araştırma enstitülerinin sahip olduğu avantajlardan eksiksiz yararlanmak gerekmektedir.

Ekonominin yeni teknolojik mod temelinde modernizasyonu ve teknolojik egemenliğe erişilmesi, ÇKP’nin yönetici organlarının stratejik planlama belgelerinin başlıca motifidir. Geçtiğimiz günlerde yapılan ÇKP MK 20’nci bileşim 3’üncü plenumunda yeni teknolojik modun tam teşekküllü yeniden üretim çevrimlerinin oluşturulması görevi tespit edildi; teknolojik atılımları tamamlama, dijital teknolojileri yaygın şekilde uygulamaya sokma, genç yenilikçileri, bilim insanlarını ve mühendisleri her türlü tedbirle teşvik etme hedefi belirlendi. Bunların fikirlerinin ve projelerinin hayata geçirilmesinden büyük faydalar sağlanacaktır. Yetenekleri, seçkin mühendis ve ustaları, yüksek vasıflı işçileri her türlü tedbirle destekleme, birinci sınıf teknik yeterlilik sahibi işgücü oluşturulması hedefleri tespit ediliyor. Eğitim, bilim ve teknolojilerin geliştirilmesi modernleşmenin stratejik temelleri olarak ilan ediliyor. Bu bağlamda devlet mülkiyetine öncelik vurgusu yok; vurgu, devlet tarafından finanse edilen ar-ge’nin performansını maksimize etmek amacıyla, farklı profil, uzmanlık ve ölçekte kuruluşların karşılıklı etkileşimine yapılıyor ve hızlı büyümenin devam etmesinden söz ediliyor. Özel sektörün milli projelerin hayata geçmesine dahil edilmesi, milli ar-ge ve mali altyapıya bağlanması, kredi ve muhtelif devlet desteği biçimlerinin temini zarureti özellikle belirtiliyor.

Plenum kararında, piyasa mekanizmalarının temel amacının mevcut kaynakların azami efektif bölüşümü ve kullanımını temin etmek olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda her türden mülkiyet biçimine sahip işletmelerin üretim faktörlerine eşit erişimi de garanti ediliyor. Kilit görev, bunların üretkenliğinin yükseltilmesi olarak ilan ediliyor. Ekonominin reel sektörünün mali ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlanan bankacılık sisteminin aktarım mekanizmasının rolü özellikle vurgulanıyor.

Plenum, ekonomik modernleşmeden adil bir şekilde yararlanması gereken insanları odağına alan bir oryantasyona kararlı bağlılık devam ederken, Çin ekonomisinin çağın meydan okuyuşlarına zamanında cevap verme yeteneğini artırmaya, toplumdaki çelişkilerin üstesinden gelmeye odaklanan, yeni bir yüksek nitelikli kalkınma felsefesinin uygulamaya konulduğunu ilan etti. Hayat kalitesinin iyileştirilmesi ve genel refah, iktisadi kalkınmanın temel hedefini teşkil ediyor.

Plenum kararı, devletin iktisadi ve sosyal politikasının tüm alanlarını kapsayan sistemsel ve bütüncül bir stratejik planlama belgesi. Bu bağlamda, mevcut kaynakların olduğu gibi yeni yaratılanların da azami bir şekilde efektif kullanılması amacıyla maliye, para, sanayi, fiyat ve işgücü siyasetinin sinerjisini güçlendirme zarureti vurgulanıyor. 2035’e kadar yüksek nitelikli sosyalist piyasa ekonomisinin inşasının tamamlanması, Çin özgüllüklerine uygun sosyalizm sisteminin daha da iyileştirilmesi, yüzyılın ortasına kadar büyük, çağdaş bir sosyalist devletin sağlam temellerini kurmak için sosyalist modernizasyon planlarının hayata geçirilmesi hedefleri konuluyor.

Çin ekonomik mucizesi, Çen Enfu’nun, sosyalist inşa ve piyasa ekonomisi kombinasyonunun “piyasanın başarısızlıklarının” üstesinden etkili bir şekilde gelebileceği ve bunları telafi edebileceği, bunu yaparken kaynak tahsisinde kapitalist piyasa ekonomisiyle karşılaştırılamayacak derecede bir verimlilik sağlanması temelinde piyasa ekonomisinin avantajlarını geliştirmeyi teşvik edebileceğine dair genel vargısının gerçekçiliğini de kanıtladı. Özellikle, sosyalist milli ekonominin planlı ve orantılı gelişmesi kanunu, piyasa ekonomisinde kaynak tahsisinde kendiliğindenliğin ve hesapsızlığın eksiklerinin üstesinden gelmeye katkıda bulunuyor; temel sosyalist değerler de merkantilizm ve egoizm üzerine kurulu piyasa ekonomisinin eksiklerinin üstesinden gelmeye katkıda bulunuyor. Si Tsinpin her zaman, Çin sosyalizm modelinin özgüllüğünü vurgular ve bunu geleneksel değerlerle ilişkilendirir: “Temel sosyalist değerler, Çin’in üstün geleneksel kültüründen miras kalan genlerdir. Çin’in seçkin geleneksel kültürünün ‘hayat veren öz suyunu özümsemek’ zaruridir… Yurtseverlik, insan odaklılık, kendini yetiştirme, uyum, güven, erdem ve eşitlik konseptleri Çin milletinin nesilden nesle gelişimi boyunca şekillenmiştir. Bunlar zamanla birlikte gelişmeye devam ediyorlar, kesintisizlik ve istikrar taşıyorlar ve asla yok olmayacak kendi zamansal değerleri var.”

Ancak hem bu değerlerin hem de ÇKP liderlerinin genel tutumlarının anlamlı bir analizi, ÇHC’nde üretim ilişkileri sisteminin sadece sunumları açısından özgül olduğunu ileri sürmeye imkân verir. Bunlar esasen sosyokültürel özellikleri açısından farklı herhangi bir ülkede de hayata geçirilebilir. Eğer SSCB kendi talimata dayalı yönetim modelini bütün bağımlı ülkelere dayatmasaydı bu model diğerlerinden farklı olarak özgül Sovyet modeli olarak yorumlanabilirdi. Liderliği kendi sosyalist inşa modelini inşa eden Yugoslavya örneği bunu doğrular. Ancak emperyal dünya ekonomik düzeninin bu şekilde adlandırılmasının nedeni, bu düzenin iki kutbunun (SSCB ve ABD) bağımlı ülkelere kendi yönetim modellerini dayatarak kendi nüfuz alanlarını fraktal ilkeye göre tesis etmiş olmasıdır. Bunlar siyasi açıdan taban tabana farklı olsalar da seri üretimin örgütlenmesi, itibari paranın kullanılması, halkın eğitimi, bilimin rolü vb. açısından değişmeyen özelliklere sahiptiler.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini yaptığım çok uzun makaleyi Sergey Glazyev birkaç gün önce telegram kanalında okurlarıyla paylaştı. 

Doğrusu çalışma bu kadar uzun olunca onun hakkında yorumda bulunmak da güçleşiyor. Gene de şu kadarını belirtmek gerek: Glazyev, Wallerstein ve özellikle Arrighi’nin dünya-sistemi teorisiyle Marx’ın üretici güçler teorisini harmanlıyor; ancak bunu yaparken Marx’a eleştirel yaklaşıyor ve formasyon teorisini belirgin bir şekilde reddediyor. Marx’ın temel sosyal formasyonları yerine, kapitalizmin son beş yüz yıllık tarihinde farklı “dünya ekonomik düzeni” periyotları tanımlıyor. Ne var ki bunu, Wallerstein’in genel yaklaşımından biraz ayrılarak ve Arrighi’ye yaklaşarak, doğrudan doğruya marksist bir anlayışa dayandırmaya çalışıyor; ona göre her bir periyot, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın özgül bir çözümü anlamına geliyor. Aynı kavramlaştırmadan yola çıkıldığında, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çatışma, savaşlar ve devrimler yoluyla, ama sadece bunlarla değil, kendi çözümünü de üretiyor ve böylece, bu çelişki, aslında, kapitalizmde kâr oranının düşmesini bir anlamda dengeliyor. Zira her yeni dünya ekonomik düzeni devresi, bir önceki düzenin iç çelişkilerinin de çözümü anlamına geliyor.

Çeviride, batı dillerinde olduğu gibi Rusçada da aynı kelimeyle ifade edilen gelişme ve kalkınma kavramlarını bağlamına göre bu Türkçe kelime setiyle karşılamayı tercih ettim. Bunu özellikle yaptım; zira burada söz konusu olan kalkınmacı bir sosyalizm; dolayısıyla tartışma, aslında bizde 1960’lı yıllarda gelişen kalkınmacılığın teorik temellerine çok yakın.

Batı dillerindeki (Rusça dahil) efektivite ve rantabilite Türkçeye genellikle aynı şekilde, verimlilik olarak çevriliyor. Oysa bunlar birbirinden farklı kavramlar ve üstelik farklı siyasi ekonomi anlayışlarını yansıtıyor. Rantabilite kârla ölçülür; efektivite ise kârla ölçülmek zorunda değildir ve hatta bazı durumlarda kârla çelişir. Sovyet siyasi iktisat anlayışında bu fark daha belirgindir; Sovyet sosyalizmi hiç değilse 1950’lerin sonlarına kadar işletme efektivitesini parasal kârlılık veya getiriyle değil çıktı miktarıyla ölçüyordu. Bu nedenle, Glazyev’in metninde verimlilik olarak çevirdiğim kelimenin rantabilite değil bu efektivite kavramına (ürün çıktısı olarak değil, milli ekonomide bütüncül verimlilik anlamında) karşı geldiğini vurgulamak gerek.

Yazı hakkında ayrıntılı yorumlarımı (ve eleştirilerimi) ileriye saklıyorum; ne var ki şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Glazyev, siyasi olarak bir tür üç-dünyacılık teorisi geliştiriyor, öngördüğü “entegral dünya ekonomik düzeninde” Çin ve Vietnam, ama aynı zamanda Japonya ve Güney Kore de var. Sosyalizm sayesinde sosyal devlet ilkelerinin anayasa metinlerine girmiş olması, bu anayasa metinlerinin sosyalist unsurlara dayandığı anlamına gelmez. Eğer sosyalizm teorisine ilişkin tartışmalar bir kenara konulursa, tıpkı eski üç dünya teorisinde olduğu gibi bu yeni teorinin de temel sorunu, eksiği ve açmazı iktidar sorununun geçiştirilmekte olmasıdır. Oysa mevzuat ve müktesebat birbirinin aynı olduğu durumda bile iktidarın kimin elinde olduğu sorusunun cevabı gelişmelerin yönünü tayin eder.

Makale, özgün metnin tam bir çevirisi; ancak dipnotları koymaya gerek görmedim. Ancak Kondratyev’le ilgili bir dipnot koymak gerekti.

Aşağıda, dört bölüm halinde sizlerle paylaşacağım makalenin ilk bölümünü bulabilirsiniz.

***

Çağdaş dünya-sisteminde ülkelerin mevcut sınıflandırmasının yetersizliği

Sergey Glazyev

Halihazırda tamamlanma aşamasında olan, emperyal ekonomiden integral dünya ekonomisi yapısına geçiş, dünya siyasi-iktisadi sistemini köklü şekilde değiştiriyor. Genel kabul gören sınıflandırmaya göre SSCB’nin yıkılmasına kadar bu sistem üç ülke grubundan oluşuyordu: sosyalist ülkeler, gelişmiş kapitalist ülkeler ve onlar da kendi aralarında sosyalist ve kapitalist oryantasyonlu olarak ayrılan kalkınmakta olan ülkeler. SSCB’nin yıkılmasından sonra IMF ve Dünya Bankası, kapitalist ülkelerde iktidardaki eliti memnun etmek için sınıflandırmayı değiştirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelere sadece gelişmiş adı verildi, eski sosyalist ülkeleri geçiş ekonomisi ülkeleri olarak adlandırdılar, kalkınmakta olan ülkeler de aynı isimle kaldı. Sınıflandırmanın değişmesi dolaylı olarak kapitalist ülkelerin iktidardaki elitinin sosyalizmi bir an önce unutma ve Fukuyama’nın izinden giderek tarihin sonunu ilan etme arzusundan kaynaklanıyordu. Bu ülkelerde eşzamanlı olarak mevcut sosyal altyapı unsurlarının demontajına, emekçilerin haklarının ve sosyalizmin diğer kazanımlarının alaşağı edilmesine, bunlara erişmeye çalışan siyasi güçlerin degradasyonuna başlandı.

Eski sosyalist ülkeler, ÇHC, Vietnam, Küba ve KDHC istisna olmak üzere, otuz yıl içinde yeni modele geçişlerini tamamladılar. AB tarafından yutulan Doğu Avrupa ülkeleri egemenliklerini kaybettiler, bunların ekonomisi küresel kapitalist sistemin yeniden üretim döngülerinin bir parçası haline gelerek Avrupa ve Amerikan sermayesi tarafından hazmedildi. Eski Sovyet cumhuriyetleri periferiye itildiler ve ABD ve AB’nin hammadde, finans, enerji ve insan kaynakları donörü haline gelerek yenisömürgeci bir sömürüye maruz kaldılar. Bunların pek çoğunda geçiş ekonomisi, kapitalist oryantasyonlu kalkınmakta olan ülkeler için tipik olan “ahbap çavuş kapitalizmi” (crony capitalism) diye adlandırılan modelin inşasıyla sonuçlandı. Bunun ayırt edici özellikleri: milli zenginlikleri sömüren ve süper kârları yurtdışına çıkartan bir komprador oligarşinin hakimiyeti; onunla sıkı sıkıya bağlantılı ve kanunsuz gelirlerini gene yurtdışında gizleyen yolsuz bir yüksek bürokrasi; ekonominin en kârlı sektörlerinde offshore baskınlığı; sosyal kaldıraçtan ve olası öz-örgütlenmelerden yoksun olan nüfusun çoğunluğunun kitlesel fakirliği; mülkiyette yüksek eşitsizlik. Bu sistemde şunlar karakteristiktir: sınıraşırı sermaye hareketlerinin liberalizasyonu; yerleşik olmayanların faaliyetlerinin yerleşikler gibi muamele görmesi (milli muamele); yabancı yatırımcıların teşviki; kontrol organlarının öneminin aşırı önem kazanmasıyla kamu kaynaklarının sorumluluktan azade oluşu arasında (bu da yolsuzluğa yol açar) bir kombinasyon; spekülatörler, sermaye ihraç edenler ve rantiyeler vergiden kaçınırken üretken faaliyetlerin yüksek vergilendirilmesi; gelirlerin ve zenginliğin fakir bölgelerin aleyhine olarak başkentte aşırı yoğunlaşması.

KDHC ve Küba’da siyasi ekonomi sistemi güçlü dış şoklara rağmen değişmeden kaldı. Bu ülkelerin yönetimi dış yardımdan yoksun kaldılar ve eski ekonomi ve devlet idaresi örgütlenmesi kurumlarını koruyarak dış baskıya başarıyla karşı koydular. Bu yola SSCB desteğiyle girmiş olan pek çok kalkınmakta olan ülke de sosyalist oryantasyonunu değiştirmekte acele etmedi. Çinhindi ve Güney Amerika’daki bazı ülkeler siyasi-iktisadi yapılarını sosyalist olarak adlandırmaya devam ediyorlar.

Çin ve Vietnam, komünist partisinin öncü rolünü koruyup ve sosyalist piyasa ekonomisine geçerek muazzam iktisadi bir atılım gerçekleştirdiler. Kapitalizmin aklayıcıları Çin ve Vietnam ekonomik mucizesini uzun süre görmezden gelmeye çalıştılar, bunu sadece, Japonya ve G. Kore’nin de daha önce geçtiği, kalkınmakta olan dünyadan gelişmiş kapitalist ülkeler arasına giden yolda başarılı bir modernleşme olarak yorumladılar. Bu bağlamda, ÇHC’nin üretim, yatırım, dış ticaret hacmi, buluşlar için kayıtlı patent sayısı, yüksek teknoloji ürünleri ihracatı itibariyle dünyada ilk sıraya yükselmesine rağmen uluslararası örgütler Çin’i kalkınmakta olan ülkeler grubunda sınıflandırmaya devam ediyorlar. Ama Amerika’da iktidardaki elitin ÇHC’ne karşı açtığı hibrit savaş, yukarıdaki sınıflandırmanın yetersizliğine de tanıklık ediyor: ABD’nin siyasi liderleri Çin’i gene komünist, Çin ekonomisini de piyasa dışı ve sosyalist ekonomi olarak anmaya başladılar; Çin’e karşı yaptırım ve sınırlayıcı tedbirleri böylece temellendiriyorlar.

Dünya sosyalizm sisteminin çöküşünden bu yana geçen otuz yılın ardından onun ortadan kalkmadığı, ancak yeni siyasi-iktisadi biçimlere dönüştüğü, SSCB’nin çöküşüyle başlayan tarihin sonunun ise Pax Americana’nın yıkılışıyla sona ermekte olduğu artık açık. Ekonomik büyümenin lokomotifleri bugün, kalkınmakta olan ülkeler diye sınıflandırılan iki ülke: Çin ve Hindistan; dolayısıyla, bugünkü dünya-sisteminin o zaman dayatılan sınıflandırması, bu sistemin gerçek yapısına uygun değil. Bu iki ülke aynı zamanda halihazırda şekillenmekte olan yeni dünya ekonomik düzeninin çift kutuplu çekirdeğini teşkil ediyor. Bu düzen için karakteristik olan üretim ilişkilerinin analizi, insanlığın ilerlemesinin sosyalist perspektifine yeni bir bakış geliştirmeye ve aynı zamanda hızla değişen modern dünya-sisteminin yapısını ortaya çıkarmaya imkân sağlayacaktır.

Dünya-sisteminde değişiklikteki örüntüyü kavramanın temeli olarak, dünya ekonomisi modellerinin birbirinin yerini alışının teorisi

Dünya-sistemi yaklaşımının yazarı E. Wallerstein bu teoriyi, “ilkin Avrupa’da ortaya çıkan, ama 20’nci yüzyılın ortasına doğru fiilen bütün dünyayı avucuna alan küresel eşitsiz gelişim sistemi olarak” kapitalizm bağlamında geliştirmişti. D. Arrighi’nin giriştiği, kapitalist dünya-sisteminin eşitsiz gelişimi üzerine yaptığı inceleme de, onun, sermaye birikiminin sistemsel döngülerini periyodik yüzyıllar halinde sistematize etmesine imkân vermişti. Yazar, bu örüntüyü açıklamak için dünya ekonomik düzeni kavramını ortaya koymuştu; bu kavram, ekonominin genişletilmiş yeniden üretimini temin ve küresel ekonomik ilişkiler mekanizmasını tayin eden, birbirine karşılıklı bağlı uluslararası ve milli kuruluşlar sistemi olarak tarif edilir. En büyük önemi, lider ülkenin, uluslararası kurumlar üzerinde domine edici bir etkide bulunan, dünya pazarını ve uluslararası ticari-iktisadi ve mali ilişkileri düzenleyen kurumları taşır.

Her dünya ekonomik düzeninin, onu teşkil eden kurumların yeniden üretimi çerçevesinde iç çelişkilerin birikmesiyle tayin olunan bir büyüme sınırı vardır. Bu çelişkilerin ortaya çıkması, uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkiler sisteminde gerilimin artmasına yol açar; bu gerilimler, bugüne kadar dünya savaşlarıyla çözülmüştür. Bu periyotlarda uluslararası ilişkiler sistemi keskin bir şekilde destabilizasyona uğrar, eski dünya düzeni tahrip olur ve yenisi şekillenir. Mevcut kurumlar ve teknolojiler sistemi temelinde sosyal ve iktisadi kalkınma imkânları tükenir. Bu ana kadar lider olan ülkeler eski iktisadi büyüme temposunu sürdürmede güçlüklerle karşılaşırlar. Eş zamanlı olarak bir teknolojik modun yerini yenisinin almasına da miadını doldurmuş üretim ve teknoloji komplekslerinde yeniden sermaye birikimi eşlik eder; bu durum onların ekonomilerini depresyona sürükler, mevcut kurumlar sistemi yeni teknolojik zincirlerin oluşturulmasını güçleştirir. Bu yeni teknoloji zincirleri ise, iktisadi kalkınmanın liderliğine soyunan ülkelerde kendi yolunu açar.

Eski liderler dünya pazarındaki egemenliklerini kendi jeo-ekonomik periferileri üzerinde kontrolü artırarak, bu kapsamda askeri-siyasi cebri yöntemleri de kullanarak korumaya çalışırlar. Bu durum kural olarak büyük askeri ve siyasi çatışmalara yol açar ve lider ülke bu çatışmalarda avantajlarını kaybederken istediği etkiyi yaratamadan kaynaklarını da israf eder. Bu ana kadar yükselen bir pozisyonda bulunan potansiyel lider ülke ise kendi üretici güçlerini korumak ve savaşan ülkelerin savaştan kurtulmaya çalışan beyinlerini, sermayelerini ve hazinelerini kendine çekmek için bir bekle-gör tavrı benimsemeye çalışır. Yeni lider kendi imkânlarını artırırken dünya arenasına çıkar; savaşan hasımlar ise zaferin meyvelerini cebe indiremeyecek kadar zayıflamışlardır. Dünya ekonomik sistemindeki, onlara denk düşen dünya ekonomisi kalkınma merkezlerindeki ve lider ülkelerdeki ardışık değişiklikler bu zamana kadar tam bu şekilde cereyan etti.

Şu anda cereyan etmekte olan yeni bir dünya ekonomik sistemine geçiş süreci SSCB’nin dağılmasıyla başladı ve şu anda ABD hegemonyasının sona ermesi ve çokkutuplu dünyanın meydana gelmesiyle tamamlanıyor. ABD ekonomisinin ve halkın hayat seviyesinin uzun süreli durgunluğu, düşük birikim seviyesi, sosyal altyapının bozulması, mali sistemin periyodik mali krizlerde kendisini gösteren çalkantılı durumu, siyasi istikrarsızlık, Amerikan ekonomik düzenleme sisteminin, onun istikrarlı bir şekilde gelişmesini temin etme kapasitesi olmadığını gösteriyor.

Yüzyıllardır devam etmekte olan sermaye birikim döngülerinin ve bunlara tekabül eden dünya ekonomik düzenlerinin tarihi şeması, geleneksel olarak, o dönemdeki hâkim ticari-iktisadi ilişkiler sisteminin biçimine göre isimlendirilir; bu şema Şekil 1’de gösteriliyor.

Dünya ekonomik düzeninin maddi genişleme evresi teknolojik yapıda büyüme evresiyle eşzamanlıdır. Yeni küresel lider, yeni teknolojik modun temel yeniliklerinin hızla benimsenmesi için ilerici kurumları ve iktisadi kalkınma idaresi yöntemlerini kullanarak Kondratyev’in uzun dalgasının yükseliş evresinde ileriye atılır.[1] Reel üretim alanında sermayenin bu genişlemesi, ona denk düşen teknolojik yapının genişleme imkânları tükeninceye kadar ekonominin hızla büyümesini sağlar, sonrasında ise depresyona sürüklenir. Reel üretimde kârlı bir uygulama bulamayan sermaye spekülatif işlemlerin mali balonlarında yoğunlaşarak “finansal buluta” kaçar. Böylece, Arrighi’nin “mali genişleme” evresi olarak andığı, sermaye birikimi sistemsel devresinin ikinci evresi başlar. Ekonominin reel sektöründeki baskınlık küresel finans piyasasındaki hakimiyetin temelini oluşturur. Bu evrede lider ülke, kendi iktisadi sisteminin periferisine sermaye ödünç vererek ve onun sömürüsünden gelirler elde ederek, taraflar açısından denkliği olmayan dış iktisadi dolaşımda süper kârlar elde eder. Ama böylelikle periferi ülkelerinin önünde ileri teknoloji ithali ve teknolojik yapının bir sonraki büyüme dalgası üzerinde yükselmek için fırsatlar yaratır. Bu şekilde yeni küresel liderlerin ortaya çıkışının da temelleri atılır. Bir sonraki yapısal kriz devresinde, eski liderler miadını doldurmuş üretimlerde büyük sermaye amortismanlarıyla karşı karşıya kaldığında ve onların yönetim sisteminin yeni teknolojik mod üretimlerinin yaratılmasında sermaye akışını örgütlemekte yetersiz kaldığı ortaya çıktığında, bu yeniler, mevcutlara meydan okur. Lider ülkenin “finansal buluttaki” sermayesi “yeryüzüne inmek için” hiç acele etmez, mali piyasaların manipülasyonundaki süper kârları teknolojik yeniliklerin risklerine tercih eder. Bu sırada ilerici kurumları ve daha etkin yönetim yöntemlerini kullanan çevre ülkeler yeni bir dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini yaratarak liderlere meydan okurlar. Teknolojik modda yeni, ardışık bir değişiklik döneminde, lider ülkenin ekonomisi derin bir depresyona gömülür, miadını doldurmuş üretimin aşırı yükünden azade olan kalkınmakta olan periferi ülkeler ise mevcut ve ithal ettikleri kaynakları yeni bir teknolojik modun kilit üretim sektörlerinde yoğunlaştırırken, bu meydan okuyuş ve yeni düzenin çekirdeği mümkün hale gelir. Bu ülkeler, yeniyi benimseyerek eski liderin önüne geçerler; yeni bir uzun Kondratyev dalgasında da yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini oluşturarak ileri atılırlar. Bugün gözlenen tam da bu süreçtir: ÇHC, yeni bir dünya ekonomik düzenini şekillendirirken ABD’nin önüne geçiyor.

Teknolojik yapının ve dünya ekonomisi düzeninin ardışık değişikliği sırasında üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin etkileşiminin diyalektiği

Dünya ekonomik düzeninde ardışık değişikliklerin bir örüntü teşkil ettiği hipotezi (ki bu, okuduğunuz çalışmanın temelini teşkil ediyor) marksist formasyon teorisine benzer görünüyor. Ancak marksist formasyon teorisi, dünya sosyalizmi sisteminin çeyrek yüzyıl önceki çöküşüyle çürütülmekte ve tarihi verilerle de desteklenmiyor. Mesela insan ticareti, azami yaygınlaşmasına, bir hayaletten farksız olan antik Roma’da değil, 19’uncu yüzyıldaki Marx’ın tarif ettiği sermaye birikimi çağında ulaşmıştı. İlkel komünal formasyon da marksizm klasiklerinin tasvir ettiği komünist idilden belirgin şekilde farklı. Sosyalist inşa neticesinde zaruretin hükümdarlığından hürriyetin hükümdarlığına sıçrayarak komünist topluma hızla geçileceğine dair naif tasavvurlar cabası. Formasyon teorisinde feodalizmin karakteristiği ise, sadece batı Avrupa’da lokalize olmuş bir komünal yaşam tarzı, dini bilinç ve emperyal ve devlet yapısı ile geleneksel toplumun çözülme çağının bir parçasını yansıtıyor. Marx’ın bu organizasyonu ancak Asya üretim tarzı olarak yorumlaması da Avrupa üstünlük kompleksinin tezahüründen başka bir şey değil, oysa bu organizasyon, Kapital yayınlanmadan iki asır öncesine kadar Avrupa halkının hayatını tayin ediyordu.

Marx, sömürgeci dünya ekonomik düzeninin üretim ilişkilerini analiz ederken kapitalizmin sonunun kaçınılmaz olduğu sonucuna varmıştı. Ve bu son geldi gerçekten de, ama kapitalizmin değil sömürgeci dünya ekonomik düzeninin sonu — ve onun yerini emperyal düzen aldı. Bugün gene kapitalizmin sonunun geldiğini işitiyoruz, ama bu da gerçekte, emperyal dünya ekonomik düzeninin ve onunla birlikte Amerikan tarzı sistemsel sermaye birikimi döngüsünün sonu.

[1] Nikolay Kondratyev, Sovyet iktisatçısı; 1920’li yıllarda dünya ekonomisinde 45-60 yıllık kabarış ve çöküş döngüleri olduğunu ileri sürmüştü. Kondratyev Türkiye’de pek bilinmiyor; oysa (bana kalırsa) Wallerstein’in dünya-sisteminden daha tutarlı bir döngüler teorisi geliştirmişti. (H.Y.)

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye federasyona mı gidiyor?

Yayınlanma

Yazar

Medya tabiriyle haber ajanslara bomba gibi düştü. Türkiye’yi son yıllarda en fazla meşgul eden Suriye’deki PKK olarak bildiğimiz PKK/PYD’nin çatı kuruluşu SDG (Suriye Demokratik Güçleri) sonunda HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) yönetimi lideri ve Suriye Devlet Başkanı eski adıyla El Colani yeni ismiyle Ahmet el Şeraa ile bir uzlaşmaya varmış. Haberin ajanslara düştüğü pazartesi (10 Mart) akşam saatlerinden itibaren medya PKK/PYD’nin kendini tasfiye edeceğinden, Suriye’nin toprak bütünlüğünün garanti edildiğine, federasyonun reddedildiğinden İsrail’e yeni bir tokat patlatıldığına kadar sevinç çığlıkları atarken konunun Türkiye açısından ne denli büyük bir başarı (!) olduğunun altını çizen uzmanların yorumlarını halka aktarıyordu. Esat’ın 8 Aralık 2024 tarihinde ülkeyi terk etmesinin ardından komşu ülkeyi fethettiğimiz hatta hızımızı alamayıp Suriye’nin ve başka Orta Doğu devletlerinin şehirlerine plaka numaraları dağıttığımız günlerin havası ekranlara geri gelmiş gibiydi.

UZLAŞMA NELERİ İÇERİYOR?

Oysa sekiz maddeden oluşan uzlaşma metni pek de öyle bir pembe tablo çizmiyor hatta dikkatlice incelendiğinde Suriye’nin adı konulmamış bir federasyona dönüştü(rül)ğünü gösteriyor. Şöyle ki, SDG’nin Suriye hükümeti ile bir anlaşma imzalıyor olması zaten federal bir yapının inşa edildiği anlamına gelir. Çünkü bir tarafta bir devlet yani Suriye var öte yanda ise kendisini devlet veya devletleşme yolunda gören ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen bir yapı var. Yani başka bir ifadeyle PYD/PKK’nın omurgasını oluşturduğu SDG Suriye devleti ile antlaşma imzalayan taraf. Normalde devletler ya devletlerle ya da uluslararası örgütler ve buna benzer antiteler ile anlaşmalar imzalar. SDG ile Suriye devleti bir anlaşma/uzlaşma metnine imza atmışsa eski tabirle buna bir mim koymak lazım gelir.

Anlaşmanın birinci maddesinde ifade edilen Suriye’de ‘dini veya etnik kökene bakılmaksızın liyakate dayalı temsiliyet ve siyasi katılım hakkının güvence altına alınması’ konusu ilk bakışta çok olumlu gibi görünse de bir sonraki maddede belirtilen ‘Kürt toplumunun Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınması ve anayasal haklarının garanti altına alınması’ hususlarıyla birlikte değerlendirildiğinde pek de öyle olmadığı, içinde ciddi sorunlar barındırdığı daha iyi anlaşılır. Burada adı konulmamış bile olsa (Suriye anayasasının nihai metninin nasıl oluşacağıyla bağlantılı olarak) bir federal yapı söz konusudur.

Eğer Suriye’de bir Kürt toplumu varsa ve bu toplumun varlığı anayasal olarak tanınacak ve hakları (bunun içeriği anayasada ortaya çıkacaktır) anayasal güvence altına alınacaksa diğer etnik ve mezhebi gruplar da benzeri taleplerde bulunacaklardır. Örneğin yoğunluklu olarak Suriye’nin sahil kesiminde yaşayan ve geçtiğimiz günlerde HTŞ tarafından korkunç katliamlara maruz bırakılan Alevilerin de aynı taleplerle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Esat’ın ülkeyi terk ettiği 8 Aralık 2024 tarihinden hemen sonra İsrail’in işgal ederek kontrol sağladığı topraklarda yaşayan Dürzi toplumu için de aynı durum geçerlidir. Zaten Dürziler HTŞ merkezli bir radikal İslami rejim altında yaşayamayacaklarını; buna mecbur kaldıkları takdirde İsrail’e katılmayı tercih edeceklerini kendi toplum liderleri tarafından defalarca açıkladılar. Dürzi bölgesinin güneyinin yani Golan bölgesinin 1967 savaşında İsrail tarafından işgal ve ilhak edilen (uluslararası hukuk açısından Suriye toprağı olmakla birlikte) topraklar olduğunu hatırlayacak olursak onların bu tehditlerinin ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anlamış oluruz.  O zaman Suriye’nin bölünmeye gidecek şekilde bir federasyona sürüklendiğini ve bu tür etnik, dini ve mezhebi federasyonlarda liyakat yerine genellikle etnik, dini, mezhebi yapılara ayrılan kotaların personel alımı gibi konularda daha etkili olacağını vurgulamak gerekir.

Kürt toplumunun Suriye devletinin ayrılmaz bir parçası olarak anıldığı ve vatandaş olma dahil tüm anayasal haklarının Suriye devleti tarafından sağlanması meselesi, oluşturulması düşünülen federasyonun kapısının epeyce geniş tutulduğunu gösteren bir işaret. Çünkü burada bir ‘Kürt halkı’ varsa ve o halkın anayasal haklarından söz ediliyorsa bu durumda anayasanın ‘halklar’ esaslı olarak tanzim edilmesi gerektiğini ortaya koyar. Muhtemelen yapılacak Suriye anayasasının temel maddelerinden birisi ‘Suriye devleti Arapların, Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin…’ ortak devletidir veya ‘Suriye Arapların, Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin…’ ortak ülkesidir/vatanıdır gibi bir cümleyle başlayacaktır.

Bu durumda Suriye’nin en az dört veya beş parçalı otonom veya federe yapılardan oluşacağını düşünebiliriz. Bu otonom/federe yapıların muhtemelen kendi parlamentoları, asayiş (polis, jandarma) ve yargıyı içerecek şekilde iç yönetimleri ve PKK’nın pek sevdiği tabirle ‘öz savunma güçleri’ de olacaktır. Kısacası Irak’taki parçalı ve merkezi hükümetten olabildiğince kopuk Kuzey Irak Kürt Federal Yönetimi şeklinde ve benzeri içeriklere sahip dört veya beş otonom/federe üniteden bahsedebiliriz. İsrail’in istediği doğrultuda oldukça zayıf bir merkezi hükümetten oluşacak böyle bir devletin ciddi bir orduya sahip olmasının düşünülemeyeceğinin de altını çizmek gerekir. Bu tür adı konulmuş veya konulmamış bir federasyonda herkesin gayet mutlu bir şekilde yaşayacağını ve farklı halkların birbirlerine fevkalade saygılı davranacaklarını, yetki paylaşımı konularında sorun çıkartmayacaklarını düşünmek aşırı derecede iyimserlik olur. Normal şartlarda ayakta kalmaları neredeyse imkansız olan bu tür etnik, dini, mezhebi federal yapıların Orta Doğu gibi başta İsrail ve Amerika’nın sürekli olarak karıştırdıkları bir coğrafyada sorunsuz ayakta kalmaları ihtimali hemen hemen sıfır mertebesinde olsa gerektir. İlk fırsatta kendi iç sorunlarından patlayacak bir anlaşmazlığın dış güçlerce manipüle edilmesi sonucunda bir iç savaş veya mevzii çatışmalar sonucunda parçalanma sürecine sürüklenmeleri ihtimalini hiç yabana atmamak gerekir.

Anlaşmanın ‘yerlerinden edilmiş bütün mültecilerin eski yerlerine (köylerine ve kasabalarına) dönüşlerinin sağlanması ve güvenliklerinin Suriye devleti tarafından garanti edilmesi’ hakkındaki beşinci maddesi ilk bakışta Suriye dışına çıkmış/kaçmış sığınmacıların geri dönüşleriyle alakalı gibi görünse de öyle olmayabilir. Çünkü eğer bu maddede Suriye dışındaki sığınmacıların dönüşü ele alınmış olunsaydı konunun bu anlaşmanın bir parçası olmasına gerek olmayabilirdi. Neticede böyle bir mesele tamamen Suriye merkezi hükümetinin yetki alanındadır. Eğer PKK/PYD kontrolündeki bölgelerden etnik temizlik yoluyla evlerini terk etmeye zorlanan ve birçoğu ülke dışında bulunan sığınmacılar kastediliyorsa bu cümlenin daha farklı bir yazımına ihtiyaç olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, burada bahse konu olan ‘mülteciler’ Türkiye’nin kontrolü altında bulunan topraklardan kaçmak zorunda olan PKK/PYD grupları ve bunların bu topraklara geri dönüşünün Suriye devleti tarafından garanti edilmesi… Bu da ileriki yıllarda Türkiye’yi kontrolü altındaki topraklardan çıkmaya zorlamanın başlangıcı olabilir.

Suriye politikamız 2011 yılından bu yana hiçbir zaman ulusal çıkarlara dayalı olmadı. Bir yandan PKK/PYD’nin kukla otonom devlet statüsü elde etmemesi için kuvvet kullanarak (ki, doğruydu) mücadele ettik; öte yandan da Esat yönetimini zayıflatmak ve sonunda devirmek için elimizden geleni yaptık. Sonuçta Esat yönetimi devrildi ve PKK/PYD çok ciddi bir otonomi elde etme aşamasına geldi. Suriye’nin parçalı hale gelmesi ve bir sonraki aşamada dağılması senaryoları pek de uzak değil.

Esat yönetimi (Baas) zamanında PKK/PYD Türkiye tarafından sıkıştırıldıkça Şam hükümetinin kapısını defalarca çalıp, ‘bize bir otonomi verin, biz de size katılalım ve Türkiye’ye karşı birlikte mücadele edelim’ önerisini ortaya attı ve her defasında ‘sizler Amerika ile işbirliği yapan hainlersiniz. Suriye ulus devlettir ve üniter yapıdadır. Biz size veya başka birilerine bu anayasal yapıcı bozacak hiçbir şey vermeyiz, sadece 2012 anayasasında bulunan mahalli idarelere yönelik bazı düzenlemeleri yürürlüğe koyabiliriz, o da bütün Suriye için geçerli olur sadece sizin için değil’ cevabını almıştı. Sonuçta fethettiğimizi söylediğimiz bir Suriye ve tamamen ‘bizim çocuklar’ diye anlattığımız bir yönetim var ve onunla PKK/PYD çok geniş bir özerklik içeren antlaşma imzaladı. Sormadan edemiyorum. Nihai amacımız bu muydu?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English