Bizi Takip Edin

Dünya Basını

‘Sonluluklar’ kapitalizmi: Ne savaş, ne barış

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale aslında bir kitap tanıtımı. Bununla birlikte, küresel kapitalizmin yeni dönemine ilişkin mühim ipuçları sunan bir kitaba atıf yapıyor. Branko Milanovic’in aktardığı yazarın iddiası, kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” dönemlerinin, merkantilist dönemlerine göre daha az süreyi kapsadığına işaret ediyor ve Alfred Mahan’dan mülhem bir şekilde, denizlerdeki egemenliğin ve “jeopolitiğin” şu anda yeniden önem kazandığına işaret ediyor. Yazar, içine girdiğimiz döneme “sonluluklar kapitalizmi” diyor. Milanovic, bu dönüşüme katılsa da, nedenine ilişkin önemli bir şerh düşüyor: kaynakların sınırlı olduğuna dair aniden gelen aydınlanma, kaynakların gerçekten kıt olduğunun ortaya çıkmasından değil, ABD’nin Çin ve Asya’nın yükselişinden duyduğu siyasi kaygının sonucudur.


Sonluluklar kapitalizmi: kötümserlik ve savaşkanlık

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
20 Mart 2025

Bugünlerde neoliberal küreselleşme döneminin sona erdiğine dair yaygın bir görüş var (Bu konuyu burada yazmıştım.) Neoliberalizmin yerini ne tür bir uluslararası ve yerel sistemin alacağı ise çok daha az açık. Görünürde pek çok aday var çünkü Yogi Berra’nın deyimiyle, özellikle gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak zordur. Ne var ki iktisat tarihi yardımcı olabilir. Fransız iktisatçı Arnaud Orain’in yeni kitabı, son dört yüzyılda dünya kapitalizminin döngüsel doğasına bakarak bizi bu yöne götürüyor. Orain’e göre, serbest ticaretten merkantilizmin karakteristik özelliği olan “silahlı ticarete” doğru kapitalizmin periyodik yeniden düzenlemelerinden birine giriyoruz. Dahası, Orain’in kapitalizm okumasında, laissez-faire ve serbest ticaret dönemlerine göre daha yaygın olan merkantilizm dönemleri. Orain bu tür üç (merkantilist) dönemi ele alır: Avrupa’nın dünyayı fethi (17. ve 18. yüzyıllar), 1880-1945 ve günümüz.

Merkantilizmin en önemli özelliği, ticareti ve belki de genel olarak iktisadi faaliyetleri sıfır toplamlı bir oyun olarak görmesi ve ne tam barış ne de tam savaş içinde olan bir dünya yaratmasıdır. Merkantilizmin normal durumu, ister silahla isterse de diğer birçok zorlayıcı araçla (korsanlık, etnik temizlik, kölelik vb.) olsun, sürekli çatışmadır. Merkantilizm (i) malların taşındığı yolların kontrolü anlamına gelir ki bu geçmişte olduğu gibi şimdi de okyanusların kontrolü anlamına gelir, (ii) üretim ve ticaretin dikey entegrasyonunun tercih edilmesi anlamına gelir ki bu da tekeller ve monopsoniler¹ anlamına gelir ve (iii) ya hammadde ve gıda kaynağı olarak (özellikle Malthusçu ideolojiler devreye girdiğinde) ya da deniz gücünü tamamlamak için liman ve antrepolar şeklinde toprak için mücadele anlamına gelir. Kitap bu doğrultuda üç bölüme ayrılmış (her biri iki bölümden oluşuyor) ve önceki iki merkantilist dönemdeki denizcilik rekabeti, tekeller ve toprak gaspları sırasıyla inceleniyor. Bu, denizler ve topraklar için verilen bir mücadele; dolayısıyla kitabın adı da Le monde confisqué’dir [El Konulmuş Dünya].

Ana ideolojik rollerden biri, Orain’in iki “yasa” olarak tanımladığı şeyi formüle eden Amerikalı deniz stratejisti Alfred Mahan’a verilmiştir. Bu yasalardan ilki, bir ülkenin, Çin’in şu anda olduğu gibi büyük bir mal üreticisi olmaktan, bu malları yurtdışına göndermeye ve dolayısıyla deniz yollarını kontrol etmeye ihtiyaç duymaya doğru doğal bir ilerleme olduğunu savunur. Bu ülke bir deniz gücü ya da ideal olarak bir deniz hegemonu haline gelmelidir. Ayrıca donanma konuşlanmasını desteklemek için bir dizi antrepo yaratması gerekir. Mahan’ın ikinci yasası, ticaret ve savaş donanmaları arasında net bir fark olmadığıdır. Ticaret “silahlı” olduğu için, ikisi arasındaki ayrım büyük ölçüde ortadan kalkar ve Orain, Hollanda, İngiltere, İsveç, Danimarka ve Fransa filolarının ister ticari ister savaş filosu olsun her iki rolü de oynadığı birçok tarihi örnek sunar. Bu da genel “ni guerre, ni paix” [ne savaş, ne barış] atmosferini oluşturur. Savaşların “tous azimuts”² olduğu söylenebilir ama derinliği yoktur.

Merkantilizm, Orain tarafından ortaya atılan (ya da belki de icat edilen?) ve doğal kaynakların sonlu olduğunun farkına varılması ya da ekonomik faaliyetin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanması anlamına gelebilecek çok hoş bir terim olan “sonluluklar” kapitalizmidir (Bu konuya incelemenin sonunda döneceğim.) Serbest ticaret, ima yoluyla, dünyaya bakışımızın daha geniş, daha kapsamlı ve daha iyimser olduğu dönemlere karşılık gelir: herkese (eninde sonunda) yetecek kadar olduğuna inanma eğiliminde oluruz. Merkantilizm ise öyle bir dünyadır ki, kitabın sonuç cümlesinde olduğu gibi, “herkese yetmeyecektir”.

Orain, 17. ve 18. yüzyıllarda yabancı topraklarda Avrupa’nın fethi ve Avrupa içi “yarı-savaşlar” hakkında olağanüstü zengin bir tarihsel tablo sunuyor. Hollandalı, İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan, Batı Afrika ve benzerleri gibi şirketler kilit rol oynuyor. Orain, şirketlerin genellikle (en ünlüsü Doğu Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi) hükümet işlevlerini üstlendiklerini, yerel hükümetlerden “saltanat” haklarını aldıklarını ve fethedilen toprakların hükümetlerine kendilerini zorla kabul ettirdiklerini vurguluyor. O zamanki denizcilik rekabetinin genel hatlarını bilmeme rağmen, ilk iki bölümde benim için yeni olan (özellikle Fransızların Batı Afrika’yı fethiyle ilgili olarak) ve denizcilik stratejisine geçici bir aşinalıktan daha fazlasını gerektiren çok şey buldum. Halihazırda Çin ve devlet şirketleri (özellikle COSCO Denizcilik), Hollanda VOC’si ile İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan Şirketleri ile aynı yolda ilerliyor gibi görülüyor. Orain’e göre Çin de Mahan’ın ilk “yasasına” uyuyor: kıtasal bir endüstriyel güç olarak mallarını sevk etmek ve satmak için denizler üzerindeki etkisini genişletmelidir. Çin’in çeşitli filolarındaki niceliksel artışlar (gemi sayısı ve ticari ve savaş benzeri işlevler arasındaki karşılıklı çalışabilirlik) ve Amerikan filolarının buna karşılık gelen düşüşü vurgulanıyor: 1990’larda büyük gemiler üretebilen yedi ABD tersanesinden geriye sadece biri kalmıştır.

Ben iki konuya odaklanmak istiyorum. Birincisi, kapitalizmin merkantilist bir sistem olarak görülmesinin ima ettiği tamamen farklı bir iktisadi düşünce tarihi okuması. Forbonnais gibi Fizyokrasi öncesi Fransız yazarlar; VOC’nin hukuk danışmanı ve yabancılara ait gemilere el konulması da dahil olmak üzere silahlı ticareti meşrulaştıran Grotius; Gustav Schmoller ve Alman Tarih Okulu artık çok önemli referanslardır. Ortodoks kanondan sadece Smith (ki bence bu kaçınılmazdır çünkü yazıları serbest ticaret ile merkantilizm arasındaki ideolojik ve kronolojik sınır çizgisinde durmaktadır), Marx ve Schumpeter “hayatta kalmaktadır.” Ricardo, Marshall, Walras, genel denge kuramcıları, Keynes ve diğerlerinden neredeyse hiç bahsedilmiyor ya da bahsedilmiyor. Bu yazarın bir kaprisi değil. Bu, yazarın kapitalizmi bir zora dayalı üretim ve silahlı ticaret sistemi olarak okumasından kaynaklanıyor. Geleneksel eğitim almış bir iktisatçı tamamen farklı bir dünyaya giriyor: çarpık aynaların olduğu bir salonda olduğu gibi, birçok özellik tanıdık ama yeni ve görünüşte çarpık bir şekilde gösterilirken, diğerleri tamamen yeni.

Benim tek eleştirim (ama küçük bir eleştiri değil) Orain’in merkantilist “sonluluğa” geçişle ilgili açıklaması, özellikle de kitabın sonunda toprağın kontrolüyle ilgili; bu, kaynakların tükenebilir doğasından kaynaklanıyormuş gibi sunuluyor. Ben bunu inandırıcı bulmuyorum. Serbest ticaretten merkantilizme ve ticaretin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanmasına mevcut geçiş, doğal kaynakların mevcudiyetindeki gözlemlenebilir bir değişiklikten kaynaklanmıyor. Dünya son beş ya da yedi yıl içinde fiziksel anlamda “herkese yetmeyeceğini” aniden keşfetmedi. Aksine, bunu ideolojik anlamda keşfetti. Peki neden? Benim iddiam, sonluluklar kapitalizmine geçişin, yaklaşan gerçek kıtlıkların farkına varmamız nedeniyle değil, Çin’in ve daha genel olarak Asya’nın yükselişi nedeniyle gerçekleştiğidir. Uluslararası sahnede yeni ve büyük bir oyuncu olan Çin’in Batı’dan farklı bir siyasi sistemle yükselişi hegemonik bir meydan okumadır. Batı’nın farkına vardığı üzere neoliberal küreselleşmenin eskisi gibi devam etmesi, Çin’in nihai hakimiyetinin garanti altına alınması anlamına geliyor. Batı’nın gerileme algısı (eğer hiçbir şey değişmezse) Batı’yı daha radikal ve savaşkan bir duruşa itmiştir, çünkü “Çin için daha fazlası varsa bizim için daha azı vardır” düşüncesiyle dünya gerçekten de sınırlı olarak görülmektedir. Orain’in çok yerinde bir şekilde tanımladığı evrim, kaynak miktarındaki “gerçek” fiziksel değişimden değil, dünyadaki üstünlük için eski moda stratejik rekabetten kaynaklanmaktadır. Merkantilizme geçişin ardındaki nedenler “nesnel” ve fiziksel değil, siyasidir.

Not: Bu arada bu son nokta, yakında, Kasım 2025’te Penguin’s/Allen Lane’den çıkacak kitabım Great Global Transformation: National Market Liberalism in a Multi-polar World’ün [Büyük Küresel Dönüşüm: Çok Kutuplu Bir Dünyada Ulusal Pazar Liberalizmi] konusudur.


¹ Monopsoni: Tek alıcının birden fazla satıcının olduğu bir piyasaya hakim olduğu iktisadi durum. (ç.n.)
² (Fr.) Mecazen, tüm araçları kullanarak ve çok çeşitli hedeflerle ve olanca gücüyle. (ç.n.)

Dünya Basını

Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.


Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor

David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.

Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.

Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.

Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.

Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.

Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.

Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur.  Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.

Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.

Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.

Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.

Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.

Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.

Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.

Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.

Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.

Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.

Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.

Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.

Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Trump’ın anti-sosyal devleti

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, yalnızca bir yönetim değişikliğinin ya da partizan yönetişim tercihlerinin değil, devlet biçiminde yaşanan yapısal bir dönüşümün izlerini sürüyor. Trump döneminde ivme kazanan bu dönüşüm, toplumsal yeniden üretim süreçlerinden giderek çekilen, kamusal kaynakları sermaye lehine seferber eden ve idari aygıtı seçkinci bir patrimonyal hiyerarşiye indirgeyen bir devlet tasavvurunu resmediyor. Bu yeni konfigürasyon, klasik refah devleti kurumlarını tasfiye ederken aynı zamanda devletin cezalandırıcı kapasitesini merkezileştirmeye yöneliyor. Makale, bu dönüşümün yalnızca neoliberalizmin geç evresi olarak değil, otoriter bir yeniden inşa sürecinin organik bileşeni olarak da okunması gerektiğini savunuyor.

Türkiye bağlamından bakıldığında, bu çözümleme, yalnızca Amerikan siyasetinin güncel yönelimlerine dair fikir vermekle kalmıyor; aynı zamanda bizdeki siyasal ve kurumsal gelişmeleri de yeni bir mercekten değerlendirme olanağı sunuyor. İdari kapasitenin tasfiyesi, yürütme erkinin kişiselleşmesi ve kamu kaynaklarının dar bir sermaye çevresine tahsisi gibi eğilimler, Türkiye’de de farklı tarihsel dinamikler içinde vücut bulmuş durumda. Bu nedenle makale, yalnızca bir başka ülkenin krizine tanıklık etmeyi değil, içeriye dönük eleştirel bir gözle yeniden düşünmeyi teşvik ediyor.

Okuyucu, bu metinde yalnızca bir teşhis değil, aynı zamanda bir strateji tartışması da bulacaktır. Zira yazar, bugünün devletiyle girilecek her mücadelede, “devlet içinde ve devlete karşı” yürütülecek kolektif pratiklerin taşıdığı tarihsel ve siyasal imkânlara dikkat çekiyor. Bu bağlamda makale, günümüzün karmaşık hegemonik biçimlerine karşı geliştirilecek direniş stratejilerinin zeminini kurarken, eleştirel devlet kuramına katkı sunan önemli bir müdahale niteliği taşıyor.


Trump’ın anti-sosyal devleti

Melinda Cooper
Dissent
18 Mart 2025
Çev. Leman Meal Ünal

Henüz ikinci ayında, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin karakteri hakkındaki tüm şüpheler ortadan kalkmış durumda. Heritage Foundation’ın Mandate for Leadership: Project 2025 [Liderlik için Yetki: Proje 2025] başlıklı çalışması, bize ilk dönemdeki dağınık Trump’a kıyasla çok daha odaklı bir Trump portresi sunuyor. Bu proje, başkanın öfke patlamalarını sürekli bir enerji kaynağına dönüştürmenin ve düşünce baloncuklarını ardışık bir anlatıya dönüştürmenin yolunu bulmuş. Project 2025 olarak bilinen bu rapor, aslında Amerikan devletinin temelden yeniden inşası için bir plan ortaya koyuyor. Ancak bu hedefe ulaşmak için öncelikle mevcut devletin ve onun kamu görevlilerinden oluşan işgücünün yarattığı engellerin aşılması gerekiyor. Raporda devamlı tekrarlanan bir nakarat var: İdari devletin ortadan kaldırılması. Rapor, başkana her adımda fısıldayarak, yürütme erki sayesinde nasıl “sözde ‘işten atılamaz’” federal bürokratları tasfiye edebileceğini; israfa ve yolsuzluğa batmış daireleri kapatabileceğini; devletin her kademesindeki “woke” propagandasını susturabileceğini; Amerikan halkının idari devlet üzerindeki anayasal yetkisini yeniden tesis edebileceğini; ve bu süreçte sayısız vergi dolarını kurtarabileceğini” anlatıyor.

Project 2025, Trump’ın kabine üyelerinin her türlü fantezisini besliyor: Fosil yakıt endüstrisi, gayrimenkul ve Silikon Vadisi ile ayrıcalıklı bağları olan özel sermaye yatırımcıları ve girişimcilerden oluşan bu klik için rapor, başkanın federal arazileri fosil yakıt sermayesine nasıl açabileceğini ve iklim değişikliğiyle mücadeleye dair her türlü ilerlemeyi nasıl engelleyebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda, Federal Rezerv’in son kredi mercii olma işlevinden vazgeçerek altın ya da başka bir emtia karşılığına (belki de kripto paraya) serbest bankacılığa geri dönüşü nasıl sağlayabileceğini de ortaya koyuyor. Yine, Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı’nın ülkedeki kalan kamu konut stokunu nasıl satabileceğini ve düşük gelirli borçlulara yönelik desteği nasıl kesebileceğini de detaylandırıyor. Bu arada, başkandan Banka Mevduat Sigorta Kurumu’nun (bankaların iflasını önlemekle yükümlü bağımsız devlet kurumu) ve Tüketici Finansal Koruma Bürosu’nu (yakın zamanda dijital finans sektörünü dolandırıcılığa karşı düzenlemeye başlayan) feshetmesi isteniyor. Özetle, Project 2025, anti-sosyal devletin zirve noktasını temsil ediyor: Sosyal hak ve güvence sağlama görevinden tamamen çekilmiş ve tüm idari aygıtını aşırı zengin iş ortaklarından oluşan dar bir gruba teslim etmiş bir devlet biçimi bu.

Mandate for Leadership, Heritage Foundation’ın 1981’den beri yayınladığı “başkanlık kılavuzu” niteliğindeki el kitaplarının dokuzuncusu. Aslında bu serinin temel temaları hep aynıdır: Devleti küçült, düzenleyici tedbirleri azalt, ve solun kaynaklarını kes. 900 sayfayı aşan Project 2025, 1981 yılında Reagan’a sunulan belgenin kalınlığıyla yarışır. Ancak bu versiyonu öncekilerden asıl ayıran, güçlü yargı desteği varsayımı. Trump, ilk döneminde Federalist Society’nin onayını almış üç yargıcı Yüksek Mahkeme’ye atamıştı. Şimdi ise, başkanlık makamının “görev alanının dış sınırlarına” kadar uzanan eylemler için ona ceza kovuşturmasından muafiyet tanıyan 6’ya 3’lük bir muhafazakâr çoğunlukla çalışıyor. Project 2025’in sayfaları, halkın anlaması muhtemelen imkânsız olan karmaşık anayasa hukuku yorum ve değerlendirmeleriyle dolu. Ancak bu satırlar, idari devlete yönelik Federalist Society’nin yargısal eleştirisine ve onunla yakından bağlantılı olan “tekçi yürütme yetkisi” (unitary executive power) doktrinine aşina olanlar için gayet anlaşılır nitelikte.

Amerikan bağlamında 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan “idari devlet” terimi, ilk kez hukuki gerçekçiler tarafından modern, sanayileşmiş bir toplumun ihtiyaç duyduğu türdeki bürokratik yönetimi tanımlamak için kullanılan teknik tınılı bir kavramdır. İlericiler, Yeni Düzen’i (New Deal) modern idare hukukunun zirve noktası olarak gördüler. Hukuki muhafazakârlar ve liberteryenler açısından ise bu terim, çağdaş devlette yanlış olan ne varsa onu temsil eden bir kısaltma niteliğinde.

Son yıllarda idari devlete yönelik yargısal saldırı vites arttırmış durumda. Columbia Üniversitesi’nden liberteryen hukukçu Philip Hamburger, bu tırmanışta kritik bir rol oynadı. 2014 tarihli, idari tiranlığa dönük bir iddianame niteliği taşıyan, İdare Hukuku Hukuka Aykırı mı? (Is Administrative Law Unlawful) başlıklı çalışmasında modern devlet düzenleyicilerinin gücünü 17. yüzyıl İngiltere’sindeki kraliyet yetkileriyle kıyaslar. Trump’ın görevdeki ilk yılında Hamburger, “anayasal özgürlükleri idari devletin ihlallerinden korumak” iddiasındaki Yeni Medeni Özgürlükler İttifakı (NCLA) adlı bir kamu yararı hukuk firmasını kurdu. NCLA, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu (SEC) ile Çevre Koruma Ajansı (EPA) gibi devlet kurumlarına karşı davalar açmakta; bu çerçevede, Kongre’nin kural koyma yetkisini idari kurumlara devretmesine ilişkin yerleşik içtihatlara (sözde yetki devri doktrini – non-delegation doctrine) ve mahkemeler ile idare arasındaki hiyerarşik ilişkiye dair kurallara (yargısal takdir – judicial deference meselesi) meydan okumaktadır.

Başında bir üniversite profesörünün bulunduğu NCLA, kendisini yüksek bir “partilerüstü” imajı ile çizse de dava dosyalarına bakıldığında Koch tarafından fonlanan Americans for Prosperity ile bağlantısı ve açıkça partizan Cause of Action Institute ile koordineli hareket ettiği görülüyor. 2024 yılında, bu iki firma Loper Bright Enterprises v. Raimondo ve Relentless, Inc. v. Department of Commerce davalarını yürüterek mahkemelerin idari kurumların federal yasa yorumlama konusunda mahkemelerce esas alınmasını zorunlu kılan Chevron takdiri doktrininin tarihsel bir yenilgiye uğramasını sağladı. Sonuçta, iklim değişikliği veya finansal dolandırıcılık gibi konulardaki yorum çatışmalarında nihai yetki artık federal mahkemelere geçmiş oldu. Bu da demek oluyor ki, artık memnuniyetsiz bir petrol arayıcısı ya da bir hedge fon yöneticisi, faaliyet alanlarındaki kurumsal yetkiyi sorgulayarak doğrudan nihai hakem konumundaki Yüksek Mahkeme’ye başvurabilecek.

NCLA, gerici hukuk kurumsallığının seçkin isimlerini bünyesinde barındıran bir vitrin. Başkanı ve baş hukuk müşaviri Mark Chenoweth, daha önce Koch Industries’de şirket içi hukuk müşaviri olarak görev yapmıştı. Yönetim kurulunda ise, idari devlete yönelik ilk liberteryen eleştirilerden birini getirmiş olan ve Federalist Society’nin kurucu üyelerinden Gary Lawson, bir diğer önde gelen liberteryen hukukçu ve Federalist Society destekçisi Eugene Volokh gibi isimler yer alıyor. Bu kadro, Reagan devrimini “tamamlanamamış bir proje” olarak görerek nihayete erdirmeyi umuyorlar. Özellikle, Reagan’ın ilk döneminde baş hukuk danışmanı, ikinci döneminde ise adalet bakanı olarak görev yapan Edwin Meese III’ün mirasına derin bir saygı duyuyorlar. (Nitekim Lawson yakın bir zamanda Meese ile Trump tarafından atanan günümüz Yüksek Mahkeme yargıçları arasında doğrudan bir soybağı kuran bir övgü yazısına ortak yazar olarak imza atmıştı.)

Meese, Reagan’ın devlet düzenlemelerine yönelik saldırısının hem kilit destekleyicisi hem de Federalist Society’nin erken dönem hamilerinden biriydi. Adalet Bakanı olarak, Reagan dönemi yetkilileriyle iş birliği içinde EPA ve İş Güvenliği ve Sağlığı İdaresi gibi kurumların faaliyetlerini engellemeye çalıştı ve liberal kamu yararı hukukçularından gelen davaları savuşturdu. Reagan’ın atadığı bürokratlar, kendi sorumluluk alanlarındaki kurumlara yönelik usule ilişkin bir savaş yürütürken, Meese Adalet Bakanı sıfatıyla idari yetkiye dair radikal bir anayasa eleştirisi geliştirdi. 1985’e gelindiğinde, Federal Baro Birliği’ne hitaben yaptığı bir konuşmada, idari kurumların federal yasaları serbestçe yorumlama ve uygulama hakkını öne sürerek yasama ve yürütme erklerinin yetkilerini gasp ettiğinden yakınıyordu. Bu idari yetki genişlemesini, Anayasa’daki “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” olarak nitelendirmekteydi. Federal kurumlar, onun ifadesiyle, “ne ‘yarı’ bir şu ne de ‘bağımsız’ bir bu olabilirdi. Katı bir kuvvetler ayrılığı anlayışının şekillendirdiği doğrultuda, federal kurumlar yalnızca “yürütme erkine bağlı temsilciler” olabilirdi ve yürütme yetkisi de yalnızca başkana aitti. Meese’in yönetimindeki Adalet Bakanlığı tam da bu nedenle, anayasanın II. maddesindeki yetki verme (vesting clause) ifadesini abartarak başkana kralvari, mutlak bir yürütme yetkisi atfeden “tekçi yürütme” (unitary executive) teorisyenlerinin bir sığınağına dönüştü.

Meese’in anayasa hukukunu yeniden biçimlendirme arzularına rağmen, “Reagan devrimi” nihayetinde yargı cephesinde başarısızlığa uğradı. Reagan kabinesindeki üst düzey isimler, EPA gibi gözden düşmüş federal kurumları felç etmek için ellerindeki tüm usul hilelerini kullandılar, ancak idari devlete yönelik sağ kanattan gelen bu saldırılar, mahkeme duvarlarına tosladı. Bir muhafazakâr hukuk kuramcısının sitemle belirttiği üzere, mahkemeler “modern idari devletin yönetici ortağı” haline gelmişti.

Neredeyse yarım yüzyıl sonra, Federalist Society artık fiilen Yüksek Mahkeme’yi ele geçirmiş durumda. Mahkemedeki muhafazakar çoğunluk, idari devletin anayasal eleştirisine vakıf olup sağcı kamu yararı avukatlarının önüne serdiği neredeyse her davaya onay mührü basıyor.  Yakın tarihli üç davada—Lucia v. SEC, SEC v. Jarkesy ve Loper Bright—mahkeme, kurumların tüketici haklarını düzenleme, karara bağlama ve uygulama konusundaki bağımsız yetkilerini büyük ölçüde budadı. Bu kararlar, tüm federal düzenleyici kurumları ileride açılacak davalar için içi mayın dolu bir tarlanın ortasına bırakmak demek aslında.

Bu arada, sağcı hukuk kuramcıları “tekçi yürütme” teorisinin dayanaklarını daha da incelikli hale getirip kapsamını genişleterek başkana yalnızca idari değil, yasama organı tarafından da itaat edilmesini zorunlu kılan bir noktaya kadar getirdiler. En son olarak, Project 2025’in ortak yazarı Russell Vought tarafından 2021’de kurulan Center for Renewing America adlı düşünce kuruluşundaki akademisyenler, Anayasa’nın II. Maddesi’nin başkana Kongre tarafından ayrılan bütçeleri askıya alma veya iptal etme hakkı verdiğini öne süren bir görüş ortaya atmışlardı -yani başkanın, herhangi bir devlet kurumu veya programının fonlarını istediği zaman kesebilmesini savunuyorlar. Trump geçmişte Kongre tarafından onaylanmış bütçeleri harcamayı reddetmişti. Elon Musk, bu kez Trump’ın aynı şeyi yeniden yapmasını ve bunu yeni icat edilen “bütçe iptali” (impoundment) yetkisi sayesinde bunu daha büyük ölçekte gerçekleştirmesini umuyor. Oysa Trump’ın bunu yasal olarak gerçekleştirebilmesi için 1974 tarihli Tasarruf Kontrol Yasası’nı baştan aşağı yeniden düzenlenmesi gerekir; muhafazakâr hukukçular, bunun için gerekli anayasal argümanlara sahip olduklarına inanıyorlar. Clarence Thomas, Neil Gorsuch, Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett, hepsi de “tekçi yürütme” teorisinin çeşitli versiyonlarını destekleyen görüşler kaleme aldılar. Bu yargıçların, Trump’ın yürütme erkine dair fantezilerini ne ölçüde meşrulaştıracakları ise hâlâ merak konusu.

Trump’ın ikinci döneminin tek gerçek sürprizi ise Elon Musk’ın her yerde oluşudur. Bu defa Trump, teslis biçimini almıştır: öngörülemez baba, kutsadığı oğlu Musk’ı yeryüzündeki işlerini denetlemek üzere gönderirken bu esnada, sosyal medya platformu X, Trumpçı ruhunu takipçilerinin bedenine üflemektedir. Sonuç, ne yazık ki, çok daha güçlü bir Trumpçılıktır.

Tüm yıkıcılığına rağmen Project 2025, yalnızca devleti imha etmeye yönelik bir kılavuzdan ibaret değil. En az yapıbozuma uğratmak kadar, devleti yeniden inşa etme arzusunu da içinde taşıyor. Nitekim sayfalarında, ekonomik liberteryenliğin yakılmış yıkıntıları arasından, en “paleo” [ilkel] kişisel ve otokratik yönetim biçimlerinin yükseldiği aşırı sağ bir devlet kuramının ana hatları beliriyor. Trumpçılık, dünyayı dönüştürmeyi hedeflerken, bunu en arkaik toplumsal yapıların, yani ırksal, cinsel ve sınıfsal tahakküm ilişkilerinin yeniden tesisi için yapmaktadır. Her devrimci muhafazakârlık projesinde olduğu gibi, yeni bir anayasa ve yeni bir epistemoloji gerektiriyor. Anayasal yorum, doğrudan uydurma ve masalsı anlatılar lehine bir kenara itiliyor. Deneysel bilgiye gelince, iktidar için varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor ve mümkün olan her yerde teokratik dogma ve başkanlık kararnameleriyle ikame edilmeye çalışılıyor (Trump’ın fen bilimlerine karşı yürüttüğü olağanüstü saldırı buna örnektir).

Project 2025, devletin yeniden dağıtımcı ve sosyal koruma işlevlerini felç etmeyi ne kadar istiyorsa, onun geniş bürokratik yetkilerini susturma, tehdit etme ve sınır dışı etme amacıyla kullanmayı da o denli arzuluyor. Ve dahası bu yetkileri başkanın kişisel yetkisi altında toplamayı hedefliyor. Raporda kürtaj ilaçlarının yasaklanması ve kürtaj klinikleri önündeki protestoların suç olmaktan çıkarılması da öneriliyor. Sınırların askerileştirilmesi ve göçmen gözaltı merkezlerinin genişletilmesi savunuluyor. ICE’ın, ülkedeki tüm kağıtsız göçmenlere karşı “hızlandırılmış sınır dışı” prosedürünü kullanabilmesi talep ediliyor. Columbia Üniversitesi öğrencisi ve green card sahibi Mahmoud Khalil’in gözaltına alınması ve sınır dışı edilme girişimi, Trump’ın bu konuda çok daha ileri gitmeye hazır olduğunu teyit ediyor nitekim.

Trump’ın federal güvenlik aygıtına yönelik saldırısı, onun otoriter niyetlerinin şimdiye kadarki en ürkütücü işareti. Pentagon ve FBI’ın üst düzey yetkililerini tasfiye edip yerlerine sadık çevrelerden oluşan yeni isimler atayarak, devletin şiddet tekeli üzerinde kişisel bir kontrol kurmayı hedefliyor. Böylece, bu gücü istediği herkese karşı serbestçe kullanabilecek. Kısacası, gerçekten “derin devlet” diyebileceğimiz bir yapı inşa etmeye çalışıyor—penceresiz, yankıyla ve gizli belgelerle dolu “Mar-a-Lago tuvaleti” kadar ıssız ve bir deli tarafından mesken tutulmuş.

Peki bu ezici kuşatma dalgası karşısında direnişin rotası nereye gider? Demokratlar, Yüksek Mahkeme’nin sağcı teyakkuzuna karşı bir dizi yasal karşılık üzerine düşündüler; bunlar arasında mahkeme üye sayısının artırılması, görev süresi sınırlamaları, bağlayıcı etik denetimi ve yargı atamalarında bağımsız iki partili bir inceleme yer alıyor. Bu önerilerin değerleri ne olursa olsun, öngörülebilir gelecekte rafa kalkmış durumdalar. Biden, alt federal mahkemeleri Demokrat atamalarla doldurmayı başardı; ne var ki bu önlem nihai kararı Yüksek Mahkeme’de sonuçlanacak davalarda ancak zaman kazandırabilir.

Bu arada, Demokratlar eyalet düzeyinde toparlanıyorlar. Project 2025, halk sağlığı ve acil durum yönetimi sorumluluğunun büyük kısmını eyalet hükümetlerine devrediyor; bu durum, mavi eyaletleri ve başsavcılarını Trumpçı saldırıya karşı bariz bir savunma hattına dönüştürüyor. Ancak meselenin aslı, Demokratların bu görevle başa çıkıp çıkamayacaklarıdır. Cumhuriyetçilerin hiper-aktivizmi, liberalleri çoğunlukla savunma pozisyonuna itme konusunda bir beceriye sahip; bu da onlara statükoyu boş sözlerle meşrulaştırmaktan başka seçenek bırakmıyor. Teknik uzmanlık ve usule ilişkin normların savunusu elbette gerekli. Ancak, onlarca yıl süren ve devletin sosyal ve yeniden dağıtıcı işlevlerini aşındıran, cezalandırıcı kolunu ise güçlendiren bir yıpratma sürecine karşılık olarak bu savunular hiç de yeterli değil. Kaldı ki devrimci aşırı sağa karşı etkili bir yanıt ise hiç değil. Olduğumuz yerde durmak, sürekli olarak ayaklarımızın altındaki zemini kaydıran bir düşmana karşı kaybetmeye mahkûm bir strateji çünkü.

Bu noktada, idari devlete yönelik saldırının soldan geldiği bir anı hatırlamak faydalı olacaktır. Uzun 1970’ler boyunca, sol görüşlü aktivistler ve liberal kamu yararı avukatları, idari devleti kenarlardan ele geçirip dönüştürmek amacıyla alabildiğine saldırgan bir kampanya yürüttüler. Yeni Sol’un azınlık siyaseti tarafından şekillenen bu aktivistler, Yeni Düzen’in (New Deal) başlangıç vaatlerinden uzaklaşılmasından rahatsızdılar: büyük şirketleri denetlemek üzere kurulan federal kurumlar, Soğuk Savaş sanayi kompleksinin sadece birer destekçisine dönüşmüş, çevrenin tahribatına tam anlamıyla ortak olmuşlardı; ülke genelindeki sosyal yardım daireleri, Güney’in ırkçı uygulamalarını ithal ederek siyah kent yoksullarını dışlamak ve denetim altında tutmak amacıyla kullanılmıştı. Bu eğilimlere karşı koymak için, Yeni Sol aktivistler “devlet içinde ve devlete karşı” bir strateji benimsediler: yani, devletin sosyal refah ve korumacı ufkunu genişletmeye çalışırken aynı anda yoksullara yönelik disiplin gücünü zayıflatmayı hedeflemek. Bu hareketin liberal kanadı, devlet yöneticilerinin elini zorlamak için mahkemelere başvurdular. Kamu yararı avukatları, sosyal yardım ve çevre hukuku alanlarında emsal teşkil eden davalar kazandılar. Daha solda yer alan, sosyal yardım hakkı ve siyah adalet hareketi içindeki aktivistler ise hukukun gücüne daha pragmatik ve çatışmacı bir anlayışla yaklaştılar ve kamu yararı avukatlarının seçkin bağışçılarla olan samimi ilişkilerine karşı temkinli bir yol tutturdular. Her iki durumda da, bu birleşik çabalar idari eylemin kapsamını köklü biçimde yeniden şekillendirmeyi başardı ve devletin çevre, gündelik tüketiciler, sosyal yardım alan yoksullar ve etnik azınlıklar karşısındaki sorumluluklarını üstlenmeye zorladı.

Bu tarih, sağcı hukuk hareketinin kendi kendini anlatımında rutin olarak görünmez kılınan bir şeyi açığa çıkarıyor. Siyaset bilimci Steven Teles’in de belirttiği gibi, “Yeni Düzen” sonrası idari devlete yönelik saldırıyı ilk başlatan soldu; bu da hukuk alanındaki muhafazakârları harekete geçiren kıvılcımdır. Sağcı revizyonizm idari devleti ve “wokeism”i aynı şey gibi gösterse de, daha yakından bakıldığında hükümet bürokrasisini işgal etme ve dönüştürme mücadelesine öncülük edenin sol olduğu bir dönemi yakalamak mümkündür. Yeni Sol, idari devleti demokratik arabuluculuğun tarafsız bir zemini olarak değil, bir çatışma alanı olarak görüyordu. Bir süreliğine de olsa, sosyal dağıtıma dair mücadele hattını devletin içine taşımayı başardılar. Hukuki karşı-devrimcilerin o zamandan beri savaşmakta olduğu işgal tam olarak budur, her ne kadar etkin bir muhalefet cephesi çoktan ortadan kalkmış olsa bile.

Bugün artık çok başka bir devlet formuyla karşı karşıyayız. Tüm çelişkileriyle birlikte geç Keynesgil sosyal devletin yerini, yeniden dağıtımcı işlevlerini küçülten, refah aygıtının büyük kısmını cezalandırıcı ve hapsedici işlevlere dönüştüren, hizmetlerinin mümkün olduğunca çoğunu özelleştiren veya taşeronlaştıran ve özel operatörlere garantilerini katlayan neoliberal anti-sosyal devlet aldı. Bu, düşük ya da hiç ücret almayanları kendi kaderlerine terk eden ancak onları hâlâ daimî borçlular ve gelir üreticileri -geçiş ücretleri, kira, fatura ve öğrenci borcu faizleri gibi- olarak ağları içine dahil eden bir devlet formudur. En kapsayıcı “üçüncü yol” formunda dahi neoliberal devlet, sosyal sigortanın yerine “sosyal piyasalar” yaratır. Diğer bir deyişle, yurttaşların üstlendiği riskleri güvence altına almak ve eşitlemek yerine, bu hizmetleri kâr amacıyla işletmeleri için özel sigortacıları ya da varlık yöneticilerini teşvik eder. Obama’nın Uygun Fiyatlı Sağlık Hizmeti Yasası ya da Biden’ın altyapı ve enerji yasaları bu yoksullaştırılmış sosyal politika modelinden besinini almıştır (her iki gündemin de gerçekten ilerici unsurlarını unutmamak kaydıyla). Özel sağlık sigortacıları ve BlackRock gibi mega yatırım fonu yöneticileri, bu neoliberal kapitalizm biçiminin doğal müttefikleriydi.

Liberteryenler, neoliberal devletin anti-sosyal eğilimlerini radikalleştirirler. Sadece “Yeni Düzen” sosyal refahının son kalıntılarını değil, aynı zamanda devlet sübvansiyonlu sosyal piyasaların neoliberal modelini yıkmakta dahi kararlıdırlar. Obamalı yıllarda, Tea Party hareketi, ACA’nın özel sigorta piyasasına “sosyalizmin tecessüm etmiş hali”ymiş gibi saldırmıştı. Trump dönemindeyse öfke, sözde woke BlackRock’a, dünyanın en büyük varlık yöneticisine ve Demokratların risk azaltma devletinin büyük bir yararlanıcısına kaydı. Trump artık Biden’ın Enflasyon Azaltma Yasası’nı ve bu yasayla bağlantılı tüm özel sektör yüklenicilerini terk etmekle tehdit ediyor. Tüm bunlar içerisinde belki de en şaşırtıcı olanı, Reagan döneminden beri biyofarma inovasyon hattını besleyen Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) fonlarını kesmiş olması. “Woke kapitalizme” karşı savaşın yalnızca bir piyesten ibaret olmadığı her geçen gün daha da net hale geliyor. Trump’ın adamları, neoliberal kapitalizmin zirvesindeki tüm ekonomik sektörleri çökertmeye -kendi yatırım ortaklarını, şirket kurucularını ve hâkim hissedarlarını yüceltmek uğruna- gerçekten de hiç olmadıkları kadar hazırlar.

“Woke kapitalizm” savaşının, kapsamlı bir resesyonu (veya kapitalist sınıf içi bir isyanı) tetiklemeden ne kadar ileri götürülebileceği ise hâlâ belirsiz. Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da Trump’ın iş dünyasındaki müttefiklerinin kemer sıkma politikalarından muaf tutulacağıdır. Musk’ın Hazine’yi yağmalaması ve Trump’ın Federal Rezerv’e müdahale girişimleri açıkça gösteriyor ki, liberteryenler aslında devleti ortadan kaldırmak istemiyorlar; ABD Hazinesi ve Federal Rezerv’in bünyesindeki devasa mali ve parasal yetkilerle en ufak bir dertleri yok. Onların arzusu daha ziyade, yararlanıcıların kapsamını radikal biçimde daraltarak, yalnızca ultra zengin özel sermayedarlar (şirket kurucuları ya da hâkim sahipler) ve kripto, güvenlik, emlak ve fosil yakıtlar alanındaki özel fon yöneticilerinden oluşan küçük bir grubu kapsamak. Bu grup öylesine küçük ki isimlerini dahi biliyoruz; yüzleri, kendi bastıkları özel madeni paralara işlenmiş durumda ve bu paraların Federal Rezerv tarafından desteklenmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kapitalist iktidarın bu denli kişiselleştiği fakat kamu kaynaklarıyla bu denli şişirildiği başka bir dönem ender görülmüştür herhalde.

Bugün, çok sayıda insan yalnızca dolaylı biçimde dâhil edilirken –kamu sübvansiyonlarıyla desteklenen özel çıkarlar için gelir üretenler olarak– “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın ne anlama gelebileceği üzerine biraz düşünmek gerekir. Sırf cezalandırıcı hizmetler söz konusu olduğunda, örneğin polislik ve hapishaneler gibi, “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın bir anlamı var mıdır? Musk misyonunu tamamladığında geriye direnilecek bir devlet kalacak mıdır sahiden? Öyle görünüyor ki, muazzam servet yoğunlaşmasının pasif kolaylaştırıcıları veya kurbanları olarak ağlarına takıldığımız sürece devleti kendi haline bırakma lüksümüz yok. Musk bir şeyi kesin olarak açığa çıkardı: Liberteryenizm gerçekte kimseyi devletten özgürleştirmez. Sadece sosyal devletin son kalıntılarını yok eder ve onun yerine, toplumun her aşamasında kişisel boyun eğmenin dayatıldığı, yoğun biçimde otokratik, patrimonyal bir devlet yönetimi biçimini ikame eder. Dolayısıyla, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen sosyal dağıtım mücadelesi her zamanki kadar acildir; güncel iktidar ilişkilerinin melez doğası strateji meselesini karmaşıklaştırsa dahi… Müdahalenin odağına bağlı olarak, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen çabalar, neoliberal, liberteryen ya da artık haline gelmiş sosyal demokratik devlet biçimleriyle uğraşabilir. Hükümetin farklı seviyelerinde farklı politika ve parti rejimleri yürürlükte olabilir; bu da ölçek ve hedef tercihini her sol strateji açısından önemli bir unsur hâline getirir.

Şimdilik federal çalışanlar Trumpçı saldırının ön cephesinde yer alıyor. Yalnızca Cumhuriyetçilerin nefret ettiği programları idare etmeleri değil, aynı zamanda federal hükümetin kalbinde kamu sektörü çalışanları olmaları onları doğrudan hedef hâline getiriyor. Federal sendikaların karşı karşıya olduğu zorluklar ise muazzam bir düzeyde. Ancak Amerikan kamu sektörünün sinir merkezindeki konumları onlara eşsiz fırsatlar da sunuyor. İdari devlete dönük uzun süreli sağcı saldırılar, kamu harcamalarının ayrıntılarına yönelik yaygın kayıtsızlığa dayanmıştır. Bu saldırı, insanlar “kendi” vergilerinin devletin hak etmeyen kesimlerine harcanmadığına ikna oldukları sürece sürdürülebilir. Sayısız araştırmanın gösterdiği üzere, alt ve orta gelirli Cumhuriyetçi seçmenler bilişsel bir çelişki hâlindeler: Sosyal Güvenlik, Medicaid ve gazilere yönelik yardımlar gibi haklarını kazanılmış gelir olarak görüyorlar; federal bütçede önemli bir kesintinin özellikle bu kalemleri hedef alması gerekeceğinin farkında bile değiller.  Bu bağlamda, Musk’ın Trump’ın başkanlığının daha ilk ayında Sosyal Güvenlik İdaresi’ne saldırmaya yönelik hevesi, taktiksel bir öngörüden yoksunluğa işaret ediyor. Bu proje, ortalama Trump seçmeni de dâhil, çok fazla insan için işleri hızlı şekilde çok kişisel hale getirerek ters tepilmesine yol açabilir.

Kamuoyundaki bu tür bir duygusal dönüşüm için çok uzağa gitmemize gerek yok. Eric Blanc’ın hatırlattığı gibi, 2018’de başlayan devlet okulu öğretmenlerinin uzun süren militan eylemleri benzer şekildeki elverişsizlikler altında gelişmişti. Bu eylem döngüsü, kamu emekçilerinin grevlerinin yasa dışı olduğu ve katı bir “çalışma hakkı” eyaleti olan Batı Virginia’da başlamıştı. Bu kampanya, büyük ölçüde, eyaletin mali yetersizlik anlatısını reddettiği için başarılı oldu. Öğretmenler, kamu hizmetlerinin “kullanıcıları” olan veli ve öğrencilerle dayanışma ağları kurarak, kemer sıkma politikalarının çalışanlar kadar onları da mağdur edeceğini gösterdi ve böylelikle devletin böl ve yönet taktiklerini boşa düşmüş oldu ve grev yasağı fiilen etkisizleştirildi. Kampanyanın kilit unsurlarından biri, eyaletin petrol ve doğalgaz şirketlerine tanıdığı son derece cömert vergi ayrıcalıklarına son verilmesini öneren alternatif bir eyalet bütçesi tasarısı hazırlamalarıydı. Kampanyaya en başında devletin bütçe siyasetini hedef alarak başlayan öğretmenler, endüstriyel eylemin anlamını müzakere edilmiş bir krizden, harcama öncelikleri üzerine gerçek bir mücadeleye dönüştürmeyi başarmışlardı.

“Ortak iyilik için pazarlık” kavramı, işçilerin doğrudan ücret taleplerini devletin harcama ve vergilendirme politikalarındaki daha büyük dağıtım meseleleriyle ilişkilendirdiği bir stratejiyi tanımlar. Bu strateji, kamu sendikacılığı hareketinde ve eyalet hükümetleri düzeyinde kayda değer başarılar elde etmiştir. Ancak henüz, hâlâ devlet bağımsızlığı yanılsamasının sürdüğü özel sektöre ya da federal kamu sektörüne yayılmış değiller. Bu ölçekte bir genişleme son derece zorlu görünüyor. Ne var ki, biraz da ironik biçimde, Musk bu çeşitli çalışma alanlarını aynı örgütsel şemsiye altında toplayarak faydalı bir iş yapmış oldu.

Örneğin, şu anda federal çalışanlara uygulanan türden yakıp yıkma taktiklerinin, son birkaç yılda Silikon Vadisi teknoloji çalışanlarının maruz kaldığı kitlesel işten çıkarma deneyimleriyle birebir aynı olduğu açık. Ama bundan da öte, bugün Tesla ya da X çalışanları Tesla veya X çalışanları bugün federal çalışanlardan ne kadar farklıdır? X kullanıcıları, patrimonyal devletin propaganda kolu olan bir kamu altyapısının müşterilerinden başka nedir ki? Şirket yöneticisi Hazine’nin kontrol kollarını elinde tutuyorsa, teknoloji sektörünün devletten bağımsız özel girişim kaynağı olduğu iddiasını sürdürmek güçtür. Musk, maksatlı olmasa da, özel ve kamu sektörü çalışanları arasındaki ortaklıkları son dönemdeki hiçbir işçi örgütleyicisinin başaramadığı kadar görünür kıldı. Bu imkânların, yeni ortaya çıkan büyük teknoloji ve federal işçi sendikası hareketi tarafından nasıl değerlendirileceği ise belirsizliğini koruyor.

“Ortak iyilik için pazarlık” çerçevesinin bir önemli sonucu da, sosyal dağıtım mücadelesinin, devlet harcamalarının belirleyici rol oynadığı günlük yaşamımızın herhangi bir alanından doğabileceğidir. Son birkaç on yıldır, para ve maliye politikaları mülk fiyatlarını şişirmeyi ve ücretleri baskılamayı hedeflemiştir. Bu baskılar, özellikle koronavirüs pandemisinden bu yana daha da şiddetlenmiş, kiracılar ipotek krizlerinin ve yükselen faiz oranlarının bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Konut sahipliği, sınıfsal tabakalaşmada giderek daha belirleyici bir etken hâline gelmiş, ücret talepleri, ücretlerin büyüyen bir kısmı ev sahiplerine aktarılıyorsa anlamını yitirmiştir. Tam da bu nedenle, son birkaç yılda ülke genelinde hızla yayılan kiracı sendikaları, yeniden canlanan sendika hareketinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir.

Bu alanda özellikle umut vaat eden bir gelişme ise, bireysel ev sahiplerinin ötesine geçerek ipoteklerini teminat altına alan veya risklerini sigortalayan devlet düzenleyicilerini hedef alan taktiklerin benimsenmesidir. Ekim 2024’te Kansas City’deki iki apartman bloğunda yaşayanlar hem ev sahiplerine hem de Federal Konut Finansmanı Ajansı’na (FHFA) talepler yönelten tarihi bir kira grevi başlattılar. Yeni kurulan Kiracı Birliği Federasyonu tarafından koordine edilen grevciler, FHFA’nın Fannie Mae veya Freddie Mac aracılığıyla federal kredi garantisi alan tüm ev sahiplerine kira talep sınırlaması ve düzenli bakım yükümlülüğü getirmesini talep ediyor.

Normal şartlar altında, ev sahipleri, kiracıların topluca gönderdiği kira ödemelerine güvenerek kredilerini öder. Kiracıların itaatkâr davranacağına yönelik beklenti (kiracı uyum beklentisi), bir tür sosyal teminat işlevi görür; ev sahibinin mülkü satın almasını ve faiz oranları yükseldiğinde kiraları artırmasını sağlayan da budur. Ancak aynı mantıkla, kiracılar da toplu şekilde kiralarını ödemeyerek ev sahibini iflasın eşiğine getirebilir. Eğer kredi bir devlet kurumu tarafından garanti altına alınmışsa, nihayetinde devlet bu borcun sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Devlet ya kiracılarla müzakereye oturup krediyi yeniden yapılandırır ya da ödenmeyen ipoteği bilançosuna aktararak ilgili mülkün fiilen kamusal mülkiyetini üstlenir. Bu noktada kiracılar, binanın süresiz biçimde sosyal konut olarak korunmasını talep etmek için çok daha güçlü bir konumda olur. Kiracı Sendikası Federasyonu direktörü Tara Raghuveer’in altını çizdiği gibi, amaç, federal düzenleyicileri, kurtarma ve düzenleme müdahalelerini emlak geliştiricilerinin değil, kiracıların hizmetine yönlendirmeye zorlamaktır: “Federal düzenleyicinin ya da kamu destekli kuruluşların ev sahiplerini ve yatırımlarını korumak için yapabileceği her müdahale, bizim için ‘Kiracıları koruyun’ diyerek müdahale etme fırsatı anlamına geliyor.”

Biden yönetiminin koşullarına mükemmel şekilde uyarlanmış olsa da, federal düzeyde kalıcı mevziler kurma girişiminin, Hükümet Verimliliği Bakanlığı (DOGE) çağında uygulamaya konulması daha zor bir çaba haline gelebilir. Ancak başka yerlerde, özellikle kiracı koruma yasalarının hala yürürlükte olduğu eski kentlerde, eyalet ve belediye düzeyinde benzer stratejiler izlemiştir. 2019 yılında, New Yorklu kiracı aktivistlerden oluşan bir koalisyon, ev sahiplerinin kira dengeleme yasalarından kaçınmak amacıyla kiracıları ardı ardına tahliye etmesini engelleyen New York Eyaleti Konut İstikrarı ve Kiracı Koruma Yasası’nın geçmesini sağlamışlardı. Kaliforniya’nın çeşitli kentlerinde, kiracı birlikleri, ev sahiplerinin kiracıları tahliye etmek üzere stratejik biçimde “işletmeden çekilmesine” olanak tanıyan eyaletin Ellis Yasası’na karşı da benzer bir kampanya yürütüldü. Nisan 2024’te, Los Angeles’ta yer alan Hillside Villa Kiracıları Derneği üyeleri, binalarının uygun fiyatlı konut statüsünü on yıl boyunca yenilemelerinin ardından dört yıllık kira grevlerini sonlandırdılar. Bu yalnızca kısmi bir zaferdi: Hillside Villa Kiracıları, Los Angeles Şehir Konseyi’nin, binayı kamu yararı kapsamında geri almasını talep ediyordu ve bu hedefe ulaşmaya neredeyse çok yaklaşmışlardı. Nihayetinde, kira artışlarını sınırlayan ve kiracı tahliyelerini engelleyen yasama zaferleri, ancak kamusal para yaratma ve borç ihraç etme yetkilerinin yeniden sakinlerin eline geçmesini hedefleyen daha geniş bir stratejinin ilk adımları olabilir. Konut krizinin gerçekten hafifletilebilmesi için, kentler ve eyaletler, Donald Trump gibi emlak geliştiricilerine sübvansiyon sağlamak yerine, kamu konutu yaratmak ve bunu sürdürebilmek amacıyla belediye ya da eyalet borç ihraç etme yetkilerini kullanmaya zorlanmalıdır.

Elbette Trump’ın sendikalara ve diğer örgütlülüklere sert şekilde saldıracağını biliyoruz, bu da “aşağıdan” ceza adalet sistemini hedef alan aktivizm türlerine yeniden aciliyet kazandırıyor. Yüksek Mahkeme’nin sağcılar tarafından ele geçirilişinin sonuçlarını değerlendiren yakın tarihli bir makalesinde Amna A. Akbar, dikkati gündelik hayatlarında hukukun sert yüzüyle karşılaşan sayısız insanın muhatap olduğu alt mahkemelere yeniden odaklamaya çağırıyor. Yüksek Mahkeme’nin koronavirüs tahliye moratoryumunu veya Biden’ın öğrenci borcu affı planını iptal etmesi hakkında yapabileceğimiz pek bir şey yok, ancak insanların her gün sınır dışı edildiği, tahliye edildiği ve ödenmemiş borçlar nedeniyle suçlandığı alt mahkemelere müdahale etmek için imkanlar fazlasıyla mevcut. Akbar, ırkçı polis şiddetine karşı protestoların ardından “mahkemeler içinde ve mahkemelere karşı” gerçekleşen yeni bir aktivizm türünün ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu aktivizm, yargısal gücün mekaniğine en somut şekillerde müdahale etmek için hukuki formalciliği reddediyor. Öyle ki taktikleri, görünüşte pasif gibi olan mahkeme ve polis gözlemciliği eylemlerinden, tahliye işlemlerini durdurmak veya kağıtsız göçmenlerin tutuklanmasını engellemek için koordine eylemlere kadar uzanıyor. Toplu kefalet fonları gibi karşılıklı yardımın silahlandırılmış biçimlerini de içeriyor ki bu fonlar mahkemelerin yoksul sanıkları duruşma öncesi gözaltına almalarının önüne geçmeyi amaçlıyor. Akbar’ın kaydettiği gibi, “mahkemelerde ve mahkemelere karşı gerçekleşen protestolar, sıradan insanlar için hukuki sürecin ve yasal eşitliğin değeri üzerine büyüyen bir mücadelenin parçası olarak stratejik kırılma noktaları olarak birbirine bağlı görünüyor- fakat kimi zaman bu burjuva demokrasisinde hukukun üstünlüğünün reddi olarak okunabilir.

Kuşkusuz, kamu savunucuları devlet, mahkemeler ve sanıklar arasında kritik bir bağlantı noktasında yer alıyor. Devlet tarafından istihdam edilmeleri, 1963 Gideon kararında belirtildiği gibi, anayasal bir hak olan avukatlık hizmetini garanti altına almayı amaçlar. Ancak kronik kaynak yetersizliği ve aşırı iş yükü, onları çoğunlukla sistemin dişlileri hâline getirir; müvekkillerine gerçek bir temsil sunmaktan ziyade, savunma anlaşmalarını onaylayan birer mühür gibi çalışırlar. Bu nedenle, ilerici kamu savunucuları arasında son dönemde artan sendikalaşma, cezalandırma [hapsetme olarak da okunabilir] temelli devlet aygıtına karşı sol mücadeleler için paha biçilmez yeni bir baskı aracı sunar. Los Angeles County kamu savunucuları, 2018’de ilk adımı atarak Amerikan Eyalet, İl ve Belediye Çalışanları Federasyonu (AFSCME) aracılığıyla örgütlenen sendikalarının eyalet tarafından tanınmasını sağladılar Sonrasında Connecticut, Pennsylvania, Colorado ve New York’taki savunucular da benzer adımlar attılar. Bu sendikalaşma çabalarını yürütenlerin büyük kısmı, daha geniş çaplı bir ırksal adalet hareketiyle aynı çizgide yer alıyorlar. Yani aslında hem ceza adaleti sisteminde yapısal reformlar için hem de daha iyi ücret ve çalışma koşulları için mücadele ediyorlar.

Bu açıdan, onlar, ülkedeki ilk (ve yakın zamana kadar ki tek) sendikalı kamu savunucuları bürosu olan New York Hukuki Yardım Avukatları Derneği’nin (ALAA) ortaya koyduğu yol haritasını izlemekteler. ALAA, 1970 ile 1994 yılları arasında şehrin mahkeme sistemini durdurma yeteneğini kullanarak daha iyi fonlama ve müvekkiller için gelişmiş temsil koşulları pazarlığı yapmak amacıyla beş büyük grev gerçekleştirdi. Fakat sendika, 1990’ların sonlarında Belediye Başkanı Giuliani’nin, ALAA’nın sunduğu hizmetlere rakip olacak kâr amacı gütmeyen savunuculuk ofisleri kurmasıyla pazarlık gücünün büyük kısmını kaybetti. Bu nedenle, Giuliani’nin ALAA’yı zayıflatmak için görevlendirdiği söz konusu STK’lardan biri olan Bronx Defenders’tan türeyen yeni sendikalı girişim Bail Project’in ortaya çıkması dikkat çekicidir. Sendikal yoğunluk kritik bir eşiğe ulaştığında, kamu savunucuları başka hiçbir emekçi sınıfının sahip olmadığı eşsiz bir silaha sahip olacaklar: Emeklerini topluca geri çekerek tüm mahkeme sistemini durdurabilirler! Bu silah, daha geniş sendika hareketiyle dayanışma içinde kullanıldığında, kamu fonlarının nasıl ve nereye tahsis edileceği (cezalandırıcı kurumlara mı yoksa daha iyi okullar, sağlık hizmetleri ve sosyal konutlara mı) konusundaki kararları şekillendirmek için bir araç olarak geliştirilebilir.

Patrimonyalizm, anti-sosyallik temelli devletin yol açtığı yıkıma verilen yanıtlardan biridir. Bu yapı, astlara güvenliklerinin ancak patronun ya da ev sahibinin himayesinde mümkün olduğunu öğretir. Tüm sadakat yukarıya doğru yönlendirilir; tüm yükümlülükler bireysel ya da ailevi hane halkı borcu biçimine indirgenir. Bu, yalnızca bir tür yatay dayanışmaya tahammülü olan bir devlet biçimidir: Başkanın gözüne girmeye çalışan kardeşler arasındaki dayanışma. Trump, bu iktidar tarzını herkesten daha iyi somutlaştırıyor. Cumhuriyetçi Parti’yi, her sözüne bağlı birbirine rakip kardeşliklerden oluşan bir sürüye indirgemekteki başarısı, tarihsel karşılaştırmalara meydan okuyor. Ancak Trump’ın hipnotize edici kişiselciliği, bu projenin taşıdığı kırılganlığı da gölgeleme potansiyeli taşıyor. Trumpçılığın popüler bir hareket olarak kendisini sürdürebilmesi için, hiyerarşi ve bağımlılığa dayalı patrimonyal ilişkilerin, hane halkından işyerine kadar toplumun her düzeyinde yeniden üretilmesi gerekiyor.

İşyeri grevleri, kira grevleri ve kefalet fonları gibi yatay dayanışma biçimleri bu projeye varoluşsal bir tehdit oluşturuyor; zira bu tür pratikler, müşteri-patron ilişkisinin dışında başka bir güvenlik alanı sunar. Bireysel yükümlülüğü kolektif krediye dönüştürerek her türden borç grevi, kişisel bağımlılığın şantajından en azından geçici bir kurtuluş sağlar. Bu eylemler, yalnızca kendi başlarına- ücretlerin artırılması ve kiraların düşürülmesi gibi- anlamlı olmalarının yanında yeni bir toplumsal ilişkinin kuluçka merkezleri olarak da değerlidir. Aşırı sağa karşı verilen mücadele, bundan daha azını kabul edemez.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English