GÖRÜŞ
Trump Gazze’de ısrarcı ama işi pek kolay değil

Trump’ın Gazze’de yerleşik Filistinlileri söküp atma fikrine hemen herkes karşı çıktı/çıkıyor. Gazze halkının zorla sürülüp atılması yani etnik temizlik anlamına gelen bu saçma teklifin doğrudan muhatabı olan Mısır ve Ürdün kabul etmeyeceklerini defalarca açıkladılar. Bölgedeki diğer Arap devletleri Mısır ve Ürdün ile bir araya gelerek bu projeyi/düşünceyi reddettiler; ancak Trump bu konuda ısrarcı görünüyor.
Geçen hafta Vaşington’da misafir ettiği ilk yabancı devlet/hükümet başkanı olan Netanyahu ile görüşmesinde konu defalarca gündeme geldi ve Trump ısrarını sürdürdü. Ağzı kulaklarına değen Netanyahu tam tamına körün istediği bir göz Trump verdi iki göz dercesine Trump’ı fazlaca bir şey söylemeden dinledi; çünkü böyle bir teklif/proje İsrail’in kurulmasından bu yana bir Amerikan başkanından duyabilecekleri en güzel şeydi muhtemelen…
TRUMP VAZGEÇER Mİ?
Amerika ile onlarca yıldır gayet iyi ilişkiler içerisinde yaşayan Arap devletleri – Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Katar – Trump’ın bu konuşmaları karşısında şok olmuş bir görüntü sergilerken aynı zamanda açık kapı bırakmamak için ha bire kabul etmeyeceklerini söyleyip duruyorlar. Gelen eleştiriler karşısında Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray sözcüleri başkanlarının öyle demek istemediğini, Amerikan askerlerini Gazze’ye sokmak gibi bir niyetinin olmadığı açıklamaya kalkışınca Trump ‘beni düzeltmesinler’ dercesine aynı çizgisini sürdüren açıklamalarına devam etti. Bunun üzerine Beyaz Saray sözcüsü ‘Başkanımızın müzakere kabiliyetini hafife almayın’ anlamında yeni sözlerle medya mensuplarına cevaplar yetiştirmeye çalıştı.
Özetle söylemek gerekirse proje/teklif hatta belki de Amerikan politikası şu: Gazze’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük soykırıma tabi tutulmuş olan Filistinliler bölgeden boşaltılarak Mısır ve Ürdün’e yerleşecekler veya daha doğru bir ifade ile yerleştirilecekler. Ve Gazze Türkiye’de özellikle rant piyasasında sıklıkla kullanılan bir ifadeyle imara açılacak; Akdeniz’in en güzel kıyılarından birisini oluşturan bu bölgeye lüks rezidanslar, turistik tesisler vs. yapılacak ve bir manada Gazze 1960’lardaki Beyrut gibi olacak. Hatta sadece turizm değil aynı zamanda finans merkezi haline de dönüştürülebilir.
Beyrut 1975 yılında patlak veren iç savaşa kadar kültürel ve turistik manada Orta Doğu’daki Paris ve özellikle finans merkezi özelliğiyle de Londra gibiydi. Fakat 1975 yılında başlayan ve on beş yıl boyunca ülkeyi mahveden iç savaş ve İsrail’in sık sık yaptığı saldırılar ve işgallerle birleşince ülke bir daha o eski özelliklerini bir araya getiremeyecek derecede büyük bir çöküşe sürüklendi. Kıbrıs Rumlarının Beyrut’un yerini tutması için 1970’lerde yaptıkları Varoşa bölgesi ise Barış Harekâtı (1974) sonrasında Rumların gerçekçi bir federasyon çözümünü reddetmeleri yüzünden âtıl kaldı. Öyle anlaşılıyor ki, büyük çaplı emlak projelerinin adama olan Trump şimdilerde Gazze’ye öyle bir mantıkla yaklaşıyor. Damadı Jareed Kushner de kendisi gibi büyük çaplı emlak işiyle uğraşan birisi ve onun da Abraham anlaşmalarının kotarılması sürecinin mimarı olduğunu biliyoruz.
Fakat buradaki mesele emlak piyasasındaki ‘parası neyse verelim, alalım’ mantığıyla çözümlenemeyecek kadar çetrefil. En başta ortada iki milyonu aşkın bir nüfus var. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı denilmeden İsrail’in bombaladığı ve konuyu yakından takip eden bütün uzmanların açıkça soykırım olarak nitelendirdiği suç var ve bunun davası bir yandan Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) devam ediyor. Toprakları/vatanı için mücadele eden ve yaşadıkları soykırıma rağmen hiçbir yere gitmeyeceklerini, etnik temizliğe sonuna kadar direneceklerini söyleyen bilenmiş bir halk oradan nasıl sökülüp atılacak? Bunun için gerekirse Amerikan birliklerinin kullanılabileceğini ima eden Trump’ın bu sözünden hemen geri adım attığını not edelim.
Bu arada 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen sonrasında İsrail operasyonları başlarken bölgede 2.2 ila 2,3 milyon insan yaşadığı söylenirken şimdilerde toplam nüfusu önemsiz derecede az göstermek istercesine 1.7 veya 1,8 milyon kişiden söz ediliyor. Bu rakamlar da az olmamakla birlikte 2024 yılı ortalarında ünlü Tıp Dergisi Lancet’te yayımlanan incelemenin sonuçlarını ortaya koyan bir makalede Gazze’de ‘en azından’ 186.000 kişinin öldürülmüş/hayatını kaybetmiş’ olması ihtimalinden bahsediliyordu (https://x.com/hasanunal1920/status/1810247483836014928). O zaman çok dikkatimi çeken ve sosyal medya hesabımdan yayımladığım bu makalede sözü edilen ihtimaller acaba doğru mu? Başka bir ifadeyle Gazze’de ölenlerin/kaybolanların sayısı çok mu yüksek?
Şimdilik bunu bir ihtimal veya konuyu önemsizleştirme amaçlı ifade olarak kabul edip esas analize dönecek olursak, Gazze’nin boşaltılabilmesi korkunç bir savaş ve soykırımsal bir etnik temizlik ile mümkün olabilir. Buna İsrail veya Amerika’nın cüret edebilmesi ihtimali azımsanmayacak ölçüde olsa da bölgedeki dengelerin hepsini alt üst etme riskleri dolayısıyla söz konusu devletlerin girişmeleri şimdilik kaydıyla ‘zayıf’ ihtimal olarak düşünülmelidir. Burada Hamas’ın İsrail tarafından hiç de bitirilmemiş olduğunu, ateşkes görüşmelerine doğru İsrail’e saldırılarını artırdığını ve esir takası sırasında da varlığını kanıtladığını ayrıca not etmek lazım.
MISIR VE ÜRDÜN SEÇENEKLERİ
Gazze halkının Mısır’ın Sina yarımadasına ve Ürdün’e yerleştirilmesi ilk bakışta mümkün gibi görünmekle birlikte pek kolay olmayacaktır. Trump’ın, İsrail’in topraklarını haritada kalem ucu olarak göstermesi ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyi Filistin Devleti kurulması şartına bağlayan Suudi Arabistan’a cevap verirken Netanyahu’nun ‘çok meraklılarsa Filistin devletini Suudi Arabistan içinde kursunlar; onların toprakları geniş’ demesi masa başında yapılan hesaplar açısından mümkün. Bu hesaba göre, Gazze halkının yarısı veya biraz fazlası Amerikan veya Körfez ülkelerinin finansmanıyla Sina’ya yapılacak yeni yerleşim merkezlerine kaydırılabilir. Aynısı Ürdün’de için de geçerli. Bu plana göre, bölge önce Amerika himayesinde yeni Beyrut olarak bir süre kalır, Gazze açıklarındaki doğal gaz ve deniz dibindeki diğer varlıklarla birlikte bir süre sonra İsrail’e devredilir ve olur biter…
GERÇEKLER FARKLI
Fakat alandaki gerçekler bu kadar basit değil. Öncelikle Gazze halkının zorla sürülmesi kolay olmaz. Sonra Mısır ve Ürdün’ün bu insanları bu şekilde kendi topraklarına kabul etmesi Arap dünyası açısından Filistin topraklarında iki devletli bir çözüm şartından vazgeçilmesi anlamına gelir ki, böyle bir durum Arap halklarının ortak gururunun ayaklar altına alınması anlamına gelir. Ve Batı ile çok yakın ilişkiler içerisindeki Ürdün ve Mısır yönetimleri dahi böyle bir projeye razı olamazlar. Harita üzerinde ve sayısal olarak bakıldığında kolay gibi görünen bu iş söz konusu ülkelerin toplumsal/siyasal yapılarını zora sokar ve mevcut yönetimlerin altını oyar.
Nüfusunun belki de yarısı Filistinli olan Ürdün özellikle sıkıntı yaşar. Ürdün’e yerleştirilecek görece radikal bir milyon Filistinli on iki milyonluk nüfus yapısı üzerinde epeyce etkili olur ve hatta Filistinlilerin 1970 yılının Eylül ayında yaptıkları gibi bir kere daha yönetimi ele geçirmek isteğiyle harekete geçmelerine sebep olabilir. Tarihte ‘Kara Eylül’ olarak bilinen o olaylarda Arafat liderliğindeki El Fetih örgütü yönetimi ele geçirmek amacıyla harekete geçince Ürdün Silahlı Kuvvetlerinin tepkisi sert olmuş ve binlerce Filistinli hayatını kaybetmişti.
Onlarca yıldır Batı dünyası ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde bulunan Ürdün’ün istikrarsızlaştırılması ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca Batı Şeria’daki Filistinlilerin geleceği ne olacak? Hamas’ı bahane ederek Gazze’deki Filistinlileri önce soykırıma tabi tutup sonra da topluca etnik temizlik yapan zihniyet bile Batı Şeria konusunda zorlanacaktır. Orayı da Ürdün’e bırakma niyetinde olabilirler mi? Eğer öyleyse Ürdün’ü mevcut Haşimi ailesinin yönetimi altında tutmak kolay olacak mı? Filistin devletine dönüşen bir Ürdün mücadeleden tümden vaz geçer mi? Bütün bu insanlık felaketi karşısında Avrupalılar ne diyebilirler? Hala demokrasi, insan hakları, özgürlükler teraneleriyle durumu idare etmeleri mümkün olabilecek mi? Yoksa Amerika ile zaten bozuşmakta olan Avrupalılar bütün bu konularda ‘muhalif’ bir çizgiye mi kayarlar ve bunun olaylar üzerindeki etkileri nasıl olur? Ve en önemlisi içinde Filistinli olmayan bir Filistin oluşturulurken Arap devletleri istiflerini bozmadan durumu seyretmeye devam edebilirler mi?
Soruları artırmak mümkün ama gereksiz. Trump Ukrayna savaşını bitirme konusunda spekülatif laflar etse de silah ve mühimmat sevkiyatını durdurmak suretiyle savaşı bitirme konusunda önemli adımlar atmış görünüyor. Ve yaptığı gayet rasyonel. Grönland ve Kanada’yı isterken ve Panama’dan alırken de gayet rasyonel; ama İsrail lobisinin bitmeyen hırsları dolayısıyla Orta Doğu’da atmak istediği adımlar bataklıkla yürümek gibi. Ayrıca Trump’ın genel politikalarıyla ve Amerika’nın ulusal çıkarlarıyla da uyumlu değil; fakat başka bir yol belirlemesi de imkansız gibi… Eğer ısrarcı olursa, o bataklık kendisini de yavaş yavaş hatta belki de hızlı bir şekilde içine çekebilir. Bakalım…
GÖRÜŞ
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 3

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin üçüncü bölümünü aşağıda paylaşıyorum.
Sergey Glazyev
Çin sosyalizminin özgüllüğünü Sovyet sosyalizminden bir fark olarak yorumlamak mümkün. Sovyet siyasi iktisadı açısından Çin sosyalizmi zaten öyle (sosyalizm olarak – H.Y.) anılmamalı, zira üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti legalize ediyor. Çen Enfu bu probleme mekanik yaklaşıyor ve mülkiyeti sosyalist devlet mülkiyeti ve özel mülkiyet (yabancı sermayeye ait olan da dahil) olarak ayırıyor. Aynı zamanda ücretli işçilerin yönetime ve kârın bölüşümüne iştirakini sosyalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü sayıyor. Ancak üretim araçları gibi mülkiyet kavramı da öylesine karmaşıklaşmış durumda ki sosyalizmin bu ayırt edici alameti artık o kadar da kesin görünmüyor.
Mülkiyet kavramı iktisatçılar için alışılagelmiş kesinliğini çoktan kaybetti. Özel mülkiyet neredeyse her yerde kamu yararına devlet tarafından sınırlanır; devlet mülkiyeti ise sıklıkla işletme yöneticileri tarafından kendi takdirlerine göre kullanılır. Modern dünyada özel mülkiyetin hukuk devletinin buna imkân verdiği ölçüde etkisiz kılınabileceği görüşü kabul görür. Her ne kadar çoğu devlette iktisadi ilişkiler genel kabul görmüş medeni hukuk normları temelinde, dış ekonomik faaliyetler ise Dünya Ticaret Örgütü normları ve diğer uluslararası anlaşma ve hukuk sistemleri temelinde düzenleniyor olsa bile, herhangi bir anda herhangi bir işletmenin iktisadi faaliyetini yasaklayabilen veya sınırlayabilen, mülkü müsadere veya zapt edebilen devlet iktidarı organlarının keyfiyetine de her zaman yer vardır. Dahası, ABD’nin Rusya’ya ve ÇHC’ne karşı yaptırımlarının gösterdiği gibi, bu, sadece yeni ortaya çıkmış piyasa ekonomilerinde değil kapitalist dünyanın en merkezinde bile olmaktadır.
Bir yandan devlet, özel mülkiyeti vergiler koyarak, ekolojik ve sosyal standartların gözetilmesini talep ederek, emekçilerin yönetime iştirakini regüle ederek, çalışma şartlarını düzenleyerek, keza yerel iktidar organlarının sınırlamalar getirmesine izin vererek, muhtelif vasıtalarla özel mülkiyet hakkını kısıtlayabilir. Diğer yandan devlet işletmelerinin yöneticileri gelirlerini özelleştirebilir (privatize edebilir — H.Y.), emekçilerin haklarını çiğneyebilir, ekolojik, sosyal ve teknik gereklilikleri göz ardı edebilir. Örneğin, Rusya’da devlet bankalarının ve korporasyonlarının ücretleri kapitalistlerin mülkiyetten elde ettikleri ortalama gelirin onlarca ve içgücü maliyetlerinin piyasa değerinin yüzlerce katıdır.
Dolayısıyla, modern ekonomide mülkiyet ilişkilerinin gerçek muhtevası kesinkes, özel mülkiyetin kamu yararına kullanılmasını düzenleyebilen ve bunun tersine de kamu mülkiyetini yöneticilerin keyfiyetine bırakabilen devlete bağlıdır. Buna karşılık mülkiyet ilişkilerine devlet düzenlemesinin istikameti anayasa ve mevzuat tarafından, bunların efektivitesi ise devlet sektörünün yöneticilerinin faaliyetlerinin sonucuna karşılık sorumluluk mekanizmalarıyla tayin olunur. Tarihi tecrübenin gösterdiği gibi, mülkiyet ilişkilerinin basitleştirilmesi iktisadi verimliliğin düşmesine yol açar. SSCB’de üretim araçlarının tamamen devletleştirilmesi rekabeti ortadan kaldırdı ve üretim ile tüketim alanları arasında kronik bir dengesizliğe yol açtı. Rusya’daki ilkel özelleştirme ise imalat sanayisindeki işletme sermayesinin ve sabit sermayenin yağmalanmasına, ekonominin sanayisizleştirilmesine ve bozulmasına yol açtı.
Günümüzde gelişmiş ülkelerde ve başarılı bir şekilde kalkınmakta olan ülkelerde hem yapılandırılmakta olan işletmeler açısından hem de bir bütün olarak ekonomi için karma mülkiyet biçimleri hâkim. Devlet işletmeleri rekabetçi bir piyasa ortamında faaliyet gösterirken özel sektör de devlet tarafından az çok sıkı bir şekilde düzenleniyor. Özel sektör devletin düzenleyici etkisine karşı, yöneticileri kârsız kalmaktan en az özel özel işletmeler kadar korkan devlet işletmelerinden çok daha hassas. Akademisyen V. Makarov’un kanıtladığı gibi, karma ekonomi biçimi, ister piyasa ister merkezi tipte olsun, homojen sistemlerle karşılaştırıldığında bir yönetim objesi olarak ekonominin karmaşıklığına daha uygun düşüyor; bu nedenle, kural olarak, modern şartlarda daha etkili ve sürdürülebilir.
Çok sayıda teorik ve ampirik çalışma modern ekonomik sistemi iyileştirme girişimlerinde ne piyasanın ne de devletin mutlaklaştırılmasının kabul edilemez olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan entegral yapıda, ekonomik kalkınma idaresi, özel ve devlet menfaatleri arasında makul bir denge kurulması, özel-devlet ortaklığının verimli biçimlerinin geliştirilmesi, milli menfaatler esas alınarak piyasa ilişkilerinin düzenlenmesi temelinde yürütülüyor. Çinli iktisatçılar mülkiyet ilişkilerini rekabet ortamı, talep yapısı, teknik seviye ihtiyaçları, milli güvenlik için önemi ve diğer faktörlere bağlı olarak optimize etme vasıtalarını arıyorlar. Optimizasyon kriteri ise kamu refahının maksimize edilmesi.
Sovyet siyasi iktisadında sosyalizmin temel üretim ilişkisi olarak kabul edilen milli iktisadi planlamanın durumu da aynı ölçüde karmaşık. Ancak SSCB’de yürürlükte olan, erişilen seviyeden talimata dayalı planlama, ekonomide teknolojik bir çok-kademeli yapıya yol açtı; bunun sonucu da gelişmiş kapitalist ülkeler karşısında teknolojik geri kalmışlığın artması ve verimlilik düşüşü oldu. Kapitalist ve başarıyla kalkınmakta olan ülkelerde, menfaatlerin uyumlu kılınmasına, devlet-özel ortaklığına dayanan ve talimata dayalı değil indikatif yöntemler kullanan stratejik planlama kurumları ise son derece etkili olduğunu kanıtladı. Gelişmesi ve çeşitlenmesi ölçüsünde ekonomide dramatik bir karmaşıklıkla karşılaşan Çin yönetimi de stratejik nitelik taşımaya başlayan beş yıllık planlardan vazgeçmeden, ağırlıklı olarak indikatif yöntemlerin kullanılmasına geçti. Üstelik, fiyatlandırmada piyasa mekanizmalarının kullanılmasında olduğu gibi bunda da bir özgüllük yok.
Sovyet siyasi iktisatçıları, her bir metanın üretimi için sosyal olarak gerekli emek maliyetleri kavramını emek-değer teorisine dayanarak temellendirdiler; bu kavram, teorik olarak, idari fiyatlandırmanın da temelini teşkil ediyordu. Pratikte ise bütün maliyetlerin sosyal olarak gerekli olduğu kabul edilen bir maliyet fiyatlandırması hâkimdi. Sonuç olarak, fiyatı bütün ar-ge masraflarını da içermesi gereken yeni teknolojinin eskisinden daha pahalı olduğu ortaya çıktı ve bu da inovasyon faaliyetini ve iktisadi kalkınmayı frenledi.
Modern ekonomide iktisadi büyümenin başlıca faktörü bilimsel-teknolojik ilerleme haline geldi; entelektüel rant elde etme imkânı sağlayan teknolojik üstünlüğe sahip olma arzusu ise rekabet mücadelesinde en önemli teşvik oldu. Sermaye birikiminin arkasındaki temel itici güç de ücretleri düşürme yoluyla artı-değer maksimizasyonu değil maliyetlerin kısılması veya yeni teknolojilerin devreye sokulmasıyla birlikte yeni tüketici niteliklerinin yaratılması karşılığında süper kârlar elde edilmesi oldu. Yeni makinelerin fiyatlandırılması, arz ve talep oranları arasındaki ilişki ve sosyal olarak gerekli emek girdilerinden ziyade perspektif planlama ve piyasanın manipüle edilmesiyle belirlenerek dinamik bir temelde çeşitlendirildi. Bu sonuncusu (sosyal olarak gerekli emek — H.Y.) tam otomasyon şartları altında ölçümün nesnel temeli olma niteliğini büsbütün kaybetti. Yeni araçlar farklı tüketici gruplarına farklı fiyatlardan satılıyor; bu fiyatlar araç eskidikçe hızla düşüyor; aynı tüketici kalitesine sahip meta popüler markalara ve reklamlara bağlı olarak birbirinden çok farklı fiyatlara satın alınabiliyor. Fiyatları, temelinde toplumsal olarak gerekli emek miktarının yattığı bir arz ve talep dengesiyle belirlenmesi gereken emtia, mali spekülasyonların konusu oldu; bunların fiyatı değer değil spekülatif varlık olarak oluşuyor. Bu alanda, ÇHC’nde geçerli fiyat düzenleme sistemi modern ekonominin gerçeklerine uygun; bu sistem, kamu refahını artırmak için üretilen maddi nimetlerin artış temposunu maksimize etmeye dayanan fiyat oranlarını korumaya odaklanıyor.
ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, modern ekonomi şartlarında kamu refahını artırma kriteri itibariyle mümkün olduğunca optimal. Çin komünistleri skolastik tartışmalara saplanıp kalmamak için somut realist hedefler ilan ediyorlar. Reformların ilk aşamasının hedefi, yoksulluğun kökünü kazımaktı. Ardından ortalama alım gücüne sahip bir toplumun inşası geldi. Bunu başardıktan sonra ÇKP MK plenumu yeni hedefi ilan etti: 2035’e kadar her açıdan yüksek seviyede gelişmiş bir sosyalist piyasa ekonomisinin inşasının tamamlanması, sosyalist modernleşmenin hayata geçirilmesi. Böylece de Çin’in yüzyılın ortasına doğru her açıdan büyük, modern bir sosyalist ülkeye dönüşmesinin sağlam temellerinin inşa edilmesinin sağlanması. Bununla birlikte parti önderliği, Çin toplumunun sosyalizme giden uzun yolun henüz başında olduğunu usanmadan açıklıyor. Bu da SSCB’de geliştirilen sosyalist siyasi iktisat dogmasını kapitalist üretim ilişkilerinin pragmatik bir kullanımıyla birleştirmeyi mümkün kılıyor.
ÇKP, ekonominin verimliliğini ve halkın refahını artırmak için piyasa mekanizmalarını onardı. Çinli ideologlar özel mülkiyet yoğunlaşmasının bütün risklerinin mükemmelen farkındalar; bu nedenle ona, Çin özgüllüğünde sosyalist üretim ilişkileri sisteminde tali bir yer veriyorlar. Özel mülkiyetin kullanılması üzerinde parti kontrolü yürütülüyor, mülk sahipleri üzerinde emekçilerin haklarını savunmak, kamu menfaatlerini gözetmek, ekonomide kalkınmanın stratejik planlamaya dair devlet belgeleriyle belirlenen öncelikli istikametlerini hayata geçirmek için devamlı bir baskı uygulanıyor. Ülke yönetimi, yürütülen iktisat siyasetinin baş köşesine inovasyon faaliyetinin her türlü tedbirle teşvikini, ekonominin yeni teknolojik mod temelinde modernizasyonunu, ar-ge finansmanının genişletilmesini koymakta kesinlikle haklı, zira modern iktisadi büyümenin baş faktörü bilimsel-teknolojik gelişme. Bu olmadan kamu refahının kademeli büyümesini sağlamak mümkün değil. ÇHC en genelde üretim ilişkilerini üretici güçlere denk kılma ilkesini bu şekilde gerçekleştiriyor.
Varılan sonuçlardan yola çıkarak, ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, sosyalist oryantasyonlu diğer ülkeler için örnek teşkil edebilecek modern sosyalist sistem olarak değerlendirilebilir. ÇHC’nin post-Sovyet dönemi boyunca büyüme temposundaki küresel liderliği kamu refahının yükseltilmesi hedeflerine erişilmesiyle birleşiyor, kamu ekonomisi planları hayata geçiriliyor, dünyadaki en iyi kamu hizmetleri altyapısı kurulmuş durumda. ÇKP, Sovyet tarzı sosyalizmin kazanımlarını korumayı ve bunlar temelinde (piyasa mekanizmalarının, mülkiyet biçimlerinde genişlemenin, girişimcilik teşvikinin dahil edilmesiyle yönetim sistemini önemli ölçüde komplike hale getirip) bir atılım gerçekleştirmeyi başardı. Bu komplike yapı, modern ekonomide çeşitlilik artışı ve ekonominin bilimsel-teknolojik gelişme temelinde etkinliğinin yükseltilmesi zaruretiyle gerekçelendiriliyor; bunun sürdürülmesi de insanların girişimci ve yaratıcı enerjisinin ortaya çıkartılması için şartların yaratılmasını gerektiriyor.
Entegral dünya ekonomik düzeninin sosyalist nitelikleri
Sosyalist inşanın muhtelif milli modellerinin pratik uygulanmasından ortaya çıkan tarihi tecrübe dikkate alındığında modern şartlarda bunun ayırt edici özelliği kamu menfaatlerinin özel menfaatler üzerindeki baskın niteliği olarak düşünülebilir. Bu özellik, yeni dünya ekonomik düzenindeki üretim ilişkilerinin karakteristiği. Yeni ekonomik yapının temel özelliği, ekonomi düzenleme sisteminin kamu refahını artırmaya odaklanması. Yeni ekonomik düzenin karakteristik niteliği olan kamu menfaatlerinin özel menfaatlere üstünlüğü, ifadesini ekonominin kurumsal düzenlenmesinde bulur. En başta da planlama, kredilendirme, sübvansiyon, fiyatlandırma ve temel girişimci faaliyetlerinin düzenlemesi mekanizmaları vasıtasıyla sermayenin temel yeniden üretim parametreleri üzerindeki devlet kontrolünde. Devlet burada talimat vermekten ziyade, sosyal ortaklık ve temel sosyal gruplar arasında etkileşim mekanizmalarını oluşturan bir moderatör rolü oynar. Bürokratlar işletmeleri yönetmeye çalışmaz; ortak kalkınma hedeflerini belirlemek ve bunlara erişilmesi yöntemlerini geliştirmek için iş, bilim, mühendislik çevreleri ile ortak bir çalışmayı organize eder. Öte yandan girişimciler de kâr maksimizasyonu ve zenginleşme güdüsünü kamu menfaatlerini koruyan etik normlara uydururlar. Kâr maksimizasyonuna değil sosyal açıdan anlamlı bir sonuca odaklanan girişimci faaliyeti kurumlarının (kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, uzman bankaların yatırım projelerinin gerçekleştirilmesini hedefleyen kalkınma kurumları) kullanımı yaygınlaşır. Parasal akış yönetiminde etik normlar dikkate alınır ve spekülatif ve ahlak dışı faaliyetlerin finansmanına karşı sınırlamalar getirilir. Devletin ekonomiyi düzenleme mekanizmaları da buna göre ayarlanır.
Devlet uzun vadeli ve ucuz kredi sağlar; işadamları ise üretimin geliştirilmesi için somut yatırım projelerinde bunların hedefe uygun kullanılacağını garanti eder. Devlet doğal tekellerin altyapı ve hizmetlerine düşük fiyatlarda erişim sağlar, işletmeler ise rekabetçi ürün üretiminden sorumludur. Devlet, bunların kalitesinin artırılması amacıyla zaruri ar-ge çalışmalarının yürütülmesini, kadroların eğitim ve hazırlanmasını örgütler ve finanse eder; işletmeciler ise inovasyonlar gerçekleştirir ve yeni teknolojilerde yatırımları hayata geçirir. Özel-devlet ortaklığı iktisadi kalkınma, halkın refahının yükseltilmesi, hayat kalitesinin iyileştirilmesi şeklindeki kamu menfaatlerine tabidir.
Yukarıda gösterildiği gibi, ÇHC, efektivitede bir öncekinden nitel olarak üstün yeni bir dünya ekonomik düzeni modeli oluşturmayı başardı. Bunun temel kurumları ve ekonominin yeniden üretim mekanizmaları, devlet ve özel mülkiyeti, merkezi planlama ve piyasanın öz-örgütlenmesini, bütün halkın menfaatlerinin gözetilmesi üzerinde kontrolü ve özel inisiyatifi birleştiren, büyük bir çeşitliliğe sahip.
ÇHC, devlet planlaması ve piyasanın öz-örgütlenmesini, para hareketlerinde devlet kontrolünü ve özel girişimciliği birleştirerek, bütün sosyal grupların menfaatlerini sosyal refahın yükseltilmesi hedefi etrafında bütünleştirerek, yatırım ve inovasyon faaliyetinde rekor büyüme oranları ortaya çıkarıyor. Stratejik planlama, bilimsel-teknolojik gelişmede uzun vadeli tahminlere ve Çin ekonomisinin küresel çerçevedeki üstün performansının yarattığı fırsatların incelenmesine dayanarak, iktisadi kalkınmanın perspektif istikametlerini gösteriyor. İndikatif planlama, halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi amacıyla üretim artışını sağlamak üzere, yatırım faaliyetini artırmak için şartların yaratılmasına yönelik olarak bütün seviyelerdeki devlet iktidarı organlarına kılavuz ilkeler sunuyor. Bu planlama aynı zamanda girişimcilere eşit şartlardan yararlanma fırsatı veriyor. Piyasa rekabeti verimlilik, belli hedefe yönelik kredilendirme de planlanan hedeflere erişilmesi için yatırım projelerinin uygulanmasının finansmanını sağlıyor. Devlet düzenlemeleri ticari faaliyetleri üretim artışı istikametinde teşvik ediyor ve yıkıcı tezahürleri (sermaye çıkışı, finans piramitleri, vb.) dizginliyor. Açıklık, ileri teknolojilerin ithalatı ve hazır mamul ihracatı fırsatı sunarak girişimcileri ürün rekabetçiliğini geliştirmeye mecbur kılıyor.
Çin’den başka Hindistan, Endonezya, Çinhindi ülkeleri de yüksek büyüme oranları sergiliyorlar. Bunlar da yeni, entegral bir dünya ekonomik düzeninin “çekirdeğini” oluşturuyorlar. Japonya, Singapur ve G. Kore ise ekonomide yeniden üretimde benzer bir kurumlar sisteminin oluşumuna giden başka bir yoldan çok daha önce geçtiler. Piyasa rekabet mekanizmalarının hem sosyalist hem de kapitalist temelde devlet planlamasıyla sentezlenmesi, yakınsak bir üretim ilişkileri sistemini doğurdu. Bu sistem ÇHC’nde Çin özgüllüğünde sosyalizm olarak kabul ediliyor, Japonya’da ise Japan Incorporated’in kapitalist niteliğinden kimsenin kuşkusu yok ve Kore çobol’leri de tamamen kapitalist sayılıyor. Vietnam’dan Venezuela’ya kadar, sosyalist ideolojiyle devlet planlamasını piyasa mekanizmaları ve özel girişimcilikle birleştirerek ve özel girişimciliği maddi nimetlerin üretiminde artış amacıyla regüle ederek yakınsak bir model oluşturma yolunda yürüyen bütün ülkeler bugün (önde gelen kapitalist ülkelerde durgunluk gözlenirken) ileri seviyede sürdürülebilir bir kalkınma sergiliyorlar.
GÖRÜŞ
Arktik’te Türklere gelecek var mı?

Geçtiğimiz 10 yılda dünyanın dikkati, küresel ekonominin potansiyel olarak yeni büyüme alanlarına kayıyor. Bu bölgelerdeki kaynaklar ve pazarlar için ciddi bir rekabet yaşanıyor. Mesela: Bir zamanlar dünyanın en büyük oyuncuları, Güneydoğu Asya’da rekabet ediyordu. Bugün ise benzer süreçleri Afrika’da gözlemliyoruz. Tabi jeopolitik rekabet sadece Afrika’da sürmüyor. İlk bakışta göze çarpmayan Arktik gibi bölgelerden bahsediyorum.
Arktik’teki ekonomik ve jeopolitik rekabet her geçen gün hızlanıyor. Bu bölge, henüz işlenmemiş derinliklerde muazzam bir zenginliği saklıyor. Son araştırmalara göre, dünyanın keşfedilmemiş petrol ve gaz rezervlerinin yaklaşık 22%’si burada bulunuyor.
Buzulların hızla erimesi, devasa petrol, gaz, nadir toprak metalleri yataklarına ve umut vaat eden lojistik rotalarına erişim sağlıyor. İklim değişikliği, bir zamanlar erişilemeyen bölgelerde ciddi bir jeopolitik çatışma arenası yaratıyor.
Arktik’teki en aktif rekabet içinde olanlar, elbette: Rusya Federasyonu, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve İskandinav ülkeleri olarak göze çarpıyor. Örneğin: ABD, şu an buzkıran filosu kurmaya başladı ve bölgedeki etki alanını genişletmeye çalışıyor. Bu nedenle Grönland ve Kanada ile karşılıklı bir ihtilaf sürecine girdiler. Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesinin ardından en önemli gündemlerinden birisi de Kuzey Bölgelerindeki kaynaklar oldu.
Pekala Rusya’nın da Arktik’teki en güçlü ve en geleneksel aktörlerden biri olarak kabul gördüğünü eklemek lazım. Moskova, tarih boyunca Arktik’in çok büyük bir bölümünü kontrol etti ve etmeye de devam ediyor. Arktik’teki hidrokarbonların ve diğer kaynakların çıkarılması için büyük ölçekli projelere ek olarak Rusya, küresel öneme sahip yeni bir lojistik rotası olan Kuzey Denizi Deniz Yolu için de çalışmalar gerçekleştiriyor.
Bu stratejik rota, Arktik’te Rusya’ya ait olan sulardan geçerek, uluslararası ticaret için yepyeni fırsatlar sunuyor. Nitekim Rusya’da bu konuya ciddi önem veriyor ve üzerine istişareler gerçekleştirmek için düzenli olarak Uluslararası Arktik Forumu ve Doğu Ekonomik Forumu’nda bu konuya özel bir panel gerçekleştiriyor.
Bu etkinlikler, Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlara ve sözde izolasyonuna rağmen her sene yüzlerce yabancı katılımcıların gelmesiyle birlikte uluslararası işbirliğini de geliştiriyor.
Bu seneki Uluslararası Arktik Forumu, yeniden Rusya’nın Murmansk şehrinde düzenleniyor. Etkinliğe Rus uzmanlar ve küresel çaptaki şirketlerin temsilcilerinin yanı sıra; Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden birçok temsilci katılıyor.
Şu sıralar Avrupa ile Asya arasındaki ana lojistik hattı Pasifik ve Hint Okyanus rotalarının yanı sıra Süveyş Kanalı ve Akdeniz’den geçmektedir. Ancak Kuzey Denizi Rotası, küresel lojistik konusunda devrim niteliğinde değişiklikler yapabilir ve lojistik maliyetlerinde önemli bir azalma sağlayabilir.
Örnek verecek olursak: Süveyş Kanalı üzerinden Yokohama ve Rotterdam arası 11.000 Deniz Milidir ve yaklaşık 33 gün sürer. Kuzey’deki alternatif rota ise mesafeyi 7.000 Deniz Miline ve 20 güne düşürüyor.
Moskova’nın planlarına göre geliştirilen yeni rota, geleceğin ekonomisinin temelini oluşturan Kuzeydeki petrol, gaz ve nadir toprak metallerine erişimi kolaylaştıracak. Bu proje, Rusya’nın Arktik’teki lider ulaşım gücü olma konumunu pekiştirmek adına yeni limanlar, bir buzkıran filosu ve navigasyon sistemlerinin inşasını öngörüyor.
Moskova, kısa bir süre önce bu projeye 24 Milyar ABD Doları yatırım yapmayı planladığını duyurdu. Böylece, 2035 yılına kadar Kuzey Deniz Rotası tam kapasitesine ulaşarak mevcut deniz koridorlarına güçlü bir alternatif haline gelecek.
Diğer küresel aktörler Moskova ile rekabet etseler de, Rusya ile etkileşimlerini artırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, Rusya Federasyonu’nun siyasi ve ekonomik izolasyonu yönündeki söylemler dünya kamuoyuna sunulsa da, gerçekler farklı bir tablo ortaya koyuyor.
Örneğin: Amerikan madencilik şirketleri uzun yıllardır Rusya’nın Kuzey bölgelerinde faaliyet göstermeye devam ediyor. Ayrıca, Trump İktidarı döneminde Moskova’ya uygulanan yaptırımlar kademeli olarak gevşetildi veya tamamen kaldırıldı. Bu durum, birçok şirketin Rusya pazarındaki konumlarını geri kazanmaya ya da güçlendirmeye çalışmasına yol açtı.
Öte yandan, yalnızca Kutup Bölgesi’ne kıyısı olan devletler değil, Arktik Okyanusu’ndan coğrafi olarak uzak ülkeler de bölgedeki araştırmalara ve yatırımlara katılım sağlıyor. Özellikle Çin, Arktik’teki Rus lojistik ve hammadde projelerine büyük ilgi gösteriyor. Çinli yetkililer ve şirketler, Kuzey Deniz Rotası’nı Avrupa limanlarına en avantajlı ulaşım güzergahı olarak değerlendiriyor. Son yıllarda Beijing, kendisini “Yakın Arktik Devleti” olarak konumlandırarak ilgili altyapı projelerine ciddi yatırımlar yaptı.
Bu gelişmelerin ışığında, diğer bölgesel ve küresel aktörlerin de Arktik yarışına katılması bekleniyor. Türkiye de bu süreçte belirli beklentilere sahip. Rusya’ya yönelik büyük ölçekli yaptırımlara rağmen, Türkiye enerji, ulaşım ve gemi yapımı gibi stratejik sektörlerde Moskova ile iş birliğini sürdürüyor.
Örneğin, birkaç yıl önce Rusya, Kuzey Deniz Rotası’nda faaliyet gösteren nükleer buzkıranlara bakım hizmeti vermesi için Türk şirketlerine bir onarım rıhtımı inşa etme işi verdi. 2021 yılında Moskova’nın bu tercihinin şaşkınlıkla karşılanmasının sebebi ise Çin’in sunduğu teklifin fiyat açısından daha cazip olmasıydı. Ancak, Rus yetkililer Çin’in Rus nükleer buzkıran teknolojisine olan aşırı ilgisinden endişe duyduğundan, Türkiye’nin projeye yalnızca ekonomik perspektiften yaklaştığı düşünülerek Türk tersaneleri tercih edildi.
Son yıllarda, Rusya ve Çin arasındaki iş birliği, Batı’nın uyguladığı yaptırımlar nedeniyle daha da güçlendi. Bu süreçte Amerikalılar, Moskova’nın Çin’e yakınlaşmasının etkilerini yeni yeni fark etmeye başlarken, Rusya ile ilişkilerini geliştirmek için girişimlerde bulunuyor. Ancak, Rus makamlarının ABD ve Çin’in Arktik bölgesindeki etkisini artırmasından duyduğu endişeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin Kuzey Deniz Rotası projesinde daha fazla yer alması olası görünüyor.
Bu bağlamda, Türk işletmeleri için birkaç önemli fırsat alanı mevcut. İlk olarak, Türk-Rus ortak gemi inşa projeleri öne çıkıyor. Örneğin, Sefine Tersanesi’nde inşa edilen bir Rus kurtarma buzkıranının 2025 yılında tamamlanması planlanıyor. Bu olumlu deneyimin ardından, Türkiye diğer ilgili projelere de katılma isteğini dile getirebilir.
Olası seçeneklerden biri, Rusya’nın doğu bölgelerindeki Zvezda Tersanesi’dir. Bu büyük ölçekli kompleks, Arktik petrol tankerleri, gaz taşıyıcıları ve dünyanın en büyük nükleer buzkıranlarının üretimi için tasarlanmıştır. Hem Batılı ülkeler hem de Çin bu projeye ilgi gösterirken, Türkiye de gemi inşa alanındaki tecrübesiyle katkıda bulunabilir.
Ayrıca, Türk şirketleri liman altyapısı inşasında da uzmanlaşmış durumdadır. Türkiye, Akdeniz ve Karadeniz limanlarındaki projelere sürekli olarak ilgi göstermektedir. Aynı zamanda, Türkiye’nin geliştirdiği birçok inşaat çözümü, Arktik koşullarına da adapte edilebilir. Dolayısıyla, Türkiye, Arktik liman altyapısının inşası aşamasında da önemli bir rol oynayabilir.
Ancak, bu noktada Türkiye’nin en büyük rakibi, Kuzey Deniz Rotası’nın gelişiminde başlıca paydaş olan Çin olacaktır. Bunun yanı sıra, Batılı şirketlerin de Arktik ulaşım rotalarına dahil olma çabaları göz ardı edilmemelidir.
Batı’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların yalnızca politik nitelikte olduğu ve zamanla değişebileceği unutulmamalıdır. Nitekim, 2025’in başlarından itibaren Rusya ile ABD arasındaki gerilimin azaldığı gözlemlenmektedir. Vaşington, Moskova ile iş birliğinin gerekliliğinin farkına vararak Arktik’teki ulusal çıkarlarını koruma yoluna gitmektedir.
Bu durumda Türkiye, Rusya için dengeleyici bir aktör rolü üstlenebilir. ABD ve Çin arasındaki rekabetin sürdüğü bu ortamda, Rusya’nın bu ülkelerin Arktik’teki etkisini artırmak istememesi, Türkiye’ye önemli bir fırsat sunmaktadır.
Türkiye, özel bir yatırım politikası ile yeni küresel lojistik zincirlerine dahil olabilir. Ancak, bu süreçte Rusya’ya yönelik ikili liman ve gemi inşa projeleri sunularak Arktik bölgesindeki varlığın bir an önce artırılması gerekmektedir. Aksi takdirde, bu alan hızla Pekin ve Vaşington tarafından ele geçirilecektir.
GÖRÜŞ
Husiler’in Savaşı: “Altıncı Orta Doğu Savaşı” ve Filistin Anlatısı

Yerel saatle 20 Mart gecesi saat 23.00’te, benim bindiğim Yemen Havayolları IY647 sefer sayılı uçak, yağmur altında Ürdün’ün başkenti Amman’daki Kraliçe Aliya Uluslararası Havalimanı’ndan havalandı. Aynı zamanda Ürdün’ün batısındaki İsrail yeniden hava saldırısı alarmı verdi. İddiaya göre Yemenli Husiler İsrail’in en büyük kenti Tel Aviv’e füze fırlattı ve bu füze başarıyla engellendi. Yaklaşık iki saat sonra, neredeyse iki yüz yolcu taşıyan IY647 sefer sayılı Boeing yolcu uçağı, ışıl ışıl parlayan Yemen’in başkenti Sana üzerinden alçaktan süzülerek güvenli şekilde iniş yaptı. Ev sahibi bizi uzun şehir yollarından geçirerek taşıdı ve sonunda Şaba Oteli’ne yerleştirdi. Ramazan ayı neredeyse yarılanmıştı, bu gizemli ve savaş cephesinde yer alan Arap ülkesinin başkenti, günün en hareketli, en gürültülü anını yaşıyordu. Hiçbir savaş emaresi yoktu, ya da denebilir ki gece karanlığı savaşın dumanını ve yıkımını örtmüştü. Genel olarak bakıldığında, Sana’daki altyapı fazlasıyla eskiydi, bana 25 yıl önce uzun süre kaldığım Filistin’in Gazze Şeridi’ni hatırlattı.
21’i sabaha karşı, Husiler bir gün önce İsrail’e “Filistin-2” tipi hipersonik füze fırlattıklarını ve Tel Aviv’in güneyindeki İsrail askeri hedefini “başarıyla vurduklarını” ilan ettiler. “Terlikliler ordusu” olarak alay edilen Husiler’in hipersonik füze üretebiliyor olması, gerçekten teknolojik gelişimin ne kadar hızlı ve yaygınlaştığını insana düşündürüyor. Eskiden yalnızca birkaç büyük gücün sahip olduğu bu tür saldırı ve savunma silahlarının artık tekel olmaktan çıktığı izlenimini veriyor ve insanda “vaktiyle sarayda uçan kırlangıçlar, artık sıradan insanların evine konuyor” hissi uyandırıyor.
Husilerin internet fenomeni sözcüsü Yahya Saree, bunun 24 saat içinde Yemen topraklarından İsrail topraklarına yapılan ikinci füze saldırısı olduğunu vurguladı. Gözlemciler, bunun aynı zamanda İsrail’in Gazze’ye hava saldırılarını yeniden başlatması ve yerel kara harekâtı yapmasının ardından, Husilerin İsrail topraklarına yönelik son dönemdeki ilk saldırısı olduğuna dikkat çekti. İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri harekâtı şu ana kadar yaklaşık bin Filistinlinin ölümüne yol açtı.
Husiler İsrail topraklarına saldırmadan önce, kısa süre önce ABD’nin Kızıldeniz’deki donanmasıyla çatışmaya girmişti. Bunun sebebi hâlâ İsrail-Filistin çatışmasıydı. Bu ayın 7’sinde, Husiler İsrail’i uyardı: Eğer dört gün içinde Gazze Şeridi’ne yönelik insani yardım kısıtlamalarını kaldırmazsa, Kızıldeniz bölgesinden giriş-çıkış yapan İsrail’e ait gemilere saldırılara yeniden başlayacaklardı. O sırada, İsrail ile Filistin İslami Direniş Örgütü Hamas arasındaki ikinci tur ateşkes müzakereleri çıkmaza girmişti. 10’unda, Husilerin verdiği dört günlük “son uyarı” süresi henüz dolmadan, İsrail hükümeti ön alarak Gazze Şeridi’ne elektrik tedarikini kesti ve böylece Hamas’a baskı yapmaya çalıştı. Bunun üzerine, Husiler Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarını yeniden başlattı.
Husiler’in Hamas’a arka çıkması, Filistin halkı için öne atılması, doğal olarak İsrail’i koşulsuz kayıran ve koruyan Amerika’yı öfkelendirdi. 15’inden 19’una kadar, ABD Başkanı Trump’ın emriyle Kızıldeniz’deki “Truman” uçak gemisi filosu, Husilere yönelik son dönemin en büyük çaplı hava saldırısını gerçekleştirdi; özellikle radar, hava savunma, füze ve İHA sistemlerini hedef aldı. Hava saldırısı Sana, Kızıldeniz kıyısındaki Hudeyde kenti ve Husilerin “ana karargâhı” olan batı sınırındaki Saada vilayetini kapsıyordu. Husiler de buna karşılık olarak, füze ve İHA’larla ABD donanmasına ait deniz hedeflerine saldırdı.
Bu süreçte İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik büyük çaplı kara ve hava saldırılarına hızla yeniden başladı, Gazze’nin kuzey-güney ulaşımını kesebilen “Netzarim Koridoru”nu yeniden kontrol altına aldı. Amerikan ve İsrail medyasına göre, İsrail Gazze’deki savaşı yeniden başlatmadan önce ABD’yi bilgilendirmiş ve Trump yönetiminden açık destek almıştı. İsrail Başbakanı Netanyahu, bu saldırının “sadece bir başlangıç” olduğunu ifade etti. Gazze’deki savaşın yeniden başlamasıyla birlikte, daha önce İsrail koalisyon hükümetinden ayrılmış olan aşırı sağcı partiler yeniden hükümete katıldıklarını açıkladı. Bu nedenle, analizciler Netanyahu’nun sarsılan koalisyon hükümetini kurtarmak amacıyla rehinelerin güvenliğini hiçe sayarak, ikinci aşama müzakereleri bilerek sabote ettiğini, savaş çıkararak eski koalisyon ortaklarını geri kazanmayı ve böylece kendi siyasi hayatını uzatmayı, kabinenin çökmesinden sonra “Aksa Tufanı” baskını nedeniyle İsrail’in uğradığı büyük kayıplardan ötürü siyasi ve hukuki sorumluluk almaktan kaçınmayı hedeflediğini değerlendiriyorlar.
Trump tekrar iktidara gelmeden önce, Hamas ve Lübnan Hizbullahı’nın ağır darbeler almasıyla, özellikle Şam rejiminin beklenmedik şekilde el değiştirmesi sonrasında, Doğu Akdeniz’deki jeopolitik yapı önemli değişiklikler gösterdi. Bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Orta Doğu Savaşı” sanki sona eriyormuş gibi görünüyordu. İsrail-Filistin tarafları, Amerika, Arap dünyası ve hatta uluslararası toplumun odak noktası, çok boyutlu şekilde Gazze’nin yeniden inşasına kaymıştı. Husiler de bir dönem Kızıldeniz bölgesindeki İsrail hedeflerine yönelik saldırılarına ara verdi. Ancak, Gazze’de ikinci tur ateşkes müzakerelerinin başarısız olması ve yeni çatışmaların patlak vermesi, “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın sadece bir duraklama dönemine girdiğini, aslında henüz tamamen sona ermediğini, şu anda ana savaş alanı ve temel rakibin değiştiği yeni bir aşamaya girdiğini gösteriyor.
İsrail açısından bakıldığında, İsrail ordusunun bir yılı aşkın süredir tüm gücüyle yürüttüğü güney seferi sonucunda Hamas büyük ölçüde çökertildi; ardından iki aylık yoğun kuzey harekâtı ile Hizbullah’a ağır darbeler indirildi ve beklenmedik şekilde Beşar Esad rejimi çöktü, “Şii Hilali”nin kuzeybatı kanadı tamamen düştü. Üçüncü aşamadaki kilit hedef, Gazze’de Hamas’ın varlığını kökten ortadan kaldırmak ve Amerika’nın eliyle Hamas’a güçlü destek veren Husiler ile İran’ı ağır şekilde vurmak.
Hamas’ın bakış açısından, lider kadrosunun büyük kısmı ve ana savaş gücünü kaybetmiş, Filistin halkı da büyük bedeller ödemiş olsa da, Hamas yönetim temelini ve mücadele meşruiyetini yitirmemiştir. Hâlâ Gazze’nin yeri doldurulamaz etkin yöneticisidir. Birinci aşamadaki ateşkesten sonra Hamas, binlerce polis ve güvenlik görevlisini sokaklara çıkararak düzeni sağladı, bu da gücünün hâlâ var olduğunu, kolay kolay sahneden çekilmeyeceğini ve “meşru direniş” ile “Filistin davası” bayraklarını yüksek tutarak Gazze’yi savunmaya ve yeni dönemde Gazze’nin siyasi, güvenlik ve ekonomik yeniden inşasına katılmaya istekli olduğunu gösterdi.
Amerika açısından, Trump İsrail’in savaş arabasına uzun süre bağlanmak istemiyor. Ancak ulusal çıkarlar, kişisel dostluklar ve dini inançlar nedeniyle, Netanyahu hükümeti ile İsrail’i korumak ve kollamak zorunda kalıyor. Bu yüzden Trump, Filistinlilere ve Arap dünyasına baskı yapmak için “Gazze’yi boşaltma” planını devreye soktu, Husilere karşı ağır darbeler indirerek İsrail üzerindeki baskıyı hafifletti ve İran’a açık şekilde uyarı ve tehditlerde bulunarak—ki bu ülke sözde “büyük destekçi” olarak görülüyor—nihai olarak İsrail-Filistin savaşını durdurmak, Orta Doğu’da tansiyonu düşürmek ve Amerika’nın bölgeye olan yoğun ilgisini azaltmak istiyor.
İran açısından bakıldığında, bir yılı aşkın süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı” yalnızca İsrail ile iki kez doğrudan çatışmaya neden olmadı, aynı zamanda ülkeyi neredeyse tam ölçekli bir savaşa sürükledi. Bununla birlikte, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan jeopolitik çift yapı da derin yaralar aldı. İran, tarihi bir siyasi ve diplomatik yenilgi yaşadı; son kırk yılı aşkın süredir yaptığı tüm yatırımlar ve “Arap Baharı” sonrasındaki nüfuz alanı, neredeyse bir gecede kayboldu. Bu da İran’ın mevcut politikalarının meşruiyetini ve rejimin meşruluğunu tehlikeye atabilir. Son aylarda İran hâlâ sert bir diplomatik duruş sergilemekte, başta Filistin’e destek vermek ve İsrail ile Amerika’ya uyarılarda bulunmak temel söylem olarak öne çıkmakta. Bu ise, tersine İsrail ve Amerika’yı iş birliği yaparak Gazze savaşı çevresinde fırsatı değerlendirmeye ve “Şii Hilali” ile “Direniş Ekseni”ni tamamen ezmeye teşvik etmektedir.
Husiler açısından bakıldığında, ilk hedefleri İran tarzı bir rejim kurmak olduğundan, İran’ın dış politika ve siyasal söylemini ödünç almaları ve sürdürmeleri kaçınılmazdı. Bu da, Filistin bayrağını yükseltmeleri ve Filistin anlatısı çerçevesinde hareket etmeleri gerektiği anlamına geliyor; böylece Şii milis olmaktan kaynaklanan doğuştan gelen dezavantajlarını aşmaya çalışıyorlar. Ancak Husiler, İran’ın sahip olmadığı bir söylem özgüvenine sahipler. Çünkü Filistinliler de, Husiler dahil Yemenliler de aynı kökten gelen Araplardır. Husi hareketi başladığından beri uzun süre sadece hayatta kalmaya çalıştı ve başka meselelerle ilgilenemedi. 2014’te iç savaşın patlak vermesiyle güç kazanmaya başlayan Husiler, uzun süre boyunca Suudi Arabistan ve “İslam Onlusu” tarafından desteklenen uluslararası meşruiyete sahip Yemen hükümetiyle iktidar mücadelesine odaklandılar ve bu yüzden İsrail-Filistin çatışmalarına karşılık verecek ne zamanı ne niyeti oldu.
Ancak artık Husiler, ülkenin üçte birini, nüfusun üçte ikisini ve Kızıldeniz kıyısının üçte ikisini kontrol ederken; başkent Sana ve Hudeyde gibi büyük kentlere sahipken; Suudi Arabistan ve BAE’yi derinlemesine vurabilecek seyir füzeleri ve İHA’lar geliştirirken, liderlerinin vizyonu belirgin şekilde genişledi. Hayalleri büyüdü, jeopolitik iştahları eskisiyle kıyaslanamayacak kadar arttı. Bu nedenle 2023 Ekim’inde Hamas’ın “Aksa Tufanı” saldırısını başlatmasının ardından, Husiler zamanlamayı iyi ayarlayarak askeri eylemlere girişti, resmen “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”ne katıldı ve Doğu Akdeniz savaş cephesi dışında, Kızıldeniz’de yeni bir savaş alanı açarak “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın büyük güney cephesini oluşturdu.
Belirli bir bakış açısından bakıldığında, “iktidar silahın namlusundan çıkar” anlayışına sıkı sıkıya inanan Husiler, savaşçı yeteneklerine olan güvenleriyle, kabilelerle dolu, halkı sade ama sert olan ve çölün enginliğine sahip anayurtları Yemen’i ikinci bir Afganistan olarak görmektedir. Onlara göre, ABD ne olursa olsun yüz binlerce asker gönderip bir çıkarma harekâtı başlatmaya cesaret edemez; sadece uzun menzilli hava saldırılarına bel bağlayabilir. Oysa bu tür hava saldırıları, Husilerin varlığını tehdit etmediği gibi, tersine bir tür “reklam etkisi” yaratarak, onları küresel kamuoyunda pan-İslamizm ve pan-Arap milliyetçiliğinin yeni kalesi olarak tanıtmaktadır. Bu durum, Husilerin siyasi meşruiyetini, mücadelelerinin haklılığına dair algıyı ve devletin birleşik bir yönetim altına alınmasının gerekliliğini pekiştirmektedir.
Her ne kadar Husiler, Filistin davasına desteklerini, Filistin halkının çektiği acılara duydukları ilgiyi ve Filistin anlatısını kendi idealleri ve intikam hedefleriyle doğrudan ilişkilendirmekte kamuoyu önünde pek açık davranmasalar da, şu sonuç çıkarılabilir: Böylesine büyük çaplı, hatta kendilerini ateşe atabilecek eylemlerde bulunmaları, İsrail ve ABD öncülüğündeki Batılı müttefiklerle karşı karşıya gelmeyi göze almaları, aslında uluslararası toplumu—özellikle de Arap Birliği’ni—Yemen’deki fiili iktidarlarını tanımaya zorlamak içindir. Hedefleri, Yemen’in siyasi yeniden yapılanma sürecinde liderlik rollerinin kabul edilmesi ve sürgündeki hükümete verilen desteğin son bulmasıdır. Dünyanın, Husilerin tek başına yönettiği yeni bir rejimi kabul etmese bile, en azından onların başrolde olduğu bir koalisyon hükümetini desteklemesi gerektiğini düşünmektedirler. Bu şekilde, on yılı aşkın süredir devam eden Yemen iç savaşı ve Kızıldeniz bölgesindeki istikrarsızlık sona erebilir.
Bu açıdan bakıldığında, Gazze’deki savaş ve barış sadece Filistin ile İsrail arasındaki bir mesele değildir; tüm Orta Doğu’nun ve hatta dünya siyasetinin bir parçasıdır. Bu zincirleme düğümü çözmek elbette kolay değildir; ancak en azından Gazze’de bir ateşkes sağlanması, bölgedeki ülkelerin ve siyasi güçlerin kullanabilecekleri bahaneleri ve kozları ortadan kaldırabilir, böylece Orta Doğu’daki liderlerin dikkatlerini kalkınma, işbirliği ve refah gibi daha büyük konulara yöneltmeleri mümkün olabilir.
Öte yandan, Husilerin hâkimiyetinde olan kadim Yemen—bir zamanların “mutlu diyarı”—bugün dünyanın en yoksul ve en geri kalmış ülkelerinden biridir. Husiler, yüzlerce kilometre ötede yaşayan Filistinlileri kurtarmak adına, füze, insansız hava aracı ve çeşitli askeri teçhizat geliştirmeye büyük bütçeler ayırırken, kendi halklarının yoksulluk sınırının altında yaşamayı sürdürmesine razı olmuşlardır. Oysa, ulusal sorumluluk taşıyan hiçbir liderin böyle bir öncelik sıralaması yapmaması gerekir. Fakat devrimci partiler ve devrimciler için, ulusal çapta iktidarı ele geçirmek ve birleşik bir hükümet kurmak, belki de en acil siyasi istek ve görevdir. Husi hareketi ve liderleri de bu büyük iktidar cazibesinden kendilerini kurtarabilmiş değildir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
ORTADOĞU3 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 2
-
DİPLOMASİ4 gün önce
Politico: İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen AB, Türkiye’ye para göndermeye devam edecek