Bizi Takip Edin

Dünya Basını

WSJ: Refah işgali yaklaşırken Biden-Netanyahu ilişkisi kaynama noktasında

Yayınlanma

ABD yönetimi, en yakın Orta Doğu müttefiki üzerindeki nüfuzunun azaldığını kabul ediyor.

Dion Nissenbaum ve Vivian Salama

İsrail ordusunun Refah’ı işgal planlarının yaklaşması, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti ile İsrail’in askerî harekâtını dizginleme konusunda giderek daha fazla hayal kırıklığına uğrayan Biden yönetimi arasındaki gerilimi tırmandırdı.

Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından bu yana 18 kez görüşen Başkan Biden ve Netanyahu arasındaki güvensizliğin sonuçları son günlerde daha da keskinleşti. Biden şimdi İsrail’in, çoğu yerinden edilmiş 1,1 milyon Filistinlinin yaşadığı Refah’a yönelik askeri operasyon önerisiyle arasına bir çizgi çekmeye çalışıyor gibi görünüyor.

Netanyahu ise çarşamba günü yaptığı açıklamada, bölge sakinlerinin tahliyesine izin verildikten sonra İsrail’in kente “güçlü” bir operasyon düzenleyeceğini söyledi.

ABD’li yetkililer, ABD’nin Refah’a yönelik geniş çaplı bir işgal planını hiçbir koşul altında desteklemeyeceğini ve hedefe yönelik operasyonları tercih edeceğini bildirdi. ABD’li yetkililer, Washington’un tavsiyesini dikkate almayarak şehri işgal etmeye karar vermesi halinde Biden yönetiminin İsrail ordusundan hem askeri hem de insani yardım unsurlarını içeren “inandırıcı bir plan” hazırlamasını istediğini söyledi.

İki hükümet arasında Refah konusunda artan çatışma, ABD hükümeti içinde İsrail’i dizginleme baskısı artarken, Biden yönetiminin, ordusu Gazze’yi vurmaya devam eden Netanyahu üzerindeki etkisinin azaldığının altını çiziyor. Wall Street Journal’a konuşan ABD’li yetkililer, Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail ordusunun sivilleri öldürmek için Amerikan bombalarını ve füzelerini kötüye kullanıp kullanmadığını belirlemek için İsrail’in Gazze’de onlarca sivili öldüren hava saldırılarını ve İsrail’in Lübnan’da olası beyaz fosfor kullanımını inceleyen bir soruşturma başlattığını söyledi.

Refah operasyonu tartışmaları, ABD’nin Katar, Mısır ve İsrail ile birlikte, Hamas’ın elinde kalan rehinelerin bir kısmının serbest bırakılmasını ve aynı zamanda Gazze halkına umutsuzca ihtiyaç duyulan insani yardımın ulaşmasını sağlamak amacıyla çatışmalara ara verilmesini öngören kırılgan planlar üzerinde çalışmaya devam ettiği bir sırada ortaya çıktı. Bu çabalar çarşamba günü İsrail’in daha fazla müzakere için Kahire’ye dönmeyeceğini açıklamasıyla çökmüş gibi görünüyor.

Son haftalarda ABD’li yetkililer Netanyahu üzerinde baskı kurmanın farklı yollarını araştırıyor ancak Biden, cephaneliğindeki en büyük aracı, yani İsrail’e silah satışını gündeme getirme konusunda hiç istekli görünmüyor. ABD’li yetkililer, Başkan’ın İsrail’e silah satışının yavaşlatılması yönündeki her türlü söylemi reddettiğini ve bunun yerine hoşnutsuzluğunu ifade etmek için büyük ölçüde kürsüye güvendiğini söyledi.

ABD’li yetkililer Beyaz Saray’ı İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı kamuoyunda daha eleştirel bir yaklaşım benimsemeye zorladı ve Biden son günlerde Netanyahu’nun çatışmaları yönetme biçimine ilişkin endişelerini daha fazla dile getirerek İsrail’in askerî harekâtını defalarca “aşırı” olarak nitelendirdi. Pazar günü Refah’a yönelik geniş çaplı bir işgal olasılığı üzerine yapılan gergin bir telefon görüşmesinde Biden, Netanyahu’yu rehinelerin serbest bırakılması için müzakerelere devam etmeye zorladı.

Salı günü Ürdün Kralı Abdullah ile bir araya gelen Biden, ABD’nin daha uzun vadeli çözüme giden yol olarak çatışmaları en az altı hafta durduracak bir rehine anlaşması arzusunu bir kez daha vurguladı. Biden, “Anlaşmaların temel unsurları masada” dedi: “Geriye kalan boşluklar var, ancak İsrailli liderleri anlaşmaya varmak için çalışmaya devam etmeye teşvik ettim.”

Çarşamba günü Netanyahu’nun ofisinden yapılan açıklamada hükümetin müzakerelere devam etmek üzere Kahire’ye bir heyet göndermeyeceği belirtildi.

Washington merkezli düşünce kuruluşu Orta Doğu Enstitüsü’nde kıdemli bir araştırmacı olan Brian Katulis, Biden yönetiminin şu ana kadar kamuoyuna verdiği mesajların Netanyahu’yu Gazze için bir çıkış stratejisi geliştirmeye zorlama ya da Biden yönetiminin İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurma hedefini benimseme konusunda çok az etkisi olduğunu söyledi.

Katulis, “Hamas ile İsrail arasındaki savaş devam ederken Biden yönetimi ile Netanyahu hükümeti arasındaki bir dizi kilit konudaki çatlak son haftalarda daha da derinleşti” dedi.

Biden ve Netanyahu arasındaki gerilim aylardır yükseliyordu. Aralık ayı ortalarında Biden, bir kampanya bağış toplantısında katılımcılara İsrail’in Gazze’yi “ayrım gözetmeksizin bombalaması” nedeniyle dünya çapında desteğini kaybetmeye başladığını söyleyerek Netanyahu ve İsrail hükümetini kızdırdı.

Aynı etkinlikte Biden, yaklaşık 50 yıldır tanıdığı Netanyahu’ya bir zamanlar söylediği bir şeyi hatırlattı: “Dedim ki, ‘Bibi, seni seviyorum ama söylediğin hiçbir şeye katılmıyorum’. Bu böyle olmaya devam ediyor.”

ABD’li ve İsrailli yetkililere göre, o ayın ilerleyen günlerinde, sivil kayıplar ve Washington’a göre İsrail’in savaşında hedefli operasyonlara odaklanan yeni bir aşamaya geçmesi gerektiği konusunda gergin bir görüş alışverişinin ardından Biden’ın Noel haftasında yaptıkları görüşmeyi aniden sonlandırmasıyla ilişki kaynama noktasına ulaştı. Yetkililere göre 28 Aralık’taki görüşmede neredeyse bağıracak kadar öfkeli olan Biden görüşmenin “bittiğini” ilan etti ve telefonu kapattı.

Biden’ın bazı üst düzey yardımcıları, genç seçmenlerin desteğinin azaldığı bir ortamda İsrail’e verdiği desteğin yeniden seçilme ihtimaline zarar verme riskinden giderek daha fazla endişe duyuyor. Geçen hafta Biden, 27 Şubat’ta Michigan’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde Gazze’deki ölümlere yönelik artan öfkeyi bastırmak amacıyla bir grup dış politika ve siyasi danışmanını perşembe günü Michigan’a gönderdi. Biden’ın Müslüman ve Arap-Amerikalı destekçilerini yatıştırmaya yönelik önceki girişimlerinin yetersiz kalmasının ardından bu çağrı yeni bir aciliyet kazandı.

Filistinli sağlık yetkililerine göre İsrail’in bombardımanı çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 28.000’den fazla kişinin ölümüne neden oldu. Rakamlar siviller ve savaşçılar arasında ayrım yapmıyor.

Netanyahu’nun Hamas’a karşı yürüttüğü savaşta kendi siyasi ömrü konusunda önemli kaygıları var. İsrail’de hiç sevilmiyor ve bazı sol eğilimli medya kuruluşları 7 Ekim’de İsrail’e yapılan saldırıdan başbakanın sorumlu olduğunu söylüyor.

Geçen ay ABD yönetimi İsrail’e mesaj göndermeyi amaçlayan bir paketi yürürlüğe koymayı düşünüyordu.

ABD’li yetkililer paketin Trump döneminin iki politikasından geri adım atmayı içeriyordu: İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinde üretilen ürünlerin “İsrail Malı” olarak etiketlenmesine verilen izin ve uluslararası hukuku ihlal eden Batı Şeria’daki yerleşimlere göz yumulması.

ABD’li yetkililer Netanyahu’nun sağcı hükümetinin iki etkili üyesine de yaptırım uygulamayı düşündüklerini söyledi: Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir.

ABD’li yetkililer, paketin birlikte ele alındığında güçlü bir mesaj verebileceğini söyledi. Ancak sonuçta Biden yönetimi sadece adı pek duyulmamış dört İsrailli yerleşimciye yaptırım uygulayarak bir kez daha Biden yönetiminin tepkisini yumuşatmış oldu.

Katulis şunları söyledi: “Biden yönetiminin, İsrail ve ABD arasında Gazze’deki savaş sonu ve yeniden canlandırılan iki devletli çözüm konsepti konusundaki bu uçurumu gidermek için ne gibi bir kaldıraç kullanmaya istekli olacağını göreceğiz. Hoşnutsuzluk ve onaylamama mesajlarını sızdırmak başka bir şey, önemli olabilecek ve İsrail içinde farklı bir tartışmaya ya da karar hesabına yol açabilecek bir politika değişikliği yapmak başka bir şey.”

Salı günü Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller, Biden yönetiminin stratejisini savunarak, Biden ve Blinken’in stratejilerinin, her zaman ABD’nin istediği ölçüde olmasa da İsrail’in operasyonlarını yürütme şekli üzerinde bir etkisi olduğunu iddia etti. Miller, bazı insanların ABD’nin İsrail üzerinde ne kadar etkisi olduğu konusunda gerçekçi olmayan beklentilere sahip olabileceğini söyledi.

Miller, “Bence bazen insanlar Amerika Birleşik Devletleri’nin elinde dünyadaki herhangi bir durumun tam da bizim istediğimiz şekilde sonuçlanmasını sağlayabildiğimiz sihirli bir değnek varmış gibi davranıyorlar ama durum asla böyle değil” dedi.

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English