Bizi Takip Edin

RUSYA

Ukrayna, Almanya, Avrupa: Putin dpa’ya ne cevap verdi?

Yayınlanma

Putin’in dün, Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu’nda uluslararası haber ajanslarının yöneticileriyle yaptığı basın toplantısı, Putin için bile alışılmamış uzunluğu (Kremlin resmi sitesinde yayınlanan kısmı 50 kitap sayfasından fazla tutuyor) ve cevapların kapsamlılığıyla dikkat çekiyordu.

Harici, Putin’in konuşmasının ana hatlarını sunduğu çok iyi bir özet çıkardı; bu özet mutlaka dikkatle okunmalı ve arşivlenmeli.

Bununla birlikte dpa’nın haber servisi şefi Martin Romanczyk’un sorusu ve Putin’in bu soruya verdiği çok uzun cevap üzerinde de ayrıntılı olarak durmak gerek; zira bu cevap, Kremlin’in Ukrayna’daki çatışmaya, Berlin yönetimine, Almanya’nın siyasi elitine ve Rusya-Almanya ilişkilerinin geleceğine bakışını açık seçik gösteriyor.

Putin: Bu savaşı biz başlatmadık

13 Şubat 2023’te, yani sıcak çatışmanın başlamasından sadece 11 gün önce “Olası bir çatışma üzerine düşünceler” başlığı altında şöyle yazmıştım:

“Ukrayna krizi, sadece Rusya’dan ibaret değil. Bu kriz… Almanya’yı Rusya ile düşman bir kampa girmeye itiyor, zira Almanya’nın sanayi sermayesine haddini bildirmek zorunda. … Alman sanayi sermayesinin bugün kendi bağımsız menfaatlerini Yeşiller’in iktidar ortağı olduğu bir siyasi kombinezonda hiç değilse kısa vadede gerçekleştirmesi, bütünüyle imkânsızdır.”

O yazıdaki diğer başlıklar gibi bu öngörü de eksiksiz doğrulanmıştır. Bu doğrulamanın nedeni, çoğu zaman sanıldığı gibi Almanya devletinin (veya Avrupa’daki başka herhangi bir devletin) yöneticilerinin hain olmasından (buna kuşku yok) kaynaklanmıyor. Burada söz konusu olan şey küresel mali oligarşinin menfaatleridir ve bu menfaatler yerel sanayi sermayeleriyle çatıştığında birinciler kazanıyor. Almanya’da olan tam olarak budur. Siyasi temsilcilerin iradeleri ancak tali bir önem taşır. Bugün sıklıkla unutuluyor: Almanya’da “trafik lambası koalisyonunun” kuruluş protokolünde Almanya’nın çatışma bölgelerine silah sevkiyatının yasaklanması maddesi de vardı. Daha 24 Şubat’tan önce ilk defa dpa, bu protokol maddesinin ne kadar yanlış olduğunu ispatlamaya girişti. Arkasının nasıl geldiğini biliyoruz.

Birçok defa, şansölyeyi Kafka’nın unutulmaz kahramanına benzettim: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Şansölye ise herhangi bir böcekten, mesela tahtakurusu veya hamamböceğinden çok solucanı andırıyor; çünkü bütün sandalyelerde birden oturmaya çalışırken hepsinden düşüp yerlerde sürünmeye başladı. Batı ülkelerinin yöneticileri irade sahibi rolü yapmayı çok seviyorlar (özellikle banker kökenli olanlar bu konuda çok daha ihtiraslı); oysa bunların hiçbiri bağımsız irade sahibi değildir; bunların hepsi çoktan vasallaşmış devletlerin sözümona yöneticileri olmaktan fazlası değildir; bunların hepsi temsilcisi oldukları sınıfların menfaatleri küresel mali oligarşinin menfaatiyle çatıştığında ikincisinin karşısında boyun kırıp solucana dönüşür.

Başka deyişle, “hayret, neden bağımsızlıktan vazgeçiyorlar?” sorusu yanlış bir sorudur; doğru soru şudur: “siyasi bağımlılık, sömürü pastasından daha ballı dilimler vaat ediyorsa eğer bağımsızlıktan neden vazgeçmesinler?”

Ama beri yandan sınıf mücadelesi devam ediyor; yüzyıllara dayanan demokratik hakları bir bir budanan halklar var; sınıflar ve katmanlar var; bu yıkımın hangi yoldan devam edeceği belirsiz.

Alman sanayi sermayesiyle ilgili Putin’in gözlemleri eksiksiz doğrudur: Almanya’da hızla bir sanayisizleştirme yaşanıyor; bu süreç en başında, küresel mali oligarşinin yerli sanayiye ABD’ye veya başka ülkelere taşınarak ve militarize olarak birikimini daha hızlı bir tempoyla artırma vaadi ve dayatması yüzünden Alman sanayi sermayesinin de ağzının suyunu akıtmıştı; ne var ki işler istedikleri gibi yürümüyor, başka ülkelerde sanayi yatırımları Alman sanayisinin geleneksel rekabet yeteneğini boğuyor. Ama bu arada “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” oluyor.

Almanya’da olan biten her şeyin altında bu vardır. Çünkü tam da bu durum çok katmanlı bir sınıf mücadelesini tetikliyor — sosyal-demokratların kitle tabanının hızla çözülmesi ve partinin çürümesi bunun sonucudur (kimse aslı daha ucuzken kalitesiz imitasyona para vermez), yeni neoliberal faşizmin koçbaşı Yeşiller az çok yerinde sayıyor, aslında Yeşiller, CDU/CSU ile AfD fiilen aynı kaynaklardan besleniyor — bunların vaatlerinin tek anlamı, yeşillerin tetiklediği siyasette militarizasyon ve faşizm eşiğinin aşılması süreci devam ederken ekonominin militarizasyonunu hızlandırmaktan ibarettir.

Almanya’da tek gerçek alternatif, öyle görünüyor ki, Wagenknecht hareketidir; ancak onu da boğmak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Ama bir giriş olmaktan çıkıp ayrı bir yazı haline gelen cümlelere son verelim ve bu konuyu genişletmeyi başka bir yazıya bırakalım.

* * *

Romanczyk’un Putin’e sorusunun son cümlesi şöyleydi:

“Siz Ukrayna’ya silah sevkiyatı kararı aldıktan sonra sayın şansölyeyi bir şekilde uyardınız mı, ihtar veya tehdit ettiniz mi?”

Putin’in uzun cevabı şöyle:

“Alman yönetiminde Alman menfaatlerini savunan hiç kimse yok”

Neden tehdit ettiğimize karar verdiniz? Biz kimseyi tehdit etmiyoruz, hele de başka bir devletin başını. Bu çok kötü bir üslup.

Bizim şu veya bu meseleyle ilgili kendi tutumumuz var. Avrupa devletlerinin, bu beyanda Almanya’nın, Ukrayna’da meydana gelen olaylarla ilgili tutumunu da biliyoruz.

Herkes Ukrayna’daki savaşı Rusya’nın başlattığını düşünüyor. Ama hiç kimse, altını çizmek isterim: batıda, Avrupa’da hiç kimse, bu trajedinin nasıl başladığını hatırlamak istemiyor. Ukrayna’da devlet darbesiyle, anayasaya karşı devlet darbesiyle başladı. İşte savaşın başlangıcı. Bu darbeden Rusya mı suçlu? Hayır. Bugün Rusya’yı suçlamaya çalışanlar, Polonya, Almanya ve Fransa dışişleri bakanlarının Kiev’e gittiklerini ve iç siyasi krizin çözülmesiyle ilgili belgeye krizin barışçıl, anayasal yoldan çözülmesi için garantör olarak imzalarını koyduklarını unuttular mı? Avrupa’da, bu meyanda Almanya’da da hatırlamak istemiyorlar bunu. Hatırlasalar şu soru doğacak: belgenin diğer imzacıları gibi o zamanki Almanya federal cumhuriyeti yönetimi de neden Ukrayna’da devlet darbesi yapan kişilerden hukuki anayasal alana dönmelerini talep etmedi? Muhalefetle o zamanki mevcut iktidar arasındaki mutabakatların garantörü olarak yükümlülüklerini neden ihmal ettiler? Olanlardan, iktidarın anayasa dışı yoldan ele geçirilmesini kışkırtan ABD’deki güçlerle birlikte onlar da suçlu. Bunun arkasından ne geldiği bilinmiyor mu? Bunun arkasından Kırım’da yaşayanların Ukrayna bünyesinden çıkma kararı geldi, Donbass’ta yaşayanların Kiev’de devlet darbesi yapanlara boyun eğmeme kararı geldi. İşte bu çatışmanın başlangıcı.

Sonra Rusya barışçıl yoldan çözüm formülü bulmak için her tür çabayı gösterdi; 2015’te Minsk’te Minsk mutabakatlarını imzaladık; bunlar da, yeri gelmişken, BM Güvenlik Konseyi kararıyla onaylandı. Uygulanması gereken belge buydu. Ama hayır, bu problemi silahlı yoldan örtmeye karar verdiler. Ukrayna’nın güneydoğusundaki sivil halka karşı topçu, tank, hava kuvvetleri kullanımı başladı. Nedense ne Almanya’da, ne diğer Avrupa ülkelerinde, ne ABD’de hiç kimse, tekrar ediyorum hiç kimse bunları hatırlamak istemiyor.

Biz Minsk mutabakatlarının imzalanmasına katkıda bulunduk, ama kimsenin kimsenin bunları uygulama niyeti olmadığı açığa çıktı. Eski Almanya şansöliyesi de, eski Fransa devlet başkanı da bunu kamuoyu önünde açıkladılar.

Sayın Romanczyk, bunu nasıl anlamalı? Kamuoyu karşısında, Minsk mutabakatlarını yerine getirmeye niyetleri olmadığını, sadece Ukrayna’yı silahlandırmak ve askeri eylemlerin devam etmesine yönelik şartları yaratmak için imzaladıklarını söylediler. Bizi aptal yerine koydular. Öyle değil mi? Olanlar başka nasıl açıklanabilir?

Sekiz yıl boyunca bu problemin barışçıl yoldan çözümüne ulaşmak için çabaladık. Sekiz yıl!

Bir defasında eski şansölye (Merkel — b.n.) bana şöyle demişti: “Biliyor musun, Kosova’da biz, NATO, evet, o zaman Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın harekete geçtik. Ama sekiz yıldır kan dökülüyordu, Kosova’da.” Burada Donbass’ta Rus insanlarının kanı dökülürken bu kan değil de su muydu? Kimse bunu düşünmek, bunu belirtmek istemiyordu.

Nihayetinde, Ukrayna’da o zamanki yetkililer, Minsk mutabakatlarının tek bir maddesinin bile hoşlarına gitmediğini açıkladıklarında, dışişleri bakanı da, “Yapmayacağımız neymiş?” dediğinde bir şeyler yapmak zorunda kaldık.

Bu topraklarda iktisadi ve sosyal çöküntü başlamıştı, anlıyor musunuz? Sekiz yıl. Cinayetlerden, insanların: kadınların, çocukların devamlı öldürülmesinden ise hiç söz etmiyorum.

Ne yapmaya mecbur kaldık? Onların bağımsızlığını tanımaya mecbur kaldık. Neredeyse sekiz yıl bağımsızlıklarını tanımamıştık. Hep barışçıl yoldan anlaşabileceğimizi ve bu meseleyi çözebileceğimizi bekliyorduk. Sekiz yıl! Kimsenin barış mutabakatı filan hayata geçirmeyeceğini açıkladıklarında ne yapmaya mecbur kaldık? Bunu yaptırmak için silah yoluyla girişimde bulunmaya mecbur kaldık.

Bu savaşı biz başlatmadık. Savaş 2014’te devlet darbesinden ve bu devlet darbesini kabul etmeyenleri top mermileriyle bastırma girişiminden sonra başladı.

Şimdi, uluslararası olayları, uluslararası hukuku takip edenler için. Sonra ne oldu, biz ne yaptık? Sekiz yıl boyunca tanımadık. Minsk’teki barış mutabakatlarının hayata geçmesinin kaderde yazılı olmadığını anladığımızda ne yaptık? Lütfen, herkesin dikkatini rica ediyorum: bu kendi kaderini ilan eden cumhuriyetleri tanıdık. Bunu uluslararası hukuk açısından yapmaya hakkımız var mıydı, yok muydu? BM Şartının birinci maddesinin dediğine göre, vardı. Bu, milletlerin kendi kaderini tayin hakkıdır. BM Uluslararası Adalet Divanı, bağımsızlık ve öz yönetim meselesinin çözümünde, eğer herhangi bir ülkenin herhangi bir toprak parçası böyle bir karar alırsa, bu devletin en yüksek organına başvuruda bulunma yükümlülüğü olmadığı kararını almıştı. Bütün bunlar Kosova’yla ilgili yapılmıştı. BM Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı var, orada şöyle yazılı: eğer herhangi bir toprak parçası bağımsızlık kararı alırsa bu hakkın hayata geçirilmesi için izin almak üzere başkente başvurmak zorunda değildir. Eğer öyleyse, BM mahkemesi kararında da öyle olduğu yazılı, demek ki o sırada tanınmamış olan cumhuriyetlerin, Donetsk ve Lugansk’ın bunu yapma hakkı vardı. Onlar da bunu yaptılar; peki bizim bu cumhuriyetleri tanıma hakkımız var mıydı? Elbette vardı. Olmaz mı? Biz de onları tanıdık. Sonra anlaşma imzaladık. Onlarla anlaşma imzalama hakkımız var mıydı? Tabii ki evet. Anlaşma, bu cumhuriyetlere saldırı halinde yardımda bulunmayı öngörüyordu. Ama Kiev bizim sekiz yıl boyunca tanımadığımız bu devletlere karşı savaş yürütüyordu. Sekiz yıl.

Tanımaya hakkımız var mıydı? Vardı. Sonra BM Şartı 51’inci madde uyarınca onlara yardımda bulunduk. Biliyor musunuz, kim ne derse desin, ben sayın Guterres’e de aynısını, dosdoğru bu mantığı söyledim — adım adım. Burada hata nerede? Uluslararası hukukun ihlali nerede? Böyle bir şey yok, eğer uluslararası hukuk açısından konuşuyorsanız ihlal yok.

Evet, sonra şu cevabı duyuyoruz: olsun, ama siz saldırdınız. Biz saldırmadık, biz kendimizi koruduk, herkes anlasın. Savaşa ilk adımı anayasa karşıtı kanlı devlet darbesini teşvik edenler attı.

Şimdi, silah sevkiyatı konusu. Bir çatışma bölgesine silah sevkiyatı her zaman kötüdür. Bilhassa da bu, sevkiyatı yapanların sadece silah sevk etmekle kalmayıp silahları idaresini de elinde bulundurmasıyla ilişkili olduğunda; bu çok ciddi ve çok tehlikeli bir adımdır. Siz de biz de biliyoruz ki Almanya’da bu inkar edilmiyor (gerçi basına nasıl düştüğünü bilmiyorum): bir Bundeswehr generali nereye nasıl bir saldırı yapılacağını tartışıyor: Kırım köprüsüne mi yoksa Rusya topraklarındaki başka bir tesise mi — üstelik Rusya’ya ait olduğundan kimsenin kuşkusu olmayan toprak parçalarında.

Ukrayna topraklarında Alman yapımı ilk Alman tankları göründüğünde bu Rusya’da moral ve etik bir şok yarattı, çünkü Rusya toplumunda Almanya’ya yönelik tutum her zaman çok iyiydi. Çok iyiydi. Bugün ise Rusya topraklarındaki tesislere saldırı düzenleyebilecek bir takım füzeler de ortaya çıkacağı söylenirken bu elbette Rusya-Almanya ilişkilerini kesinkes tahrip ediyor. Ama, ünlü Alman siyasetçilerinden birinin dediği gibi, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşından sonra hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla egemen bir devlet olmadığını biliyoruz. Sayın Scholz ile temas halindeydik, devamlı görüşüyorduk, federal hükümetin çalışmasının niteliğiyle ilgili bir değerlendirme yapmak istemiyorum şimdi, ama bu değerlendirmeyi Alman halkı, Alman seçmeni yapıyor. Yakında Avrupa Parlamentosu seçimleri var; bakalım ne olacak orada. Bildiğim kadarıyla — ben elbette kayıtsız değilim Almanya’ya, orada ülke içinde herhangi bir zorluğa maruz kalmamaları için temas etmemeye çalıştığım birçok dostum var, onlarla ilişkilerimi sürdürmemeye çalışıyorum — bu insanları uzun yıllardır tanıyorum, güvenilir dostlar olduklarını biliyorum, Almanya’da böyle dostlarım da çok. Kısacası, Almanya’da siyasi arenada güç dengesini biliyorum; anladığım kadarıyla, yanılmıyorsam, CDU/CSU şu anda yüzde 30 civarında, sosyal-demokratlar yüzde 16 civarında, AfD yüzde 15 oldu, geri kalanları ise düşüyor. Bu, seçmenin cevabı. Almanların ruh hali, Alman halkının ruh hali.

Almanya’nın savunma alanında, genel olarak güvenlik alanında bağımlılığını anlıyorum. Siyaset, enformasyon siyaseti alanında bağımlılığını da anlıyorum; çünkü orada nereye baksanız, hangi büyük yayın kuruluşu olursa olsun nihai hak sahibi okyanus ötesinde, Amerikan fonlarından biri. Şükür öyle; Amerikan fonlarını bu siyaseti sürdürdükleri için alkışlıyorum; harikalar, Avrupa’nın enformasyon mecrasını kendi menfaatleri açısından sımsıkı ellerinde tutuyorlar. Üstelik kendilerini, burunlarını göstermemeye çalışıyorlar.

Bütün bunlara tamam. Ama nüfuz muazzam, buna karşı koymak da çok güç. Buna da tamam. Ama bir takım elementer şeyler var — bu elementer şeyler hakkında konuşmalıyız. Bugünkü Alman yönetiminde Alman menfaatlerini savunan hiç kimsenin olmaması tuhaf. Biliniyor: Almanya’nın tam bir egemenliği yok, ama Almanlar, varlar. Onların menfaatlerini de hiç değilse birazcık düşünmek gerek.

Bakın: talihsiz boru hatları Baltık denizinin dibinde havaya uçuruldu. Kimse kızmadı bile: öyle olması gerekiyordu, oldu. Biz Avrupa’ya Ukrayna toprakları üzerinden gaz sevkiyatı yapıyoruz, dahası buna devam edeceğiz. Bunu yapıyoruz. Orada iki boru hattı sistemi vardı; birini Ukrayna tarafı kapattı, vanayı çevirdi, kapattı ve bitti; oysa bunun için bir neden bulunmuyor. Sadece bir boru hattı sistemini bıraktılar — peki. Ama oradan Avrupa’ya gaz gidiyor mu, gidiyor; Avrupalı tüketiciler de bu gazı alıyor. Türkiye üzerinden de Türk Akım’dan — gene bizim gazımız Türk Akım’dan Avrupa’ya gidiyor, Avrupalı tüketiciler onu da alıyor.

Peki, Kuzey Akım’ın bir borusunu havaya uçurdular, ama Kuzey Akım’ın diğer borusu, tanrıya şükür, hayatta. Almanya neden bu borudan bizim gazımızı almak istemiyor? Bunun mantığının ne olduğunu biri açıklayabilir mi? Ukrayna üzerinden alınabilir, Türkiye üzerinden alınabilir, ama Baltık denizinden alınamaz. Bu ne saçmalıktır? Bunun hiçbir formel mantığı yok, anlamıyorum.

Avrupa artık hiç gaz almamalı deselerdi neyse. Peki, tamam, üstesinden geliriz, Gazprom üstesinden gelir. Ama buna ihtiyacınız yok; sizin okyanus ötesinden getirdikleri üç kat pahalı sıvılaştırılmış gazı almanız lazım. Peki sizin “ekolojistleriniz” ne güne duruyor, sıvılaştırılmış doğalgazın nasıl temin edildiğini bilmiyorlar mı? Hidrolik kırılma yoluyla. Bu gazın üretildiği ABD’de yaşayanlara sorun; orada musluklardan bazen su yerine çamur akıyor. Sizin hükümetteki “ekolojistleriniz” bunu bilmiyor mu? Herhalde biliyorlardır.

Polonya da işe girişti ve Yamal-Avrupa’daki kendi vanasını kapattı. Almanya’ya gaz Polonya üzerinden gidiyordu. Biz kapatmadık; Polonyalılar kapattılar bunu. Enerji alanındaki ilişkilerimizin kesilmesinin Almanya ekonomisi üzerine etkisinin sonucunu siz benden daha iyi biliyorsunuz. Bu üzücü bir sonuç. Birçok büyük sanayi işletmesi ayak basacak bir yer arıyor, yeter ki Almanya toprakları olmasın. ABD’de açılıyorlar, Asya’da açılıyorlar. Ama üretim şartları öyle ki rekabet edemez hale geliyorlar. Üstelik bu genel olarak Avrupa ekonomisi için de ağır sonuçlar doğurabilir, çünkü Almanya ekonomisi (diğer Avrupalıları gücendirmek için değil; herkes iyi biliyor bunu) Avrupa ekonomisinin lokomotifi. Aksırıp tıksıracak olsa bütün diğerleri gribe yakalanır. Fransa ekonomisi de şu anda resesyon sınırında, bunu da herkes biliyor. Alman ekonomisi daha da düşüşe geçerse bütün Avrupa’yı sarsar.

Ben bir takım Avrupa-Atlantik bağlarının tahribi çağrısı yapmıyorum, bunu istemiyorum, yoksa başlayacaklar (siz veya başkası), birileri dediklerimi duyup diyecek ki: işte, Avrupa-Atlantik dayanışmasında bölünme çağrısı yapıyor. Hayır, bu değil; dinleyin, bence sizde yanlış bir siyaset var, her adımında fena halde yanlış. Bence şu anda olanlar ABD için de büyük, devasa bir yanlış. Liderliğini koruma arzusu yüzünden, üstelik de şimdi yaptıkları gibi, kendine zarar veren vasıtalarla. Ama Avrupa için daha da kötüsü. Evet, şöyle demek mümkün: “Sizi burada, burada ve burada destekliyoruz, ama bu da bizim. Dinleyin, eğer kendi ekonomimizi baltalarsak bu herkes için kötü olur. Bunu asla yapmamak gerek, biz karşıyız, bu bir tabu, sakın denemeyin.”

Ama bugünkü federal hükümet bunu yapmıyor. Ben, dürüst olmak gerekirse, bu davranışın ne mantığı var diye bazen hayrete düşüyorum. Peki, Rusya ekonomisini baltalamaya niyetlendiler, üç-dört, altı ay içinde bunun olacağını sandılar. Ama herkes bunun olmadığını görüyor. Geçen yıl ekonomideki büyüme yüzde 3,4’tü, bu yıl ilk çeyrekte Rusya ekonomisinin büyümesi yüzde 5,4 oldu. Dahası, Dünya Bankası da uluslararası mali-iktisadi örgütlerin verilerine dayanarak yeniden hesaplama yaptı (önümüze hedef koymuştuk) — dünyada satın alma gücü paritesi açısından beşinciydik; önümüze dördüncü sıraya yükselme hedefini koymuştuk. Dünya Bankası geçtiğimiz günlerde, daha geçen hafta sanırım, GSYH’mızı hesapladı ve Japonya’yı geçtiğimiz sonucuna vardı. Dünya Bankası’nın görüşüne göre Rusya bugün satın alma gücü paritesinde dünyanın dördüncü ekonomisi. Yani hedefe ulaşıldı.

Elbette önemli olan bu değil; bu kendi başına bir hedef değil. Tempoyu, ileriye hareketi korumak önemli, bu da şimdilik gerçekleşiyor. Neden söylüyorum bunları? Övünmek için değil; bizi engellemeye, zarar vermeye, gelişmemizi frenlemeye çabalayanların, yaptıklarının bizden çok kendilerine zarar verdiğini anlaması için. Bunu anlayıp bir takım çıkarımlar yapmalı ve davranışlarını bir şekilde düzeltmeliler. Kendileri için, sevdikleri için. Ama hayır, bu olmuyor.

Kimseyi gücendirmek istemiyorum, ama kararları alan kişilerin profesyonel hazırlık seviyesi, bu beyanda Almanya’dakiler de, benim görüşüme göre daha iyisinin arzu edilmesine yol açıyor.

RUSYA

Putin’in konuşması ültimatomdan fazlası

Yayınlanma

Yazar

Putin’in dünkü Dışişleri kolezyumundaki (bu seviyede bir toplantı en son 2021’de yapılmıştı) konuşması haklı olarak çok ilgi çekti.

Konuşma batıya bir “ateşkes teklifi” olarak planlanmıştı. Ancak, doğrusunu söylemek gerekire bu ateşkes teklifi gerçekte bir ültimatomdan başka bir şey değildir. Dahası bunda şaşıracak bir şey de yoktur, zira Rusya’nın kazanma iradesi iki buçuk yıldır sarsılmadı, tersine pekişti.

Sahadaki durumun en gergin olduğu 2022 ortalarından itibaren neredeyse bir yıl boyunca bile bu irade sarsılmamışken, ülkenin iktisadi kalkınma hızının dünya ortalamasının üzerine çıktığı, refah seviyesinin arttığı, hemen bütün iktisadi göstergelerin neoliberal dogmatizme rağmen az çok olumlu seyrettiği, dahası çatışma alanında hasmın ezildiği ve alan kontrolünün genişletildiği bir ortamda geri adım atması beklenemezdi.

Geri adım şöyle dursun, Putin kesin bir ifadeyle, mevcut temas hattına dayanan bir barış bile değil, ancak bütün şartların kabul edilmesi halinde ateşkes uygulanabileceğini söyledi.

Bu şartlar 24 Şubat 2022 konuşmasında belirtilen denazifikasyon ve demilitarizasyondan başka Rusya’ya katılan dört yeni federal bölgenin idari sınırlarını da kapsıyor. Yani bir ateşkes ancak, temas hattının bugünkü haliyle dondurulması değil, Kiev birliklerinin bu dört federal bölgenin idari sınırlarının dışına çıkması ve İstanbul mutabakatına dönmesi halinde ilan edilebilir.

Bunlar Kiev ve “sponsorları” tarafından kabul edilmeyeceği belli olan şeylerdi (ve edilmedi de), ama Ukrayna silahlı kuvvetlerinin savaşma iradesini belirgin bir şekilde etkileyeceği beklenebilir.

Nitekim, Kiev’den önce Stoltenberg ve Austin şartları reddettiklerini (yani, demek ki, Britanya’nın iki önceki sabık başbakanının formülasyonuyla “son Ukraynalıya kadar” savaşma, yahut öldürme kararlılığını koruduklarını) söyledi.

Kiev’deki anayasal görev süresi 20 Mayıs’ta dolmuş dolayısıyla hukuki meşruiyeti kalmamış olan, buna rağmen iktidarın başı kabul edilen kişi ise çok daha dikkat çekici bir ifade kullandı: Putin’in şartlarına “itimat edilemeyeceğini” ve bunlar “kabul edilse bile” zaten Rusya’nın taarruzu durdurmayacağını söyledi.

Bu ancak, Kiev’de belki de kapıların arkasında sesi giderek daha gür çıkan veya hiç değilse rahatsızlığı daha hissedilir olan bir kesimin çatışmayı ne pahasına olursa olsun durdurmak gerektiğini düşündüğüne yorulabilir.

Ancak konuşma bu ültimatomdan fazlasıdır; bu programatik bir konuşma ve Ukrayna meselesinden başka şu iki meseleyi kapsıyor:

1) Kıtayı ABD vasalı haline getiren Avrupalı neoliberal elitle mücadele ve bağımsızlık ve düzeni esas alan dögolcülük;

2) küresel güneyde Orta Asya merkezli “çokkutupluluk” merkezlerinin BRICS, ŞİÖ ve (benim çok daha fazla önem verdiğim) Avrasya Ekonomik Birliği’nden başka bölge dışı güçlerin askeri varlığını tasfiye edecek güvenlik anlaşmaları yoluyla kurulması ve pekiştirilmesi.

İkinci maddenin ilk bölümünü (BRICS, ŞİÖ) tartışmak şimdilerde çok moda. Bunun ikinci bölümü sözkonusu olduğunda ise (Orta Asya ülkelerinin bölge dışı yabancı üslerden arındırılması) genellikle sanki böyle bir durum (Putin’in ifadesiyle “işgal”) yokmuş gibi davranılıyor.

Ancak ilk madde bana kalırsa uzun vadede daha çok önem taşıyor; zira doğrudan doğruya Avrupa’da sınıf dinamikleriyle ilgili ve başka bir şey değil en çok bu, emperyalist sistem içinde köklü bir altüst oluşa yol açabilir.

Konuşmanın Ukrayna meselesine kadar olan ve bu programatik niteliğini yansıtan bölümünün neredeyse eksiksiz bir çevirisi aşağıdadır.

* * *

Putin: Avrupa’da yöneticiler kendi halklarının güvenini kaybetmekten çok Washington’un gözünden düşmekten korkuyor

… Tekrar ediyorum: dünya hızla değişiyor. Ne küresel siyaset, ne ekonomi, ne teknolojik rekabet eskisi gibi olacak. Giderek daha çok sayıda ülke egemenliğini, kendine yeterliliğini, milli ve kültürel benliğini korumaya yöneliyor. Sahnenin önüne küresel güneyin, doğunun ülkeleri çıkıyor; Afrika ve Latin Amerika’nın rolü artıyor. Biz her zaman, daha Sovyet zamanından beri, dünyanın bu bölgelerinin önemini söylüyorduk; ama bugün dinamik tamamen başka, giderek belirginleşiyor. Bir dizi entegrasyon projesinin hızla hayata geçmekte olduğu Avrasya’da da dönüşüm temposunun hızlandığı görülüyor.

Bugün çok kutuplu ve çok yönlü dünya düzeninin ana çizgileri yeni siyasi, iktisadi gerçeklik üzerinde şekilleniyor ve bu objektif bir süreçtir. Bu, bütün yapay birleştirme çabalarına rağmen organik olarak insana has olan kültürel-uygarlıksal çeşitliliği yansıtıyor.

Bu gelecek imgesi dünya ülkelerinin mutlak çoğunluğunun özlemleriyle kesinlikle uyumludur. Bunu, diğer hususların yanı sıra, güvene dayalı diyalog, katılımcıların egemen eşitliği ve birbirine saygı gibi özel bir kültüre dayanan BRICS gibi evrensel bir birliğin çalışmalarına yönelik artan ilgide de görüyoruz. …

Genel olarak, BRICS’in potansiyelinin onun zamanla çokkutuplu dünya düzeninin başlıca düzenleyici kurumlarından biri haline gelmesine imkan vereceğini düşünüyorum.

… Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki meslektaşlarımızla anlaşmaya vardık ve çokkutuplu bir dünyada uluslararası ilişkilerle ilgili ortak bir belgeyi kabul ettik. Ortaklarımızı ŞİÖ ve BRICS başta olmak üzere başka uluslararası platformlarda da bu konuda görüşmeye davet ettik.

Bu diyaloğun BM duvarları içinde de ciddi bir gelişme göstermesini istiyoruz; bu çerçevede bölünmez bir güvenlik sisteminin kurulması gibi temel, herkes için hayati önem taşıyan bir konudaki diyalog da dahil.

Bu bağlamda hatırlatırım: 20’nci yüzyılın sonunda, sert bir askeri-ideolojik cepheleşmenin sona ermesinin ardından uluslararası toplumda güvenlik alanında güvenilir, adil bir düzen kurulması için benzersiz bir şans ortaya çıkmıştı. Bunun için fazla bir şey de gerekmiyordu — sadece bütün ilgili tarafların görüşlerini dinleme becerisi, bunları dikkate almaya karşılıklı hazır oluş. …

… Başında ABD’nin bulunduğu batılı ülkeler soğuk savaşta kazandıklarını ve dünyanın nasıl düzenleneceğine tek başlarına karar verme hakları olduğunu düşündüler. Bu dünya görüşünün pratik ifadesi, her ne kadar Avrupa’da güvenliğin nasıl sağlanacağıyla ilgili başka fikirler mevcut idiyse de, Kuzey Atlantik bloğunun zaman ve mekana sınırsız yayılması projesi oldu. …

Biz hem 90’larda hem de daha sonrasında daima batılı elitlerin seçtiği yolun yanlışlığını gösterdik; sadece eleştirmek ve uyarmakla da kalmadık, seçenekleri ve yapıcı çözümleri önerdik, Avrupa ve dünya güvenliğinde herkesi, altını çizmek istiyorum, herkesi memnun edecek bir mekanizma geliştirilmesinin önemini vurguladık. …

En azından daha 2008’de önerdiğimiz Avrupa güvenlik anlaşması fikrini hatırlayalım. Aynı konular Rusya Dışişleri Bakanlığının 2021 aralığında ABD ve NATO’ya verdiği memorandumda da gündeme gelmişti. …

Bu arada, Avrupa’da ve dünyada güvenliğin ve refahın sağlanması için biricik doğru formül diye ilan edilen batı formülünün aslında işlemediği de yeterince hızlı bir şekilde anlaşılmıştı. Balkanlardaki trajediyi hatırlayalım. Eski Yugoslavya’da biriken iç problemler (elbette, vardı bunlar) kaba dış müdahale yüzünden hızla keskinleşti. NATO tarzı diplomasinin başlıca prensibi daha o zaman kendini bütün ihtişamıyla gösterdi — karmaşık iç ihtilafların çözümünde son derece kısır ve verimsiz bir prensip: taraflardan herhangi bir nedenle pek hoşlarına gitmeyen birini bütün günahlardan ötürü suçlamak ve bütün siyasi, enformatif ve askeri gücü, ekonomik yaptırımları ve kısıtlamaları onun üzerine salmak.

Daha sonra aynı yaklaşımlar yeryüzünün farklı yerlerinde de kullanıldı, siz ve ben çok iyi biliyoruz bunu: Irak, Suriye, Libya, Afganistan ve diğerleri; ve onlar, mevcut problemlerin derinleşmesinden, milyonlarca insanın kaderinin yerle bir edilmesinden, koca koca devletlerin yıkılmasından, beşeri ve sosyal felaket odaklarının, terörist anklavlarının genişlemesinden başka bir şey getirmediler.

Batı şimdi de küstahça Yakındoğu işlerine sızmaya çalışıyor Bu alanı bir zamanlar kendi tekellerine almışlardı ve bunun sonucu bugün herkes tarafından biliniyor, apaçık.

Güney Kafkasya, Orta Asya. İki yıl önce Madrid’deki NATO zirvesinde ittifakın artık sadece Avrupa-Atlantik’te değil Asya-Pasifik bölgesinde de güvenlik meseleleriyle uğraşacağını ilan ettiler. Oralarda yaşayanlar da bunlar olmadan yapamazmış. Belli ki bunun arkasında, kalkınmalarını engelleme kararı aldıkları bölge ülkeleri üzerinde baskıyı artırma çabası var. Bilindiği gibi bu listedeki baş sıralardan birinde ülkemiz, Rusya bulunuyor.

Füze savunma anlaşmasından, orta ve uzun menzilli füzelerin tasfiyesi anlaşmasından, açık hava sahası anlaşmasından tek taraflı çıktığını açıklayarak stratejik istikrarı baltalayanın ve NATO’daki uydularıyla birlikte Avrupa coğrafyasında onlarca yılda yaratılmış olan güven ve silahlanma üzerinde kontrol tedbirleri sistemini yıkanın Washington’un ta kendisi olduğunu da hatırlatırım.

Nihayetinde batılı devletlerin bencilliği ve kibri bugünkü son derece tehlikeli duruma yol açtı. Geri dönüşsüzlük noktasına kabul edilemeyecek kadar yaklaşmış bulunuyoruz. Büyük bir nükleer cephaneliği bulunan Rusya’yı stratejik yenilgiye uğratma çabaları batılı siyasetçilerin bütün sınırları aşmış maceracılığını gösteriyor. Ya kendi ortaya koydukları tehdidin büyüklüğünü anlamıyorlar ya da kendilerinin cezalandırılmazlığı ve münhasırlığına dair obsesif bir inanca saplanmışlar. Bunların her ikisi de trajediyle son bulabilir.

Açıktır ki Avrupa-Atlantik güvenlik sisteminin çöküşüne tanık oluyoruz. Bugün artık bu sistem yoktur. Bunu fiilen yeni baştan kurmak gerekiyor. Bütün bunlar bizim ortaklarımızla, bütün ilgili ülkelerle birlikte (bunlar hiç de az değil) Avrasya’da güvenliğin sağlanması için kendi seçeneklerimizi geliştirmemizi ve bunları daha sonra geniş bir uluslararası tartışmaya açmamızı gerektiriyor. …

Bunun için hangi temeller üzerinde ne yapmak gerek?

Birincisi, gelecekteki böyle bir güvenlik sisteminin bütün potansiyel katılımcılarıyla diyalog geliştirmek gerekli. Sizden, başlangıç için, Rusya ile yapıcı bir karşılıklı etkileşime açık devletlerle zaruri meseleleri ele almanızı rica ediyorum.

Geçtiğimiz günlerde Çin Halk Cumhuriyeti ziyareti sırasında bu problematiği ÇHC Başkanı Si Tsinpin ile de görüştük. Rusya’nın teklifinin, Çin’in küresel güvenlik alanındaki temel ilkeleriyle çelişmediği gibi tersine bunları geliştirdiğini ve tam bir uyum içinde olduğunu ifade ettik.

İkincisi, gelecekteki güvenlik mimarisinin, bunun kuruluşunda yer almayı arzu eden bütün Avrasya ülkeleri için açık olması ilkesinden yola çıkmak önem taşıyor. “Herkes için” kuşkusuz hem Avrupa hem NATO ülkelerini de kapsıyor.

… Avrupa’daki epey yüksek siyasetçilerin de katıldığı Rusya karşıtı propaganda kampanyasına Rusya’nın güya Avrupa’ya saldırmaya hazırlandığı spekülasyonları eşlik ediyor. Bu konuda defalarca konuştum… bu tam bir hezeyandır, sadece silahlanma bahanesidir.

… Avrupa için tehlike Rusya’dan gelmiyor. Avrupalılar için başlıca tehdit ABD’ye olan kritik ve sürekli artan, fiilen mutlak bağımlılıktır: askeri, siyasi, teknolojik, ideolojik ve enformasyon alanlarında. Avrupa küresel iktisadi kalkınmanın şarampolüne gitgide daha fazla kayıyor, göçmen ve diğer yakıcı problemlerin kaosuna yuvarlanıyor, uluslararası özne kimliğini ve kültürel benliğini kaybediyor.

Bazen, Avrupa’da yönetimdeki siyasetçilerin ve Avrupa bürokrasisinin temsilcilerinin kendi halklarının, kendi yurttaşlarının güvenini kaybetmekten çok Washington’un gözünden düşmekten korktuğu izlenimi hasıl oluyor. Son Avrupa Parlamentosu seçimleri de bunu gösteriyor. Avrupalı siyasetçiler aşağılanmayı, hoyratça davranılmayı ve Avrupalı liderlerin dinlenmesine ilişkin skandalları sineye çekerken, ABD onları sadece kendi menfaatleri için kullanıyor: ya onları kendi pahalı gazını almaya zorluyor (yeri gelmişken, gaz Avrupa’da ABD’dekinden üç ya da dört kat daha pahalı) ya da şimdi olduğu gibi Avrupa ülkelerinin Ukrayna’ya silah sevkiyatını arttırmasını talep ediyor. Bu arada, taleplerin zaten ardı arkası kesilmiyor. Ve onlara karşı da, Avrupa’daki iktisadi girişimcilere karşı da yaptırımlar getiriyorlar.

… ABD’nin kendisine gelince, askeri teknolojilere ve yarının teknolojilerine yatırım yapıyor: uzaya, modern dronlara, yeni fiziksel ilkelere dayalı saldırı sistemlerine, yani gelecekte silahlı mücadelenin doğasını ve dolayısıyla güçlerin askeri ve siyasi potansiyelini ve dünyadaki konumlarını tayin edecek olan alanlara. Şimdi bunlara öyle bir rol veriliyor: paracıkları bizim için gereken yerlere yatırın. Ama bu, Avrupa potansiyelini filan artırmıyor.

Eğer Avrupa dünyanın gelişmesinde bağımsız merkezlerden ve gezegenin kültür ve uygarlık kutuplarından biri olma niteliğini korumak istiyorsa kesinlikle Rusya’yla iyi ilişkilere ihtiyacı var ve en önemlisi biz de buna hazırız.

Bu aslında basit ve aşikar gerçeği kulağı başkalarının iradesi ve fısıltılarında değil ama gerçekten Avrupa ve dünya ölçeğindeki siyasetçiler, bu ülkelerin ve halkların tarihi kategorilerle düşünen yurtseverleri kavramıştı. Savaş sonrası yıllarda Charles de Gaulle birçok defa söylemişti bunu. İyi hatırlıyorum: 1991’de, o zaman benim de katılma şansı bulduğum bir görüşme sırasında Almanya şansöliyesi Helmuth Kohl Avrupa ile Rusya’nın ortaklığının altını çizmişti. Avrupalı siyasetçilerin yeni kuşağının bu mirasa er ya da geç döneceğine inanıyorum.

ABD’ye gelince, orada bugün hakim liberal-globalist elitlerin kendi ideolojilerini bütün dünyaya ne yoldan olursa olsun yayma, kendi imparatorluk statülerini, hakimiyetlerini koruma yönünde sonu gelmeyen girişimleri ülkeyi de tüketiyor, onu çözülmeye götürüyor, Amerikan halkının gerçek menfaatleriyle apaçık bir tezat teşkil ediyor. Eğer bu çıkmaz yol, kendi seçilmişliğine ve münhasırlığına inançla karışık saldırgan mesihçilik olmasaydı uluslararası ilişkiler çoktan istikrara kavuşmuş olurdu.

Üçüncüsü, Avrasya güvenlik sistemi fikrini öne sürmek için Avrasya’da halihazırda faaliyet göstermekte olan çoktaraflı örgütler arasındaki diyalog sürecini büyük ölçüde hızlandırmak gerek. Burada mevzubahis olan öncelikle Birlik Devleti, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği, Birleşik Devletler Topluluğu, Şanghay İşbirliği Örgütü’dür. …

Dördüncüsü, Avrasya’da yeni bir ikili ve çoktaraflı kolektif güvenlik garantileri sistemi için geniş bir tartışmaya başlamanın zamanı geldiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda perspektif olarak Avrasya bölgesindeki dış güçlerin askeri varlığını da tedricen azaltmak gerekiyor.

Elbette bugünkü durumda bu tezin gerçekçi görünmeyebileceğini anlıyoruz, ama bu bugün için. Eğer gelecekte güvenilir bir güvenlik sistemi inşa edersek bölge dışı askeri varlık bulundurulması zarureti olmayacaktır. Doğrusunu söylemek gerekirse esasen bugün de bu zaruret yok, bu sadece işgal demek, hepsi o. …

Bu bağlamda Belarus dostlarımızın programatik bir belge, 21’inci yüzyılda çokkutupluluk ve çoğulculuk şartı üzerine çalışılması inisiyatifini destekliyoruz. Bu şartta sadece uluslararası hukukun temel ilkelerine yaslanan çerçeve ilkeler değil daha geniş bir planda batı merkezli bir dünyanın yerini almakta olan bir uluslararası ilişkiler sistemi olarak çokkutupluluğun ve çoktaraflılığın muhtevası, tabiatına dair stratejik vizyon formüle edilebilir. …

Beşincisi, Avrasya güvenlik ve kalkınma sisteminin en önemli parçası, kuşkusuz, ekonomi, sosyal refah, entegrasyon ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği meseleleri; yoksulluğun, eşitsizliğin üstesinden gelinmesi gibi genel problemlerin çözümü, iklim, ekoloji; pandemi ve küresel ekonomide kriz tehditlerine karşı acil tepki mekanizmalarının kurulması olmalı — hepsi de önemli.

Batı, eylemleriyle sadece dünyada askeri-siyasi istikrarı baltalamakla kalmadı; yaptırımlarla, ticaret savaşlarıyla da kilit önem taşıyan pazar kuruluşlarını itibarsızlaştırdı ve zayıflattı. IMF ve Dünya Bankası’nı kullanarak, ikim gündemini çarpıtarak küresel güneyin kalkınmasını engelliyor. Batı, kendi yazdığı kurallarla bile rekabette kaybediyor ve yasak bariyerlerini, her türden korumacılığı uygulamaya koyuyor. ABD fiilen Dünya Ticaret Örgütü’nün uluslararası ticaretin düzenleyicisi rolünü reddetti. Her şey bloke edildi. Üstelik sadece rakiplerine değil kendi uydularına da baskı uyguluyor. Bugün resesyonun kıyısında sallanan Avrupa ekonomilerinin özsuyunu nasıl emdiğini izlemek yeterli.

Batı ülkeleri Rusya’nın varlıklarının ve döviz rezervlerinin bir kısmını dondurdu. Şimdi de bunları tamamen mülk edinmek için nasıl bir hukuki zemin oluşturacaklarını düşünüyorlar. Ama bütün bu sahtekarlığa rağmen hiç kuşkusuz hırsızlık hırsızlık olarak kalacak ve diğer taraftan cezasız da kalmayacaktır.

Mesele daha derin. Rusya’nın varlıklarını çalarak kendi kurdukları ve onlarca yıldır kendilerine refah getiren, kazandıklarından fazlasını tüketmelerine, borçlar ve yükümlülükler yoluyla bütün dünyadan para sızdırmalarına imkan veren sistemin yıkımına yönelik bir adım daha atacaklar. Artık bütün ülkeler ve şirketler, varlık fonları için, uzaklardaki varlık ve rezervlerinin hem hukuki hem de iktisadi anlamda güvende olmadığı aşikar hale geliyor. ABD ve batı tarafından mülksüzleştirilme sırasında bir sonraki, herhangi bir başkası olabilir — işte bu yabancı devletlerin fonları, onlar olabilir. …

Etkili ve güvenli, batının kontrol ettiklerine alternatif, ikili ve çoktaraflı dış iktisadi mekanizmaların kurulmasını ciddi bir şekilde hızlandırmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ayrıca, milli paralarla hesapların genişletilmesini, bağımsız ödeme sistemlerinin kurulmasını ve batı tarafından bloke edilmiş veya sınırlanmış kanalların etrafından dolanacak üretim ve piyasa zincirlerinin oluşturulmasını öngörüyor.

Elbette, Avrasya’da, yani doğal coğrafi çekirdeğini Rusya’nın teşkil ettiği bu kıtada uluslararası ulaştırma koridorlarının geliştirilmesi çabalarına devam etmek de zaruridir. …

Okumaya Devam Et

RUSYA

Rusya yargısı, Marksist sosyolog Boris Kagarlitskiy’in temyiz başvurusunu reddetti

Yayınlanma

Boris Kagarlitskiy Uluslararası Dayanışma Kampanyası Sözcüsü Suzi Weissman, 5 Haziran’da Rusya yargısının Marksist sosyolog ve sol muhalif Boris Kagarlitskiy’in ‘terörü meşrulaştırmak’ suçundan aldığı beş yıllık hapis cezasına karşı yaptığı itirazı reddetme kararını ‘adaletsiz ama beklenmedik değil’ şeklinde tanımladı.

Mahkeme ayrıca, Kagarlitskiy’in hapis cezasının bitiminden itibaren iki yıl boyunca internet siteleri ve telekomünikasyon kanallarını yönetmesini engelleyen yasağı da sürdürdü.

Weissman, “Hakimlerin acımasız kararı büyük bir sürpriz olmadı zira Rusya’nın her şeyi kapsayan terörle mücadele mevzuatı kapsamında verilen cezalara karşı yapılan tüm temyiz başvuruları reddedilmişti,” ifadelerini kullandı.

‘Terörü meşrulaştırma’ suçlaması, Kagarlitskiy’e geçen yıl 25 Temmuz’da Ukrayna Donanmasının 17 Temmuz’da Kırım’ı Rusya’ya bağlayan köprüye düzenlediği saldırı vesilesiyle yaptığı bazı ironik açıklamaların ardından yöneltilmişti.

Kagarlitskiy, ver oblastındaki Torjok’ta bulunan bir ceza infaz kurumunda tutuluyor.

Bununla beraber Kagarlitskiy’in avukatı Sergey Erohov, Telegram kanalında yaptığı açıklamada, temyiz sürecine devam edeceğini ve davayı Yüksek Mahkeme’den başlayarak Rusya Federasyonu Anayasa Mahkemesi’ne kadar hukuk sisteminin daha üst kademelerine taşıyacağını belirtti.

Temyiz mahkemesi yargıçları, aralarında Yanis Varoufakis, Jeremy Corbyn ve Jean-Luc Mélenchon’un yanı sıra İspanya hükümetinden bakanlar ile Fransa, Portekiz, İrlanda, Belçika ve Brezilya’dan milletvekillerinin de bulunduğu 37 uluslararası alanda önde gelen siyasi figür ve entelektüelin imzasıyla yapılan özel müracaata rağmen Kagarlitskiy’in cezasını değiştirmeyi reddetti.

İmzacılar, Kagarlitskiy’in siyasi hedeflere ulaşmak için hiçbir zaman terör yöntemlerini savunmadığını ve onu hapiste tutmanın Rusya’nın uluslararası itibarını zedeleyeceğini vurguladı.

Hapse atılmasından bu yana Kagarlitskiy’e Brezilya ve Güney Afrika’da üniversitelerde görev alması için teklifler yapılırken, serbest bırakılması talebiyle devam eden imza kampanyasına bugüne kadar 18 binden fazla imza toplandı.

Rusya’da Sol Cephe lideri Udaltsov neden tutuklandı?

Okumaya Devam Et

RUSYA

Medvedev: Eski İsrail Başbakanı Bennett, Moskova ile Kiev arasında arabulucuydu

Yayınlanma

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitriy Medvedev, eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett’in Ukrayna’ya dönük askeri müdahalenin başlamasından sonra Moskova ile Kiev görüşmeler yaptığını söyledi.

Telegram kanalından paylaşımda bulunan Medvedev, “Bu arada, Mart 2022’de Moskova’yı ziyaret eden Vladimir Putin’in bahsettiği yabancı lider, Moskova’dan sonra Kiev’e giden ve o zamanki ihtilaflı bölgelerin kaderini belirleyerek uzlaşmacı bir barış öneren İsrail Başbakanı Naftali Bennett’ten başkası değil,” ifadelerini kullandı.

Kiev’in 2022’deki barış anlaşmasını reddetmesinin ‘bazı Amerikalı yetkililerin kaba baskısının’ sonucunda gerçekleştiğini belirten Medvedev, artık durumun farklı olduğunu ve tüm yeni toprakların (Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporojye) sonsuza kadar Rusya’nın bir parçası haline geldiğini kaydetti.

Ayrıca Medvedev, Devlet Başkanı Putin’in İstanbul anlaşması ve mevcut Rusya anayasası temelinde barış görüşmeleri şansının korunduğunu söylediğine dikkat çekti.

Yetkili, Putin’in yeni bir Avrasya güvenlik sisteminin oluşturulmasına ilişkin açıklamalarını da yorumladı.

Ukrayna’da ‘sıhhi bir bölge’ oluşturma fikrinin bunun bir örneği olduğuna işaret eden Medvedev, bu bölgenin Polonya sınırına kadar tüm Ukrayna topraklarını kapsayabileceğini de sözlerine ekledi.

Medvedev, bu bölgenin burada yaşayanların istemesi halinde bu bölgelerin de Rusya Federasyonu’nun bir parçası haline gelebileceğini öne sürdü.

Diğer yandan Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı, 15 ve 16 Haziran tarihlerinde İsviçre’de yapılacak olan zirvenin ‘tam bir fiyaskoyla sonuçlanacağını’ öne sürdü.

Rusya’nın katılımı olmadan yapılacak müzakerelerin ‘sadece yeni figüranların işe alınması’ anlamına geleceğini ifade eden Medvedev, görev süresi dolan Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in iktidarı gasp ettiğini savundu.

Putin, barış görüşmeleri için koşulları açıkladı: Ukrayna, Rusya’ya bağlanan bölgelerden tamamen çekilmeli

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English