Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin ilk bölümünde özelleştirme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor.


Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Peter Korotaev
The Canada Files
17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin birinci bölümü. Bu bölüm, genel özelleştirmenin nasıl taşa oturtulduğuna ve şu an nasıl işlediğine odaklanıyor.

Kanada’nın eski Kiev Büyükelçisi Roman Waschuk, Ukrayna’nın IMF’nin “ekonomik deneyler” yaptığı bir ülke olduğunu söyledi. Ukrayna, sıradan Ukraynalıların bu politikalardan görecekleri zarara bakmaksızın, radikal neoliberal politikaların test edildiği bir laboratuvar.

Ukrayna’nın 60 milyon hektarlık arazisinin yüzde 55’i (33 milyon hektar) tarıma elverişli olarak kabul ediliyor ki bu Avrupa’daki en yüksek rakam. Bazı daha iyimser tahminlere göre bu rakam yüzde 74. Dünya ortalaması ise yüzde 12,6. Dünyadaki ekilebilir arazinin yüzde 2,3’ü Ukrayna’da bulunuyor. Ukrayna’dan sık sık “Avrupa’nın ekmek sepeti” olarak bahsedilir; hakikaten de Ukrayna’nın ekilebilir arazileri Avrupa’nınkinin yüzde 25’ini oluşturuyor.

Ukrayna’nın kapitalist, özelleştirilmiş tarımı söz konusu olduğunda işler o kadar da güllük gülistanlık değil. Bol miktarda ayçiçek yağı ve mısır ihraç etmesine rağmen gıda üretimi on yıllardır düşüyor, topraklar büyük tarım işletmelerinin tekelinde, sürdürülebilir olmayan tarım uygulamaları nedeniyle toprağın kalitesi hızla düşüyor ve nüfus Latin Amerika ülkeleriyle aynı veya daha ağır düzeyde açlık çekiyor.

Büyük tarım holdinglerinin gücü; Ukrayna’nın tarımsal ilişkileri

1990’larda Sovyet kolektif çiftlik sisteminin özelleştirilmesi söz konusuydu. Ancak 2001 yılında tarım arazilerinin alım satımı konusunda bir moratoryum ilan edildi. Sonuç olarak Ukrayna’daki tarım arazilerinin çoğu hala küçük çiftçilere ait. Bu küçük çiftçilerin sayısı 2019 yılında yaklaşık 7 milyon, yani nüfusun altıda biri kadardı. Geri kalan tarım arazileri ise kamuya ait.

Moratoryum, pek çok Ukraynalı köylünün topraklarını büyük şirketlere, özellikle de yabancılara kaptırmaktan kaygı duyması nedeniyle uygulamaya konmuştu. Yerli ve yabancı “piyasa reformcularının” ısrarlarının aksine Ukraynalı köylülerin çoğu topraklarını özelleştirmeye istekli değil. 2005 yılında yapılan bir anket, Ukraynalı çiftçilerin yüzde 96’sının bireysel çiftçiliğe başlamak istemediğini gösterdi. USAID tarafından 2015 yılında yapılan bir anket, moratoryumun kaldırılmasından sonraki ilk yıl içinde toprak sahiplerinin sadece yüzde sekizinin topraklarını satmak istediğini, 2017 yılında Tarım Ekonomisi Enstitüsü tarafından yapılan bir anket ise toprak sahiplerinin sadece yüzde 10’unun topraklarını satmak istediğini gösterdi.

1 Temmuz 2021’e kadar Ukrayna toprakları satın alınamıyor, sadece kiralanabiliyordu. Ukraynalı köylülerin yoksulluğu nedeniyle, çoğu (yüzde 56) küçük arazilerini özel şirketlere kiralamak zorunda kalıyor. Yüzde 29’u arazilerini kendileri işliyor, yüzde 8’i devlete kiralıyor ve yüzde 7’si de arazileriyle hiçbir şey yapmıyor. Birçoğu daha büyük şirketlere kiralıyor. Devlete ait araziler de genellikle büyük tarım holdinglerine kiralanıyor. Sonuç olarak bu tarım holdingleri Ukrayna’nın kapitalist tarımında baskın bir rol oynuyor.

Tarım holdinglerinin ölçeği

Ukrayna’nın önde gelen tarım ticareti web portalı makul olarak “Latifundist” gösteriliyor. Ukrayna’daki tarımsal ilişkiler sıklıkla Latin Amerika’dakilerle kıyas edilmekle kalmıyor, Ukrayna bu konuda dünya rakamlarının da üstünde yer alıyor.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingleri son derece güçlü. 2017 yılında Ukrayna’nın iki tarım holdingi kontrol edilen arazi miktarına göre sıralanan küresel ilk 20 listesinde yer aldı. Rusya ve Ukrayna’daki arazilerini eşit olarak dağıtan NCH Capital ilk 10’da yer alıyor. Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, 2021 yılında 510 bin hektar araziyi elinde tutuyordu. Kernel, Zelenskiy’in 2020’de tarım arazisi satışına ilişkin moratoryumu kaldırmasıyla ilgili “iyi haberin” ardından bu rakamı 700 bine çıkarmayı planlıyordu. Kernel, 2021 mali yılında 643 milyon dolar brüt kar elde ederek bir önceki yıla göre 5,2 kat daha fazla kar elde etti. Bu şirket tek başına Ukrayna’nın ayçiçek yağı ihracatının yüzde 22’sinden, tahıl ihracatının yüzde 20’sinden ve Ukrayna’nın toplam tahıl ihracatının yaklaşık yüzde 10’undan sorumlu. Tarım holdingleri 2017 yılında Ukrayna’nın toplam tarımsal üretiminin yüzde 22’sinden sorumluydu, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Ukrayna’nın gıda güvenliğiyle çok az hemhal oluyorlar.

Hem bu kiralama yollu sahiplik ilişkilerinin şeffaf olmaması (moratoryumun kaldırılmasından bu yana nispeten az Ukrayna toprağı satıldı) hem de sektörün hızla değişen durumu nedeniyle, Ukrayna topraklarının ne kadarının büyük tarım işletmeleri tarafından kontrol edildiğini söylemek zor. Land Matrix, 2020 raporunda Ukrayna’da 242 arazi anlaşması (buna kiralama ve kira anlaşmaları da dahil) kaydederek, tarım holdingleri tarafından sözleşmeye dayalı kontrol altında tutulan toplam 3,24 milyon hektarlık bir büyüklüğe ulaştığını yazdı. Bu, tüm tarım arazilerinin yüzde 7,6’sına ve tüm ekilebilir arazilerin yüzde 10’una denk geliyor.

Fakat Land Matrix’in de kabul ettiği üzere, sadece şeffaf anlaşmalar dikkate alındığı için bu eksik bir tahmin.

Latifundist’e göre, 2021 yılında Ukrayna’daki en büyük 117 tarım holdingi 6,45 milyon hektar araziyi doğrudan kontrol ediyordu ki bu da tüm tarım arazilerinin yüzde 16’sı ve ekilebilir arazilerin yüzde 20’si anlamına geliyordu. “Eco-action” ve Ukrayna Coğrafya Enstitüsü’ne göre 2020 yılında sadece ilk 10 tarım holdingi 2,66 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyordu. Etkili tarım ticareti haber portalı Landlord’a göre, 45 tarım işletmesi 4,1 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyor ve toplam gelirleri 10,8 milyar Amerikan doları.

Buna kıyasla Romanya (tesadüfen AB’nin en yoksul üyelerinden biri) dışında hiçbir AB ülkesi büyük tarım arazilerine sahip değil. Almanya gibi çoğu ülkede tek bir kişi ya da şirket 30 bin hektardan fazla araziye sahip değilken, tarım arazilerinin ortalama büyüklüğü 20 hektar. Tarımın büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesinin olumsuz sosyal, iktisadi ve ekolojik etkileri nedeniyle sadece Güney Amerika, Asya ve Afrika’daki yoksul, sömürgeleşmiş ülkeler Ukrayna’dakilerle mukayese edilebilir tarım holdinglerine sahip.1

Yabancı tarım holdingleri ne kadar araziyi elinde tutuyor?

Land Matrix’in 2021 tarihli raporuna göre Ukrayna, yabancıların sahip olduğu arazi miktarı — üç milyon hektar — açısından küresel listede ikinci sırada yer alıyor. Sadece Endonezya tarafından geçilen Ukrayna’yı Rusya, Papua Yeni Gine ve Brezilya takip ediyor. Bir başka araştırmaya göre Ukrayna’daki tarım arazilerinin yüzde 15’i, yani ekilebilir arazilerin neredeyse yüzde 20’si yabancılara ait.

Ancak bu rakamlar muhtemelen düşük tahminler. Latifundist sadece 10 yabancı tarım şirketinin iki ila üç milyon hektarlık alanı elinde tuttuğunu yazıyor. En büyükleri ABD’li şirketlerdi; en büyük ikisi 300 bin ve 195 bin hektarı kontrol ediyordu. Yabancı işletmelerin Ukrayna’da arazi sahibi olma konusundaki kısıtlamaları aşma yollarından biri de araziyi bir Ukrayna bankasından teminat olarak satın almak. Bu yöntem aynı zamanda son makalemizde detaylandıracağımız Batı programı “ProZorro”nun kullanımı yoluyla Ukrayna topraklarını büyük ölçüde indirimli hale getirdi.

Yabancıların göründüğünden daha fazlasına sahip olmasının bir başka nedeni de Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko. Gubriyenko, tarım holdingleri tarafından kontrol edilen arazilerin yüzde 60 ila 70’inin aslında yabancılara ait olduğunu yazıyor; her ne kadar göstermelik bir Ukrayna paravanı olsa da. Ukrayna tarımı üzerine hazırlanan 2023 tarihki raporuna göre Kernel’in en büyük on hissedarından dokuzu Avrupalı ya da Amerikalı. Ukrayna’nın 2020’deki en büyük dördüncü yatırımcısı hem Kernel’de hem de rakibi tarım holdingi MHP’de hissesi bulunan Norveç’in varlık fonuydu. Blackrock ve Goldman Sachs, Ukrayna tarımına yoğun bir şekilde dahil olan diğer büyük küresel finans gruplarından bazıları.

Tarım holdinglerinin dolaylı sahiplik ilişkileri

Sadece kira sözleşmeleri üzerinden arazi üzerindeki doğrudan hukuki sahipliği dikkate almak da yanıltıcı. Bu, tarımsal sermaye malları üzerinde büyük tarım holdinglerinin hakimiyetinden etkilenen tarımsal ürünler üzerindeki dolaylı sahipliği hesaba katmaz. Ukrayna topraklarının çoğuna nominal olarak sahip olan yoksul çiftçilerin finansal olarak ulaşamayacağı büyük tarım holdingleri; işleme, lojistik, asansör ve depolama ekipmanlarının çoğuna sahip. Uygun ekipman olmadan köylüler ürünlerini çok düşük fiyatlara satmak zorunda kalıyor. Ticaret şirketleri ve tarım holdingleri tüm tarımsal elevatör ekipmanlarının üçte ikisine sahip olduklarından, küçük köylüleri ürünlerini düşük fiyatlara satmaya zorlayabiliyor ve daha sonra daha yüksek fiyatlarla yurt dışına satabiliyorlar.

Kernel yalnızca en büyük tarım holdingi değil, aynı zamanda en büyük tarımsal ürün tüccarı; 2019-20’de Ukrayna’nın tüm tahıl ihracatının yüzde 13’ünden sorumluydu. İlk üç tüccar Ukrayna’nın ihracatının yüzde 30’unu gerçekleştirmekten sorumluydu. Elevatörlerin ilk beş özel sahibi, tüm asansörlerin üçte birini kontrol ediyor. Kernel aynı zamanda elevatörlerin en büyük özel sahibi. Bu da bazı bölgelerde Kernel gibi tarım holdinglerinin elevatörler üzerinde tekel sahibi olduğu anlamına geliyor.

Sonuç olarak tarım holdingleri küçük köylülere fiyatları dikte edebiliyor ve gerçekte, hukuki olarak kontrol ettikleri arazinin gösterdiğinden çok daha fazla tarım endüstrisini kontrol ediyorlar. Bu dolaylı sahiplik yöntemleri, konu üzerinde uzmanlaşmış akademisyenlerden Natalya Mamonova’nın 2015 yılında Ukrayna tarım arazilerinin yüzde 60’ının büyük tarım holdingleri tarafından kontrol edildiğini yazmasının nedeni.

İmtiyazlı devler

Tarım holdingleri ekonomik güçlerine denk bir siyasi güce sahipler. Lobileri olan “Ukrayna Tarım İşletmeleri Kulübü” (UCAB) aracılığıyla, küçük çiftçiler üzerindeki vergileri artıran yasaları savunuyorlar. Benzer 3131 sayılı yasa parlamentodan (Verhovna Rada – VR) geçemezken, 5600 sayılı yasa Aralık 2021’de Devlet Başkanı Zelenskiy tarafından onaylandı. Bu yasa, küçük ve orta ölçekli çiftçiler üzerindeki vergi yükünün artırılmasını içeriyordu. VR uzman komisyonu, çeşitli tarım türlerinin mevsimsel özelliklerini göz ardı ettiğini ve küçük çiftçilerin vergi ödemekten kaçındığı yönündeki kanıtlanmamış varsayıma dayandığını savunarak yasayı eleştirdi.

VR uzman komisyonuna göre:

“[…] küçük üreticiler üzerindeki vergi baskısının artması, bu üreticilerin arazilerini satmalarına veya kiralamalarına yol açabilir [bu, projenin kabul edilmesinin olumsuz sonuçlarından biri olabilir] ve kırsal alanlarda işsizliğin artmasına, iş gücünün kentlere ve yurt dışına göç etmesine, rekabetin azalmasına ve tarımsal üretimin tekelleşmesine, tarımsal üretimin yapısının değişmesine, ihracat-ithalatın emtia yapısının değişmesine, iç tarım-gıda piyasasında fiyat teklifinin artmasına vs. yol açabilir.”

Hükümet tarımda liberalleşmeyi en önemli önceliği haline getirdi ve 2020’de arazi özelleştirilmesini düzenli olarak en büyük başarılarından biri olarak tanımladı. Zelenskiy’in 2020’de çiftçilere yaptığı (cüzi krediler vaat ettiği) acıklı bir konuşmada belirttiği üzere, “toprak reformu olmadan Avrupa’nın ekmek sepeti olma şansımız yok”. Halkın Hizmetkarı partisinin başkanı David Arahamya, 5600 sayılı yasaya övgüler yağdırdı ve uzmanların eleştirilerine rağmen yasanın bir an önce onaylanması için parlamentoya baskı yaptı. İktisadi Kalkınma, Ticaret ve Tarım Bakan Yardımcısı ve piyasa reformlarının önde gelen savunucularından olan Taras Vısotskiy, 2019 yılına kadar UCAB’ın genel müdürlüğünü yaptı.

Dolayısıyla hükümetin Ukrayna’nın 2,3 milyon küçük ve orta ölçekli çiftçisini yoksullaştıran yasaları uygularken, büyük tarım holdingleri için devasa teşvikleri onaylaması şaşırtıcı değil. Ocak-Eylül 2017 döneminde Ukrayna’nın en büyük kümes hayvanı işletmesi ve üçüncü büyük toprak sahibi MHP (Yuriy Kosyuk’a ait), Ukrayna bütçesinden 1,25 milyar grivna “tarımsal destek” teşviği aldı. Karşılaştırmak gerekirse 2017 bütçesinde 1 trilyon grivna harcama yapılmıştı. Kosyuk aynı zamanda dönemin Devlet Başkanı Poroşenko’nun danışmanı ve Ukrayna’nın en zengin altıncı kişisiydi (900 milyon dolar). Bağımsız gazeteciler ayrıca Kosyuk’un ABD’li diplomat Kurt Volker ve Poroşenko’yu birbirine bağlayan Donbass’taki muazzam kaçakçılık planlarında kilit bir aracı figür olduğunu da ortaya çıkardı. Şirket, tüm tarım holdingleri ve Ukraynalı büyük şirketlerin çoğu gibi, merkezi Kıbrıs’ta (daha önce Lüksemburg’daydı) bulunuyor. Bu da şirketin sadece muazzam bütçe teşvikleri almakla kalmayıp aynı zamanda vergi kaçırdığı anlamına geliyor. Şirket, 2019 yılında Ukrayna yerine Balkanlar ve Suudi Arabistan’da yeni yatırımlar yapacağını açıkladı.

MHP, 2017 yılında 230 milyon Amerikan doları (6,2 milyar grivna) saf kar elde etti. Kosyuk’un şirketi 2018 yılında tüm devletin tarım teşviklerinin yüzde 25’ini, yani 970 milyon grivna aldı. 2018 yılında hükümet, büyük tarım işletmelerine (daha önce bu sadece küçük çiftçiler için mümkündü) kredi faizi için devletten tazminat alma hakkı veren yasayı onayladı.

En imtiyazlı ikinci şirket ise 444 milyon grivna ile Kernel’den sonra en fazla tarım arazisine sahip olan UkrLandFarming oldu. Bu şirket ve MHP’nin toplamı 2017 yılında tüm tarım teşviklerinin yarısını aldı. Devlet istatistiklerine göre aynı yıl MHP 1,8 milyar grivna teşvik aldı. Poroşenko’nun parlamentodaki blokunun üyelerine ait iki şirket toplam 3,5 milyon grivna aldı; bu miktar tüm Hmelnytskiy kentinin sokak lambalarının yenilenmesi için harcanan parayla aynı. 60 milyon grivna da parlamentonun Tarım Komisyonuna mensup bir milletvekilinin tarım işleri için alındı. Bu soruşturmayı yürüten Batı yanlısı “Radio Svoboda” bile gerçek rakamların daha yüksek olmasının mümkün olduğunu bildirdi.

Kosyuk gibi Poroşenko’nun müttefiklerine verilen devlet teşviklerinin yanı sıra, vergi kaçırmanın kendisi de bir tür teşvik. Zelenskiy’in 2021 yılında yasalaştırdığı ve tarımın gözde ürünleri mısır, ayçiçeği ve buğdayın da aralarında bulunduğu çeşitli tarım ürünlerinin ithalat ve ihracatında katma değer vergisinin yüzde 20’den yüzde 14’e indirilmesini öngören düzenleme de tam olarak bunu ifade ediyor.

Ukrayna’nın tarım sektörü, ülkenin en büyük vergi mükellefleri listesinde oldukça alt sıralarda yer alıyor. En çok tarım vergisi ödeyen şirket, 2020 yılında 147. sırada yer alan Kernel. Şirket, 2018 yılında sadece 18 milyon dolar vergi ödedi. Aynı yıl Kernel 513 milyon dolar kâr elde etti ve sahibi Ukrayna’nın en zengin 20 kişisi arasında yer aldı. MHP daha da az vergi ödedi.

Ukrayna Tarım Derneği adlı STK’ya göre, 2018 yılında küçük ölçekli çiftçilere verilmesi öngörülen kamu yardımının sadece beşte biri, toplamda sadece 7,4 milyon Amerikan doları hedefine ulaştı. Dünya Bankası, Ukraynalı küçük çiftçilere yalnızca 5,4 milyon dolar destek verdi. Bu küçük miktar bile, büyük tarım işletmelerine verdiği kredilerde olduğu gibi DB’nin kendisinden gelmedi, ancak küçük çiftçilerin sermaye almak için gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmalarını şart koştu. DB ve diğer Batılı finans kuruluşları, küçük çiftçileri yok eden ve büyük tarım holdinglerinin büyümesini teşvik eden tarımda liberalleşmeyi desteklemeyi çok daha önemli buldular. Bu dizinin son makalesinde Batılı finans kuruluşlarının küçük çiftçilerin aleyhine büyük tarım holdinglerinin yükselişini teşvik etmedeki rolüne daha yakından bakacağız.

Ukrayna’nın tarım ilişkilerini inceleyen analistler de küçük çiftçilerin kredi almasının ne denli zor olduğundan söz ediyor. Bankalar çoğunlukla 500 hektardan fazla arazisi olan müşterilerle çalışıyor ve kapsamlı evrak işlerinin yanı sıra genellikle kısa vadeli ve yüksek faiz oranları şart koşuyor.

Tarımda istihdamın azalması

Sovyet sonrası dönemde, aile çiftçiler tarafından kontrol edilen tarım arazisi miktarında daimî bir düşüş görüldü. Bunun nedeni, dağılan Sovyetler Birliği’nin köylülere büyük teşvikler sağlaması, ürünlerinin çoğunu satın alması ve üretimin diğer yönlerini organize etmesiydi. Dünya Bankası ise Ukrayna tarımının özelleştirme yoluyla kalkınmasının anahtarının “daha yüksek verimliliğe sahip üreticilerin genişlemesi ve düşük verimliliğe sahip üreticilerin arazi fiyatı yükseldikçe gelişmeleri ya da çıkmaları için teşvik edilmesi” olduğunu belirtti.

Tarımsal ilişkiler ne kadar serbestleştirildiyse, kırsal istihdam da o kadar azaldı. 2012-13’te hafif bir artış gösteren istihdam, 2013-14’te 3,3 milyondan 3 milyona düştü. O zamandan bu yana her yıl azalarak 2021 yılına gelindiğinde tarımda sadece 2,69 milyon kişi istihdam ediliyordu. Bu nedenle Ukraynalı çiftçilerin çoğunun bireysel, kapitalist çiftçiler olmak istemediklerini sürekli olarak ifade etmeleri şaşırtıcı değil.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, Ukrayna’nın ekilebilir arazisinin yaklaşık yüzde 1,5’ine denk gelen 500 bin hektarlık bir alanı elinde tutuyor ama sadece 15 bin işçi çalıştırıyor. Bu da Ukrayna’nın ekilebilir arazilerinin tamamının Kernel benzeri tarım holdingleri tarafından kullanılması halinde sadece 990 bin işçiye ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor. Tarımsal işletmelerin oldukça az sayıda kişiyi istihdam ettiği göz önüne alındığında, tarım istihdamındaki düşüş kesinlikle bireysel çiftçiler arasında işsizliğin artmasından kaynaklanıyor. Toplam istihdam düşerken, Ukrayna 2014’ten 2021’e kadar tarım holdinglerinin gözdesi olan ay çiçek yağının yıllık ihracatını 12 milyon tondan 16 milyon tona çıkardı.

Tarım arazilerinin özelleştirilmesinde ihtilaflar; kamuoyundan destek görmeyen reformlar

Ukrayna tarımının piyasalaştırılması kamuoyunda her zaman çok destek bulmadı. 2020’deki bir ankete göre Ukraynalıların sadece yüzde 15’i tarım arazilerinin özelleştirilmesini destekliyordu. Yine de Zelenskiy, Kovid karantinasının kamuya açık toplantılara getirdiği kısıtlamaları bahane ederek aynı yıl içinde tarım arazilerinin alım satımı üzerindeki moratoryumu kaldırdı. Zelenskiy, “serbest piyasa demokrasisinin savunucusu” olduğunu ispat etmek için Batılı devletlilere bu eylemini hatırlatmaktan asla vazgeçmiyor. Moratoryumun kaldırılmasının IMF’nin baskısından kaynaklandığı özelleştirme taraftarı Ukraynalı yayın organları tarafından çok iyi biliniyor ve kolayca itiraf ediliyor.

Yukarıda bahsedilenler, moratoryumun kaldırılmasını özellikle “demokratik” olarak tanımlamayı zorlaştırıyor. Demokrasi konusunda Kernel, küçük çiftçileri tehdit ederek ya da başka yollarla arazilerinin haklarını devretmeye zorlayarak arazilerini “yağmalamakla” suçlanıyor. 2016 yılında 7 bin 150 tarım arazisinin yağmacılar tarafından ele geçirildiği vaka kaydedildi.

Tarım ve Gıda Politikaları Bakanı Roman Leşçenko’nun toprak reformunun gerekli olduğuna dair söyleyecek çok şeyi vardı. Ukraynalıların tarım arazilerinin özelleştirilmesine karşı çıkmaları için “korkutulduğunu ve yanlış yönlendirildiğini” iddia ederken, 2020’de arazilerin özelleştirilmesine yönelik “tarihi” karardan çok hoşnuttu. Fakat bu yasanın “son derece muhafazakâr” kalmasından yakındı. Bununla kastettiği, 2020 yasasının yabancıların toprak satın almasına izin vermemesiydi; bu meseleye 2024’ten önce karar verilmeyecekti.

Ancak Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, birkaç ay sonra yabancıların araziyi banka teminatı olarak kullanarak satın almalarına imkân veren bir yasa değişikliği yapıldığını gündeme getirdi. Tarımda toprak reformunun en sevilmeyen kısmı bile — yabancıların toprak satın almasına Ukraynalıların yüzde 81’i karşı çıkıyor — böylece Leşçenko’nun korkularına rağmen oldukça kolay bir şekilde geçti. Bu boşluk olmasa bile yabancıların toprağa erişimi oldukça kolaydı; ABD’li, Suudi ve Avrupalı şirketler milyonlarca dönüm araziyi elinde tutuyor.

Arazi bedeli

2020 yılında Ukrayna Ekonomi Bakanı Taras Vısotskiy, Ukrayna’nın arazisinin hektar başına ortalama fiyatının 1480 ila 2224 dolar arasında olacağını öngörmüştü. Fakat çeşitli hükümet yetkililerinden hektar başına 1000 ila 2500 dolar arasında değişen oldukça farklı tahminler çıktı. Vısotskiy ayrıca, Ukraynalı gazeteci Gubriyenko’nun ifadesiyle, özelleştirme sürecinde sahip başına düşen arazi büyüklüğü ya da yabancı yatırımcılar gibi “kısıtlamalar” olması halinde arazi fiyatının 2200 dolardan 1500 dolara düşeceği “tahmininde” ya da tehdidinde bulundu. Bu arada tüm bu tahminler, Ukraynalı çiftçileri özelleştirmeyi kabul etmeye ikna etmek için yıllardır kullanılan Polonya arazisinin hektar başına minimum fiyatı olan 8000 bin 10,000 dolardan çok uzak. Batı Avrupa ülkelerinde arazinin hektarı 30,000 ila 64,000 dolar arasında değişiyor.

Ocak 2020’de Gubriyenko, arazilerin daha da ucuza satılacağını öngördü. Bunu da Ukrayna’da arazilerin sahiplerine genellikle ayda yaklaşık 130 dolar kazandırdığını gösteren 2019 tarihli anket sonuçlarına dayandırdı. Netice olarak hektar başına en iyi ihtimalle 1000 ila 1200 dolar fiyat öngördü. Gubriyenko, arazi arzındaki artışın fiyatı daha da aşağı çekeceğini öngördü. Devlet de 7-10 milyon hektar tarım arazisine sahip ve 2020 yılında arazi satışlarından 1 milyar doların üzerinde gelir elde etmeyi planladığını belirtti. IMF’nin sert bankacılık reformları nedeniyle Ukrayna’da kredi bulmanın zorluğu, arazi bedellerini düşüren bir diğer faktör olarak gösteriliyor. Ukrayna topraklarının kalitesinin düşük olması da bir başka etken ve bu da tarım holdinglerinin yoğun mono ürün ekiminin bir sonucu.

Arazi piyasasının açılmasından sonraki ilk üç ayda hektar başına ortalama fiyat 1690 dolardı. En düşük ortalama ise sadece 830 dolarla Herson oblastındaydı. Ancak süreç şeffaf değildi; bu ortalamalar satışların sadece yüzde 54’ünü dikkate alıyor.

Liberal yayın Liga, fiyatların ileride yükseleceğini vaat ediyor. AB destekli bir düşünce kuruluşu olan “Land Transparency” tarafından bir Dünya Bankası yetkilisiyle işbirliği içinde yapılan hesaplamalara da yer verilen haberde, toprak mülkiyetinin yoğunlaşmasına ya da toprak üzerindeki yabancıların sahipliğine getirilecek herhangi bir kısıtlamanın Ukrayna GSYİH’sinin daha yavaş büyümesine ve toprak fiyatlarının daha yavaş artmasına yol açacağı belirtiliyor. En düzensiz senaryoda Ukrayna’nın 10 milyar dolar kazanacağı varsayılıyor. Devlet Başkanlığı makamının neoliberal danışmanlarından Timofey Mılovanov, arazi özelleştirmelerinin GSYİH’yi yılda yüzde 1,5 oranında artıracağını vaat etti.

Aynı Liga, üç ay sonra (Ocak 2022) ortalama arazi fiyatının hektar başına 1500 dolara düştüğünü kaydediyor. Haberde bundan bahsedilmese de savaş tehdidinin burada bir rol oynamış olması muhtemel. Bununla birlikte savaş beklentisi devam ederken (Aralık 2021) Ekonomi Bakanı, Ukrayna topraklarının fiyatının 2-3 yıl içinde 2200 dolara yükseleceği sözünü verdi. Piyasaya olan inanç sınır tanımıyor.

AB ile tarımsal ticaret

Batılı ülkeler ve yerli tarım latifundist’leri, tarım arazilerinin alım satımına ilişkin moratoryumun kaldırılması için Ukrayna hükümetine durmaksızın baskı yaptı. Bu hamle büyük tarım holdinglerine güç verdi. Neye yatırım yapacaklarına AB gibi en önemli ihracat pazarlarındaki fiyat eğilimlerine göre karar veren bu şirketler, Ukrayna’nın AB ile neo-kolonyal ticari ilişkiyi derinleştirmeye başladı. AB, Ukrayna’ya tarımsal üretim araçları ve işlenmiş gıda ürünleri satarken Ukrayna da ucuz tarımsal hammaddeleri geri satıyor.

“Avrupa ile bütünleşmenin” yanılsamaları ve gerçekleri

Ukrayna’nın modern tarihi, AB ile bir serbest ticaret anlaşması (STA) imzalanması meselesiyle değişime uğradı. Bu, destekçileri tarafından genellikle AB’ye katılmakla eşdeğer olarak yanlış anlatıldı.

STA’nın sihirli sonuçları hakkında her türlü vaatte bulunuldu. Maydan’ın (Victoria Nuland’ın telefon görüşmesiyle meşhur olan) başbakanı Yatsenyuk gibi destekçileri tarafından STA’nın anında ekonomik refah getireceği söylendi. AB kapitalistlerine Ukrayna pazarına erişim sağlamanın sanayisizleştirici etkilerine ve anlaşmanın tabiatı gereği eşitsiz koşullarına işaret eden “Avrupa ile bütünleşmeye” şüpheyle yaklaşan herkesi baştan sona çürütmek için sık sık Almanya’nın emeklilik ve ücret seviyelerine atıfta bulunurlardı. Yatsenyuk ve diğer “Avrupa ile bütünleşmenin ilkeli destekçileri” (genellikle Batı’dan burs alan ve bir fabrikaya adım atmamış kentli gazeteciler) “AB ile bütünleşmenin Ukraynalı ihracatçılara dünyanın en büyük pazarına erişim sağlayacağından” bahsetmeye bayılırlardı.

Sorun şu ki, bu durum 2016 yılında uygulamaya giren STA ile her daim bariz biçimde çelişiyordu. Bu anlaşma Ukrayna’nın en önemli ihracat kalemleri için sert kotalar içeriyor. Bu da Ukrayna’nın ihracatının sadece nispeten küçük bir kısmının gümrük vergisi ödemeden AB’ye ulaşabileceği, çok daha güçlü (ve yüksek oranda devlet destekli) Avrupalı üreticilerin ise Ukrayna pazarını istila etmekte serbest olduğu anlamına geliyor.

2019, Maydan sonrası Ukrayna’nın en iyi ticaret yılıydı2 ancak AB’ye ihracat sadece yüzde 3 arttı. 2020 Kovid salgını sırasında AB, pazarlarına erişimi sıkılaştırırken Ukrayna’nın pazarlarını korumak için herhangi bir adım atmasını yasakladı. Sonuç olarak AB’ye yapılan ihracat yüzde 13,2 oranında düştü.

Dünya Bankası’na göre Ukrayna’nın 2019’daki toplam ihracatı sadece 63,5 milyar dolardı. 2012’de ise bu rakam 86,5 milyar dolardı. Hatta AB’ye yapılan sanayi ihracatı yüzde 2,3 oranında azaldı. Ukrayna’nın toplam sebze ihracatı 2010 ve 2020 yılları arasında 6,6 milyar dolardan 17,6 milyar dolara yükselirken makine ve nakliye ekipmanı ihracatı 9,1 milyar dolardan 5,4 milyar dolara geriledi. Avrupa’ya yapılan ihracat, sebze ihracatındaki artışın yalnızca 3 milyar dolarını oluşturuyor; Çin ve hegemonik Maydan sonrası Ukrayna söyleminde çok aşağılanan “barbar Doğu’nun” diğer ülkeleri, ihracat artışının çoğundan sorumlu. AB’ye yapılan ihracattaki yavaş büyüme, sanayi malları için Rusya pazarının kaybını ve STA kaynaklı sanayisizleşme nedeniyle ihracattaki genel düşüşü telafi etmeye yetmedi.

AB Serbest Ticaret Anlaşmasının programlanmış eşitsizliği

2021 yılında, Ukrayna’nın AB serbest ticaret anlaşmasını yeniden müzakere etme hakkına sahip olduğu beş yıllık süre yaklaştı. Konuyla ilgili müzakerelere yaklaşan bir şey gerçekleşti. AB her zamanki gibi Ukrayna Brüksel’in talep ettiği reformları daha sıkı bir şekilde uygulamaya çalışana kadar ticari ilişkilerde bu türden bir gevşeme olamayacağı yanıtını verdi. AB’nin talep ettiği reformlar, örneğin “yolsuzlukla mücadele”, her zaman Ukrayna sanayisine verilen desteğin çekilmesini içeriyor.

AB temsilcisi, Ukrayna’nın ne AB’nin devlet alımları pazarına tam erişim sağlayacağını ne de kota rejiminde gevşeme olacağını açıkladı. İşler ancak 2022’de, Ukrayna sanayisi savaş nedeniyle büyük ölçüde tahrip olduğunda değişti; o sırada AB, Ukrayna’nın sınırlı bir süre için AB pazarlarına gümrük vergisiz erişim sağlayabileceğini açıkladı.

Bu gümrük kotaları nedir? 2016’daki serbest ticaret anlaşması 36 (+4 ekstra) Ukrayna ihracat grubuna tarifesiz erişim sağladı. Sadece tarım ihracatı bu imtiyaza sahipti. Ukrayna sanayi mallarına gümrüksüz erişim konusunda zaman zaman çıkan gürültüler 2022’ye kadar hiçbir sonuca ulaşmadı. STA, zaman içinde bu kotaların bazılarında ufak bir artış içeriyordu. Şuradaki tablo, sadece yıllık hacmi 10 bin tonu aşan ihracatlar için bu gümrüksüz kotaların zaman içindeki değişimini gösteriyor.

Bu kotalar son derece kısıtlayıcı. Ukrayna 2021 yılında tüm dünyaya AB kotalarının izin verdiğinden 42 kat, AB kotalarının ise 21 kat daha fazla buğday ihraç etti. AB, Ukrayna’dan kotaların izin verdiğinden 18,5 kat daha fazla mısır ithal etti. Bu durum, Ukrayna’nın AB için çok önemli bir tahıl kaynağı olmasına ve AB’nin toplam mısır, buğday ve diğer tahıl ithalatının yüzde 14’ünü gerçekleştirerek Fransa’dan sonra ikinci en büyük kaynak olmasına rağmen gerçekleşti.

Ukrayna 2020 yılında 81 bin ton bal ihraç ederken, 2021 kotaları sadece 6 bin tona izin veriyor. STAn’ın izin verdiği süt kotaları toplam Ukrayna üretiminin sadece yüzde 0,007’sini oluştururken Ukrayna, 2015 yılında kotaların izin verdiğinden 66 kat daha fazla et üretti. Ukrayna, 2019 yılında 414 bin ton tavuk eti ihraç ederken AB’ye sadece 19 bin 200 ton gümrüksüz ihracat yapmasına izin verildi. Ukraynalı tavuk üreticisi patron Yuriy Kosyuk’un söylediği gibi:

“[AB] pazarında herhangi bir açılma olmadı. Bilirsiniz, tekerlekte jant teli denilen bir mekanizma vardır. Bir şeyin bir yöne geçmesine izin verir, ancak diğer yöne geçmesine izin vermez. Avrupa pazarlarında şu anda yaşadığımız durum yaklaşık olarak budur. Avrupa Ukrayna ile serbest ticaret bölgesinden bahsediyor ama aynı zamanda Ukrayna mallarının ihracatı için bir dizi istisna ve kısıtlama getirilmiş durumda… 2016 yılında 1,2 milyon ton tavuk eti üretmiş olmamıza rağmen, 16 bin tonluk kotayı aşan her ürüne ton başına 1000 avrodan fazla gümrük vergisi uygulanıyor… Ukrayna bu ‘serbest ticaret anlaşması’ ile kandırılmıştır.”

Kısıtlayıcı kotaların hikayesi kapsamlı bir şekilde devam ettirilebilir. Ukrayna ayrıca meyve suyu, domates ve tahıl kotalarını da düzenli olarak aşıyor.

Bu cüzi avantajlar da sadece ilkel tarım ürünlerine veriliyor. Ukrayna’nın sanayi malları için bu tür ayrıcalıklar elde etme şansı olmadı. Ekonomi Bakanlığının, yerli sanayiye devlet desteği sağlamaya yönelik (daha sonra AB tarafından engellenen) talihsiz teşebbüsün bir parçası olarak hazırladığı 2020 raporunda ortaya koyduğu bazı çarpıcı rakamlardan bahsetmekte yarar var:

“2019’da motorlu taşıt üretimi 2012 seviyesinin yalnızca yüzde 31,0’ına, vagon endüstrisi ürünleri yüzde 29,7’sine, takım tezgâhı üretimi yüzde 68,2’sine, metalürji ürünleri yüzde 70,8’ine, ziraat mühendisliği ürünleri yüzde 68,4’üne ulaştı. […]

2013-2019 yılları arasında havacılık ve uzay ürünleri ihracatı 4,8 kat (1,86 dolardan 0,38 milyar dolara), vagon ürünleri üretimi 7,5 kat (4,1 dolardan 0,5 milyar dolara), metalürji sektöründeki üretim 1,7 kat (17,6’dan 10,3 milyar dolara), kimyasal ürünler 2,1 kat (4’ten 1,9 milyar dolara) azaldı.”

Öte yandan, üç yıllık bir geçiş döneminin ardından Ukrayna, STA gereği 2019 yılında AB’ye bir dizi ithalat kaleminde gümrük vergilerini kaldırmakla yükümlü. Ukrayna hükümeti 2016 yılında, AB’den ithal edilen ürünlerin çoğunda üç ila 10 yıl içinde ithalat tarifelerini tamamen kaldırmayı ya da azaltmayı kabul etmişti. AB 2017 yılında Ukrayna’ya sadece bir ihracat kotasını aştı; tavuk eti. Domuz eti ihracat kotasının sadece yüzde 5’ini, şeker kotasının ise yüzde 0,5’ini kullandı.

AB’nin tarımsal korumacılığının diğer tezahürleri

Kotaların yanı sıra AB STA’sı Ukrayna ve AB’yi ihracat için “herhangi bir devlet teşviğinden kaçınmakla” da yükümlü kılıyor. Ukrayna tarımının AB’den çok daha zayıf olduğu, AB’nin ise ikiyüzlü bir şekilde kendi çiftçilerine muazzam teşvikler verdiği koşullarda bu durum doğal olarak AB’nin ithalatının hakimiyetine ve Ukrayna üretiminin gerilemesine yol açtı.

Gizli korumacılığın bir başka tezahürü de AB’nin gıda ithalatına getirdiği katı kısıtlamalar. Çeşitli ekolojik ve kalite kontrolleri nedeniyle Ukrayna’nın ihraç ettiği pek çok ürün AB’ye giremiyor. Bu durum, ufak kotalarla birlikte Ukrayna’nın tarım ihracatının Asya ve Afrika’ya yönelmek zorunda kalmasının başlıca nedenlerinden biri.

Neo-kolonyal ticaret ilişkileri

Büyük bir ticaret açığının yanı sıra AB, Ukrayna’ya işlenmiş mallar satarken Ukrayna ucuz hammadde ihraç ediyor. Ukrayna’nın tarım sektörünün ilkel doğasına Ukrayna’nın traktör ticareti iyi bir örnek. Ukrayna, 2020 yılında 4,7 milyon dolar değerinde traktör ihraç ederken 456 milyon dolarlık traktör ithal etti. Bu traktörlerin yüzde 59’u AB’den, yüzde 12’si ise ABD ve Britanya’dan ithal edildi. Müreffeh birinci dünya, Ukrayna’dan ucuz gıda ürünleri ithal ederek bu süreçte büyük gümrük vergisi gelirleri elde ediyor ve Ukrayna’ya bu tarım için gereken endüstriyel makineleri satıyor.

Mesela Ukrayna’nın 2021 yılında AB’ye başlıca ihracatı demir ve çelik (toplam ihracatın yüzde 20,8’i), cevherler, geyik ve kül (yüzde 12,5), hayvansal ve bitkisel katı ve sıvı yağlar (yüzde 8,5); özellikle ayçiçeği tohumu yağı, elektrikli makineler (yüzde 7,8) ve tahıllar (yüzde 7,3) oldu. “Elektrikli makineler” aslında çoğunlukla Avrupalı otomobil üretim zincirlerinin bir parçası olarak küçük atölyelerde kabloların elle vidalanmasından ibaret. AB’nin Ukrayna’ya başlıca ihracatı makine (tüm ihracatın yüzde 14,8’i), ulaşım ekipmanları ve araçları (yüzde 10,2), mineral yakıtlar (yüzde 9,4), elektrikli makineler (yüzde 9,3) ve eczacılık ürünleri (yüzde 5,9).

Avrupalı ihracatçılar Ukrayna pazarına aktif olarak girdi ve bu pazarda uzmanlaştı. 2019 yılında Ukrayna, Avrupa gıda ihracatında büyüme rekoru kırdı. Ukrayna, Avrupa Birliği’nden gelen tarım ürünleri tüketicileri sıralamasında üçüncü sırada yer aldı. AB, 2019’un ilk yarısında tarımsal ihracatını 2018’e kıyasla yüzde 15 artırarak 2,26 milyar avroya ulaştı. 2020 yılında Ukrayna, AB’den ihraç ettiğinden 1000 kat daha fazla tereyağı ithal etti. 2021 yılında Ukrayna’nın AB ile toplam ticaret açığı 4 milyar avronun üzerindeydi.

Yerli üreticiler rekabeti ve rafları Avrupalı üreticilere kaptırıyor. Ukrayna’nın aksine Avrupa’daki üreticiler yüksek gümrük vergileri ve sıkı kotalarla korunuyor ve Avrupa Birliği genel bütçesinden büyük teşvikler alıyor. Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko, konuyla ilgili makalelerinde ithal gıda ürünlerinin hızlı artmasının sadece pazarın ele geçirilmesine ve Ukrayna’nın tarım sektörünün yerinden edilmesine yol açmadığını, aynı zamanda bir sonraki makalenin konusu olan yerli gıda üretiminin temelini de yavaş yavaş yok ettiğini savunuyor.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English