DÜNYA BASINI
Xi’nin üçüncü dönemi ve Çin modeli
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trBatılı analistler, Çin’in yüksek tasarruflu ve yatırımlı, ihracata yönelik bir ekonomiden, büyük kapitalistlerin çoğunda, özellikle ABD ve İngiltere’de var olan geleneksel tüketici odaklı bir kapitalist ekonomiye geçmediği sürece, bundan sonra makul bir hızda büyüyemeyeceğini iddia ediyor. (…) Bu görüşler Keynes’in bir ekonomiyi tüketimle birlikte büyüten şeyin yatırım olduğu, görüşünü bile görmezden gelen kaba bir Keynesçi analizdir.
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale iktisatçı Michael Roberts’ın kişisel blogunda yayımlandı. Roberts, yalnızca İngiltere’nin değil, belki de dünyanın finans merkezi sayılabilecek City of London’da uzun yıllar iktisatçı olarak çalışan ve dünya ekonomisinin 2007-8’den beri içinde bulunduğu krizi Marksist ‘kâr oranlarının düşme eğilimi yasası’ ile açıklayan bir isim. Roberts, dünyanın belli başlı kapitalist ekonomilerinin 2007-8 krizinden bu yana ‘Uzun Bunalım’ içerisinde yer aldığını düşünüyor. Aşağıdaki makalesinden de anlaşılacağı üzere, Roberts, Çin için bu türden bir bunalım beklemiyor; aksine, Xi yönetimindeki Çin’in, mali sermayeye yönelik ihtiyatlı tutumunun ve devlet müdahalesinden vazgeçmeyişinin Çin için iyi haber olduğunu düşünüyor. Metindeki köşeli parantezler bana aittir.
Çin: Xi’nin üçüncü dönemi – birinci bölüm: büyüme, yatırım ve tüketim
Michael Roberts
16 Ekim 2022
Çin’de Komünist Parti kongresi bu hafta gerçekleşiyor. Bu yalnızca Çin için değil, küresel olarak da önemli bir olay. Batı medyası, mevcut parti lideri Xi Jinping’in, daha önce görülmemiş bir şekilde, üçüncü dönem parti lideri olarak tasdik edileceği ve bu nedenle önümüzdeki Mart ayında yapılacak Ulusal Kongre toplantısında Çin Devlet Başkanı olmaya devam edeceği gerçeğine odaklandı.
Doğal olarak Batılı uzmanlar Xi’nin üçüncü dönemini geçirmesine şiddetle muhalifler. FT’nin [Financial Times] Keynesçi gurusu Martin Wolf, Xi’nin iktidarda kalmasının Çin ve dünya için ‘tehlikeli’ olacağına hükmetti. “Her ikisi için de tehlikeli. Eşsiz liyakata sahip bir yönetici olduğunu kanıtlamış olsa bile bu tehlikeli olurdu. Ama öyle yapmadı. Şu haliyle riskler, yurt içinde katılaşma ve yurt dışında artan ihtilaf riskleridir… On yıl her zaman yeterlidir… Xi’nin önümüzdeki 10 yılının bir öncekinden daha kötü olmasını beklemek tamamen gerçekçidir.” Ve görünüşe göre önceki on yıl da yeterince kötüydü.
Xi’ye ve mevcut liderliğe karşı düşmanlık, Çin’deki demokrasi eksikliği ve tek parti yönetimiyle pek ilgili değil. Batılı uzmanlar ve uluslararası ajanslar, Xi’nin iktidarı devralmasından önceki Çin’e ilişkin geçmiş analizlerinde bundan nadiren bahsettiler. Şimdiki şiddetli husumet aslında iki şeyle ilgili: 1) Xi yönetiminde Çin’in ekonomi siyaseti devlet kontrolünün artması ve kapitalist sektörün nüfuzunun azaltılması üzerinde durdu; ve 2) Xi yönetiminde Çin; ticaret, teknoloji ve küresel nüfuzda büyük bir rakip olarak Çin’in ilerlemesini durdurmaya yönelik artan girişiminde ABD emperyalizmi tarafından kontrol altına alınmaya ve sıkıştırılmaya direniyor.
Çin ekonomisinin güncel durumu ve gelecekteki beklentileri söz konusu olduğunda, Batılı analistler (ve özellikle Hong Kong, Tayvan vs. dolaylarında yerleşik olanlar), Çin ekonomisinin rekor seviyede borcun ve emlak krizinin ağırlığı altında patlamak üzere olduğu hesabından; demografi, talep eksikliği ve verimliliğin yavaşlaması nedeniyle (Xi’nin piyasaya karşı devletin yanında taraf oluşundan kaynaklı) uzun vadeli durgunluk hesabına doğru yön değiştiriyorlar.
Batılı araştırmacılar on yıllardır, artan borç ve devlet kontrolünün ağırlığı altında Çin’in batışını ve çöküşünü öngörmekteler. Bu gerçekleşmedi. Şimdi asıl vurgu, Çin’in milli hasılasını artık makul bir hızda artıramayacağını ve ‘orta gelir tuzağı’ denilen şeyden kurtulamayacağını ve böylece kentleşmiş bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını –devlet odaklı ekonomisinden kopmadığı ve kapitalist sektörün gelişen orta sınıfın tüketim taleplerini karşılamak için gelişmesine izin vermediği sürece – iddia ediyor.
Fakat Çin’in ekonomik geleceğine ilişkin bu görüş, son yirmi yılda benimsenen Çin’in patlamak üzere olduğu görüşünden daha mı doğru? Öncelikle, ekonominin güncel durumu nedir? 1990’lardan bu yana ilk kez Çin’in reel GSYİH büyümesi bu yıl ve gelecek yıl büyük ihtimalle Doğu Asya bölgesinin ortalamasından daha az olacak. Bu yıl, ekonomik büyüme muhtemelen %3’ün altında olacak ve gelecek yıl %4,5 civarına yükselecek. Bu, yıllık yaklaşık %5’lik uzun vadeli hedefin oldukça altında.
Neden böyle? İki nedeni var. Birincisi, Kovid’in ve Çin’in sıfır Kovid siyasetinin etkisi. Batı hiçbir zaman böyle bir siyaset izlemedi, nihayetinde yaşam ve sağlık üzerindeki en kötü Covid etkilerinin üstesinden gelmek için yalnızca aşılamaya yaslandı. Ancak virüs çeşitli biçimlerde ekonomiler arasında yayılmaya devam ediyor, daha fazla ölüme ve hepsinden önemlisi milyonların çalışmasını engelleyen kalıcı “uzun süreli Kovid” hastalıklarına neden oluyor. Çin, bu ‘ekonomiyi açma’ yaklaşımını reddetti. Bunun yerine, enfeksiyonun yayılmasına dair ilk işarette katı ve sert karantinalar uyguladı, hâlâ da uyguluyor. Hükümet, Wuhan’daki ilk patlamanın felaketini tekrarlamaya hazır değildi. Sonuç itibariyle, Çin dünyadaki en düşük Kovid ölüm oranına sahip.
Çin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi, ülkenin Birleşik Krallık ve ABD gibi ülkeler tarafından kabul edilen dışa açılma stratejilerini izlemesi halinde, salgının toplumun büyük kısmına yayılması durumunda, bunun günde yüz binlerce vakaya neden olacağı ve vakaların 10 binden fazlasının ciddi semptomlar göstereceği konusunda uyardı. Merkez, “Yalnızca belirli batılı ülkeleri tarafından savunulan, aşılamanın sağladığı sürü bağışıklığı hipotezine dayanan ‘açılma’ stratejilerini benimsemeye hazır değiliz” diye yazdı.
Çin’in Kovid’i frenlemek için aşıların yanı sıra kapanmayı benimsemesinin temel nedenlerinden biri, nispeten zayıf halk sağlığı hizmetleri ve en etkili son teknoloji MRNA aşılarının olmayışıydı. Çin, kaynakları yetersiz hastanelerden oluşan düzensiz bir şebekeye, ağır hastalık riski yüksek olan büyük bir yaşlı nüfusa ve ayrıca etkinliği nispeten düşük yerli üretim aşılara sahip. Çin’de kişi başına düşen hastane yatağı ABD ve Birleşik Krallık’takinden daha fazla olsa da, mevcut yoğun bakım yatağı sayısı –Covid-19 ile enfekte hastaları hayatta tutmak için çok önemli– OECD ortalamasının dörtte biri. Kaynaklar özellikle büyük kentlerin dışında seyrekleşiyor; kırsal alanlar, kentsel alanlara göre kişi başına düşen doktor ve yatak sayısının ancak yarısına sahip.
Çin, ilk aşı dalgasını baş döndürücü bir hızla başlattı. Günde 22 milyondan fazla insanı aşılayarak zirveye ulaştı. Yurt içinde, ülkedeki bir milyar 400 milyon insana 3 milyar doz aşı uygulandı. Çin, gelişmekte olan ülkelere yaklaşık 1milyar 600 milyon doz aşı gönderdi ve bu da onu dünyanın en büyük aşı ihracatçısı haline getirdi. Çinli sağlık yetkilileri ve uzmanları, en az 200 milyon enfeksiyon ve 3 milyon ölümü önlediklerine inanıyor.
Bununla birlikte –patojenin öldürüldüğü veya kopyalanamayacak şekilde değiştirildiği– geleneksel inaktif aşıyı kullanan yerli aşıların, Moderna ve BioNTech/Pfizer’de kullanılan daha yeni haberci RNA aşılarına ve Johnson & Johnson ve AstraZeneca’daki viral vektör teknolojisine göre Kovid-19 virüsüne karşı kazandırdığı bağışıklığın daha zayıf olduğuna dair belirtiler var. Son 12 ayda, son derece bulaşıcı Delta ve Omicron varyantlarının yayılması, bu aşıların azalan etkinliğine dikkat çekti. Kapanmalar bu yıl boyunca aralıklarla devam etti ve bu, ekonomik iyileşmeyi sonuç olarak daha kesintili ve daha zayıf hale getirdi.
Fakat Çin, hayat kurtarmayı, ekonomik büyümeye tercih etti. Tabii ki Batılı analistler Çin’in kapanmacı ‘sıfır Kovid’ siyasetinin daha ziyade nüfusun otokratik bir rejim tarafından kontrolüyle ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Her ne kadar ‘karantina yorgunluğunun’ etkide bulunmaya başladığı doğru olsa da, bunun başlıca nedeni, sadece yukarıdan dayatılan sağlık politikası üzerinde demokratik bir karar alma mekanizmasının olmamasıdır. Ancak geçmişteki çoğu kamuoyu anketi, halk arasında bu siyasete geniş destek olduğunu gösterdi.
Çin’in ekonomik büyümesinin bu yıl gerilemesinin diğer nedeni, dünyanın geri kalanında ekonomik durguluğa doğru genel yavaşlamadır. Belli başlı kapitalist ekonomiler tedarik zinciri tıkanıklığına, düşük yatırım oranlarına ve şimdi de yükselen faiz oranlarına ve kesin küresel resesyonla tehdit eden enflasyona saplandı.
Dünya ticaretindeki büyüme geriledi. Dünya Ticaret Örgütü, toplam mal ihracat ve ithalatının 2023’te sadece %1 oranında büyüyeceğini tahmin ediyor. En son Dünya Bankası tahminleri, Çin’in bu yılki GSYİH büyümesini, başlangıçtaki %5’lik tahmininden %2,8’e, Asya’nın geri kalanının oldukça altına çekti.
Fakat Çin, G7 ekonomileri gibi bir ekonomik durgunluğa doğru ilerlemiyor. Aslında, hem Dünya Bankası hem de IMF, Çin’in reel GSYİH’sinin gelecek yıl %4’ün üzerinde artmasını beklerken, çoğu G7 ekonomisi küçülecek veya sıfıra yakın bir büyüme gösterecek.
Daha uzun vadeli bakıldığında, Batılı analistler Çin’in çok daha yavaş bir büyümeye doğru gittiğini ve bunun Xi’nin geleceğini tehdit edeceğini düşünüyorlar. Çin’in benzeri görülmemiş ekonomik büyüme rekoru, şimdiye kadar yüksek yatırım oranlarına ve dünyanın geri kalanına mamul mal ihracına dayanıyordu.
Fakat Kovid bunalımı ve darbe alan küresel ekonomik toparlanma, ihracat büyümesini sert bir şekilde vurdu. İhracat, Kovid bunalımı yılında dolar cinsinden %1 düştü ve sonrasında küresel toparlanma yılı 2021’de %21’le kesin şekilde arttı. Fakat bu yılın (2022) ilk sekiz ayında ihracat, bir önceki yılın aynı dönemine göre %7,1 düştü. Bunun sonucunda, endüstriyel üretim yalnızca %3,6 yükseldi ve perakende satışlar yalnızca %0,5 arttı. Sabit varlık yatırımı bir önceki yıla göre, artan altyapı yatırımlarına (yol, demiryolu, köprü ve kamu hizmetleri) bağlı olarak yaklaşık %6 yükselişle güçlü kalmaya devam etti.
Bu noktadan sonra Batılı analistler, Çin’in düşük büyüme dönemine gireceğini ve pek çok sözde yükselen ekonominin içine düştüğü ‘orta gelir tuzağı’ndan kurtulamayacağını iddia ediyorlar. Çin, daha önce beklendiği şekilde ABD’nin GSYİH düzeyine bile yetişemeyecektir.
Bu iddia iki varsayıma dayanıyor. Birincisi, Çin’in yaşlanan nüfusu ve azalan çalışma çağındaki kesimi, büyüme oranlarını düşürecek ve ikincisi, Çin büyümesinin yüksek tasarruf ve yatırıma dayanan modeli artık işe yaramayacak.
Çalışan nüfus azaldıkça Çin eskisi kadar hızlı büyüyemeyecek ve bunu telafi etmek için artırılacak işgücü verimliliği yetersiz kalacak. Batılı uzmanların, Çin’in azalan çalışma çağındaki nüfusu ve yavaşlayan verimlilik artış hızının, onun başarısız olmaya başlayacağı anlamına geldiği yönündeki bu iddialarını önceki yazılarımda uzun uzadıya tartıştım. Argümanlar zayıf ve kusurlu. Gerçekte, Kovid dönemi esnasındaki düzeltilmiş (A) [adjusted] Batılı işgücü verimliliği artışı ölçüleriyle bile Çin, ‘dinamik’ ABD’den çok daha iyisini yaptı.
Daha uzun vadede IMF, Çin’in yılda %5 gibi düşük bir oranda büyüyeceğini tahmin ediyor. Fakat bu oran yine de ABD’nin iki katından ve G7’nin geri kalanının dört katından daha hızlı olacaktır – ve bu, önümüzdeki beş yıl içinde G7 ekonomilerinde herhangi bir ekonomik bunalım olmayacağını varsayıyor.
Batılı analistlerin diğer argümanı, Çin’in yüksek tasarruflu ve yatırımlı, ihracata yönelik bir ekonomiden, büyük kapitalistlerin çoğunda, özellikle ABD ve İngiltere’de var olan geleneksel tüketici odaklı bir kapitalist ekonomiye geçmediği sürece, bundan sonra makul bir hızda büyüyemeyeceğidir. Bu görüşün alışageldik dayanağı, Çin’de kişisel tüketim oranlarının çok düşük olması ve bunun talep kaynaklı büyümeyi engelleyeceğidir.
Örneğin, Hong Kong Üniversitesinde Çin finansı ve ekonomisi profesörü Chen Zhiwu’nun şu görüşünü alalım. Chen, Xi yönetiminde özel sektöre, tüketici odaklı ekonomilere yönelik büyük reformların kenara itildiğini iddia ediyor. “60 reform, tüketimin ve özel girişimlerin rolünü büyük ölçüde genişletecekti” diyor. “Fakat piyasa odaklı reform gündemi büyük oranda bir kenara bırakıldı… bu devletin daha büyük rol oynaması ve özel sektörün rolünün daralması sonucunu doğurdu.” Chen’e göre bu, bundan böyle Çin ekonomisinin durgunlaşacağı anlamına gelmektedir.
Bir diğer önde gelen ve geniş çapta takip edilen Batılı analist, Şanghay’da yaşayan Michael Pettis de benzer bir iddiada bulunuyor. Yani, Çin’i Japon tarzı durgunluğa itecek olan, artan borçlar yoluyla kişisel tüketimi ve yatırımları genişletmeye devam etmedeki başarısızlıktır. Bana göre bu iki analistin de finans sektöründen gelmesi tesadüf değil.
Yine de, G7’nin olgun “tüketici odaklı’ ekonomilerinin istikrarlı ve hızlı ekonomik büyüme sağlamada başarılı olduğunu veya orada reel ücretlerin ve tüketimde büyümenin daha güçlü olduğunu nasıl iddia edebilir? Gerçekten de, G7 kapitalist ekonomilerinde tüketim ekonomik büyümeyi sağlamada başarısız oldu ve ücretler son on yılda reel olarak durağanlaşırken, Çin’de reel ücretler fırladı.
Esas mesele bu. Yatırım daha yüksek olduğu için Çin’de tüketim, G7’ye göre daha hızlı artıyor. Biri, diğerini takip eder; bu sıfır toplamlı bir oyun değildir. Pettis’in görüşü, Keynes’in bir ekonomiyi tüketimle birlikte büyüten şeyin yatırım olduğu, görüşünü bile görmezden gelen kaba bir Keynesçi analizdir.
Ve bütün tüketim ‘kişisel’ olmak zorunda değildir; daha önemlisi ‘toplumsal tüketim’dir; yani, sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim ve konut gibi kamu hizmetleridir; sadece otomobil ve ıvır zıvır değil. Temel toplumsal hizmetlerin artan tüketimi, kişisel tüketim oranlarına dahil edilmemektedir. Çin’in toplumsal tüketimde de kat etmesi gereken uzun bir yol var, fakat birçok toplumsal alanda yükselen piyasa emsallerinden çok ileride ve 100 yıldan fazla bir süre önce yola çıkan lider G7 ekonomilerinin çok da gerisinde değil.
Çin ekonomisine ilişkin son geniş kapsamlı araştırmalarında Citibank iktisatçılarını kabul ediyorum. “Bir başka deyişle, Çin ekonomisinin, politikasında tüketim özel bir hedef olmasa da tüketim için daha büyük fırsatlar sunması oldukça mümkündür.” “Hanehalkı harcanabilir geliri, son birkaç yılda (2016 hariç) reel olarak GSYİH’den daha hızlı büyüyor ve bu eğilimin geleceğe yayılması muhtemel. Aynı zamanda, refah etkisinin[1] ortaya çıkması da tüketiciye yardımcı olacaktır.”
Çin’in ekonomik geleceğindeki asıl zorluk, yatırımlarının çoğunun, şu anda ciddi sorunlara yol açan finans ve emlak gibi verimsiz alanlara gitmesinden nasıl kaçınılacağıdır. Ve bir de, Çin’de devlet ve kapitalist sektörleri arasında artan çelişkilerin Xi’nin üçüncü döneminde nasıl ele alınacağıdır.
İkinci bölümde, bu meseleleri ele alacağım.
[1] Refah etkisi (wealth effect): Algılanabilir refahtaki artışa eşlik eden harcamalardaki artış. Davranışsal iktisadın bu terimi, bireylerin varlıklarının değerinin artması durumunda harcamalarının da artacağını anlatır. (ç.n.)
Çeviren: Erman Çete
İlginizi Çekebilir
-
Bakanlık, Birleşik Krallık askeri bütçesinin yüzde 56 oranında artmasını istedi
-
Çin lideri Xi, kumar merkezi Makao’da “tek ülke, iki sistem” vurgusunu yineledi
-
Fed faiz indirdi, dolar fırladı
-
Çin’de zayıf perakende satışlar Pekin üzerindeki ekonomiyi canlandırma baskısını artırıyor
-
Çin 2025 için düzenlenen ekonomi konferansında iç talebi genişletme sözü verdi
-
NATO’nun Avrupalı üyeleri savunma harcamaları için %3 hedefini tartışıyor
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda