Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Trump’ın anti-sosyal devleti

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, yalnızca bir yönetim değişikliğinin ya da partizan yönetişim tercihlerinin değil, devlet biçiminde yaşanan yapısal bir dönüşümün izlerini sürüyor. Trump döneminde ivme kazanan bu dönüşüm, toplumsal yeniden üretim süreçlerinden giderek çekilen, kamusal kaynakları sermaye lehine seferber eden ve idari aygıtı seçkinci bir patrimonyal hiyerarşiye indirgeyen bir devlet tasavvurunu resmediyor. Bu yeni konfigürasyon, klasik refah devleti kurumlarını tasfiye ederken aynı zamanda devletin cezalandırıcı kapasitesini merkezileştirmeye yöneliyor. Makale, bu dönüşümün yalnızca neoliberalizmin geç evresi olarak değil, otoriter bir yeniden inşa sürecinin organik bileşeni olarak da okunması gerektiğini savunuyor.

Türkiye bağlamından bakıldığında, bu çözümleme, yalnızca Amerikan siyasetinin güncel yönelimlerine dair fikir vermekle kalmıyor; aynı zamanda bizdeki siyasal ve kurumsal gelişmeleri de yeni bir mercekten değerlendirme olanağı sunuyor. İdari kapasitenin tasfiyesi, yürütme erkinin kişiselleşmesi ve kamu kaynaklarının dar bir sermaye çevresine tahsisi gibi eğilimler, Türkiye’de de farklı tarihsel dinamikler içinde vücut bulmuş durumda. Bu nedenle makale, yalnızca bir başka ülkenin krizine tanıklık etmeyi değil, içeriye dönük eleştirel bir gözle yeniden düşünmeyi teşvik ediyor.

Okuyucu, bu metinde yalnızca bir teşhis değil, aynı zamanda bir strateji tartışması da bulacaktır. Zira yazar, bugünün devletiyle girilecek her mücadelede, “devlet içinde ve devlete karşı” yürütülecek kolektif pratiklerin taşıdığı tarihsel ve siyasal imkânlara dikkat çekiyor. Bu bağlamda makale, günümüzün karmaşık hegemonik biçimlerine karşı geliştirilecek direniş stratejilerinin zeminini kurarken, eleştirel devlet kuramına katkı sunan önemli bir müdahale niteliği taşıyor.


Trump’ın anti-sosyal devleti

Melinda Cooper
Dissent
18 Mart 2025
Çev. Leman Meal Ünal

Henüz ikinci ayında, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin karakteri hakkındaki tüm şüpheler ortadan kalkmış durumda. Heritage Foundation’ın Mandate for Leadership: Project 2025 [Liderlik için Yetki: Proje 2025] başlıklı çalışması, bize ilk dönemdeki dağınık Trump’a kıyasla çok daha odaklı bir Trump portresi sunuyor. Bu proje, başkanın öfke patlamalarını sürekli bir enerji kaynağına dönüştürmenin ve düşünce baloncuklarını ardışık bir anlatıya dönüştürmenin yolunu bulmuş. Project 2025 olarak bilinen bu rapor, aslında Amerikan devletinin temelden yeniden inşası için bir plan ortaya koyuyor. Ancak bu hedefe ulaşmak için öncelikle mevcut devletin ve onun kamu görevlilerinden oluşan işgücünün yarattığı engellerin aşılması gerekiyor. Raporda devamlı tekrarlanan bir nakarat var: İdari devletin ortadan kaldırılması. Rapor, başkana her adımda fısıldayarak, yürütme erki sayesinde nasıl “sözde ‘işten atılamaz’” federal bürokratları tasfiye edebileceğini; israfa ve yolsuzluğa batmış daireleri kapatabileceğini; devletin her kademesindeki “woke” propagandasını susturabileceğini; Amerikan halkının idari devlet üzerindeki anayasal yetkisini yeniden tesis edebileceğini; ve bu süreçte sayısız vergi dolarını kurtarabileceğini” anlatıyor.

Project 2025, Trump’ın kabine üyelerinin her türlü fantezisini besliyor: Fosil yakıt endüstrisi, gayrimenkul ve Silikon Vadisi ile ayrıcalıklı bağları olan özel sermaye yatırımcıları ve girişimcilerden oluşan bu klik için rapor, başkanın federal arazileri fosil yakıt sermayesine nasıl açabileceğini ve iklim değişikliğiyle mücadeleye dair her türlü ilerlemeyi nasıl engelleyebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda, Federal Rezerv’in son kredi mercii olma işlevinden vazgeçerek altın ya da başka bir emtia karşılığına (belki de kripto paraya) serbest bankacılığa geri dönüşü nasıl sağlayabileceğini de ortaya koyuyor. Yine, Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı’nın ülkedeki kalan kamu konut stokunu nasıl satabileceğini ve düşük gelirli borçlulara yönelik desteği nasıl kesebileceğini de detaylandırıyor. Bu arada, başkandan Banka Mevduat Sigorta Kurumu’nun (bankaların iflasını önlemekle yükümlü bağımsız devlet kurumu) ve Tüketici Finansal Koruma Bürosu’nu (yakın zamanda dijital finans sektörünü dolandırıcılığa karşı düzenlemeye başlayan) feshetmesi isteniyor. Özetle, Project 2025, anti-sosyal devletin zirve noktasını temsil ediyor: Sosyal hak ve güvence sağlama görevinden tamamen çekilmiş ve tüm idari aygıtını aşırı zengin iş ortaklarından oluşan dar bir gruba teslim etmiş bir devlet biçimi bu.

Mandate for Leadership, Heritage Foundation’ın 1981’den beri yayınladığı “başkanlık kılavuzu” niteliğindeki el kitaplarının dokuzuncusu. Aslında bu serinin temel temaları hep aynıdır: Devleti küçült, düzenleyici tedbirleri azalt, ve solun kaynaklarını kes. 900 sayfayı aşan Project 2025, 1981 yılında Reagan’a sunulan belgenin kalınlığıyla yarışır. Ancak bu versiyonu öncekilerden asıl ayıran, güçlü yargı desteği varsayımı. Trump, ilk döneminde Federalist Society’nin onayını almış üç yargıcı Yüksek Mahkeme’ye atamıştı. Şimdi ise, başkanlık makamının “görev alanının dış sınırlarına” kadar uzanan eylemler için ona ceza kovuşturmasından muafiyet tanıyan 6’ya 3’lük bir muhafazakâr çoğunlukla çalışıyor. Project 2025’in sayfaları, halkın anlaması muhtemelen imkânsız olan karmaşık anayasa hukuku yorum ve değerlendirmeleriyle dolu. Ancak bu satırlar, idari devlete yönelik Federalist Society’nin yargısal eleştirisine ve onunla yakından bağlantılı olan “tekçi yürütme yetkisi” (unitary executive power) doktrinine aşina olanlar için gayet anlaşılır nitelikte.

Amerikan bağlamında 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan “idari devlet” terimi, ilk kez hukuki gerçekçiler tarafından modern, sanayileşmiş bir toplumun ihtiyaç duyduğu türdeki bürokratik yönetimi tanımlamak için kullanılan teknik tınılı bir kavramdır. İlericiler, Yeni Düzen’i (New Deal) modern idare hukukunun zirve noktası olarak gördüler. Hukuki muhafazakârlar ve liberteryenler açısından ise bu terim, çağdaş devlette yanlış olan ne varsa onu temsil eden bir kısaltma niteliğinde.

Son yıllarda idari devlete yönelik yargısal saldırı vites arttırmış durumda. Columbia Üniversitesi’nden liberteryen hukukçu Philip Hamburger, bu tırmanışta kritik bir rol oynadı. 2014 tarihli, idari tiranlığa dönük bir iddianame niteliği taşıyan, İdare Hukuku Hukuka Aykırı mı? (Is Administrative Law Unlawful) başlıklı çalışmasında modern devlet düzenleyicilerinin gücünü 17. yüzyıl İngiltere’sindeki kraliyet yetkileriyle kıyaslar. Trump’ın görevdeki ilk yılında Hamburger, “anayasal özgürlükleri idari devletin ihlallerinden korumak” iddiasındaki Yeni Medeni Özgürlükler İttifakı (NCLA) adlı bir kamu yararı hukuk firmasını kurdu. NCLA, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu (SEC) ile Çevre Koruma Ajansı (EPA) gibi devlet kurumlarına karşı davalar açmakta; bu çerçevede, Kongre’nin kural koyma yetkisini idari kurumlara devretmesine ilişkin yerleşik içtihatlara (sözde yetki devri doktrini – non-delegation doctrine) ve mahkemeler ile idare arasındaki hiyerarşik ilişkiye dair kurallara (yargısal takdir – judicial deference meselesi) meydan okumaktadır.

Başında bir üniversite profesörünün bulunduğu NCLA, kendisini yüksek bir “partilerüstü” imajı ile çizse de dava dosyalarına bakıldığında Koch tarafından fonlanan Americans for Prosperity ile bağlantısı ve açıkça partizan Cause of Action Institute ile koordineli hareket ettiği görülüyor. 2024 yılında, bu iki firma Loper Bright Enterprises v. Raimondo ve Relentless, Inc. v. Department of Commerce davalarını yürüterek mahkemelerin idari kurumların federal yasa yorumlama konusunda mahkemelerce esas alınmasını zorunlu kılan Chevron takdiri doktrininin tarihsel bir yenilgiye uğramasını sağladı. Sonuçta, iklim değişikliği veya finansal dolandırıcılık gibi konulardaki yorum çatışmalarında nihai yetki artık federal mahkemelere geçmiş oldu. Bu da demek oluyor ki, artık memnuniyetsiz bir petrol arayıcısı ya da bir hedge fon yöneticisi, faaliyet alanlarındaki kurumsal yetkiyi sorgulayarak doğrudan nihai hakem konumundaki Yüksek Mahkeme’ye başvurabilecek.

NCLA, gerici hukuk kurumsallığının seçkin isimlerini bünyesinde barındıran bir vitrin. Başkanı ve baş hukuk müşaviri Mark Chenoweth, daha önce Koch Industries’de şirket içi hukuk müşaviri olarak görev yapmıştı. Yönetim kurulunda ise, idari devlete yönelik ilk liberteryen eleştirilerden birini getirmiş olan ve Federalist Society’nin kurucu üyelerinden Gary Lawson, bir diğer önde gelen liberteryen hukukçu ve Federalist Society destekçisi Eugene Volokh gibi isimler yer alıyor. Bu kadro, Reagan devrimini “tamamlanamamış bir proje” olarak görerek nihayete erdirmeyi umuyorlar. Özellikle, Reagan’ın ilk döneminde baş hukuk danışmanı, ikinci döneminde ise adalet bakanı olarak görev yapan Edwin Meese III’ün mirasına derin bir saygı duyuyorlar. (Nitekim Lawson yakın bir zamanda Meese ile Trump tarafından atanan günümüz Yüksek Mahkeme yargıçları arasında doğrudan bir soybağı kuran bir övgü yazısına ortak yazar olarak imza atmıştı.)

Meese, Reagan’ın devlet düzenlemelerine yönelik saldırısının hem kilit destekleyicisi hem de Federalist Society’nin erken dönem hamilerinden biriydi. Adalet Bakanı olarak, Reagan dönemi yetkilileriyle iş birliği içinde EPA ve İş Güvenliği ve Sağlığı İdaresi gibi kurumların faaliyetlerini engellemeye çalıştı ve liberal kamu yararı hukukçularından gelen davaları savuşturdu. Reagan’ın atadığı bürokratlar, kendi sorumluluk alanlarındaki kurumlara yönelik usule ilişkin bir savaş yürütürken, Meese Adalet Bakanı sıfatıyla idari yetkiye dair radikal bir anayasa eleştirisi geliştirdi. 1985’e gelindiğinde, Federal Baro Birliği’ne hitaben yaptığı bir konuşmada, idari kurumların federal yasaları serbestçe yorumlama ve uygulama hakkını öne sürerek yasama ve yürütme erklerinin yetkilerini gasp ettiğinden yakınıyordu. Bu idari yetki genişlemesini, Anayasa’daki “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” olarak nitelendirmekteydi. Federal kurumlar, onun ifadesiyle, “ne ‘yarı’ bir şu ne de ‘bağımsız’ bir bu olabilirdi. Katı bir kuvvetler ayrılığı anlayışının şekillendirdiği doğrultuda, federal kurumlar yalnızca “yürütme erkine bağlı temsilciler” olabilirdi ve yürütme yetkisi de yalnızca başkana aitti. Meese’in yönetimindeki Adalet Bakanlığı tam da bu nedenle, anayasanın II. maddesindeki yetki verme (vesting clause) ifadesini abartarak başkana kralvari, mutlak bir yürütme yetkisi atfeden “tekçi yürütme” (unitary executive) teorisyenlerinin bir sığınağına dönüştü.

Meese’in anayasa hukukunu yeniden biçimlendirme arzularına rağmen, “Reagan devrimi” nihayetinde yargı cephesinde başarısızlığa uğradı. Reagan kabinesindeki üst düzey isimler, EPA gibi gözden düşmüş federal kurumları felç etmek için ellerindeki tüm usul hilelerini kullandılar, ancak idari devlete yönelik sağ kanattan gelen bu saldırılar, mahkeme duvarlarına tosladı. Bir muhafazakâr hukuk kuramcısının sitemle belirttiği üzere, mahkemeler “modern idari devletin yönetici ortağı” haline gelmişti.

Neredeyse yarım yüzyıl sonra, Federalist Society artık fiilen Yüksek Mahkeme’yi ele geçirmiş durumda. Mahkemedeki muhafazakar çoğunluk, idari devletin anayasal eleştirisine vakıf olup sağcı kamu yararı avukatlarının önüne serdiği neredeyse her davaya onay mührü basıyor.  Yakın tarihli üç davada—Lucia v. SEC, SEC v. Jarkesy ve Loper Bright—mahkeme, kurumların tüketici haklarını düzenleme, karara bağlama ve uygulama konusundaki bağımsız yetkilerini büyük ölçüde budadı. Bu kararlar, tüm federal düzenleyici kurumları ileride açılacak davalar için içi mayın dolu bir tarlanın ortasına bırakmak demek aslında.

Bu arada, sağcı hukuk kuramcıları “tekçi yürütme” teorisinin dayanaklarını daha da incelikli hale getirip kapsamını genişleterek başkana yalnızca idari değil, yasama organı tarafından da itaat edilmesini zorunlu kılan bir noktaya kadar getirdiler. En son olarak, Project 2025’in ortak yazarı Russell Vought tarafından 2021’de kurulan Center for Renewing America adlı düşünce kuruluşundaki akademisyenler, Anayasa’nın II. Maddesi’nin başkana Kongre tarafından ayrılan bütçeleri askıya alma veya iptal etme hakkı verdiğini öne süren bir görüş ortaya atmışlardı -yani başkanın, herhangi bir devlet kurumu veya programının fonlarını istediği zaman kesebilmesini savunuyorlar. Trump geçmişte Kongre tarafından onaylanmış bütçeleri harcamayı reddetmişti. Elon Musk, bu kez Trump’ın aynı şeyi yeniden yapmasını ve bunu yeni icat edilen “bütçe iptali” (impoundment) yetkisi sayesinde bunu daha büyük ölçekte gerçekleştirmesini umuyor. Oysa Trump’ın bunu yasal olarak gerçekleştirebilmesi için 1974 tarihli Tasarruf Kontrol Yasası’nı baştan aşağı yeniden düzenlenmesi gerekir; muhafazakâr hukukçular, bunun için gerekli anayasal argümanlara sahip olduklarına inanıyorlar. Clarence Thomas, Neil Gorsuch, Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett, hepsi de “tekçi yürütme” teorisinin çeşitli versiyonlarını destekleyen görüşler kaleme aldılar. Bu yargıçların, Trump’ın yürütme erkine dair fantezilerini ne ölçüde meşrulaştıracakları ise hâlâ merak konusu.

Trump’ın ikinci döneminin tek gerçek sürprizi ise Elon Musk’ın her yerde oluşudur. Bu defa Trump, teslis biçimini almıştır: öngörülemez baba, kutsadığı oğlu Musk’ı yeryüzündeki işlerini denetlemek üzere gönderirken bu esnada, sosyal medya platformu X, Trumpçı ruhunu takipçilerinin bedenine üflemektedir. Sonuç, ne yazık ki, çok daha güçlü bir Trumpçılıktır.

Tüm yıkıcılığına rağmen Project 2025, yalnızca devleti imha etmeye yönelik bir kılavuzdan ibaret değil. En az yapıbozuma uğratmak kadar, devleti yeniden inşa etme arzusunu da içinde taşıyor. Nitekim sayfalarında, ekonomik liberteryenliğin yakılmış yıkıntıları arasından, en “paleo” [ilkel] kişisel ve otokratik yönetim biçimlerinin yükseldiği aşırı sağ bir devlet kuramının ana hatları beliriyor. Trumpçılık, dünyayı dönüştürmeyi hedeflerken, bunu en arkaik toplumsal yapıların, yani ırksal, cinsel ve sınıfsal tahakküm ilişkilerinin yeniden tesisi için yapmaktadır. Her devrimci muhafazakârlık projesinde olduğu gibi, yeni bir anayasa ve yeni bir epistemoloji gerektiriyor. Anayasal yorum, doğrudan uydurma ve masalsı anlatılar lehine bir kenara itiliyor. Deneysel bilgiye gelince, iktidar için varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor ve mümkün olan her yerde teokratik dogma ve başkanlık kararnameleriyle ikame edilmeye çalışılıyor (Trump’ın fen bilimlerine karşı yürüttüğü olağanüstü saldırı buna örnektir).

Project 2025, devletin yeniden dağıtımcı ve sosyal koruma işlevlerini felç etmeyi ne kadar istiyorsa, onun geniş bürokratik yetkilerini susturma, tehdit etme ve sınır dışı etme amacıyla kullanmayı da o denli arzuluyor. Ve dahası bu yetkileri başkanın kişisel yetkisi altında toplamayı hedefliyor. Raporda kürtaj ilaçlarının yasaklanması ve kürtaj klinikleri önündeki protestoların suç olmaktan çıkarılması da öneriliyor. Sınırların askerileştirilmesi ve göçmen gözaltı merkezlerinin genişletilmesi savunuluyor. ICE’ın, ülkedeki tüm kağıtsız göçmenlere karşı “hızlandırılmış sınır dışı” prosedürünü kullanabilmesi talep ediliyor. Columbia Üniversitesi öğrencisi ve green card sahibi Mahmoud Khalil’in gözaltına alınması ve sınır dışı edilme girişimi, Trump’ın bu konuda çok daha ileri gitmeye hazır olduğunu teyit ediyor nitekim.

Trump’ın federal güvenlik aygıtına yönelik saldırısı, onun otoriter niyetlerinin şimdiye kadarki en ürkütücü işareti. Pentagon ve FBI’ın üst düzey yetkililerini tasfiye edip yerlerine sadık çevrelerden oluşan yeni isimler atayarak, devletin şiddet tekeli üzerinde kişisel bir kontrol kurmayı hedefliyor. Böylece, bu gücü istediği herkese karşı serbestçe kullanabilecek. Kısacası, gerçekten “derin devlet” diyebileceğimiz bir yapı inşa etmeye çalışıyor—penceresiz, yankıyla ve gizli belgelerle dolu “Mar-a-Lago tuvaleti” kadar ıssız ve bir deli tarafından mesken tutulmuş.

Peki bu ezici kuşatma dalgası karşısında direnişin rotası nereye gider? Demokratlar, Yüksek Mahkeme’nin sağcı teyakkuzuna karşı bir dizi yasal karşılık üzerine düşündüler; bunlar arasında mahkeme üye sayısının artırılması, görev süresi sınırlamaları, bağlayıcı etik denetimi ve yargı atamalarında bağımsız iki partili bir inceleme yer alıyor. Bu önerilerin değerleri ne olursa olsun, öngörülebilir gelecekte rafa kalkmış durumdalar. Biden, alt federal mahkemeleri Demokrat atamalarla doldurmayı başardı; ne var ki bu önlem nihai kararı Yüksek Mahkeme’de sonuçlanacak davalarda ancak zaman kazandırabilir.

Bu arada, Demokratlar eyalet düzeyinde toparlanıyorlar. Project 2025, halk sağlığı ve acil durum yönetimi sorumluluğunun büyük kısmını eyalet hükümetlerine devrediyor; bu durum, mavi eyaletleri ve başsavcılarını Trumpçı saldırıya karşı bariz bir savunma hattına dönüştürüyor. Ancak meselenin aslı, Demokratların bu görevle başa çıkıp çıkamayacaklarıdır. Cumhuriyetçilerin hiper-aktivizmi, liberalleri çoğunlukla savunma pozisyonuna itme konusunda bir beceriye sahip; bu da onlara statükoyu boş sözlerle meşrulaştırmaktan başka seçenek bırakmıyor. Teknik uzmanlık ve usule ilişkin normların savunusu elbette gerekli. Ancak, onlarca yıl süren ve devletin sosyal ve yeniden dağıtıcı işlevlerini aşındıran, cezalandırıcı kolunu ise güçlendiren bir yıpratma sürecine karşılık olarak bu savunular hiç de yeterli değil. Kaldı ki devrimci aşırı sağa karşı etkili bir yanıt ise hiç değil. Olduğumuz yerde durmak, sürekli olarak ayaklarımızın altındaki zemini kaydıran bir düşmana karşı kaybetmeye mahkûm bir strateji çünkü.

Bu noktada, idari devlete yönelik saldırının soldan geldiği bir anı hatırlamak faydalı olacaktır. Uzun 1970’ler boyunca, sol görüşlü aktivistler ve liberal kamu yararı avukatları, idari devleti kenarlardan ele geçirip dönüştürmek amacıyla alabildiğine saldırgan bir kampanya yürüttüler. Yeni Sol’un azınlık siyaseti tarafından şekillenen bu aktivistler, Yeni Düzen’in (New Deal) başlangıç vaatlerinden uzaklaşılmasından rahatsızdılar: büyük şirketleri denetlemek üzere kurulan federal kurumlar, Soğuk Savaş sanayi kompleksinin sadece birer destekçisine dönüşmüş, çevrenin tahribatına tam anlamıyla ortak olmuşlardı; ülke genelindeki sosyal yardım daireleri, Güney’in ırkçı uygulamalarını ithal ederek siyah kent yoksullarını dışlamak ve denetim altında tutmak amacıyla kullanılmıştı. Bu eğilimlere karşı koymak için, Yeni Sol aktivistler “devlet içinde ve devlete karşı” bir strateji benimsediler: yani, devletin sosyal refah ve korumacı ufkunu genişletmeye çalışırken aynı anda yoksullara yönelik disiplin gücünü zayıflatmayı hedeflemek. Bu hareketin liberal kanadı, devlet yöneticilerinin elini zorlamak için mahkemelere başvurdular. Kamu yararı avukatları, sosyal yardım ve çevre hukuku alanlarında emsal teşkil eden davalar kazandılar. Daha solda yer alan, sosyal yardım hakkı ve siyah adalet hareketi içindeki aktivistler ise hukukun gücüne daha pragmatik ve çatışmacı bir anlayışla yaklaştılar ve kamu yararı avukatlarının seçkin bağışçılarla olan samimi ilişkilerine karşı temkinli bir yol tutturdular. Her iki durumda da, bu birleşik çabalar idari eylemin kapsamını köklü biçimde yeniden şekillendirmeyi başardı ve devletin çevre, gündelik tüketiciler, sosyal yardım alan yoksullar ve etnik azınlıklar karşısındaki sorumluluklarını üstlenmeye zorladı.

Bu tarih, sağcı hukuk hareketinin kendi kendini anlatımında rutin olarak görünmez kılınan bir şeyi açığa çıkarıyor. Siyaset bilimci Steven Teles’in de belirttiği gibi, “Yeni Düzen” sonrası idari devlete yönelik saldırıyı ilk başlatan soldu; bu da hukuk alanındaki muhafazakârları harekete geçiren kıvılcımdır. Sağcı revizyonizm idari devleti ve “wokeism”i aynı şey gibi gösterse de, daha yakından bakıldığında hükümet bürokrasisini işgal etme ve dönüştürme mücadelesine öncülük edenin sol olduğu bir dönemi yakalamak mümkündür. Yeni Sol, idari devleti demokratik arabuluculuğun tarafsız bir zemini olarak değil, bir çatışma alanı olarak görüyordu. Bir süreliğine de olsa, sosyal dağıtıma dair mücadele hattını devletin içine taşımayı başardılar. Hukuki karşı-devrimcilerin o zamandan beri savaşmakta olduğu işgal tam olarak budur, her ne kadar etkin bir muhalefet cephesi çoktan ortadan kalkmış olsa bile.

Bugün artık çok başka bir devlet formuyla karşı karşıyayız. Tüm çelişkileriyle birlikte geç Keynesgil sosyal devletin yerini, yeniden dağıtımcı işlevlerini küçülten, refah aygıtının büyük kısmını cezalandırıcı ve hapsedici işlevlere dönüştüren, hizmetlerinin mümkün olduğunca çoğunu özelleştiren veya taşeronlaştıran ve özel operatörlere garantilerini katlayan neoliberal anti-sosyal devlet aldı. Bu, düşük ya da hiç ücret almayanları kendi kaderlerine terk eden ancak onları hâlâ daimî borçlular ve gelir üreticileri -geçiş ücretleri, kira, fatura ve öğrenci borcu faizleri gibi- olarak ağları içine dahil eden bir devlet formudur. En kapsayıcı “üçüncü yol” formunda dahi neoliberal devlet, sosyal sigortanın yerine “sosyal piyasalar” yaratır. Diğer bir deyişle, yurttaşların üstlendiği riskleri güvence altına almak ve eşitlemek yerine, bu hizmetleri kâr amacıyla işletmeleri için özel sigortacıları ya da varlık yöneticilerini teşvik eder. Obama’nın Uygun Fiyatlı Sağlık Hizmeti Yasası ya da Biden’ın altyapı ve enerji yasaları bu yoksullaştırılmış sosyal politika modelinden besinini almıştır (her iki gündemin de gerçekten ilerici unsurlarını unutmamak kaydıyla). Özel sağlık sigortacıları ve BlackRock gibi mega yatırım fonu yöneticileri, bu neoliberal kapitalizm biçiminin doğal müttefikleriydi.

Liberteryenler, neoliberal devletin anti-sosyal eğilimlerini radikalleştirirler. Sadece “Yeni Düzen” sosyal refahının son kalıntılarını değil, aynı zamanda devlet sübvansiyonlu sosyal piyasaların neoliberal modelini yıkmakta dahi kararlıdırlar. Obamalı yıllarda, Tea Party hareketi, ACA’nın özel sigorta piyasasına “sosyalizmin tecessüm etmiş hali”ymiş gibi saldırmıştı. Trump dönemindeyse öfke, sözde woke BlackRock’a, dünyanın en büyük varlık yöneticisine ve Demokratların risk azaltma devletinin büyük bir yararlanıcısına kaydı. Trump artık Biden’ın Enflasyon Azaltma Yasası’nı ve bu yasayla bağlantılı tüm özel sektör yüklenicilerini terk etmekle tehdit ediyor. Tüm bunlar içerisinde belki de en şaşırtıcı olanı, Reagan döneminden beri biyofarma inovasyon hattını besleyen Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) fonlarını kesmiş olması. “Woke kapitalizme” karşı savaşın yalnızca bir piyesten ibaret olmadığı her geçen gün daha da net hale geliyor. Trump’ın adamları, neoliberal kapitalizmin zirvesindeki tüm ekonomik sektörleri çökertmeye -kendi yatırım ortaklarını, şirket kurucularını ve hâkim hissedarlarını yüceltmek uğruna- gerçekten de hiç olmadıkları kadar hazırlar.

“Woke kapitalizm” savaşının, kapsamlı bir resesyonu (veya kapitalist sınıf içi bir isyanı) tetiklemeden ne kadar ileri götürülebileceği ise hâlâ belirsiz. Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da Trump’ın iş dünyasındaki müttefiklerinin kemer sıkma politikalarından muaf tutulacağıdır. Musk’ın Hazine’yi yağmalaması ve Trump’ın Federal Rezerv’e müdahale girişimleri açıkça gösteriyor ki, liberteryenler aslında devleti ortadan kaldırmak istemiyorlar; ABD Hazinesi ve Federal Rezerv’in bünyesindeki devasa mali ve parasal yetkilerle en ufak bir dertleri yok. Onların arzusu daha ziyade, yararlanıcıların kapsamını radikal biçimde daraltarak, yalnızca ultra zengin özel sermayedarlar (şirket kurucuları ya da hâkim sahipler) ve kripto, güvenlik, emlak ve fosil yakıtlar alanındaki özel fon yöneticilerinden oluşan küçük bir grubu kapsamak. Bu grup öylesine küçük ki isimlerini dahi biliyoruz; yüzleri, kendi bastıkları özel madeni paralara işlenmiş durumda ve bu paraların Federal Rezerv tarafından desteklenmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kapitalist iktidarın bu denli kişiselleştiği fakat kamu kaynaklarıyla bu denli şişirildiği başka bir dönem ender görülmüştür herhalde.

Bugün, çok sayıda insan yalnızca dolaylı biçimde dâhil edilirken –kamu sübvansiyonlarıyla desteklenen özel çıkarlar için gelir üretenler olarak– “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın ne anlama gelebileceği üzerine biraz düşünmek gerekir. Sırf cezalandırıcı hizmetler söz konusu olduğunda, örneğin polislik ve hapishaneler gibi, “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın bir anlamı var mıdır? Musk misyonunu tamamladığında geriye direnilecek bir devlet kalacak mıdır sahiden? Öyle görünüyor ki, muazzam servet yoğunlaşmasının pasif kolaylaştırıcıları veya kurbanları olarak ağlarına takıldığımız sürece devleti kendi haline bırakma lüksümüz yok. Musk bir şeyi kesin olarak açığa çıkardı: Liberteryenizm gerçekte kimseyi devletten özgürleştirmez. Sadece sosyal devletin son kalıntılarını yok eder ve onun yerine, toplumun her aşamasında kişisel boyun eğmenin dayatıldığı, yoğun biçimde otokratik, patrimonyal bir devlet yönetimi biçimini ikame eder. Dolayısıyla, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen sosyal dağıtım mücadelesi her zamanki kadar acildir; güncel iktidar ilişkilerinin melez doğası strateji meselesini karmaşıklaştırsa dahi… Müdahalenin odağına bağlı olarak, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen çabalar, neoliberal, liberteryen ya da artık haline gelmiş sosyal demokratik devlet biçimleriyle uğraşabilir. Hükümetin farklı seviyelerinde farklı politika ve parti rejimleri yürürlükte olabilir; bu da ölçek ve hedef tercihini her sol strateji açısından önemli bir unsur hâline getirir.

Şimdilik federal çalışanlar Trumpçı saldırının ön cephesinde yer alıyor. Yalnızca Cumhuriyetçilerin nefret ettiği programları idare etmeleri değil, aynı zamanda federal hükümetin kalbinde kamu sektörü çalışanları olmaları onları doğrudan hedef hâline getiriyor. Federal sendikaların karşı karşıya olduğu zorluklar ise muazzam bir düzeyde. Ancak Amerikan kamu sektörünün sinir merkezindeki konumları onlara eşsiz fırsatlar da sunuyor. İdari devlete dönük uzun süreli sağcı saldırılar, kamu harcamalarının ayrıntılarına yönelik yaygın kayıtsızlığa dayanmıştır. Bu saldırı, insanlar “kendi” vergilerinin devletin hak etmeyen kesimlerine harcanmadığına ikna oldukları sürece sürdürülebilir. Sayısız araştırmanın gösterdiği üzere, alt ve orta gelirli Cumhuriyetçi seçmenler bilişsel bir çelişki hâlindeler: Sosyal Güvenlik, Medicaid ve gazilere yönelik yardımlar gibi haklarını kazanılmış gelir olarak görüyorlar; federal bütçede önemli bir kesintinin özellikle bu kalemleri hedef alması gerekeceğinin farkında bile değiller.  Bu bağlamda, Musk’ın Trump’ın başkanlığının daha ilk ayında Sosyal Güvenlik İdaresi’ne saldırmaya yönelik hevesi, taktiksel bir öngörüden yoksunluğa işaret ediyor. Bu proje, ortalama Trump seçmeni de dâhil, çok fazla insan için işleri hızlı şekilde çok kişisel hale getirerek ters tepilmesine yol açabilir.

Kamuoyundaki bu tür bir duygusal dönüşüm için çok uzağa gitmemize gerek yok. Eric Blanc’ın hatırlattığı gibi, 2018’de başlayan devlet okulu öğretmenlerinin uzun süren militan eylemleri benzer şekildeki elverişsizlikler altında gelişmişti. Bu eylem döngüsü, kamu emekçilerinin grevlerinin yasa dışı olduğu ve katı bir “çalışma hakkı” eyaleti olan Batı Virginia’da başlamıştı. Bu kampanya, büyük ölçüde, eyaletin mali yetersizlik anlatısını reddettiği için başarılı oldu. Öğretmenler, kamu hizmetlerinin “kullanıcıları” olan veli ve öğrencilerle dayanışma ağları kurarak, kemer sıkma politikalarının çalışanlar kadar onları da mağdur edeceğini gösterdi ve böylelikle devletin böl ve yönet taktiklerini boşa düşmüş oldu ve grev yasağı fiilen etkisizleştirildi. Kampanyanın kilit unsurlarından biri, eyaletin petrol ve doğalgaz şirketlerine tanıdığı son derece cömert vergi ayrıcalıklarına son verilmesini öneren alternatif bir eyalet bütçesi tasarısı hazırlamalarıydı. Kampanyaya en başında devletin bütçe siyasetini hedef alarak başlayan öğretmenler, endüstriyel eylemin anlamını müzakere edilmiş bir krizden, harcama öncelikleri üzerine gerçek bir mücadeleye dönüştürmeyi başarmışlardı.

“Ortak iyilik için pazarlık” kavramı, işçilerin doğrudan ücret taleplerini devletin harcama ve vergilendirme politikalarındaki daha büyük dağıtım meseleleriyle ilişkilendirdiği bir stratejiyi tanımlar. Bu strateji, kamu sendikacılığı hareketinde ve eyalet hükümetleri düzeyinde kayda değer başarılar elde etmiştir. Ancak henüz, hâlâ devlet bağımsızlığı yanılsamasının sürdüğü özel sektöre ya da federal kamu sektörüne yayılmış değiller. Bu ölçekte bir genişleme son derece zorlu görünüyor. Ne var ki, biraz da ironik biçimde, Musk bu çeşitli çalışma alanlarını aynı örgütsel şemsiye altında toplayarak faydalı bir iş yapmış oldu.

Örneğin, şu anda federal çalışanlara uygulanan türden yakıp yıkma taktiklerinin, son birkaç yılda Silikon Vadisi teknoloji çalışanlarının maruz kaldığı kitlesel işten çıkarma deneyimleriyle birebir aynı olduğu açık. Ama bundan da öte, bugün Tesla ya da X çalışanları Tesla veya X çalışanları bugün federal çalışanlardan ne kadar farklıdır? X kullanıcıları, patrimonyal devletin propaganda kolu olan bir kamu altyapısının müşterilerinden başka nedir ki? Şirket yöneticisi Hazine’nin kontrol kollarını elinde tutuyorsa, teknoloji sektörünün devletten bağımsız özel girişim kaynağı olduğu iddiasını sürdürmek güçtür. Musk, maksatlı olmasa da, özel ve kamu sektörü çalışanları arasındaki ortaklıkları son dönemdeki hiçbir işçi örgütleyicisinin başaramadığı kadar görünür kıldı. Bu imkânların, yeni ortaya çıkan büyük teknoloji ve federal işçi sendikası hareketi tarafından nasıl değerlendirileceği ise belirsizliğini koruyor.

“Ortak iyilik için pazarlık” çerçevesinin bir önemli sonucu da, sosyal dağıtım mücadelesinin, devlet harcamalarının belirleyici rol oynadığı günlük yaşamımızın herhangi bir alanından doğabileceğidir. Son birkaç on yıldır, para ve maliye politikaları mülk fiyatlarını şişirmeyi ve ücretleri baskılamayı hedeflemiştir. Bu baskılar, özellikle koronavirüs pandemisinden bu yana daha da şiddetlenmiş, kiracılar ipotek krizlerinin ve yükselen faiz oranlarının bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Konut sahipliği, sınıfsal tabakalaşmada giderek daha belirleyici bir etken hâline gelmiş, ücret talepleri, ücretlerin büyüyen bir kısmı ev sahiplerine aktarılıyorsa anlamını yitirmiştir. Tam da bu nedenle, son birkaç yılda ülke genelinde hızla yayılan kiracı sendikaları, yeniden canlanan sendika hareketinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir.

Bu alanda özellikle umut vaat eden bir gelişme ise, bireysel ev sahiplerinin ötesine geçerek ipoteklerini teminat altına alan veya risklerini sigortalayan devlet düzenleyicilerini hedef alan taktiklerin benimsenmesidir. Ekim 2024’te Kansas City’deki iki apartman bloğunda yaşayanlar hem ev sahiplerine hem de Federal Konut Finansmanı Ajansı’na (FHFA) talepler yönelten tarihi bir kira grevi başlattılar. Yeni kurulan Kiracı Birliği Federasyonu tarafından koordine edilen grevciler, FHFA’nın Fannie Mae veya Freddie Mac aracılığıyla federal kredi garantisi alan tüm ev sahiplerine kira talep sınırlaması ve düzenli bakım yükümlülüğü getirmesini talep ediyor.

Normal şartlar altında, ev sahipleri, kiracıların topluca gönderdiği kira ödemelerine güvenerek kredilerini öder. Kiracıların itaatkâr davranacağına yönelik beklenti (kiracı uyum beklentisi), bir tür sosyal teminat işlevi görür; ev sahibinin mülkü satın almasını ve faiz oranları yükseldiğinde kiraları artırmasını sağlayan da budur. Ancak aynı mantıkla, kiracılar da toplu şekilde kiralarını ödemeyerek ev sahibini iflasın eşiğine getirebilir. Eğer kredi bir devlet kurumu tarafından garanti altına alınmışsa, nihayetinde devlet bu borcun sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Devlet ya kiracılarla müzakereye oturup krediyi yeniden yapılandırır ya da ödenmeyen ipoteği bilançosuna aktararak ilgili mülkün fiilen kamusal mülkiyetini üstlenir. Bu noktada kiracılar, binanın süresiz biçimde sosyal konut olarak korunmasını talep etmek için çok daha güçlü bir konumda olur. Kiracı Sendikası Federasyonu direktörü Tara Raghuveer’in altını çizdiği gibi, amaç, federal düzenleyicileri, kurtarma ve düzenleme müdahalelerini emlak geliştiricilerinin değil, kiracıların hizmetine yönlendirmeye zorlamaktır: “Federal düzenleyicinin ya da kamu destekli kuruluşların ev sahiplerini ve yatırımlarını korumak için yapabileceği her müdahale, bizim için ‘Kiracıları koruyun’ diyerek müdahale etme fırsatı anlamına geliyor.”

Biden yönetiminin koşullarına mükemmel şekilde uyarlanmış olsa da, federal düzeyde kalıcı mevziler kurma girişiminin, Hükümet Verimliliği Bakanlığı (DOGE) çağında uygulamaya konulması daha zor bir çaba haline gelebilir. Ancak başka yerlerde, özellikle kiracı koruma yasalarının hala yürürlükte olduğu eski kentlerde, eyalet ve belediye düzeyinde benzer stratejiler izlemiştir. 2019 yılında, New Yorklu kiracı aktivistlerden oluşan bir koalisyon, ev sahiplerinin kira dengeleme yasalarından kaçınmak amacıyla kiracıları ardı ardına tahliye etmesini engelleyen New York Eyaleti Konut İstikrarı ve Kiracı Koruma Yasası’nın geçmesini sağlamışlardı. Kaliforniya’nın çeşitli kentlerinde, kiracı birlikleri, ev sahiplerinin kiracıları tahliye etmek üzere stratejik biçimde “işletmeden çekilmesine” olanak tanıyan eyaletin Ellis Yasası’na karşı da benzer bir kampanya yürütüldü. Nisan 2024’te, Los Angeles’ta yer alan Hillside Villa Kiracıları Derneği üyeleri, binalarının uygun fiyatlı konut statüsünü on yıl boyunca yenilemelerinin ardından dört yıllık kira grevlerini sonlandırdılar. Bu yalnızca kısmi bir zaferdi: Hillside Villa Kiracıları, Los Angeles Şehir Konseyi’nin, binayı kamu yararı kapsamında geri almasını talep ediyordu ve bu hedefe ulaşmaya neredeyse çok yaklaşmışlardı. Nihayetinde, kira artışlarını sınırlayan ve kiracı tahliyelerini engelleyen yasama zaferleri, ancak kamusal para yaratma ve borç ihraç etme yetkilerinin yeniden sakinlerin eline geçmesini hedefleyen daha geniş bir stratejinin ilk adımları olabilir. Konut krizinin gerçekten hafifletilebilmesi için, kentler ve eyaletler, Donald Trump gibi emlak geliştiricilerine sübvansiyon sağlamak yerine, kamu konutu yaratmak ve bunu sürdürebilmek amacıyla belediye ya da eyalet borç ihraç etme yetkilerini kullanmaya zorlanmalıdır.

Elbette Trump’ın sendikalara ve diğer örgütlülüklere sert şekilde saldıracağını biliyoruz, bu da “aşağıdan” ceza adalet sistemini hedef alan aktivizm türlerine yeniden aciliyet kazandırıyor. Yüksek Mahkeme’nin sağcılar tarafından ele geçirilişinin sonuçlarını değerlendiren yakın tarihli bir makalesinde Amna A. Akbar, dikkati gündelik hayatlarında hukukun sert yüzüyle karşılaşan sayısız insanın muhatap olduğu alt mahkemelere yeniden odaklamaya çağırıyor. Yüksek Mahkeme’nin koronavirüs tahliye moratoryumunu veya Biden’ın öğrenci borcu affı planını iptal etmesi hakkında yapabileceğimiz pek bir şey yok, ancak insanların her gün sınır dışı edildiği, tahliye edildiği ve ödenmemiş borçlar nedeniyle suçlandığı alt mahkemelere müdahale etmek için imkanlar fazlasıyla mevcut. Akbar, ırkçı polis şiddetine karşı protestoların ardından “mahkemeler içinde ve mahkemelere karşı” gerçekleşen yeni bir aktivizm türünün ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu aktivizm, yargısal gücün mekaniğine en somut şekillerde müdahale etmek için hukuki formalciliği reddediyor. Öyle ki taktikleri, görünüşte pasif gibi olan mahkeme ve polis gözlemciliği eylemlerinden, tahliye işlemlerini durdurmak veya kağıtsız göçmenlerin tutuklanmasını engellemek için koordine eylemlere kadar uzanıyor. Toplu kefalet fonları gibi karşılıklı yardımın silahlandırılmış biçimlerini de içeriyor ki bu fonlar mahkemelerin yoksul sanıkları duruşma öncesi gözaltına almalarının önüne geçmeyi amaçlıyor. Akbar’ın kaydettiği gibi, “mahkemelerde ve mahkemelere karşı gerçekleşen protestolar, sıradan insanlar için hukuki sürecin ve yasal eşitliğin değeri üzerine büyüyen bir mücadelenin parçası olarak stratejik kırılma noktaları olarak birbirine bağlı görünüyor- fakat kimi zaman bu burjuva demokrasisinde hukukun üstünlüğünün reddi olarak okunabilir.

Kuşkusuz, kamu savunucuları devlet, mahkemeler ve sanıklar arasında kritik bir bağlantı noktasında yer alıyor. Devlet tarafından istihdam edilmeleri, 1963 Gideon kararında belirtildiği gibi, anayasal bir hak olan avukatlık hizmetini garanti altına almayı amaçlar. Ancak kronik kaynak yetersizliği ve aşırı iş yükü, onları çoğunlukla sistemin dişlileri hâline getirir; müvekkillerine gerçek bir temsil sunmaktan ziyade, savunma anlaşmalarını onaylayan birer mühür gibi çalışırlar. Bu nedenle, ilerici kamu savunucuları arasında son dönemde artan sendikalaşma, cezalandırma [hapsetme olarak da okunabilir] temelli devlet aygıtına karşı sol mücadeleler için paha biçilmez yeni bir baskı aracı sunar. Los Angeles County kamu savunucuları, 2018’de ilk adımı atarak Amerikan Eyalet, İl ve Belediye Çalışanları Federasyonu (AFSCME) aracılığıyla örgütlenen sendikalarının eyalet tarafından tanınmasını sağladılar Sonrasında Connecticut, Pennsylvania, Colorado ve New York’taki savunucular da benzer adımlar attılar. Bu sendikalaşma çabalarını yürütenlerin büyük kısmı, daha geniş çaplı bir ırksal adalet hareketiyle aynı çizgide yer alıyorlar. Yani aslında hem ceza adaleti sisteminde yapısal reformlar için hem de daha iyi ücret ve çalışma koşulları için mücadele ediyorlar.

Bu açıdan, onlar, ülkedeki ilk (ve yakın zamana kadar ki tek) sendikalı kamu savunucuları bürosu olan New York Hukuki Yardım Avukatları Derneği’nin (ALAA) ortaya koyduğu yol haritasını izlemekteler. ALAA, 1970 ile 1994 yılları arasında şehrin mahkeme sistemini durdurma yeteneğini kullanarak daha iyi fonlama ve müvekkiller için gelişmiş temsil koşulları pazarlığı yapmak amacıyla beş büyük grev gerçekleştirdi. Fakat sendika, 1990’ların sonlarında Belediye Başkanı Giuliani’nin, ALAA’nın sunduğu hizmetlere rakip olacak kâr amacı gütmeyen savunuculuk ofisleri kurmasıyla pazarlık gücünün büyük kısmını kaybetti. Bu nedenle, Giuliani’nin ALAA’yı zayıflatmak için görevlendirdiği söz konusu STK’lardan biri olan Bronx Defenders’tan türeyen yeni sendikalı girişim Bail Project’in ortaya çıkması dikkat çekicidir. Sendikal yoğunluk kritik bir eşiğe ulaştığında, kamu savunucuları başka hiçbir emekçi sınıfının sahip olmadığı eşsiz bir silaha sahip olacaklar: Emeklerini topluca geri çekerek tüm mahkeme sistemini durdurabilirler! Bu silah, daha geniş sendika hareketiyle dayanışma içinde kullanıldığında, kamu fonlarının nasıl ve nereye tahsis edileceği (cezalandırıcı kurumlara mı yoksa daha iyi okullar, sağlık hizmetleri ve sosyal konutlara mı) konusundaki kararları şekillendirmek için bir araç olarak geliştirilebilir.

Patrimonyalizm, anti-sosyallik temelli devletin yol açtığı yıkıma verilen yanıtlardan biridir. Bu yapı, astlara güvenliklerinin ancak patronun ya da ev sahibinin himayesinde mümkün olduğunu öğretir. Tüm sadakat yukarıya doğru yönlendirilir; tüm yükümlülükler bireysel ya da ailevi hane halkı borcu biçimine indirgenir. Bu, yalnızca bir tür yatay dayanışmaya tahammülü olan bir devlet biçimidir: Başkanın gözüne girmeye çalışan kardeşler arasındaki dayanışma. Trump, bu iktidar tarzını herkesten daha iyi somutlaştırıyor. Cumhuriyetçi Parti’yi, her sözüne bağlı birbirine rakip kardeşliklerden oluşan bir sürüye indirgemekteki başarısı, tarihsel karşılaştırmalara meydan okuyor. Ancak Trump’ın hipnotize edici kişiselciliği, bu projenin taşıdığı kırılganlığı da gölgeleme potansiyeli taşıyor. Trumpçılığın popüler bir hareket olarak kendisini sürdürebilmesi için, hiyerarşi ve bağımlılığa dayalı patrimonyal ilişkilerin, hane halkından işyerine kadar toplumun her düzeyinde yeniden üretilmesi gerekiyor.

İşyeri grevleri, kira grevleri ve kefalet fonları gibi yatay dayanışma biçimleri bu projeye varoluşsal bir tehdit oluşturuyor; zira bu tür pratikler, müşteri-patron ilişkisinin dışında başka bir güvenlik alanı sunar. Bireysel yükümlülüğü kolektif krediye dönüştürerek her türden borç grevi, kişisel bağımlılığın şantajından en azından geçici bir kurtuluş sağlar. Bu eylemler, yalnızca kendi başlarına- ücretlerin artırılması ve kiraların düşürülmesi gibi- anlamlı olmalarının yanında yeni bir toplumsal ilişkinin kuluçka merkezleri olarak da değerlidir. Aşırı sağa karşı verilen mücadele, bundan daha azını kabul edemez.

Dünya Basını

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.

Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.

Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.

***

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Larry Haiven, 30 Mayıs 2025

Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?

1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.

Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.

Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.

Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.

Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.

Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…

Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.

Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.

1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.

1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:

“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”

50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:

“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”

Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.

Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.

İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.

Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:

“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”

Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.

Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.

1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:

Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”

İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.

Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.

1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.

1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”

Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.

Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.

Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.

Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.

Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:

“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”

2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:

“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”

Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.

Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.

Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.

Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:

“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”

Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?

Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.

Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.

Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.

Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.

İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:

“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English