Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Trump’a suikast girişimi; gerçekleşen kehanet, Amerika’nın sağı/solu

Yayınlanma

ABD; kurumsal nizamının köşe taşlarını tutanların akıbetleri ve dünyanın yönelimini de etkileyecek politikalar bakımından büyük önem taşıyan bir başkanlık seçimine giderken, pek çok uluslararası gözlemcinin ‘kehaneti’ gerçek oldu. Amerikan kurumsal yapısını 2016-2020’deki ilk dönem başkanlığında salladıktan sonra 5 Kasım 2024’te yeniden seçilmeye oynayan Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin Wisconsin’deki Ulusal Kongresi’nin hemen öncesinde ölümden döndü.

Trump, 14 Temmuz’da (TSİ) cumartesi gününü pazara bağlayan gece Butler, Pennsylvania’daki mitinginde suikast girişimi atlattı. Son anda başını çevirdiği için sağ kulağını delen kurşundan şans eseri kurtuldu. Tetikçisi, ABD gizli servisinin keskin nişancısı tarafından tek kurşunla kafasından vuruldu. Trump yerine 50 yaşındaki Corey Comperatore hayatını yitirdi, iki kişi de yaralandı.

Suikast girişiminin icrası, tetikçisi ve gizli servisin akıllara durgunluk veren başarısızlığı eşliğinde 5 Kasım seçimi hesapları dahil pek çok tartışma ortalığı kaplamış durumda.

Öncelikle belirtmeli; başkanlara suikastlara alışık ABD için Trump’ın canına kast edeni, siyasal şiddete dair tartışmalar, ana akım medyanın tutumu ve bu tutumla şekillenen kamuoyu algıları açısından şimdiden ibret-i alemlik oldu.

Narsistik kişiliğiyle Trump’ın kendi kendini vurdurduğunu iddia edenler, ‘kurşun birkaç milim şaşsa…böyle bir riski kim alır? Hele Trump!’ sorusunu hiç düşünmüyor. Trump’ın kurtulmasını ‘siyasi olarak işine yaradı’ diye karşılayanlar, adamın hakikaten ölebileceğini hesaba katmıyor. Cumhuriyetçilerden sürekli ‘komplocu’ diye şikayet eden Demokratların işlerine gelen komploların ‘hevesli alıcıları olmalarını’ hiç saymıyorum.

Son tahlilde bütün siyasi hesaplar yeniden güncelleniyor. 27 Haziran’da faciaya dönen başkanlık münazarasında Trump karşısında açıkça ‘bunaklık’ sendromları göze batan Demokrat Başkan Joe Biden’ın adaylığından ‘kurtulma’ fırsatı da dahil…

TANIDIK SÖYLEMLER; NÜFUSUN YARISINA ‘TERÖRİST’ VE ‘NAZİ’ DEMEK

Amerikan siyasi tarihi başkanlara suikast ve suikast girişimleri bakımından zengin. Abraham Lincoln’den John F. Kennedy’ye, Theodore Roosevelt’ten Ronald Reagan’a uzanan bir dizi örnek mevcut. Trump vakası ise ABD siyaset ve sosyolojisinin 21’inci yüzyılda geldiği yeri yansıtıyor.

Trump ilk başkanlık döneminde kurumsal nizamın bir türlü ‘sindiremediği’ isim oldu. Başkanlığının sonlarına doğru bürokrasinin önde gelenleri ona nasıl ‘başkanlık yaptırmadıklarını’ anlattıkları makaleler bile yazmıştı. Trump’ın 2020’de kaybettiği seçime Demokratik Parti’nin kontrolündeki minik bir ‘isyan hali’ eşliğinde gidilmişti. Joe Biden’ın sandıktan çıkışı ve 6 Ocak’ta seçim sonuçlarına itirazın vardığı yer olan yine bir acayip Kongre baskını herkesin malumu. Biden 20 Ocak 2021’de başkanlık yeminini edince kurumsal nizam da rahat bir nefes almıştı.

Doğrusu tam tahmin ettiğim oldu. O dönemde ya Trump’ın yahut Trump’ı ‘aşacak’ devamcısının geleceğini öngörmüştüm. Nitekim Trump, Cumhuriyetçi Parti içindeki çatlakları kapatarak 2024 seçiminin adayı oldu. Biden’ın Adalet Bakanlığı’nın hakkında açtığı, kimileri tuhaf eyalet yasalarına dayalı eski defterleri içeren davalar da önünü kesmedi.

Dolayısıyla, ‘aday Trump’ın başına bir iş geleceği öngörüsünde bulunan ben dahil pek çok gözlemci için suikast girişimi beklenen bir gelişmeydi. Taşlarını döşeyenler ortadadır…

Joe Biden 6 Ocak Kongre baskını sonrası nüfusun Trump’ı destekleyen neredeyse yarısına yakın Amerikalı için ‘terörist’ yakıştırması bile yapmıştı. Biden, dört yıl sonra geçkin yaşında yeniden Trump’ın rekabeti ile karşı karşıya kalınca ‘Amerikan ulusunun ve Amerikan demokrasisinin tehdit altında olduğu’ söylemini benimsedi. Demokratik parti çevreleri Trump’a oy veren Amerikalıları ‘nazi’ ilan etti. Açıkçası algıları ve verdikleri tepkiler üzerinden küçümsenen, cahil görülen Cumhuriyetçi kitle ile bugün gelinen noktada ‘şehirli’, ‘aydın’ tabir edilen kitle arasında özünde ne fark olduğunu kestirmek zor. Zehirli algılar ikliminin siyasal şiddete davetiye çıkarmaması şaşırtıcı olurdu.

Tahmin edileceği gibi Biden, rakibinin atlattığı suikast girişiminin ardından kısa süreliğine ‘birleştirici lider’ karakterine büründü. Hatta X hesabından şöyle yazdı: “Aynı fikirde olmasak da düşman değiliz. Bizler komşuyuz, arkadaşız, iş arkadaşıyız, vatandaşız ve en önemlisi de Amerikalı dostlarız. Birlikte durmalıyız.”

Sözlerinin nasıl algılandığını 50 yılı aşkın kariyeriyle emektar aktör James Woods’un X hesabından verdiği yanıttan çıkarmak mümkün: “Yani biz Nazi değil miyiz? Hangisi, seni lanet riyakar?”

Eskiden Demokratları destekleyen, sıtkı sıyrılıp bağımsız olan ve anlaşılan artık Trump’ı açıkça destekleyen Woods, ‘çantacı, keş oğluyla birlikte yarım asırdır Amerika’yı vampir gibi sömürdüğünü’ söylediği Biden’ı ‘Amerikan işçilerine savaş açmakla’ da itham ediyor.

AMERİKA’NIN YANDAŞ MEDYASI

Bu reaksiyonlarda neoliberal Demokrat elitleri yankılayan Amerikan ‘yandaş medyasının’ rolü büyük. Suikast girişimi karşısında editoryal anlamda ‘kedi’ye kedi dememe’ haline insan şaşırmadan edemiyor:

CNN: ‘Trump PA mitingindeki olayda yaralandı’

Los Angeles Times: ‘Trump, Pennsylvania’da kalabalıktan gelen yüksek sesler üzerine sahneden indirildi’

NBC: ‘Gizli Servis, Pennsylvania mitinginde duyulan patlama seslerinin ardından Trump’ı sahneden indirdi’

USA Today: ‘Trump, eski başkan ve kalabalığı ürküten yüksek seslerin ardından gizli servis tarafından eyaletten çıkarıldı’

NYT: ‘Mitingde açılan ateş sonrası Trump güvende; şüpheli öldürüldü’

Yine de ‘yandaş medyanın’ hislerine tercüman olacak muazzam başlığı atmaya cesaret eden yerel bir yayın oldu: The Sunday Denver Post. Trump’a suikast girişimini, ‘Silahlı saldırgan saldırıda öldü’ başlığıyla duyurdu.

Esasında, ABD yandaş medyasının siyasal şiddetle ikiyüzlü ilintisi ne yeni ne de salt Gazze veya Ukrayna gibi dünya işlerinden ibaret. 2020 Mayıs’ında George Floyd’un polis tarafından öldürülmesiyle tetiklenen olaylarda, tarihsel hafızayı yok eden post-modern şiddete övgü düzen de yine onlardı. Vandalizm ve yağma olayları ayyuka çıkmışken, bir CNN muhabiri alev alev yanan bir binanın önünde dururken, ‘ateşli ama çoğunlukla barışçı protestolar’ diye altyazı konması epey dalga konusu olmuştu.

ABD’nin paranın ve anlatının (narrative) belirlediği iki partili sistemini Cumhuriyetçiler ve Demokratlar 50-50 ‘kırışır’. Ancak medyayı ezici biçimde Demokratlar kontrol ediyor. Ve artık ‘anlatıları’ zorda. Gallup’un yakın zamandaki anketine göre Amerikalıların %39’ı medyaya hiç güvenmiyor. Demokratların yüzde 58’i ise büyük ölçüde veyahut orta derecede güveniyormuş.

Velhasıl medya endüstriyel kompleksinin bütün silahlarını Trump’a doğrulttuğu düşünülürse, canına kast edilmesinde ‘medya motivasyonu’ aramamak zor.

‘YALNIZ KURTLAR’ DÖNEMİ VE BİRDEN FAZLA SUİKASTÇI İDDİALARI

Gizli servisinin keskin nişancısının öldürdüğü tetikçinin kimliği Pennsylvania, Bethel Park’tan 20 yaşındaki Thomas Matthew Crooks olarak açıklandı. Crooks’un ‘sosyal medya kaydı’ olmadığı söyleniyor. Silinmiş olabileceğini iddia edenler var. Geride manifesto bırakmamış. Cumhuriyetçi Parti’ye kayıtlı olduğu iddia edildi ama Demokratik kampanyaya bağış yaptığı anlaşıldı. Trump’tan nefretini dile getirdiği videoları var.

Okulda ‘itilip-kakılanlardan’ olduğu söyleniyor. Eski sınıf arkadaşları hiçbir hedefi vuramadığı için okulun atıcılık takımına alınmadığını anlatmış. Yaşının genç olması mevzuyu izah etmiyor. Zira 20 yaşında gençler askerlik yapıyor, keskin nişancı olabiliyorlar. ABD’de okulda itilip kakılan tipler ise genelde başkanları değil arkadaşlarını ve öğretmenlerini vuruyorlar.

FBI şimdilik ‘tek başına hareket ettiğini’ söylüyor. Ancak Slovakya’da geçen mayısta Başbakan Robert Fico suikast girişiminden aşina olduğumuz ‘yalnız kurt’ denklemi doğrusu çok daha tuhaf görünümler alıyor.

Crooks, gizli servis ajanları ve polislerle dolu bir alana merdiveni ve AR-15 saldırı tüfeğiyle elini kolunu sallayarak gelmiş. Miting alanının çevresindeki bina kompleksinin konuşmacı kürsüsüne en yakınında olan barakaya, yani Trump’ın bulunduğu yere 130-150 metre mesafeye konuşlanmış. Merdivenle çatıya çıktığını, süründüğünü görüp polisi ve gizli servisi uyaranların sayısız ifadeleri ve ayrıca videoları var!

Son olarak CNN’e konuşan Butler bölgesi Şerifi Michael Slupe, bir polisin bir meslektaşının yardımıyla çatının kenarına tırmandığını, tetikçinin silahını kendisine doğrultmasıyla canını korumak için geri atladığını söyledi. Crooks hemen ardından soğukkanlılıkla bir de Trump’a ateş açmış. Trump’ın vurulma hologramı, canını kılpayı kurtardığını sergiliyor. Genç tetikçi, atıcılık takımına alınmayınca  çok talim yapmış olmalı!

HOLİVUT’UN GİZLİ SERVİSİ, AMERİKA’NIN GİZLİ SERVİSİ

Gizli Servis’in hareket biçimi ‘ihmal’ sınırlarını aşıp ‘göz yumma’ izlenimi yarattığı için haliyle spekülasyonlara yol açıyor. Hele de Hollywood senaryolarından bildiğimiz dillere destan ajanlar düşünülürse…

Bazı yetkililer, ateşin Gizli Servis’in güvenlik çemberinin dışından açıldığını söylemiş. Buna gülenler böyle bir etkinlikte sadece belli bir bölge değil tüm koruma kurallarını gizli servisin belirlediğini anımsatıyor. Zaten tetikçinin orada ne aradığı başlı başına bir soru. Eski CIA analisti Larry Johnson, “Olaydan önce bile oraya (barakanın çatısına) bir Gizli Servis ajanı yerleştirmeleri gerekirdi. Ama yapmadılar” diyor.

Tam 8 el ateş açılabilmesi bir başka tuhaflık! Uzmanlar bunun profesyonel bir tetikçiden beklenmeyecek bir hareket olduğunu belirtiyor.

Eski Pentagon müsteşarı, güvenlik stratejisi ve teknoloji uzmanı Stephen Bryen, akustik ve balistik kanıtların ilk incelemesine atıf yaparak Kennedy suikastı ile paralelliklere işaret ediyor. Buna göre, Denver’daki Colorado Üniversitesi Ulusal Medya Adli Tıp Merkezi Direktörü Catalin Grigoras ve Kıdemli Araştırma Görevlisi Cole Whitecotton’ın olay yerinde kaydedilen seslere dayanarak yaptıkları analiz; biri gizli servis keskin nişancısı olmak üzere 3 tetikçi olasılığına işaret ediyor. Tabii farklı yerden gelebileceği söylenen ateş sesi, bir başka gizli servis keskin nişancısına da ait olabilir.

Amerikan deniz piyadelerinin eski mensubu olan güvenlik ve dış politika analisti Brian Barletic, Trump’ın üzerinde dalgalanan dev Amerikan bayrağının potansiyel bir suikastçı için rüzgar hızını ve yönünü gösteren ideal koşulları sağladığını belirtiyor. Barletic, normalde gizli servisin buna izin vermeyeceğine dikkat çekiyor.

Diğer yandan suikastçının hiç profesyonel davranmadığını ve ‘öteki dünyaya tek yön bilet aldığını’ belirten Barletic, Trump’ı vurmayı başarmasını ‘tüfekle ateş tecrübesine karşılık taktiksel eğitiminin azlığına’ yoruyor ve FBI’ın istihbarat işlerinde yaklaşıp eğittiği ve silah/patlayıcı sağladığı bilinen şahıslara atıf yapıyor.

“Eğer izleyiciler suikastçının bariz bir atış pozisyonuna geçtiğini gördüyse, dürbünlü eğitimli keskin nişancılar da kesinlikle görmüştür” diyen Barletic’e göre, “ABD Gizli Servisi’nin sistematik olarak bu kadar beceriksiz olduğuna inanmak zor.”

Larry Johnson da iki sonuç çıkarıyor: “Ya Gizli Servis tamamen beceriksizdir ve sadece işini yapmamıştır, ya da çalışanları suikast girişiminin planlanmasına dahil olmuştur.”

Amerikan gizli servisi ve sorumlu direktörü Kimberly Cheatle bu yazı yazılırken henüz istifa etmemişti. Trump’a suikast girişimi, bir süredir koruma talepleri Biden’ın İç Güvenlik Bakanı Alejandro Mayorkas’tan geri dönen Robert Kennedy Jr.’a hiç olmazsa koruma sağlanmasıyla sonuçlandı.

FBI saldırıyı ‘suikast girişimi ve iç terör eylemi’ olarak soruşturuyor. Ne ki, FBI üst düzeyinin son yıllarda söyledikleri yalanları Kongre soruşturmalarında itiraf etmek zorunda kaldıkları (Rusyagate-Hunter Biden laptop vakası) bir ortamda kuruma güvensizlik hakim. Kimileri Kongre gözetiminde soruşturma talep ediyor.

Bu koşullarda aile geçmişiyle düşünüldüğünde başkan adayı Robert Kennedy Jr’ın hislere tercüman olmadığını kim iddia edebilir: “150 metre ötede korunmasız bir çatı. Çok sayıda tanık Gizli Servis’e bağırıyor. 3-4 dakika çekim yapıyorlar. Tüfekli bir adamın sürünerek geldiğini ve nişan aldığı da görülüyor. Gizli Servisinizi alın ve ..çınıza sokun!”

MEŞHUR SORU: KİM FAYDALANIYOR…

‘Trump alerjisi’ ile burun kıvırmak elbette mümkün fakat Trump’ın cesaretini de görmezden gelmek zor. Pek çok insanın o durumda yapamayacağını yaptı. Vurulduğunda sersemleyip yere kapandıktan sonra korumalar tarafından kürsüden minibüsüne götürülmeden önce dimdik doğrulup zafer yumruğunu kaldırdı, gitmek istemedi ve ‘savaş, savaş, savaş’ diye bağırdı. Kimilerinin dalga geçtiği kısa boylu kadın korumaların da kapatamadığı cüssesiyle daha da görünür olan bu kareler şimdiden ikonlaştı.

Nitekim Trump olayın şokuyla programını değiştirmedi, gizlenip saklanmadı. Milwaukee, Wisconsin’deki’de pazartesi günü başlayan Cumhuriyetçi Parti Kongresi’nde kahramanlar gibi karşılandı. Her şeyin üzerine başkan yardımcılığı adaylığına da J.D. Vance’ı seçtiğini duyurdu.

Demokrat cephede Biden’ın bunaklık sorunu ve adaylıktan çekilmeme ısrarının yarattığı sancılar düşünülürse, Trump’ın 5 Kasım seçimlerini garantilediği görüşü anlaşılır. Ben ‘şapkadan tavşan çıkarmakta’ mahir Amerikan sisteminde daha temkinli olmak taraftarıyım.

Suikast girişimi; anket verileri eşliğinde ‘çekil’ baskılarının arttığı Biden’ın soluklanmasını sağladı. CNN, Biden’a çağrılarının ‘durduğuna’ işaret ediyor. Kamala Harris gibi başarısız bir figürü ‘allayıp pullamak’ başlı başına zorluklar barındırırken, Biden’ın ‘kaybetme riski’ karşısında Obama-Clinton-Pelosi+müesses nizam ortaklığı pes etmeyecektir. Özellikle teknoloji sermayesinin Elon Musk öncülüğünde Trump’a yöneldiği bir ortamda bağışçılar kritik önem taşırken… Demokratik Parti’nin Kongresi 19-22 Ağustos’ta Chicago, Illinois’da. ‘O zamana kadar kim öle kim kala’ hesabı…

AMERİKAN DÜNYASI; AŞIRI SAĞCILIK VE ‘İLERLEMECİLİK’…

Neticede tüm bu yaşananlar bakınca; Amerikan müesses nizamı neoliberal modelini dünyaya dayatırken neocon projelerin başarısızlığının bumeranga döndüğü görülüyor. Bu yüzden kimileri ‘iç savaş riskinden’ bile bahsediyor. Doğrusu ihtimal vermiyorum.

Pek çok Amerikalı muhalif, Demokratların suikast girişimi sonrası artık Trump’ı ‘varoluşsal tehdit’ göstererek şiddeti özendiren kampanya yürütemeyeceklerini, örneğin enflasyon ve yasadışı göç gibi hakiki sorunları tartışmak zorunda kalacaklarını söylüyor. Naçizane bir ‘Amerika gözlemcisi’ olarak bu konuda da değişiklik beklemiyorum.

Dünyanın geri kalanı -hatta solda kimi kesimler- ABD’yi Amerikan elitleri/medyasının sunumuyla görmeye meyilli. Ve yoğunlukla iç meseleleri değil dış politikasını izlemekte. Örneğin Trump’ı ‘aşırı sağ’ diye nitelerken, Biden’ı da bir şekilde ‘ilerlemeci sola’ koyuyorlar. Yine Trump taraftarları ‘eli silahlı fanatikler’ olurken, nihilist ANTİFA’da ‘ilericilik’ da bulabiliyorlar.

Yine Trump ve Cumhuriyetçi sosyo-politik taban ‘ırkçılık, cehalet, dinsel fanatizm’ ile ifade edilirken, Demokratların toplum mühendisliğine gözler kör. Etno-faşizm ve kimlikçiliğin tezahürleri dikkate bile alınmıyor; insanın yetişkin dişisine ‘kadın’ dememekte direnirken, ‘child attracted person’ gibi laflarla pedofiliyi normalleştirmeye soyunanlar, Kinsey ve Money gibi kötü şöhretli şarlatanları anmadan çocukları kobaya çevirenleri hoşgörenler ‘ilerlemeci’ Demokratlar oluveriyor. (Kampanya yöneticisinin eşiyle gönül macerası olmasa belki başkan adayı olabilecek Gavin Newsome’ın Kaliforniya’sı, daha yeni okulların çocuklarının cinsiyet değişikliğini ebeveynlere bildirme zorunluluğunu kaldırdı. 21 yaşına kadar içki almaya yollanamayacak çocukların, hormonlarının tepindiği, beyin loblarının yerine oturmadığı yaşlarda cinsiyetine karar verebildiği mühendisliğe ne demeli, kestiremiyorum. )

İşin aslı Amerika insanı ‘sağını solunu’, ‘önünü arkasını’ kontrol etmeye itiyor.

Elbette Trump’a suikast girişiminin dış politika ayağı da var… Amerikalı araştırmacı gazeteci Aaron Maté suikast girişiminin hemen ardından Demokrat elitlerin ellerinde patlasa bile dünyaya başarıyla sattıkları ‘Rusyagate komplolarına’ atıfla ironik bir yorum yaptı: “İzlenmesi gereken bir şey var: Demokratlar Rusya’yı suçlamak için nasıl bir yol bulacaklar?” Bu yorumun dumanı tüterken CNN, istihbaratın Trump’a suikast girişiminde İran’a işaret ettiğini duyuruverdi. Kim artık bunlara inanır, kestirmek zor. Ama ‘narrative Amerikası’nda her şey mümkün. ‘Vazgeçilmez ve istisnai’ ABD’ye dikkat kesilen Avrupa’nın, Trump/J.D. Vance ikilisiyle şahlanan korkuları da diğer büyük hikaye…

GÖRÜŞ

Modi’nin Brunei ve Singapur ziyaretleri – kilit çıkarımlar

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, dünyanın en zengin kişileri listesinde yer alan ve 7 bin şahsi aracının olduğu söylenen Brunei Sultanı Hacı Hassanal Bolkiah’ın daveti üzerine ikili ilişkilerin 40. yıldönümüne denk gelen iki günlük bir ziyaret için 3-4 Eylül’de Brunei’deydi.

Evet, Brunei Darussalam, liderinin ve ailesinin inanılmaz derecede zengin olması ile ünlü… Berberini dahi Londra’daki Dorchester otelinden getirttiği ve dünyanın en büyük sarayında ikamet ettiği söyleniyor…

İkili ilişkilerin “Geliştirilmiş Ortaklık” düzeyine yükseltildiği bu ziyaret, bir Hindistan başbakanının Güneydoğu Asya ülkesi Brunei’e gerçekleştirdiği ilk ikili ziyaret olması bakımından sembolik olarak da önem taşıyor.

Hindistan ile Brunei arasındaki diplomatik ilişkiler, Brunei’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasının ardından 10 Mayıs 1984’te kuruldu. O tarihten bu yana, dünyanın en uzun süre tahtta kalan hükümdarları arasında yer alan, aynı zamanda ülkesi üzerinde mutlak güce sahip ender hükümdarlardan biri olan, Ağustos 1968’de Brunei Darussalam’ın 29. Sultanı ve Yang Di-Pertuan’ı (Devletin Başı) olarak taç giyen 78 yaşındaki Sultan Hacı Hassanal Bolkiah ise ilk resmi ziyaretini Eylül 1992’de Hindistan’a gerçekleştirirken Hindistan’a ikinci resmi ziyaretini Mayıs 2008’de gerçekleştirmişti.

Bu arada 1984’te Sultan Bolkiah kendini başbakan olarak atadı ve 1991’de hükümdarı “inancın savunucusu” olarak tanımlayan Malay Müslüman Monarşisini tanıttı. Ve Brunei, 2014’te Doğu Asya’da şeriat yasalarını benimseyen ilk ülke oldu. Ama Sultan Bolkiah ülkesinde popüler bir isim olmasına karşın Şeriat yasalarını yürürlüğe koyduğu için eleştirilere maruz kalıyor.

Hindistan-Brunei ilişkisi, “geleneksel olarak samimi ancak kapsamı sınırlı” bir ilişki olarak tanımlanabilir…

Buna karşın Brunei Darussalam Hindistan’ın hem ASEAN bölgesindeki hem de Hindistan’ın Hint-Pasifik vizyonundaki kilit ortaklardan biri.

Temmuz 2012’den Haziran 2015’e kadar ASEAN-Hindistan ilişkilerinde Ülke Koordinatörü olarak Brunei, Hindistan’ın ASEAN ile etkileşiminde önemli bir rol oynadı.

Modi’nin ziyaretine ilişkin Hindistan Dışişleri Bakanlığı, bu ziyaretin savunma, ticaret ve yatırım, enerji, uzay teknolojisi, sağlık hizmetleri, kapasite geliştirme, kültür ve halklar arası değişim gibi çeşitli sektörlerdeki işbirliğini artırmayı amaçladığını belirtti.

Ülkeler arasındaki ikili ticaret 2023-24 itibarıyla 286 milyon doların biraz üzerinde kaydedildi; iki ülke arasındaki ikili ticaret hacminin 2023’te 195,2 milyon dolar, 2022’de 382,8 milyon dolar ve 2021’de 522,7 milyon dolar olarak gerçekleştiği görülüyor.

Küçük ama zengin bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Brunei, yatırımlarını ve ticaret ortaklıklarını geleneksel petrol ve gaz bağımlılığının ötesine taşımaya istekli. Bu arada büyüyen ekonomisi ile Hindistan değerli bir ortak olarak ortaya çıkıyor. Ve Brunei’in ekonomisini çeşitlendirme konusundaki ilgisi, Hindistan’ın bilgi teknolojisi, yenilenebilir enerji ve altyapı gibi sektörlerdeki uzmanlığı ile örtüşüyor.

Her iki ülke de enerji, tarım ve teknoloji gibi sektörlerde ortak girişimler üzerine yoğunlaşırken özellikle enerji sektörü, Hindistan’ın enerji kaynaklarını güvence altına almaya çalışması ve Brunei’nin hidrokarbonları için yeni pazarlar araması ile ikili ilişkilerde odak noktası haline geldi.

Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki etkisini genişletmeyi hedeflerken Brunei’in stratejik konumu önemli avantajlar sunuyor.

İki ülke arasında savunma işbirliğinin uygulanmasına yönelik 2016’da imzalanan ve 2021’de yenilenen bir Mutabakat Muhtırası bulunuyor.

Bandar Seri Begawan ile Chennai arasında direkt uçuşların başlayacağı da duyurulan bu ziyaret aynı zamanda savunma ve uzay işbirliğini artırma konusunda anlaşmayı da beraberinde getirdi. İki ülke uydu ve fırlatma aracı operasyonları konusunda bir Mutabakat Zaptı imzaladı. Bu arada Brunei, Hindistan Uzay Araştırma Örgütü’nün Telemetri Takip ve Telekomunikasyon İstasyonu’na ev sahipliği yapıyor.

Modi’nin ziyareti öncesinde Hindistan elçisi Brunei’deki Hindistan Yüksek Komiseri Alok Amitabh Dimri, Modi’nin ülkeye yaptığı ziyareti “tarihi” olarak nitelendirerek, iki ülkenin “uygarlık komşusu” olduğunu söylemişti.

Borneo Adası’nın kuzey kıyısında bulunan Brunei, uzun zamandır kültürlerin ve ticaret yollarının kavşağı konumundaydı. Kuzeyinde Güney Çin Denizi, doğusunda, batısında ve güneyinde ise Malezya’nın Sarawak eyaleti yer alır. 1984’te bağımsızlığını kazanan Brunei 1888’den beri İngiliz himayesi altındaydı. Ve 1963 yılında Malezya haline gelen devlete katılmayan tek Malay devleti oldu.

Brunei’deki Hint etkisi, Hint alt kıtasından tüccarların, bilginlerin ve denizcilerin Güneydoğu Asya’nın deniz yollarını geçtiği antik zamanlara kadar uzanır. Bu erken etkileşimler özellikle dil, din ve kültürel uygulamalar alanlarında bölgede önemli bir etki yaratmış ki Brunei’deki Hint etkisinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak, Brunei’de yaygın olarak konuşulan Malay dilinde Sanskrit kökenli sözcüklerin varlığı gösterilebilir. Veya daha çarpıcı bir örnek olarak, Brunei’in başkenti Bandar Seri Begawan’ın isminin Hint kökenli olduğuna inanılıyor ve “Shri Lord’un Limanı” anlamına geliyor.

Hindistan’ın kültürel diplomasi ve halklar arası bağlara vurgu yapması ekonomik ve stratejik çıkarların ötesine uzanan daha kapsayıcı bir ilişki istediğinin göstergesi.

Brunei genç bir ülke, nüfusun beşte birinden fazlası 15 yaşın altında ve yaklaşık yarısı 30 yaşın altında; doğum oranı dünya ortalaması civarında seyrederken ölüm oranı dünyanın en düşükleri arasında yer alıyor ve ortalama yaşam süresi dünya ortalamasının üzerinde 78 yıl olarak belirtiliyor.

Bugün, Brunei’deki Hint topluluğu ülkenin sosyo-ekonomik manzarasında önemli bir motif. Kabaca 400 bin kişilik bir nüfusa sahip çok küçük bir coğrafyayı temsil eden Brunei Darussalam’da yaklaşık 14 binin biraz üzerinde bir Hint diasporası söz konusu. Hint göçmenlerin yarısından fazlası petrol ve gaz endüstrilerinde, inşaat ve perakende sektöründe çalışan yarı vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşuyor; ayrıca ülkenin doktorlarının çoğu ve önemli sayıdaki öğretmen, mühendis, bankacı ve bilişim uzmanı da Hindistan’dan.

Brunei Darussalam veya Brunei, dünyanın ayakta kalan en eski monarşilerinden biri. Eski ismi “Negara Brunei Darussalam”, “Brunei Devleti – Barış Yurdu” anlamına gelir.

En eski belgelenmiş tarihi, Brunei’nin “Puni” olarak isimlendirildiği 6. yüzyıla dayanır ki bunun, Sanskrit “Baruni” kelimesinin olası bir çarpıtması olduğu düşünülüyor.

Brunei o zamanlar, bölgenin ünlü Sri Vijaya ve Majapahit imparatorluklarının yanı sıra Çin ile bağlantıları olan bir Hindu-Budist krallığıydı.

14. yüzyılın sonlarında Brunei hükümdarı Awang AlakBetatar, Malakka’dan Müslüman bir Johor prensesi ile evlenip ve İslam’ı benimseyerek Muhammed Shah olarak Brunei’in ilk Sultanı olunca, Brunei bir İslam Sultanlığı’na dönüştü…

***

Modi’nin 3 Eylül’de başlayan Brunei ziyaretinin ardından 4 Eylül’de Güneydoğu Asya gezisinin ikinci ayağı Singapur’a geçti. Modi’nin Singapur’a beşinci gidişi ve 2018’den bu yana ilk seyahati.

Modi’nin iki günlük resmi Singapur ziyareti, mayıs ayında Singapur’un dördüncü başbakanı olarak göreve başlayan Lawrence Wong’un daveti üzerine, ülkelerin diplomatik ilişkilerinin 60. yıldönümünde ve ikili stratejik ortaklığın 10. yıldönümü olan 2025’in öncesinde gerçekleşiyor.

Modi’nin ziyareti, Hindistan’ın kritik teknoloji alanında küresel üretim merkezi olma yolunda ilerlemesi hedeflenirken yarı iletken alanında işbirliğine odaklandı.

Amerika-Çin rekabeti döneminde risk azaltma ve tedarik zinciri dayanıklılığını artırma açısından Singapur iyi bir seçenek olarak görülüyor.

Singapur küçük bir şehir devleti olmasına karşın küresel yarı iletken üretiminin yaklaşık yüzde 10’una, küresel çip üretim kapasitesinin yüzde 5’ine ve yarı iletken ekipman üretiminin yüzde 20’sine katkıda bulunuyor.

Hindistan hükümet kaynaklarına göre, dünyanın en büyük 15 yarı iletken firmasından 9’u Singapur’da merkez kurdu.

Singapur’daki iş ortamının hizmet odaklı bir ekonomide imalat sektöründe iyi ücretli işler yaratarak bu tür yatırımları aktif olarak kolaylaştırdığı ifade ediliyor.

Singapur’un altyapısı ve bağlantısı ile beraber istikrarlı iş koşullarının, tasarımdan çip üretimine montajdan teste kadar değer zincirini kapsayan kritik sayıda lider şirketin ve insan sermayesinin sektörün yükselişine katkıda bulunduğu belirtiliyor.

Yeteneği geliştirmek için Singapur üniversiteleri mikroelektronik ve entegre devre tasarımı ana dalları sunuyor. Ayrıca çalışanlarını doktora araştırmaları yapmaya teşvik ederek yarı iletken şirketleri ile işbirliği yapıyorlar.

Ancak cihazlar, arabalar ve endüstriyel ekipmanlarda kullanılan 28 nanometre/nm veya daha fazla işlem düğüm teknolojisi “olgun düğüm çipleri” ile sınırlı olan, yapay zeka sektöründe kullanılanlar gibi üst düzey mantık çipleri üretmek için donanımlı olmayan -yapay zeka çipleri 7 nm ve daha küçük işlem düğümlerine sahip ve bu nedenle özel üretim yöntemleri gerektiriyor- Singapur’un yarı iletken endüstrisi Hindistan için fırsat demek.

Ayrıca, Singapur’da üretim maliyetleri artıyor ve bu durum yarı iletken şirketlerini değer zincirinde daha yukarıya çıkmaya ve düşük-maliyet/yoğun-emek operasyonlarını şehir devletinin dışına taşımaya zorluyor. Ve üretim faktörleri açısından Singapur’un arazi ve işgücü açısından kısıtlı olduğu da dikkate alınırsa, bol miktarda arazi ve kalifiye işgücüne sahip Hindistan’ın, Singapur’un yarı iletken değer zincirinin bir parçası olabileceği ve Singapur’daki yarı iletken şirketlerinin genişleme planları için Hindistan’ı değerlendirmeye teşvik edilebileceği değerlendiriliyor.

Hindistan için önemli olan bir diğer şey de Singapur’un yarı iletken ekipman ve malzeme üreticilerine sahip olması; Hindistan’daki yarı iletken üretim ekosisteminin gelişimi için bu tür şirketler ile etkileşim ve işbirliğinin de faydalı olabileceği değerlendiriliyor.

Hindistan halihazırda Amerika, Tayvan, Avrupa Birliği gibi küresel ortaklar ile yarı iletken sektöründeki işbirliklerini güçlendiriyor.

Ayrıca dayanıklı tedarik zincirleri oluşturmayı hedefleyerek yarı iletkenler gibi teknolojileri ilerletmek için Japonya ile işbirlikleri araştırıyor.

Tayvan ile geliştirdiği ortaklık, Hindistan’ın ilk ticari yarı iletken fabrikasının Gujarat, Dholera’da kurulmasına yol açtı.

Hindistan’ın Avrupa Birliği ile işbirliği, iki tarafın Ticaret ve Teknoloji Konseyi çerçevesinde Yarı iletken Ekosistemleri için Çalışma Düzenlemeleri konusunda bir Mutabakat Muhtırası’nı içerir.

Bağlarını Kapsamlı Stratejik Ortaklığa yükselten Hindistan ve Singapur, yarı iletkenler, dijital teknolojiler, sağlık ve eğitim/yetenek geliştirme üzerine dört Mutabakat Zaptı imzaladı.

Kİ doğrusu Singapur, -BRICS’e katılmak üzere olan- komşusu Malezya ile beraber Hindistan için özellikle yarı iletkenler alanında büyük bir kritik teknoloji ortağı olabilir ki hem Amerika’nın antlaşma müttefiki de değil ve dolayısıyla hem de Japonya’ya çekici bir alternatif…

Singapurlu meslektaşı Wong ile beraber yarı iletken devi Singapur şirketi AEM’i ziyaret eden Modi ayrıca Singapurlu yarı iletken şirketlerini 11-13 Eylül 2024’te Greater Noida’da düzenlenecek SEMICON INDIA fuarına katılmaya davet etti.

Bu arada yarı iletkenler ziyaretin ana odağı iken yatırım ise bir diğer önemli odak noktasıydı.

Singapur, Hindistan’daki en büyük doğrudan yabancı yatırımcı ve 2000’den bu yana Hindistan’a gelen doğrudan yabancı yatırım sermaye akışının neredeyse dörtte birini oluşturuyor. Hindistan’ın Singapur’a yatırımı ise 2004’te 481 milyon dolarken 2022’de yaklaşık 25,3 milyar dolara çıktığı kaydediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Afrika ile Çin’in kalıcı dostluğunun ve işbirliğinin sırrı

Yayınlanma

Yazar

Üç gün süren 2024 Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi 6 Eylül’de Pekin’de sona erdi. Çin ve 53 Afrika ülkesi ile Afrika Birliği liderleri, “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı’nın Pekin Bildirgesi” ve “Çin-Afrika İşbirliği – Pekin Eylem Planı (2025-2027)” başlıklı iki önemli belgeyi birlikte yayımladılar. Bu iki belge, “Ortak Modernleşmeyi Teşvik Etme ve Yüksek Seviye Çin-Afrika Kader Ortaklığı İnşası” temalı zirveye mükemmel bir son verdi.

Bu zirve, Çin tarafından son yıllarda düzenlenen ve en fazla sayıda yabancı liderin katıldığı en büyük ana diplomatik etkinlik olması, Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kuruluşundan bu yana geçen 24 yıldaki dördüncü zirve ve Pekin’de düzenlenen üçüncü zirve olması ve ayrıca 50’den fazla Çin-Afrika liderinin ve 400 Çin-Afrika girişimcisinin altı yıl sonra ilk kez Pekin’de bir araya gelmesi nedeniyle büyük önem taşımakta ve dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu zirve aynı zamanda FOCAC’ın 24 yıl önce kurulmasından bu yana düzenlenen dördüncü ve Pekin’de gerçekleştirilen üçüncü zirve.

Zirve aynı zamanda Çin’in Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesini ortaya koymasının 70. yıldönümüne, Çin Başbakanı Zhou Enlai’nin Afrika’ya ilk ziyaretinin ve Dış Yardımın Sekiz İlkesini önermesinin 60. yıldönümüne, Başkan Mao Zedong’un “Üç Dünya” teorisini formüle etmesinin 50. yıldönümüne ve dünya manzarasındaki ciddi değişikliklerin, Rusya-Ukrayna çatışmasındaki çıkmazın, Çin-ABD oyununun uzamasının, küresel ekonominin genel bunalımının ve Küresel Güney’in toplu uyanışının ve yükselişinin kritik aşamasına denk gelen önemli bir tarihi kavşakta düzenlendi. Bu nedenle, dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesi olan Çin ile gelişmekte olan ülkelerin en yoğun olduğu kıta olan Afrika’nın ikili liderlerinin bir kez daha yüz yüze gelerek Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın ve dünya nüfusunun üçte birinin kalkınma ve ilerlemesini birlikte ele almaları elbette önemli bir küresel olay ve bir dönüm noktasıdır.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping zirve sırasında, Çin’in tüm Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerini stratejik ilişki düzeyine yükselttiğini ve Çin-Afrika ilişkilerinin genel tanımını “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı” olarak yükselttiğini duyurdu. Xi Jinping, Çin ve Afrika’nın “adil ve makul, açık ve kazançlı, insan odaklı, çok kültürlü, ekoloji dostu ve barışçıl” olmak üzere altı temel özelliğe sahip modernleşmeyi birlikte inşa edeceğini vurguladı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni duyurdu. Bu eylemler, medeniyet alışverişi, ticaretin gelişmesi, sanayi zinciri işbirliği, bağlantılılık, gelişim işbirliği, sağlık, tarım ve refah, kültürel değişim, yeşil gelişim ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmayı kapsıyor.

Xi Jinping, önümüzdeki üç yıl içinde Çin’in “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni desteklemek için 360 milyar RMB (yaklaşık 50 milyar ABD Doları) sağlayacağını ve Afrika ülkelerine gıda yardımı ve sıfır vergi uygulaması sunacağını, 30 altyapı bağlantı projesi, 1000 küçük ama etkili yaşam projeleri ve 500 kamu yararına projeyi uygulayacağını açıkladı. Ayrıca, Afrika’ya 2000 sağlık personeli ve 500 tarım uzmanı göndereceğini, Afrikalı kadınlar ve gençler için 60.000 kişiye Çin’de eğitim fırsatı yaratacağını ve Afrika’da 1 milyon istihdam yaratacağını taahhüt etti.

Zirve sırasında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, Afrika Birliği’nin dönem başkanı Moritanya Cumhurbaşkanı Ghazouani ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun ortak başkanı Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall gibi isimler, Çin-Afrika ilişkilerinin gelişimini yüksek takdirle değerlendirdi ve Çin’in “Kuşak ve Yol” girişiminin Afrika’da yarattığı büyük değişiklikleri vurguladılar. Ayrıca, Çin-Afrika ilişkilerinin yeni tanımı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”nin Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nu yeni bir aşamaya taşıyacağına inandılar.

Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun 24 yıllık sürecinde elde edilen başarılar, karşılıklı saygı, karşılıklı yarar ve işbirliğiyle kazan-kazan ilişkilerini örnek alarak uluslararası ilişkilerde bir model oluşturdu. Bu 24 yıl, Afrika’nın “umutsuzluk” dönemlerinden ve “Uzak Doğu hasta adamı” olmasından bağımsız olarak kendini geliştirdiği ve el birliğiyle ilerlediği bir çeyrek yüzyılı içeriyor ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun “sokak çetesi toplantısı” olmaktan çıkıp Küresel Güney’in temel taşlarından biri haline geldiği bir tarihsel süreci gösteriyor.

Resmi verilere göre, 24 yıl içinde Çin-Afrika ticareti yaklaşık 26 kat artarak 282,1 milyar dolara ulaştı. Çin’in Afrika’ya yaptığı yatırım 80 kat artarak 40 milyar doları geçti. Çin, 15 yıldır Afrika’nın bir numaralı ticaret ortağı konumunda bulunuyor ve Afrika ülkelerinin neredeyse yarısıyla olan ticaret hacmi yıllık yüzde 10’dan fazla artış gösterdi, ticaret hacmi sürekli olarak rekor kırdı. Son 10 yılda Çinli şirketler Afrika’da 700 milyar RMB değerinde taahhütlü proje imzaladı, 400 milyar RMB ciro elde etti ve yatırım işbirlikleri tarım, işleme, üretim, ticaret ve lojistik gibi birçok alana yayıldı, projeler ulaşım, enerji, elektrik, konut ve sosyal hizmetler gibi çeşitli alanları kapsayarak Afrika’nın ekonomik ve sosyal gelişimini destekledi. Çin’in Afrika’nın borçları içindeki payı ise sadece onda biri oranındadır.

Yarım yüzyıldan fazla süredir devam eden Çin-Afrika ilişkileri, oldukça zorlu bir yolculuk olmasına rağmen olağanüstü başarılar elde etti ve deneyimlerin gözden geçirilmesi ve özetlenmesi gerekmektedir. Çünkü bu, Çin’in büyük bir kıta ile dostane ilişkiler kurduğu büyük bir hikaye, başarılı bir öykü ve eşsiz bir örnektir. Afrika Birliği’nin 54 üye ülkesi, sadece Esvatini hariç, diğer tüm Afrika ülkeleri Çin ile diplomatik ilişkilere sahiptir ve dostane ilişkiler sürdürmektedir. Neredeyse tüm Afrika ülke liderleri düzenli ya da düzensiz olarak Pekin’i ziyaret etmektedir, bu da uluslararası ilişkiler tarihinde büyük bir olaydır. Çin Dışişleri Bakanı’nın her yıl ilk ziyaretini Afrika ülkelerine yapması standart bir model haline gelmiştir ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Afrika’yı beş kez ziyaret etmesi, Çin’in Afrika’ya duyduğu derin ilgiyi göstermektedir.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı gelişimi ve istikrarı, dört genel ülke ilişkisi kuralını doğrulamaktadır ve hatta Batılı ülkelerin geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerini, deneyimlerini ve uygulamalarını düzeltmek, tamamlamak veya devirmek için yeni bir ders kitabı niteliğinde ülke ilişkileri modeli olarak kabul edilebilir.

Birincisi, benzer veya aynı tarihi deneyimler empati ve bağlılık oluşturur. Çin ve Afrika ülkeleri, Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ve işgal edilmiştir ve “geri kalmak, dövülmek demektir” dersini yaşamışlardır, dış müdahaleye karşı nettirler.

İkincisi, benzer veya aynı siyasi hedefler uyum ve destek sağlar. Çin ve Afrika ülkeleri, bağımsızlık, özerklik ve güçlenme arayışı içindedir ve kalkınma, refah ve kapsamlı modernleşme hedefleri doğrultusunda çalışmaktadırlar.

Üçüncüsü, benzer veya aynı ilişkiler anlayışı ortak değerleri güçlendirir. Çin ve Afrika ülkeleri, dostluğa ve güvenilirliğe değer verir, “tek başına hızlı, birlikte uzun yol alınır” ilkesine inanır ve karşılıklı yardımlaşma ve kazanç sağlama ilkelerine bağlıdır.

Dördüncüsü, benzer veya aynı gelişim koşulları ortak bir geleceği ve uzun vadeli bağlılığı getirir. Çin ve Afrika ülkeleri, eskiden ekonomik olarak geri kalmış, temel altyapı açısından zayıf ve eğitim-öğretim alanında geri kalmıştı. Ancak her ikisi de “kalkınmanın zor bir yol olduğu” ve “insanların refahının en büyük insan hakkı olduğu” konusunda hemfikir ve seçtikleri kalkınma yollarına saygı duyuyorlar.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı ve olağanüstü gelişimi, diplomatik fikir ve kavramlardan diplomatik ilke ve uygulamalara, bu ilke ve uygulamalardan da uluslararası ilişkiler teori ve paradigmasında yeniliklere dönüşen bir Çin deneyimi ve katkısı olan çağdaş Çin diplomasisinin eşsiz cazibesini ve örnek teşkil eden önemini de bünyesinde barındırmaktadır.

Her şeyden önce, farklı medeniyetler ve kültürler tamamen bir arada var olabilir ve birlikte gelişebilir. Çin ve Afrika farklı medeniyetlere aittir, ancak Çin hiçbir zaman medeniyetler arasındaki farklılıkları dost ve düşmanı yargılamak ya da mesafe ve yakınlığı belirlemek için bir temel olarak kullanmamış ve “Her biri kendi tarzında güzeldir, tüm insanlar güzeldir; insanların güzelliği kendi tarzında güzeldir, tüm dünya aynıdır” ve “Yaşasın tüm dünya insanlarının birliği” ilkelerini vurgulamıştır. Medeniyetler çatışması teorisine ya da medeniyetlerin üstünlüğü teorisine kararlılıkla karşı çıkıyoruz.

İkinci olarak, birbirimizden binlerce kilometre uzakta olsak bile komşu kadar yakın olabiliriz. Mesafe sadece güzellik değil, aynı zamanda dostluk ve sevgi de üretir. Çin’in geleneksel dostluk kavramları olan “uzaklardan dostlar edinmek her zaman bir zevktir” ve “dört denizdeki tüm kardeşler” Çin-Afrika dostluğunun coğrafyayı ve mekânı aşmasını ve sabit kalmasını sağlamıştır.

Üçüncüsü, birbirleriyle eşit düzeyde anlaşabilen büyük ve küçük ülkeler vardır. Nesnel olarak konuşmak gerekirse, Çin’in nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik hacmi gerçekten de herhangi bir Afrika ülkesinin çok ötesindedir ve hatta tüm Afrika kıtasıyla karşılaştırılabilir, ancak Çin hiçbir zaman orman kanunu ve zorbalık politikaları uygulamadı, sözde “güç statüyü belirler” çarpıtmasını vurgulamaktan bahsetmiyorum bile, aksine, büyüklükleri, güçleri ve zayıflıkları, zenginlikleri ve yoksullukları ne olursa olsun ülkeler arasında eşitlik ilkesi doğrultusunda, çok sayıda “büyük ve küçük” Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik. Aksine, büyüklüklerine, güçlerine, zayıflıklarına, zenginliklerine ve yoksulluklarına bakılmaksızın ülkeler arasında eşitlik ilkesine dayanarak, “doğal dostlar” olan çok sayıda Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik.

Dördüncü olarak, zengin ve fakirin birlikte ilerleme kaydetmesi tamamen mümkündür. Çin-Afrika ilişkilerinin yarım yüzyılında, özellikle de Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kurulmasından bu yana geçen çeyrek yüzyılda, dünya ve Afrika, Çin’in ayakta durmaktan zenginleşmeye ve ardından güçlenmeye doğru hızlı dönüşümüne ve Çin’in diğer gelişmekte olan ülkelere ilerleme kaydetmelerinde yardımcı olmasına tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Dahası Çin, her zaman gelişmekte olan ülkelere ait olacağını ve Afrika ülkeleri de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle ve küresel Güney ülkeleriyle her zaman aynı kaderi paylaşacağını ve el ele ilerleme kaydedeceğini vurgulamaktadır.

Çin-Afrika Zirvesi Pekin’de bir kez daha zaferle sonuçlandı, ancak bu sadece bir zirve ama doruk değil. Çünkü Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği bir yolculuk sürecidir ve bu görünürde sonu olmayan uzun bir yürüyüştür. Sonuç en iyisi değil, sadece daha iyi ve daha iyi olma yolunda ilerlemektedir.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1  

Yayınlanma

Yazar

Putin’in Vladivostok’ta Doğu Ekonomik Forumunda yaptığı konuşmasını Harici haberleştirdi; bununla birlikte konuşmanın kimi ayrıntıları ve anlamı üzerinde durmak gerek.

Kremlin’in yayınladığı bant çözümü, konukların görece kısa konuşmalarıyla birlikte her zamanki gibi çok uzun, çok kapsamlı; kabaca 100 kitap sayfasından fazla. Öyle olunca bütün başlıkların kısaca değerlendirmesini yapmak mümkün değil. Bu nedenle, çok önemli birkaç bölümü tamamen dışında tutmayı göze alarak belli başlı noktaları ele almaya çalışalım. Kaçınılmaz olarak bu yazının dışında tuttuğum konular şunlar: Çin’le ilişkiler ve Çin’in Rusya’nın Uzakdoğu’suna yatırımları meselesi (Harici’deki iki ülke arasında ödemeler problemi üzerine yazımla birlikte değerlendirilmeli bu) ayrıca ve etraflıca ele alınmalı; Uzakdoğu’nun ekonomik durumu ve Rusya’nın bu bölgesini kalkındırma planları özel olarak incelenmeli; keza Kiev rejiminin niteliğiyle ilgili gözlemler, rejimin gerçeklikle ilgisini yitirmiş olduğu, adeta “başka bir gezegenden geldiği” vb. ifadeleri önem taşıyor ve bunlara dayanarak Putin yönetiminin nesnellik ve irade arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunu değerlendirmek mümkün; enerji ihracı, Kuzey Deniz Yolu vb. de başlı başına ayrı yazı konuları.

Planlı devlet kapitalizmi

Rusya ekonomisi ve bu çerçevede Putin’in konuşmasının iç ekonomik tedbirler meselesine girmeyeceğim; ancak burada altını kalına çizmek gereken bir eğilimi tekrar belirtmek gerek.

Daha önce birçok defa, Rusya’nın da tıpkı Şanghay ve Hong Kong gibi iç offshore bölgeleri tesis ettiğini ve bu bölgeleri offshore kaçkını yerli sermayeyi ülkeye çekmek için kullandığını vurgulamıştım. Bunlar iki adadır: biri Kaliningrad’da Oktyabr adası, diğeri de Vladivostok’ta Russkiy adası. Bu yılki forum işte bu Russkiy adasında yapıldı. Eğer bunların ilkini Hong Kong’a benzetmek mümkünse, ikincisi Şanghay’a benziyor, ama çok daha güçlü bir anlamda. Zira Uzakdoğu’nun kalkınması Kremlin’in stratejik önceliklerinden biri. Putin konuşmasında offshore ve yabancı yargı alanlarından toplam 5,5 trilyon rublenin üzerinde (60 milyar dolardan fazla) varlığın bu bölgeye döndüğünü vurguladı. Bu muazzam meblağın dönmesi büyük bir başarı sayılmalı; zira şimdiye kadarki bütün teşviklere, tehditlere, vergi aflarına rağmen hemen her girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ukrayna çatışmasıyla burjuvazi için offshore kapılarının kapanması veya en azından riske girmesi de bunda kuşkusuz etkili oldu, adalardaki özel teşvikler cabası; ama bunlar gene de bu yöndeki planlı çaba içerisinde anlam kazanıyor. Daha önemlisi ise, bu muazzam sermaye birikiminin “gönüllü” (veya “gönüllülüğe cebri teşvik” diye yorumlamak da mümkün) devlet planlamasına tabi bir yatırıma yöneltilmesi, sınai kalkınmanın kaldıracı olarak görülüyor.

Putin konuşmasında irili ufaklı pek çok bölgesel ve ulusal projeden söz etti, bu projelere yerli ve yabancı “yatırımcıları” çekmek gerektiğini vurguladı, yatırım cazibesi ve istikrara vurgu yaptı. Bunda bir yenilik yok; öyle, çünkü kapitalizm ve daha önemlisi, çünkü sermaye birikimi ihtiyacı. Yenilik, 2022 öncesiyle bugün arasında vurgunun değişmiş olmasındaydı; daha önce çoğunlukla doğal kaynaklara yatırım öne çıkartılırdı ve yatırımcıların yatırım planlamasına devlet müdahale etmezdi; ancak artık program doğrudan doğruya devlet tarafından oluşturuluyor, Putin’in saydığı ve saymadığı projelere bakıldığında da bunların devlet tarafından planlanmış olduğu anlaşılıyor. Demek ki burada kilit faktör planlama — evet, kapitalist bir planlama (neden? çünkü özel sermaye ve artı-değer), ama gene de planlama. Başka deyişle, daha önce olduğu gibi sadece özel hukuka dayalı sözleşme gereklerinin yerine getirilip getirilmediğinin denetlenmesinden ibaret değil; tersine, nereye ne kadar yatırım yapılacağının da devlet tarafından planlandığı yeni bir durum.

BRICS ve durdurulamayan nesnel süreç

Putin konuşmasının BRICS ve dedolarizasyonla ilgili bölümünde bu süreci Rusya’nın istemediğini, ama dolarla ödeme imkanlarının elinden alındığını söyledi. Bununla birlikte bunun arzularla ilgisi olmayan nesnel tarihi bir süreç olduğunu da vurguladı. Bu, Putin’in bütün benzer konuşmalarını çoğu batılı “meslektaşlarının” gevezeliklerinden ayıran en temel özelliğidir; katılın veya katılmayın, bu konuşmalarda tarih ve süreç vardır ve dahası bu kavrayış (ideolojik angajmanlarına rağmen) son derece nesneldir. Bu defa da İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin iktisadi üstünlüğü, Marshall yardımları ve Bretton Woods’dan başlayarak bu sayede doların “tek dünya parası” haline geldiğini, 1971 “Nixon’s shock” kararını kastederek bu küresel para sisteminin “biraz tamir edildiğini” söyledi. Putin’e göre bugünkü sürece (Lenin’in sözleriyle “niyet ve gerekçelerden bağımsız olarak”) nesnelliğini kazandıran şey, “küresel güney” ülkelerinin dünya GSYH’sının yarıdan fazlasını üretmesi, BRICS ülkelerinin de küresel GSYH’nın üçte birini oluşturması. “Mesela biz BRICS ortaklarımızla şimdiden yaklaşık yüzde 65 oranında milli paraları kullanıyoruz.”

Hasmının durumunun nesnel analizi onun hakkında söyleyeceğiniz bütün hamasi şeylerden daha güçlüdür. Putin’in konuşmalarını batılı (ve diğer) “meslektaşlarından” ayıran temel özelliklerden biri de bu. Sürecin nesnel ve öznel niteliklerini ayırt etmesini biliyor ve siyasetini hasmının öznel durumu değil sürecin nesnel nitelikleri üzerine kurmaya çalışıyor. Örneğin (okur hatırlayacaktır) NATO’yu konvansiyonel bir savaşta yenemeyeceğini açıkça ifade etmekten çekinmiyor; ama Rusya’nın devlet olarak varlığını korumak için elindeki bütün silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini de aynı nedenle vurguluyor. Dünkü konuşmada küresel tablonun değişmekte olduğunu belirtirken de aynı mantığı kullandı: “… bu doğal bir süreç, siyasi konjonktürle ilişkili değil; ama Avrupa ve ABD iktidarları özensiz ve profesyonellikten uzak davranışlarıyla bunu daha da ilerletiyorlar.”

Kiev rejimi: amaçlar ve sonuçlar

Putin Kiev rejiminin Kursk oblastine saldırısına değinirken, “düşmanın sınır bölgelerine büyük ve iyi hazırlanmış kıtaları sevk etmekle kilit istikametlerde kendisini zayıf düşürdüğünü”, “kurtarılması birinci hedefimiz olan Donbass başta olmak üzere kilit istikametlerdeki taarruzumuzu durduramadığını”, “düşmanın hem insan gücünde hem de araçlarda çok büyük kayıplar yaşadığını, bu kayıpların bütün silahlı kuvvetlerin etkisizleşmesine neden olabileceğini, bizim de bunu başarmaya çalıştığımızı” söyledi. Kiev rejiminin Kursk ve Zaporoje nükleer santrallerine saldırılarını değerlendirirken de şu ifade dikkat çekiciydi: “Simetrik karşılık verseydik… Avrupa’nın o kısmına neler olacağını hayal etmek mümkün.”

Kiev rejiminin amaçlarından birinin (burada kastedilen belli ki Kursk saldırısı ve benzeri görülmemiş dron saldırılarıydı) “panik tohumları ekmek, Rusya’daki iç siyasi durumu sarsmak” olduğunu da söyledi; ancak bütün bunların toplumdaki konsolidasyonu güçlendirdiğini vurguladı.

Bu kesinlikle doğrudur.

Reagan döneminin ABD hazine müsteşarı Paul Craig Roberts daha 2000’lerin ortasında Rusya’nın dünyanın en açık toplumlarından biri olduğunu söylemişti. Bu açıklık o zamandan beri daha da pekişti. Toplumun mesela Kursk saldırısı yüzünden genelkurmaya amansız eleştirilerinin önünü almaya kimse yeltenmiyor; ama bütün bu tür durumlarda eleştiriler baki kalmakla birlikte siyasi konsolidasyon güçleniyor. Çatışmanın başından bu yana ABD’nin patronu olduğu blok savaşın şiddetinin artmasıyla önce orta burjuvazide kalkışma bekledi — bu olmadığı gibi, bir önceki dönemin liberal muhalefetinin kitle tabanını teşkil eden bu orta burjuvazi ülke dışına kaçarak büyük ölçüde tasfiye oldu ve yerine daha konsolide yenisi ortaya çıkıyor. Bu blok çatışmanın şiddetini artırmakla genel seferberlik ve savaşa karşı kitle hareketlerinin doğacağını bekledi — bu olmadığı gibi sözleşmeli personel akını devam ediyor ve hayat şaşılacak kadar normalleşti. Bu blok çatışmanın şiddetini artırarak Rusya’yı iktisadi krize sürükleyeceğini ve karşı-devrim tetikleyeceğini bekledi — bu olmadığı gibi işsizlik azaldı, sınai üretim arttı, gelirler yükseldi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English