Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin ilk bölümünde özelleştirme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor.


Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Peter Korotaev
The Canada Files
17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin birinci bölümü. Bu bölüm, genel özelleştirmenin nasıl taşa oturtulduğuna ve şu an nasıl işlediğine odaklanıyor.

Kanada’nın eski Kiev Büyükelçisi Roman Waschuk, Ukrayna’nın IMF’nin “ekonomik deneyler” yaptığı bir ülke olduğunu söyledi. Ukrayna, sıradan Ukraynalıların bu politikalardan görecekleri zarara bakmaksızın, radikal neoliberal politikaların test edildiği bir laboratuvar.

Ukrayna’nın 60 milyon hektarlık arazisinin yüzde 55’i (33 milyon hektar) tarıma elverişli olarak kabul ediliyor ki bu Avrupa’daki en yüksek rakam. Bazı daha iyimser tahminlere göre bu rakam yüzde 74. Dünya ortalaması ise yüzde 12,6. Dünyadaki ekilebilir arazinin yüzde 2,3’ü Ukrayna’da bulunuyor. Ukrayna’dan sık sık “Avrupa’nın ekmek sepeti” olarak bahsedilir; hakikaten de Ukrayna’nın ekilebilir arazileri Avrupa’nınkinin yüzde 25’ini oluşturuyor.

Ukrayna’nın kapitalist, özelleştirilmiş tarımı söz konusu olduğunda işler o kadar da güllük gülistanlık değil. Bol miktarda ayçiçek yağı ve mısır ihraç etmesine rağmen gıda üretimi on yıllardır düşüyor, topraklar büyük tarım işletmelerinin tekelinde, sürdürülebilir olmayan tarım uygulamaları nedeniyle toprağın kalitesi hızla düşüyor ve nüfus Latin Amerika ülkeleriyle aynı veya daha ağır düzeyde açlık çekiyor.

Büyük tarım holdinglerinin gücü; Ukrayna’nın tarımsal ilişkileri

1990’larda Sovyet kolektif çiftlik sisteminin özelleştirilmesi söz konusuydu. Ancak 2001 yılında tarım arazilerinin alım satımı konusunda bir moratoryum ilan edildi. Sonuç olarak Ukrayna’daki tarım arazilerinin çoğu hala küçük çiftçilere ait. Bu küçük çiftçilerin sayısı 2019 yılında yaklaşık 7 milyon, yani nüfusun altıda biri kadardı. Geri kalan tarım arazileri ise kamuya ait.

Moratoryum, pek çok Ukraynalı köylünün topraklarını büyük şirketlere, özellikle de yabancılara kaptırmaktan kaygı duyması nedeniyle uygulamaya konmuştu. Yerli ve yabancı “piyasa reformcularının” ısrarlarının aksine Ukraynalı köylülerin çoğu topraklarını özelleştirmeye istekli değil. 2005 yılında yapılan bir anket, Ukraynalı çiftçilerin yüzde 96’sının bireysel çiftçiliğe başlamak istemediğini gösterdi. USAID tarafından 2015 yılında yapılan bir anket, moratoryumun kaldırılmasından sonraki ilk yıl içinde toprak sahiplerinin sadece yüzde sekizinin topraklarını satmak istediğini, 2017 yılında Tarım Ekonomisi Enstitüsü tarafından yapılan bir anket ise toprak sahiplerinin sadece yüzde 10’unun topraklarını satmak istediğini gösterdi.

1 Temmuz 2021’e kadar Ukrayna toprakları satın alınamıyor, sadece kiralanabiliyordu. Ukraynalı köylülerin yoksulluğu nedeniyle, çoğu (yüzde 56) küçük arazilerini özel şirketlere kiralamak zorunda kalıyor. Yüzde 29’u arazilerini kendileri işliyor, yüzde 8’i devlete kiralıyor ve yüzde 7’si de arazileriyle hiçbir şey yapmıyor. Birçoğu daha büyük şirketlere kiralıyor. Devlete ait araziler de genellikle büyük tarım holdinglerine kiralanıyor. Sonuç olarak bu tarım holdingleri Ukrayna’nın kapitalist tarımında baskın bir rol oynuyor.

Tarım holdinglerinin ölçeği

Ukrayna’nın önde gelen tarım ticareti web portalı makul olarak “Latifundist” gösteriliyor. Ukrayna’daki tarımsal ilişkiler sıklıkla Latin Amerika’dakilerle kıyas edilmekle kalmıyor, Ukrayna bu konuda dünya rakamlarının da üstünde yer alıyor.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingleri son derece güçlü. 2017 yılında Ukrayna’nın iki tarım holdingi kontrol edilen arazi miktarına göre sıralanan küresel ilk 20 listesinde yer aldı. Rusya ve Ukrayna’daki arazilerini eşit olarak dağıtan NCH Capital ilk 10’da yer alıyor. Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, 2021 yılında 510 bin hektar araziyi elinde tutuyordu. Kernel, Zelenskiy’in 2020’de tarım arazisi satışına ilişkin moratoryumu kaldırmasıyla ilgili “iyi haberin” ardından bu rakamı 700 bine çıkarmayı planlıyordu. Kernel, 2021 mali yılında 643 milyon dolar brüt kar elde ederek bir önceki yıla göre 5,2 kat daha fazla kar elde etti. Bu şirket tek başına Ukrayna’nın ayçiçek yağı ihracatının yüzde 22’sinden, tahıl ihracatının yüzde 20’sinden ve Ukrayna’nın toplam tahıl ihracatının yaklaşık yüzde 10’undan sorumlu. Tarım holdingleri 2017 yılında Ukrayna’nın toplam tarımsal üretiminin yüzde 22’sinden sorumluydu, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Ukrayna’nın gıda güvenliğiyle çok az hemhal oluyorlar.

Hem bu kiralama yollu sahiplik ilişkilerinin şeffaf olmaması (moratoryumun kaldırılmasından bu yana nispeten az Ukrayna toprağı satıldı) hem de sektörün hızla değişen durumu nedeniyle, Ukrayna topraklarının ne kadarının büyük tarım işletmeleri tarafından kontrol edildiğini söylemek zor. Land Matrix, 2020 raporunda Ukrayna’da 242 arazi anlaşması (buna kiralama ve kira anlaşmaları da dahil) kaydederek, tarım holdingleri tarafından sözleşmeye dayalı kontrol altında tutulan toplam 3,24 milyon hektarlık bir büyüklüğe ulaştığını yazdı. Bu, tüm tarım arazilerinin yüzde 7,6’sına ve tüm ekilebilir arazilerin yüzde 10’una denk geliyor.

Fakat Land Matrix’in de kabul ettiği üzere, sadece şeffaf anlaşmalar dikkate alındığı için bu eksik bir tahmin.

Latifundist’e göre, 2021 yılında Ukrayna’daki en büyük 117 tarım holdingi 6,45 milyon hektar araziyi doğrudan kontrol ediyordu ki bu da tüm tarım arazilerinin yüzde 16’sı ve ekilebilir arazilerin yüzde 20’si anlamına geliyordu. “Eco-action” ve Ukrayna Coğrafya Enstitüsü’ne göre 2020 yılında sadece ilk 10 tarım holdingi 2,66 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyordu. Etkili tarım ticareti haber portalı Landlord’a göre, 45 tarım işletmesi 4,1 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyor ve toplam gelirleri 10,8 milyar Amerikan doları.

Buna kıyasla Romanya (tesadüfen AB’nin en yoksul üyelerinden biri) dışında hiçbir AB ülkesi büyük tarım arazilerine sahip değil. Almanya gibi çoğu ülkede tek bir kişi ya da şirket 30 bin hektardan fazla araziye sahip değilken, tarım arazilerinin ortalama büyüklüğü 20 hektar. Tarımın büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesinin olumsuz sosyal, iktisadi ve ekolojik etkileri nedeniyle sadece Güney Amerika, Asya ve Afrika’daki yoksul, sömürgeleşmiş ülkeler Ukrayna’dakilerle mukayese edilebilir tarım holdinglerine sahip.1

Yabancı tarım holdingleri ne kadar araziyi elinde tutuyor?

Land Matrix’in 2021 tarihli raporuna göre Ukrayna, yabancıların sahip olduğu arazi miktarı — üç milyon hektar — açısından küresel listede ikinci sırada yer alıyor. Sadece Endonezya tarafından geçilen Ukrayna’yı Rusya, Papua Yeni Gine ve Brezilya takip ediyor. Bir başka araştırmaya göre Ukrayna’daki tarım arazilerinin yüzde 15’i, yani ekilebilir arazilerin neredeyse yüzde 20’si yabancılara ait.

Ancak bu rakamlar muhtemelen düşük tahminler. Latifundist sadece 10 yabancı tarım şirketinin iki ila üç milyon hektarlık alanı elinde tuttuğunu yazıyor. En büyükleri ABD’li şirketlerdi; en büyük ikisi 300 bin ve 195 bin hektarı kontrol ediyordu. Yabancı işletmelerin Ukrayna’da arazi sahibi olma konusundaki kısıtlamaları aşma yollarından biri de araziyi bir Ukrayna bankasından teminat olarak satın almak. Bu yöntem aynı zamanda son makalemizde detaylandıracağımız Batı programı “ProZorro”nun kullanımı yoluyla Ukrayna topraklarını büyük ölçüde indirimli hale getirdi.

Yabancıların göründüğünden daha fazlasına sahip olmasının bir başka nedeni de Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko. Gubriyenko, tarım holdingleri tarafından kontrol edilen arazilerin yüzde 60 ila 70’inin aslında yabancılara ait olduğunu yazıyor; her ne kadar göstermelik bir Ukrayna paravanı olsa da. Ukrayna tarımı üzerine hazırlanan 2023 tarihki raporuna göre Kernel’in en büyük on hissedarından dokuzu Avrupalı ya da Amerikalı. Ukrayna’nın 2020’deki en büyük dördüncü yatırımcısı hem Kernel’de hem de rakibi tarım holdingi MHP’de hissesi bulunan Norveç’in varlık fonuydu. Blackrock ve Goldman Sachs, Ukrayna tarımına yoğun bir şekilde dahil olan diğer büyük küresel finans gruplarından bazıları.

Tarım holdinglerinin dolaylı sahiplik ilişkileri

Sadece kira sözleşmeleri üzerinden arazi üzerindeki doğrudan hukuki sahipliği dikkate almak da yanıltıcı. Bu, tarımsal sermaye malları üzerinde büyük tarım holdinglerinin hakimiyetinden etkilenen tarımsal ürünler üzerindeki dolaylı sahipliği hesaba katmaz. Ukrayna topraklarının çoğuna nominal olarak sahip olan yoksul çiftçilerin finansal olarak ulaşamayacağı büyük tarım holdingleri; işleme, lojistik, asansör ve depolama ekipmanlarının çoğuna sahip. Uygun ekipman olmadan köylüler ürünlerini çok düşük fiyatlara satmak zorunda kalıyor. Ticaret şirketleri ve tarım holdingleri tüm tarımsal elevatör ekipmanlarının üçte ikisine sahip olduklarından, küçük köylüleri ürünlerini düşük fiyatlara satmaya zorlayabiliyor ve daha sonra daha yüksek fiyatlarla yurt dışına satabiliyorlar.

Kernel yalnızca en büyük tarım holdingi değil, aynı zamanda en büyük tarımsal ürün tüccarı; 2019-20’de Ukrayna’nın tüm tahıl ihracatının yüzde 13’ünden sorumluydu. İlk üç tüccar Ukrayna’nın ihracatının yüzde 30’unu gerçekleştirmekten sorumluydu. Elevatörlerin ilk beş özel sahibi, tüm asansörlerin üçte birini kontrol ediyor. Kernel aynı zamanda elevatörlerin en büyük özel sahibi. Bu da bazı bölgelerde Kernel gibi tarım holdinglerinin elevatörler üzerinde tekel sahibi olduğu anlamına geliyor.

Sonuç olarak tarım holdingleri küçük köylülere fiyatları dikte edebiliyor ve gerçekte, hukuki olarak kontrol ettikleri arazinin gösterdiğinden çok daha fazla tarım endüstrisini kontrol ediyorlar. Bu dolaylı sahiplik yöntemleri, konu üzerinde uzmanlaşmış akademisyenlerden Natalya Mamonova’nın 2015 yılında Ukrayna tarım arazilerinin yüzde 60’ının büyük tarım holdingleri tarafından kontrol edildiğini yazmasının nedeni.

İmtiyazlı devler

Tarım holdingleri ekonomik güçlerine denk bir siyasi güce sahipler. Lobileri olan “Ukrayna Tarım İşletmeleri Kulübü” (UCAB) aracılığıyla, küçük çiftçiler üzerindeki vergileri artıran yasaları savunuyorlar. Benzer 3131 sayılı yasa parlamentodan (Verhovna Rada – VR) geçemezken, 5600 sayılı yasa Aralık 2021’de Devlet Başkanı Zelenskiy tarafından onaylandı. Bu yasa, küçük ve orta ölçekli çiftçiler üzerindeki vergi yükünün artırılmasını içeriyordu. VR uzman komisyonu, çeşitli tarım türlerinin mevsimsel özelliklerini göz ardı ettiğini ve küçük çiftçilerin vergi ödemekten kaçındığı yönündeki kanıtlanmamış varsayıma dayandığını savunarak yasayı eleştirdi.

VR uzman komisyonuna göre:

“[…] küçük üreticiler üzerindeki vergi baskısının artması, bu üreticilerin arazilerini satmalarına veya kiralamalarına yol açabilir [bu, projenin kabul edilmesinin olumsuz sonuçlarından biri olabilir] ve kırsal alanlarda işsizliğin artmasına, iş gücünün kentlere ve yurt dışına göç etmesine, rekabetin azalmasına ve tarımsal üretimin tekelleşmesine, tarımsal üretimin yapısının değişmesine, ihracat-ithalatın emtia yapısının değişmesine, iç tarım-gıda piyasasında fiyat teklifinin artmasına vs. yol açabilir.”

Hükümet tarımda liberalleşmeyi en önemli önceliği haline getirdi ve 2020’de arazi özelleştirilmesini düzenli olarak en büyük başarılarından biri olarak tanımladı. Zelenskiy’in 2020’de çiftçilere yaptığı (cüzi krediler vaat ettiği) acıklı bir konuşmada belirttiği üzere, “toprak reformu olmadan Avrupa’nın ekmek sepeti olma şansımız yok”. Halkın Hizmetkarı partisinin başkanı David Arahamya, 5600 sayılı yasaya övgüler yağdırdı ve uzmanların eleştirilerine rağmen yasanın bir an önce onaylanması için parlamentoya baskı yaptı. İktisadi Kalkınma, Ticaret ve Tarım Bakan Yardımcısı ve piyasa reformlarının önde gelen savunucularından olan Taras Vısotskiy, 2019 yılına kadar UCAB’ın genel müdürlüğünü yaptı.

Dolayısıyla hükümetin Ukrayna’nın 2,3 milyon küçük ve orta ölçekli çiftçisini yoksullaştıran yasaları uygularken, büyük tarım holdingleri için devasa teşvikleri onaylaması şaşırtıcı değil. Ocak-Eylül 2017 döneminde Ukrayna’nın en büyük kümes hayvanı işletmesi ve üçüncü büyük toprak sahibi MHP (Yuriy Kosyuk’a ait), Ukrayna bütçesinden 1,25 milyar grivna “tarımsal destek” teşviği aldı. Karşılaştırmak gerekirse 2017 bütçesinde 1 trilyon grivna harcama yapılmıştı. Kosyuk aynı zamanda dönemin Devlet Başkanı Poroşenko’nun danışmanı ve Ukrayna’nın en zengin altıncı kişisiydi (900 milyon dolar). Bağımsız gazeteciler ayrıca Kosyuk’un ABD’li diplomat Kurt Volker ve Poroşenko’yu birbirine bağlayan Donbass’taki muazzam kaçakçılık planlarında kilit bir aracı figür olduğunu da ortaya çıkardı. Şirket, tüm tarım holdingleri ve Ukraynalı büyük şirketlerin çoğu gibi, merkezi Kıbrıs’ta (daha önce Lüksemburg’daydı) bulunuyor. Bu da şirketin sadece muazzam bütçe teşvikleri almakla kalmayıp aynı zamanda vergi kaçırdığı anlamına geliyor. Şirket, 2019 yılında Ukrayna yerine Balkanlar ve Suudi Arabistan’da yeni yatırımlar yapacağını açıkladı.

MHP, 2017 yılında 230 milyon Amerikan doları (6,2 milyar grivna) saf kar elde etti. Kosyuk’un şirketi 2018 yılında tüm devletin tarım teşviklerinin yüzde 25’ini, yani 970 milyon grivna aldı. 2018 yılında hükümet, büyük tarım işletmelerine (daha önce bu sadece küçük çiftçiler için mümkündü) kredi faizi için devletten tazminat alma hakkı veren yasayı onayladı.

En imtiyazlı ikinci şirket ise 444 milyon grivna ile Kernel’den sonra en fazla tarım arazisine sahip olan UkrLandFarming oldu. Bu şirket ve MHP’nin toplamı 2017 yılında tüm tarım teşviklerinin yarısını aldı. Devlet istatistiklerine göre aynı yıl MHP 1,8 milyar grivna teşvik aldı. Poroşenko’nun parlamentodaki blokunun üyelerine ait iki şirket toplam 3,5 milyon grivna aldı; bu miktar tüm Hmelnytskiy kentinin sokak lambalarının yenilenmesi için harcanan parayla aynı. 60 milyon grivna da parlamentonun Tarım Komisyonuna mensup bir milletvekilinin tarım işleri için alındı. Bu soruşturmayı yürüten Batı yanlısı “Radio Svoboda” bile gerçek rakamların daha yüksek olmasının mümkün olduğunu bildirdi.

Kosyuk gibi Poroşenko’nun müttefiklerine verilen devlet teşviklerinin yanı sıra, vergi kaçırmanın kendisi de bir tür teşvik. Zelenskiy’in 2021 yılında yasalaştırdığı ve tarımın gözde ürünleri mısır, ayçiçeği ve buğdayın da aralarında bulunduğu çeşitli tarım ürünlerinin ithalat ve ihracatında katma değer vergisinin yüzde 20’den yüzde 14’e indirilmesini öngören düzenleme de tam olarak bunu ifade ediyor.

Ukrayna’nın tarım sektörü, ülkenin en büyük vergi mükellefleri listesinde oldukça alt sıralarda yer alıyor. En çok tarım vergisi ödeyen şirket, 2020 yılında 147. sırada yer alan Kernel. Şirket, 2018 yılında sadece 18 milyon dolar vergi ödedi. Aynı yıl Kernel 513 milyon dolar kâr elde etti ve sahibi Ukrayna’nın en zengin 20 kişisi arasında yer aldı. MHP daha da az vergi ödedi.

Ukrayna Tarım Derneği adlı STK’ya göre, 2018 yılında küçük ölçekli çiftçilere verilmesi öngörülen kamu yardımının sadece beşte biri, toplamda sadece 7,4 milyon Amerikan doları hedefine ulaştı. Dünya Bankası, Ukraynalı küçük çiftçilere yalnızca 5,4 milyon dolar destek verdi. Bu küçük miktar bile, büyük tarım işletmelerine verdiği kredilerde olduğu gibi DB’nin kendisinden gelmedi, ancak küçük çiftçilerin sermaye almak için gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmalarını şart koştu. DB ve diğer Batılı finans kuruluşları, küçük çiftçileri yok eden ve büyük tarım holdinglerinin büyümesini teşvik eden tarımda liberalleşmeyi desteklemeyi çok daha önemli buldular. Bu dizinin son makalesinde Batılı finans kuruluşlarının küçük çiftçilerin aleyhine büyük tarım holdinglerinin yükselişini teşvik etmedeki rolüne daha yakından bakacağız.

Ukrayna’nın tarım ilişkilerini inceleyen analistler de küçük çiftçilerin kredi almasının ne denli zor olduğundan söz ediyor. Bankalar çoğunlukla 500 hektardan fazla arazisi olan müşterilerle çalışıyor ve kapsamlı evrak işlerinin yanı sıra genellikle kısa vadeli ve yüksek faiz oranları şart koşuyor.

Tarımda istihdamın azalması

Sovyet sonrası dönemde, aile çiftçiler tarafından kontrol edilen tarım arazisi miktarında daimî bir düşüş görüldü. Bunun nedeni, dağılan Sovyetler Birliği’nin köylülere büyük teşvikler sağlaması, ürünlerinin çoğunu satın alması ve üretimin diğer yönlerini organize etmesiydi. Dünya Bankası ise Ukrayna tarımının özelleştirme yoluyla kalkınmasının anahtarının “daha yüksek verimliliğe sahip üreticilerin genişlemesi ve düşük verimliliğe sahip üreticilerin arazi fiyatı yükseldikçe gelişmeleri ya da çıkmaları için teşvik edilmesi” olduğunu belirtti.

Tarımsal ilişkiler ne kadar serbestleştirildiyse, kırsal istihdam da o kadar azaldı. 2012-13’te hafif bir artış gösteren istihdam, 2013-14’te 3,3 milyondan 3 milyona düştü. O zamandan bu yana her yıl azalarak 2021 yılına gelindiğinde tarımda sadece 2,69 milyon kişi istihdam ediliyordu. Bu nedenle Ukraynalı çiftçilerin çoğunun bireysel, kapitalist çiftçiler olmak istemediklerini sürekli olarak ifade etmeleri şaşırtıcı değil.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, Ukrayna’nın ekilebilir arazisinin yaklaşık yüzde 1,5’ine denk gelen 500 bin hektarlık bir alanı elinde tutuyor ama sadece 15 bin işçi çalıştırıyor. Bu da Ukrayna’nın ekilebilir arazilerinin tamamının Kernel benzeri tarım holdingleri tarafından kullanılması halinde sadece 990 bin işçiye ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor. Tarımsal işletmelerin oldukça az sayıda kişiyi istihdam ettiği göz önüne alındığında, tarım istihdamındaki düşüş kesinlikle bireysel çiftçiler arasında işsizliğin artmasından kaynaklanıyor. Toplam istihdam düşerken, Ukrayna 2014’ten 2021’e kadar tarım holdinglerinin gözdesi olan ay çiçek yağının yıllık ihracatını 12 milyon tondan 16 milyon tona çıkardı.

Tarım arazilerinin özelleştirilmesinde ihtilaflar; kamuoyundan destek görmeyen reformlar

Ukrayna tarımının piyasalaştırılması kamuoyunda her zaman çok destek bulmadı. 2020’deki bir ankete göre Ukraynalıların sadece yüzde 15’i tarım arazilerinin özelleştirilmesini destekliyordu. Yine de Zelenskiy, Kovid karantinasının kamuya açık toplantılara getirdiği kısıtlamaları bahane ederek aynı yıl içinde tarım arazilerinin alım satımı üzerindeki moratoryumu kaldırdı. Zelenskiy, “serbest piyasa demokrasisinin savunucusu” olduğunu ispat etmek için Batılı devletlilere bu eylemini hatırlatmaktan asla vazgeçmiyor. Moratoryumun kaldırılmasının IMF’nin baskısından kaynaklandığı özelleştirme taraftarı Ukraynalı yayın organları tarafından çok iyi biliniyor ve kolayca itiraf ediliyor.

Yukarıda bahsedilenler, moratoryumun kaldırılmasını özellikle “demokratik” olarak tanımlamayı zorlaştırıyor. Demokrasi konusunda Kernel, küçük çiftçileri tehdit ederek ya da başka yollarla arazilerinin haklarını devretmeye zorlayarak arazilerini “yağmalamakla” suçlanıyor. 2016 yılında 7 bin 150 tarım arazisinin yağmacılar tarafından ele geçirildiği vaka kaydedildi.

Tarım ve Gıda Politikaları Bakanı Roman Leşçenko’nun toprak reformunun gerekli olduğuna dair söyleyecek çok şeyi vardı. Ukraynalıların tarım arazilerinin özelleştirilmesine karşı çıkmaları için “korkutulduğunu ve yanlış yönlendirildiğini” iddia ederken, 2020’de arazilerin özelleştirilmesine yönelik “tarihi” karardan çok hoşnuttu. Fakat bu yasanın “son derece muhafazakâr” kalmasından yakındı. Bununla kastettiği, 2020 yasasının yabancıların toprak satın almasına izin vermemesiydi; bu meseleye 2024’ten önce karar verilmeyecekti.

Ancak Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, birkaç ay sonra yabancıların araziyi banka teminatı olarak kullanarak satın almalarına imkân veren bir yasa değişikliği yapıldığını gündeme getirdi. Tarımda toprak reformunun en sevilmeyen kısmı bile — yabancıların toprak satın almasına Ukraynalıların yüzde 81’i karşı çıkıyor — böylece Leşçenko’nun korkularına rağmen oldukça kolay bir şekilde geçti. Bu boşluk olmasa bile yabancıların toprağa erişimi oldukça kolaydı; ABD’li, Suudi ve Avrupalı şirketler milyonlarca dönüm araziyi elinde tutuyor.

Arazi bedeli

2020 yılında Ukrayna Ekonomi Bakanı Taras Vısotskiy, Ukrayna’nın arazisinin hektar başına ortalama fiyatının 1480 ila 2224 dolar arasında olacağını öngörmüştü. Fakat çeşitli hükümet yetkililerinden hektar başına 1000 ila 2500 dolar arasında değişen oldukça farklı tahminler çıktı. Vısotskiy ayrıca, Ukraynalı gazeteci Gubriyenko’nun ifadesiyle, özelleştirme sürecinde sahip başına düşen arazi büyüklüğü ya da yabancı yatırımcılar gibi “kısıtlamalar” olması halinde arazi fiyatının 2200 dolardan 1500 dolara düşeceği “tahmininde” ya da tehdidinde bulundu. Bu arada tüm bu tahminler, Ukraynalı çiftçileri özelleştirmeyi kabul etmeye ikna etmek için yıllardır kullanılan Polonya arazisinin hektar başına minimum fiyatı olan 8000 bin 10,000 dolardan çok uzak. Batı Avrupa ülkelerinde arazinin hektarı 30,000 ila 64,000 dolar arasında değişiyor.

Ocak 2020’de Gubriyenko, arazilerin daha da ucuza satılacağını öngördü. Bunu da Ukrayna’da arazilerin sahiplerine genellikle ayda yaklaşık 130 dolar kazandırdığını gösteren 2019 tarihli anket sonuçlarına dayandırdı. Netice olarak hektar başına en iyi ihtimalle 1000 ila 1200 dolar fiyat öngördü. Gubriyenko, arazi arzındaki artışın fiyatı daha da aşağı çekeceğini öngördü. Devlet de 7-10 milyon hektar tarım arazisine sahip ve 2020 yılında arazi satışlarından 1 milyar doların üzerinde gelir elde etmeyi planladığını belirtti. IMF’nin sert bankacılık reformları nedeniyle Ukrayna’da kredi bulmanın zorluğu, arazi bedellerini düşüren bir diğer faktör olarak gösteriliyor. Ukrayna topraklarının kalitesinin düşük olması da bir başka etken ve bu da tarım holdinglerinin yoğun mono ürün ekiminin bir sonucu.

Arazi piyasasının açılmasından sonraki ilk üç ayda hektar başına ortalama fiyat 1690 dolardı. En düşük ortalama ise sadece 830 dolarla Herson oblastındaydı. Ancak süreç şeffaf değildi; bu ortalamalar satışların sadece yüzde 54’ünü dikkate alıyor.

Liberal yayın Liga, fiyatların ileride yükseleceğini vaat ediyor. AB destekli bir düşünce kuruluşu olan “Land Transparency” tarafından bir Dünya Bankası yetkilisiyle işbirliği içinde yapılan hesaplamalara da yer verilen haberde, toprak mülkiyetinin yoğunlaşmasına ya da toprak üzerindeki yabancıların sahipliğine getirilecek herhangi bir kısıtlamanın Ukrayna GSYİH’sinin daha yavaş büyümesine ve toprak fiyatlarının daha yavaş artmasına yol açacağı belirtiliyor. En düzensiz senaryoda Ukrayna’nın 10 milyar dolar kazanacağı varsayılıyor. Devlet Başkanlığı makamının neoliberal danışmanlarından Timofey Mılovanov, arazi özelleştirmelerinin GSYİH’yi yılda yüzde 1,5 oranında artıracağını vaat etti.

Aynı Liga, üç ay sonra (Ocak 2022) ortalama arazi fiyatının hektar başına 1500 dolara düştüğünü kaydediyor. Haberde bundan bahsedilmese de savaş tehdidinin burada bir rol oynamış olması muhtemel. Bununla birlikte savaş beklentisi devam ederken (Aralık 2021) Ekonomi Bakanı, Ukrayna topraklarının fiyatının 2-3 yıl içinde 2200 dolara yükseleceği sözünü verdi. Piyasaya olan inanç sınır tanımıyor.

AB ile tarımsal ticaret

Batılı ülkeler ve yerli tarım latifundist’leri, tarım arazilerinin alım satımına ilişkin moratoryumun kaldırılması için Ukrayna hükümetine durmaksızın baskı yaptı. Bu hamle büyük tarım holdinglerine güç verdi. Neye yatırım yapacaklarına AB gibi en önemli ihracat pazarlarındaki fiyat eğilimlerine göre karar veren bu şirketler, Ukrayna’nın AB ile neo-kolonyal ticari ilişkiyi derinleştirmeye başladı. AB, Ukrayna’ya tarımsal üretim araçları ve işlenmiş gıda ürünleri satarken Ukrayna da ucuz tarımsal hammaddeleri geri satıyor.

“Avrupa ile bütünleşmenin” yanılsamaları ve gerçekleri

Ukrayna’nın modern tarihi, AB ile bir serbest ticaret anlaşması (STA) imzalanması meselesiyle değişime uğradı. Bu, destekçileri tarafından genellikle AB’ye katılmakla eşdeğer olarak yanlış anlatıldı.

STA’nın sihirli sonuçları hakkında her türlü vaatte bulunuldu. Maydan’ın (Victoria Nuland’ın telefon görüşmesiyle meşhur olan) başbakanı Yatsenyuk gibi destekçileri tarafından STA’nın anında ekonomik refah getireceği söylendi. AB kapitalistlerine Ukrayna pazarına erişim sağlamanın sanayisizleştirici etkilerine ve anlaşmanın tabiatı gereği eşitsiz koşullarına işaret eden “Avrupa ile bütünleşmeye” şüpheyle yaklaşan herkesi baştan sona çürütmek için sık sık Almanya’nın emeklilik ve ücret seviyelerine atıfta bulunurlardı. Yatsenyuk ve diğer “Avrupa ile bütünleşmenin ilkeli destekçileri” (genellikle Batı’dan burs alan ve bir fabrikaya adım atmamış kentli gazeteciler) “AB ile bütünleşmenin Ukraynalı ihracatçılara dünyanın en büyük pazarına erişim sağlayacağından” bahsetmeye bayılırlardı.

Sorun şu ki, bu durum 2016 yılında uygulamaya giren STA ile her daim bariz biçimde çelişiyordu. Bu anlaşma Ukrayna’nın en önemli ihracat kalemleri için sert kotalar içeriyor. Bu da Ukrayna’nın ihracatının sadece nispeten küçük bir kısmının gümrük vergisi ödemeden AB’ye ulaşabileceği, çok daha güçlü (ve yüksek oranda devlet destekli) Avrupalı üreticilerin ise Ukrayna pazarını istila etmekte serbest olduğu anlamına geliyor.

2019, Maydan sonrası Ukrayna’nın en iyi ticaret yılıydı2 ancak AB’ye ihracat sadece yüzde 3 arttı. 2020 Kovid salgını sırasında AB, pazarlarına erişimi sıkılaştırırken Ukrayna’nın pazarlarını korumak için herhangi bir adım atmasını yasakladı. Sonuç olarak AB’ye yapılan ihracat yüzde 13,2 oranında düştü.

Dünya Bankası’na göre Ukrayna’nın 2019’daki toplam ihracatı sadece 63,5 milyar dolardı. 2012’de ise bu rakam 86,5 milyar dolardı. Hatta AB’ye yapılan sanayi ihracatı yüzde 2,3 oranında azaldı. Ukrayna’nın toplam sebze ihracatı 2010 ve 2020 yılları arasında 6,6 milyar dolardan 17,6 milyar dolara yükselirken makine ve nakliye ekipmanı ihracatı 9,1 milyar dolardan 5,4 milyar dolara geriledi. Avrupa’ya yapılan ihracat, sebze ihracatındaki artışın yalnızca 3 milyar dolarını oluşturuyor; Çin ve hegemonik Maydan sonrası Ukrayna söyleminde çok aşağılanan “barbar Doğu’nun” diğer ülkeleri, ihracat artışının çoğundan sorumlu. AB’ye yapılan ihracattaki yavaş büyüme, sanayi malları için Rusya pazarının kaybını ve STA kaynaklı sanayisizleşme nedeniyle ihracattaki genel düşüşü telafi etmeye yetmedi.

AB Serbest Ticaret Anlaşmasının programlanmış eşitsizliği

2021 yılında, Ukrayna’nın AB serbest ticaret anlaşmasını yeniden müzakere etme hakkına sahip olduğu beş yıllık süre yaklaştı. Konuyla ilgili müzakerelere yaklaşan bir şey gerçekleşti. AB her zamanki gibi Ukrayna Brüksel’in talep ettiği reformları daha sıkı bir şekilde uygulamaya çalışana kadar ticari ilişkilerde bu türden bir gevşeme olamayacağı yanıtını verdi. AB’nin talep ettiği reformlar, örneğin “yolsuzlukla mücadele”, her zaman Ukrayna sanayisine verilen desteğin çekilmesini içeriyor.

AB temsilcisi, Ukrayna’nın ne AB’nin devlet alımları pazarına tam erişim sağlayacağını ne de kota rejiminde gevşeme olacağını açıkladı. İşler ancak 2022’de, Ukrayna sanayisi savaş nedeniyle büyük ölçüde tahrip olduğunda değişti; o sırada AB, Ukrayna’nın sınırlı bir süre için AB pazarlarına gümrük vergisiz erişim sağlayabileceğini açıkladı.

Bu gümrük kotaları nedir? 2016’daki serbest ticaret anlaşması 36 (+4 ekstra) Ukrayna ihracat grubuna tarifesiz erişim sağladı. Sadece tarım ihracatı bu imtiyaza sahipti. Ukrayna sanayi mallarına gümrüksüz erişim konusunda zaman zaman çıkan gürültüler 2022’ye kadar hiçbir sonuca ulaşmadı. STA, zaman içinde bu kotaların bazılarında ufak bir artış içeriyordu. Şuradaki tablo, sadece yıllık hacmi 10 bin tonu aşan ihracatlar için bu gümrüksüz kotaların zaman içindeki değişimini gösteriyor.

Bu kotalar son derece kısıtlayıcı. Ukrayna 2021 yılında tüm dünyaya AB kotalarının izin verdiğinden 42 kat, AB kotalarının ise 21 kat daha fazla buğday ihraç etti. AB, Ukrayna’dan kotaların izin verdiğinden 18,5 kat daha fazla mısır ithal etti. Bu durum, Ukrayna’nın AB için çok önemli bir tahıl kaynağı olmasına ve AB’nin toplam mısır, buğday ve diğer tahıl ithalatının yüzde 14’ünü gerçekleştirerek Fransa’dan sonra ikinci en büyük kaynak olmasına rağmen gerçekleşti.

Ukrayna 2020 yılında 81 bin ton bal ihraç ederken, 2021 kotaları sadece 6 bin tona izin veriyor. STAn’ın izin verdiği süt kotaları toplam Ukrayna üretiminin sadece yüzde 0,007’sini oluştururken Ukrayna, 2015 yılında kotaların izin verdiğinden 66 kat daha fazla et üretti. Ukrayna, 2019 yılında 414 bin ton tavuk eti ihraç ederken AB’ye sadece 19 bin 200 ton gümrüksüz ihracat yapmasına izin verildi. Ukraynalı tavuk üreticisi patron Yuriy Kosyuk’un söylediği gibi:

“[AB] pazarında herhangi bir açılma olmadı. Bilirsiniz, tekerlekte jant teli denilen bir mekanizma vardır. Bir şeyin bir yöne geçmesine izin verir, ancak diğer yöne geçmesine izin vermez. Avrupa pazarlarında şu anda yaşadığımız durum yaklaşık olarak budur. Avrupa Ukrayna ile serbest ticaret bölgesinden bahsediyor ama aynı zamanda Ukrayna mallarının ihracatı için bir dizi istisna ve kısıtlama getirilmiş durumda… 2016 yılında 1,2 milyon ton tavuk eti üretmiş olmamıza rağmen, 16 bin tonluk kotayı aşan her ürüne ton başına 1000 avrodan fazla gümrük vergisi uygulanıyor… Ukrayna bu ‘serbest ticaret anlaşması’ ile kandırılmıştır.”

Kısıtlayıcı kotaların hikayesi kapsamlı bir şekilde devam ettirilebilir. Ukrayna ayrıca meyve suyu, domates ve tahıl kotalarını da düzenli olarak aşıyor.

Bu cüzi avantajlar da sadece ilkel tarım ürünlerine veriliyor. Ukrayna’nın sanayi malları için bu tür ayrıcalıklar elde etme şansı olmadı. Ekonomi Bakanlığının, yerli sanayiye devlet desteği sağlamaya yönelik (daha sonra AB tarafından engellenen) talihsiz teşebbüsün bir parçası olarak hazırladığı 2020 raporunda ortaya koyduğu bazı çarpıcı rakamlardan bahsetmekte yarar var:

“2019’da motorlu taşıt üretimi 2012 seviyesinin yalnızca yüzde 31,0’ına, vagon endüstrisi ürünleri yüzde 29,7’sine, takım tezgâhı üretimi yüzde 68,2’sine, metalürji ürünleri yüzde 70,8’ine, ziraat mühendisliği ürünleri yüzde 68,4’üne ulaştı. […]

2013-2019 yılları arasında havacılık ve uzay ürünleri ihracatı 4,8 kat (1,86 dolardan 0,38 milyar dolara), vagon ürünleri üretimi 7,5 kat (4,1 dolardan 0,5 milyar dolara), metalürji sektöründeki üretim 1,7 kat (17,6’dan 10,3 milyar dolara), kimyasal ürünler 2,1 kat (4’ten 1,9 milyar dolara) azaldı.”

Öte yandan, üç yıllık bir geçiş döneminin ardından Ukrayna, STA gereği 2019 yılında AB’ye bir dizi ithalat kaleminde gümrük vergilerini kaldırmakla yükümlü. Ukrayna hükümeti 2016 yılında, AB’den ithal edilen ürünlerin çoğunda üç ila 10 yıl içinde ithalat tarifelerini tamamen kaldırmayı ya da azaltmayı kabul etmişti. AB 2017 yılında Ukrayna’ya sadece bir ihracat kotasını aştı; tavuk eti. Domuz eti ihracat kotasının sadece yüzde 5’ini, şeker kotasının ise yüzde 0,5’ini kullandı.

AB’nin tarımsal korumacılığının diğer tezahürleri

Kotaların yanı sıra AB STA’sı Ukrayna ve AB’yi ihracat için “herhangi bir devlet teşviğinden kaçınmakla” da yükümlü kılıyor. Ukrayna tarımının AB’den çok daha zayıf olduğu, AB’nin ise ikiyüzlü bir şekilde kendi çiftçilerine muazzam teşvikler verdiği koşullarda bu durum doğal olarak AB’nin ithalatının hakimiyetine ve Ukrayna üretiminin gerilemesine yol açtı.

Gizli korumacılığın bir başka tezahürü de AB’nin gıda ithalatına getirdiği katı kısıtlamalar. Çeşitli ekolojik ve kalite kontrolleri nedeniyle Ukrayna’nın ihraç ettiği pek çok ürün AB’ye giremiyor. Bu durum, ufak kotalarla birlikte Ukrayna’nın tarım ihracatının Asya ve Afrika’ya yönelmek zorunda kalmasının başlıca nedenlerinden biri.

Neo-kolonyal ticaret ilişkileri

Büyük bir ticaret açığının yanı sıra AB, Ukrayna’ya işlenmiş mallar satarken Ukrayna ucuz hammadde ihraç ediyor. Ukrayna’nın tarım sektörünün ilkel doğasına Ukrayna’nın traktör ticareti iyi bir örnek. Ukrayna, 2020 yılında 4,7 milyon dolar değerinde traktör ihraç ederken 456 milyon dolarlık traktör ithal etti. Bu traktörlerin yüzde 59’u AB’den, yüzde 12’si ise ABD ve Britanya’dan ithal edildi. Müreffeh birinci dünya, Ukrayna’dan ucuz gıda ürünleri ithal ederek bu süreçte büyük gümrük vergisi gelirleri elde ediyor ve Ukrayna’ya bu tarım için gereken endüstriyel makineleri satıyor.

Mesela Ukrayna’nın 2021 yılında AB’ye başlıca ihracatı demir ve çelik (toplam ihracatın yüzde 20,8’i), cevherler, geyik ve kül (yüzde 12,5), hayvansal ve bitkisel katı ve sıvı yağlar (yüzde 8,5); özellikle ayçiçeği tohumu yağı, elektrikli makineler (yüzde 7,8) ve tahıllar (yüzde 7,3) oldu. “Elektrikli makineler” aslında çoğunlukla Avrupalı otomobil üretim zincirlerinin bir parçası olarak küçük atölyelerde kabloların elle vidalanmasından ibaret. AB’nin Ukrayna’ya başlıca ihracatı makine (tüm ihracatın yüzde 14,8’i), ulaşım ekipmanları ve araçları (yüzde 10,2), mineral yakıtlar (yüzde 9,4), elektrikli makineler (yüzde 9,3) ve eczacılık ürünleri (yüzde 5,9).

Avrupalı ihracatçılar Ukrayna pazarına aktif olarak girdi ve bu pazarda uzmanlaştı. 2019 yılında Ukrayna, Avrupa gıda ihracatında büyüme rekoru kırdı. Ukrayna, Avrupa Birliği’nden gelen tarım ürünleri tüketicileri sıralamasında üçüncü sırada yer aldı. AB, 2019’un ilk yarısında tarımsal ihracatını 2018’e kıyasla yüzde 15 artırarak 2,26 milyar avroya ulaştı. 2020 yılında Ukrayna, AB’den ihraç ettiğinden 1000 kat daha fazla tereyağı ithal etti. 2021 yılında Ukrayna’nın AB ile toplam ticaret açığı 4 milyar avronun üzerindeydi.

Yerli üreticiler rekabeti ve rafları Avrupalı üreticilere kaptırıyor. Ukrayna’nın aksine Avrupa’daki üreticiler yüksek gümrük vergileri ve sıkı kotalarla korunuyor ve Avrupa Birliği genel bütçesinden büyük teşvikler alıyor. Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko, konuyla ilgili makalelerinde ithal gıda ürünlerinin hızlı artmasının sadece pazarın ele geçirilmesine ve Ukrayna’nın tarım sektörünün yerinden edilmesine yol açmadığını, aynı zamanda bir sonraki makalenin konusu olan yerli gıda üretiminin temelini de yavaş yavaş yok ettiğini savunuyor.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English