GÖRÜŞ
Yeni “uzun telgraf”
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınBritanya’nın eski Moskova Büyükelçisi David Manning (1990-1993) ve Blair hükümetleri boyunca başbakanlık özel kalem müdürü Jonathan Powell (1995-2007), Financial Times’e, Rusya’ya “Kennan planı” çerçevesinde yaklaşmak gerektiğini yazdılar.
Yeni bir “telgraf” hikâyesi.
George Kennan akıllı, ama obsesif ve dahası ikinci sınıf bir diplomattı, ancak 1946’da Amerikan dışişlerine yazdığı mektup (“uzun telgraf”), “soğuk savaşın” yol haritası oldu. İlginçtir bu, yeterince çapsız bir veya bir grup adamın arzularının zamanın ruhuyla örtüştüğünde nasıl ideolojik postüla haline geldiğini gösterir.
Kennan, Sovyet yönetiminin Orta ve Doğu Avrupa’da genişleme emelleri güttüğünü ileri sürüyordu. Düpedüz demagojik, zira emel filan yoktu, tersine Yalta vardı; ama konuşmaları belgeli de olsa işine geldiğince unutmak bir Amerikan klasiğidir. “Uzun telgraf” bu “emellere” buna karşı koymak için “çevreleme” siyaseti öneriyordu. Aslında Kennan bunu hep yapıyordu, ta 1930’ların ortasından beri (o sırada Moskova’da, elçilikte çalışıyordu); ama bu ikinci sınıf diplomatın hezeyanları ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eksiksiz kabul gördü.
Financial Times’in yazarları da bugün dünyanın “iktidarını ve nüfuzunu ABD’nin ve onun ortaklarının zararına genişletmeyi hedefleyen yeni bir Rusya lideriyle” karşı karşıya bulunduğunu ileri sürüyorlar. İlki, malûm, Stalin’di. Yeni “uzun telgrafın” müellifi bu iki diplomata göre bugün de tıpkı 1946’da olduğu gibi “laf dinlemeyen Rusya ile birlikte yaşama ve onu çevreleme yolunu bulmak zorundayız”.
Ve gene tıpkı ilkinde olduğu gibi ikinci “uzun telgraf” da kuvvet kullanma kararlılığını gösterme çağrısında bulunuyor, zira (ikincisinin yazarlarına göre) Kennan “uzun telgrafını” bugün yazsa, ABD’nin Putin’in siyasetine karşı koymak zorunda olduğunu vurgulardı; ne ki bugün fark, “çelik yumruk göstermenin” yetersiz olması. Gene de bu ilginç bir nokta, şundan ötürü: yazarlar, Rusya’nın tarihi endişelerini yansıtan “bu derin problemlere bir çözüm bulmamız gerektiğini” söylüyorlar. Onlara göre “uzun telgrafın” argümantasyonu hâlâ doğru: Rusya vatandaşlarının kimileri batının soğuk savaştan beri kendilerini yok etmek istediğine “içtenlikle” inanıyorlar. “Çözüm” bunu gözetmeli, ama aynı zamanda “Ukrayna’nın ve Rusya’nın diğer komşularının egemenlik ve toprak bütünlüğüne zarar vermemeli”.
İki yazara göre, tıpkı Kennan’ın Stalin hakkında dediği gibi, Putin’in de “batıya düşmanlığı Rus insanlarının gerçek dünya görüşünü yansıtmıyor”; bu yüzden “onlara” (yani Rusya halkına) “Rusya’nın geleceğinin Putin’in Çin’le ‘eşitsizler ittifakında’ çok daha zayıf ortak olarak bir Rusya değil, ama büyük bir Avrupa ülkesinin geleceği olduğuna inandığımızı göstermeliyiz.” Önemli; Kremlin ve kitleler arasındaki rıza bağını koparmak için Rusya halkını Çin’e bağımlılıkla korkutmaya çalışıyor.
“Çelik yumruğun” yetersizliği argümantasyonu da böylece sonuca varıyor; iki yazar Rusya ve ABD’nin ilişkilerini düzeltmek için şunları öneriyorlar:
— soğuk savaş sırasında en yüksek seviyede siyasi diyalog yürütülebilmesine imkân sağlayan Helsinki sürecinin devamı (Helsinki süreci ve anlaşması Sovyetler Birliği’nin, en çok da Gromıko’nun diplomatik başarısıydı);
— NATO ve Rusya arasında yeni ilişkiler kurulması;
— START 3 anlaşmasının uzatılması ve süresi dolmuş olan Avrupa’daki konvansiyonel silahlı kuvvetler sözleşmesine dönülmesi.
Üç madde Rusya karşısında siyasi geri çekilme anlamına gelmiyor. Sadece START 3 anlaşmasının dondurulmasının ve en genelde de nükleer tehdidinin ABD için bir varoluş meselesi olduğunu, bu nedenle asgari diplomatik kanalları açık tutma ihtiyacını gösteriyor. Rusyalı senatör Aleksey Puşkov, Putin’in federal meclis konuşmasının ardından batıdan gelen şaşkınlık mesajlarını yorumlarken bunu yeterince açık ifade etmişti: “Amerikalıların müttefikleriyle birlikte Rusya’yı stratejik bozguna uğratma yolunu tuttuklarını ilan ettiklerinde iyi düşünmeleri gerekirdi. Esas soru, bugün neden Moskova’nın cevabına şaşırdıklarıdır. Amerikalılar tek taraflı eylemlerine tepki göstermememize alışmışlar. Şimdiyse kendileri için en önemli alanda, nükleer güvenlik alanında cevap veriyor olmamızdan hoşnutsuzlar.”
Demek ki temel vasıta, çatışmayı doğrudan kendisine sıçratmamaya çalışırken “çelik yumruk”.
İki yazara göre, tıpkı Kennan’a göre Stalin’in emperyalist kamptaki (nihayetinde emperyalist bir savaşa ve devrimci bir sarsıntıya varması beklenen) ihtilafları kullanmasında olduğu gibi, Putin de “batı demokrasilerinin yozlaştığına ve yıkıma mahkûm olduğuna inanmak istiyor”. İlginç bir ideolojik benzeştirme doğrusu. Stalin açıkça emperyalist kamp açısından bir varoluşsal tehlikeyi temsil ediyordu; iki yazar bugün de Putin nezdinde benzer bir varoluşsal tehlikeye gönderme yapıyorlar. “Hür dünyayı” hep birden ayağa kaldıran, işte bu varoluşsal tehlike.
İki yazar, Putin’in 24 Şubat arifesinde “Ukrayna’yı hızla ele geçirmeyi planladığını”, bu sırada batıdan ciddi bir direniş beklemediğini ileri sürüyorlar. Yazarlara göre ABD’nin Afganistan’dan kaçışı Kremlin’de ABD’nin zayıflığına dair yanılgıyı güçlendirdi. Oysa iki yazarın bu iddiası da düpedüz yanlış, zira ABD’nin Afganistan kaçışı sadece iki anlama geliyordu: 1) El Kaide, IŞİD ve Taliban aracılığıyla Orta Asya ülkelerinde Rusya’nın müdahale etmek veya stratejik yoğunlaşma yapmak zorunda kalacağı kargaşaların kapısını aralamak; 2) bundan sonraki çabalarını Ukrayna’ya yoğunlaştırmak.
Gene de iki yazarın haklı olduğu bir nokta var: Rusya’nın 24 Şubat arifesinde batı bloğunun bu derece “kenetlenmesini” beklemediği doğru; Avrupa’nın siyasi bağımsızlığını korumaya çalışacağını ve geleneksel sanayi sermayesinin yeşil vb. savaş kışkırtıcılığına direneceğini düşünüyorlardı. Kremlin bunda tümüyle yanıldı. İki yazar bu yanılgıya dayanarak Kennan’ın postülasını tekrar ediyorlar: “SSCB’ye” (yani bugün Rusya’ya) “karşı koyuşun başarısı batı dünyasının göstereceği kenetlenmeye, metanete ve enerjiye bağlıdır.” Ama gene yanılıyorlar, çünkü arada büyük bir fark var: 1946, kapitalizmin altın çağına geçişin eşiğiydi ve bu çağ, Sovyetler Birliği ile stratejik bir karşı karşıya gelişle birlikte Sovyetler Birliği’nin dünyaya tanıttığı sosyal kazanımların önemli bir bölümünün benimsenmesiyle de sonuçlanmıştı. Oysa bugün altın çağ değil yozlaşma ve diktatörlük eğilimleri öne çıkıyor; bu yüzden karşılaştırma yapılacaksa 1946’yı değil 1936’yı nirengi noktası almak gerek.
İki yazar, Kremlin’in “renkli devrimle” yıkılabileceği beklentisini de tekrar ediyorlar. Ama Rusya’da sosyal çatışmanın olası sonuçlarından birazcık endişeliler de, zira Putin’in yerine “çok daha milliyetçi bir lider” geçebileceğinden korkuyorlar.
Batılı entelektüel (ve onun genellikle kopyası olan bizimki) tekrar ve klişelere, kavramları çarpıtmaya ve belirsizleştirmeye bayılıyor. Çokça yazdım şunu: Kremlin “milliyetçi” değildir. Rusya’nın çok-uluslu ve çok-inançlı bir ülke olduğunun altını devamlı olarak çizer ve buna tehdit teşkil edebilecek bütün siyasi organizasyonları da takibat altında tutar. İki yazarın kastettiği, bu yüzden, milliyetçilik değil, sadece (gene onların pek sevdiği amiyane tabiri kullanmak gerekirse) “şahinlik”. İki yazar, “askeri bloktan” korkuyorlar; dolayısıyla (24 Şubat’tan önce neredeyse hep dolaysız, ama bugün dolaylı olarak büyük burjuvaziden, yani emperyalizmle bir çevre ülkesi olarak ilişki kurmaktan) yana olan “mali bloğa” karşı “askeri blok” hızla güçlenebilir, şu nedenlerle: 1) devlet ideolojisi olarak yurtseverlik ve sosyal adaleti savunuyor olması, 2) büyük burjuvazinin geriletilerek orta ve küçük burjuvazinin kalkınmasını savunuyor olması; 3) bu iki nedenle solla ilişki kurmasının çok daha kolay olması.
Demek ki iki yazar, gerçekte, daha büyük bir tehlike karşısında daha küçük bir tehlikeyi yönetilebilir kılmaya çalışmak gerektiğini savunuyorlar.
Öte yandan iki yazar, gene “uzun telgrafa” dönerek, ABD’nin “BM Genel Kurulu tarafından onaylanmış” kendi koalisyonunu kurması gerektiğini söylüyorlar. Bu ne demek? BM Genel Kurul kararları sadece tavsiye niteliği taşır; bu kararlara dayanarak “koalisyon” kurmak (burada kastedilen kuşkusuz ki askeri-siyasi paktlar) açıkça BM hukukunun ihlali demektir. Bu, troykanın yapmadığı bir iş değil; Irak’ın yok edilmesi için hep birden ayağa kalktıkları beri yeni dünya düzeninin temelini bu oluşturuyor zaten: kukla rejimler çeşitli yollarla satın alınır (çoğu durumda satın almaya da gerek yoktur) ve gelsin oylar.
Peki neden bu öneri? Hemen arkasından gelen kapanış cümleleri yüzünden önemli: iki yazara göre diğer sebeplerin yanısıra Rusya’nın başlıca müttefiki Çin’in güçlenmesi yüzünden küresel ticaret şartları yeniden değerlendirilmeli.
Bu, yeniden paylaşım demektir.
İlginizi Çekebilir
-
BRICS: Uluslararası Düzendeki Değişime Öncülük Edecek “Bir Umut Işığı”
-
Seul bu ay Pekin’e yeni elçisini gönderirken, Çin 3 ayı aşkın bir süredir Güney Kore’ye elçi atamadı
-
Polonya, Ukrayna’dan 2. Dünya Savaşı kurbanlarını mezardan çıkarıp yeniden gömmesini istedi
-
NATO: Rusya, Kuzey Kutbu’ndaki iklim verilerini gizliyor
-
FT: ‘Batı, Kuzey Kore’yi hafife almanın bedelini ödeyecek’
-
Putin: Enflasyondan Batı’nın yaptırımları sorumlu
GÖRÜŞ
BRICS: Uluslararası Düzendeki Değişime Öncülük Edecek “Bir Umut Işığı”
Yayınlanma
11 saat önce29/10/2024
Yazar
Harici.com.trYi Shaoxuan
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi
22-24 Ekim 2024 tarihlerinde Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da 16. BRICS liderler toplantısı düzenlendi. Rusya, aralarında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres’in de bulunduğu 30’dan fazla ülke ve altı uluslararası örgütün lider veya temsilcilerine ev sahipliği yaptı. Toplantıda, 134 maddeden oluşan ve siyaset ve güvenlik, ekonomi ve finans, kültür ve insani değişim alanlarında dünyayı değerlendiren ve ileriye bakan Kazan Deklarasyonu kabul edildi. Güney Afrika Cumhurbaşkanı Ramaphosa BRICS ülkelerini överek, tarihi genişlemelerinin Küresel Güney için bir umut ışığı olduğunu söyledi. “Özgürlük ve demokrasi feneri”nden “umut ışığı”na, dünya manzarası sessizce değişti.
BRICS Zirvesini bu kadar çekici ve cazip kılan nedir?
Kazan Zirvesi’nin üç özel arka planı vardır. Dünya düzeni açısından bakıldığında, eski düzen sarsılmıştır ve dünya sistemi kurumsal gücün yeniden dağılımına acil ihtiyaç duymaktadır. Bu durum şu açılardan kendini göstermektedir: siyasi açıdan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan eski “merkez-çevre” uluslararası düzeni, Küresel Güney ülkelerini elverişsiz bir konuma sokmuştur. Güvenlik açısından Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu kaosu çözülmesi zor bir düğüm haline gelirken, zaman zaman küçük çaplı terör saldırıları meydana gelmektedir. Ekonomik açıdan ise ABD ve Batı, dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri “taraf seçmeye” zorlamak için gümrük vergileri ve yaptırımlardan oluşan büyük sopayı kullanarak “ayrıştırma” ve “dost ülke” taktiklerine başvuruyor. Küreselleşmenin yarattığı stres, küresel tedarik zincirinin sorunsuz akışını engellemiştir. Bilimsel ve kültürel iletişim söz konusu olduğunda, “küçük bahçeler, yüksek çitler” manevrası Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin bilimsel ve teknolojik yukarı doğru hareketliliğinin önünü tıkamıştır. Özünde, Çin’in ikinci kuşak lideri Deng Xiaoping’in de belirttiği gibi, barış ve kalkınma dünyanın iki ana teması olmaya devam etmektedir, ancak sorunların hiçbiri çözülmüş değildir.
BRICS ülkelerinin kendi perspektifinden bakıldığında, 2024’ten itibaren ağırlığı artmıştır. Bu zirve, BRICS’in genişlemesinden sonra, “Büyük BRICS Yılı”ndaki ilk zirve. Bu yılın ocak ayında Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İran ve Etiyopya BRICS işbirliğine resmen katılmış, BRICS üyesi ülkelerin sayısı artmaya devam etmiştir. Genişleyen BRICS grubunun toplam nüfusu yaklaşık 3,5 milyar olup, dünya nüfusunun %45’ini oluşturmaktadır. Genişlemenin ardından BRICS’in küresel ekonomideki payı yaklaşık %37’ye yükselerek G7 ve Avrupa Birliği’ni (%14,5) geride bıraktı. Bu yılın ocak ayında yayınlanan BRICS Servet Raporu’na göre BRICS grubu şu anda toplam 45 trilyon dolarlık yatırım yapılabilir servete sahip ve şu anda dünyadaki ham petrolün yaklaşık %44’ünü üretiyor.
Ev sahibi ülke açısından bakıldığında Rusya, 2022’de Rusya-Ukrayna çatışmasının başlamasından bu yana gürültülü bir anlaşmazlığın merkezinde yer alıyor. Rusya o tarihten bu yana ilk kez küresel bir zirveye ev sahipliği yapıyor. Zirvenin muazzam büyüklüğü, Rusya tarafının bu etkinliğe büyük önem verdiğini ortaya koydu. Başkan Putin’in Brezilya’daki G20 zirvesi gibi diğer önemli forum ve etkinliklere katılmayacağını açıkça ifade ettiği bir ortamda, Kazan’daki zirve Rusya’nın mevcut stratejik düşüncelerini ve önceliklerini anlamak ve keşfetmek için şüphesiz mükemmel bir fırsat. Rusya Devlet Başkanlığı Asistanı Ushakov’a göre zirve büyük ölçekli toplantı ve küçük ölçekli toplantı olarak ikiye ayrılıyor. İlkinde liderler ekonomik ve ticari alanlardaki işbirliğini değerlendirecek ve kültür ve beşeri bilimler alanındaki işbirliğinin sonuçlarını özetleyecek; ikincisinde ise heyetler küresel gündemdeki en acil konuları inceleyecek ve uluslararası arenada BRICS işbirliği konusunda görüş alışverişinde bulunacak. Bu çerçevede Rusya-Ukrayna çatışması da dahil olmak üzere bir dizi akut bölgesel çatışma ele alınacak. Çin, Hindistan ve Brezilya Ukrayna ihtilafının diyalog yoluyla çözülmesi çağrısında bulunurken, Kremlin de yukarıda adı geçen üç ülkenin arabuluculuğunu kabul ettiğini açıkladı. Buna ek olarak, BRICS zirvelerinde gelenek olduğu üzere, her zirve ev sahibi ülke tarafından da yoğun bir şekilde renklendirilmektedir. Zirvelerde BRICS başkanlığının komşularını BRICS faaliyetlerine katılmaya davet ettiği bir “BRICS Outreach” programı vardır. Güney Afrika geçen yıl tüm Afrika liderlerini, Rusya ise bu yıl BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) ülkelerini davet etti. Bu, Rusya’nın bölgecilik politikası için iyi bir referans.
Kazan Zirvesi’nde dikkat çeken önemli noktalar nelerdir?
Küresel Güney’in yeni bir ekonomik düzen kurma girişimleri. Dolar ödeme sisteminin silah haline getirilmesiyle birlikte Küresel Güney ülkeleri yaptırımlardan ve adil olmayan kurallarla farklı muamele görmekten muzdarip oldular. Kurulan Yeni Kalkınma Bankası (NDB), BRICS’in Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun eksikliklerini telafi etmek için mevcut ve gelecekteki üye ülkelere sunduğu şeydir. Aynı zamanda kurucuların eşit hissedar olarak kalmasını ve eşit söz hakkına sahip olmasını sağlamaktadır. Ev sahibi Rusya, Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication (SWIFT) finansal mutabakat sistemine alternatif olarak, ABD tarafından kontrol edilmeyen ve ulusal ya da tarafsız para birimleriyle mutabakat sağlanan BRICS Sınır Ötesi Ödemeler İnisiyatifi’nin (BCBPI) başlatılmasına değer vermektedir. Böyle bir hamle kendi mali egemenliğini ve mali güvenliğini korumak içindir. Aslında Rusya ve İran halihazırda finansal mesajlaşma için benzer sistemler geliştirmiş ve birbirine bağlamış durumda. Şu anda Rusya ve İran arasındaki ticaretin %60’ından fazlası kendi para birimleriyle yapılıyor. İki yıl önce %26 olan Rusya’nın BRICS ülkeleriyle yerel para birimi üzerinden yapılan ticaretteki payı 2023 sonunda %85’e yükselecek. Bildirgede ayrıca mevcut finansal piyasa altyapısını tamamlamak üzere tüm tarafların gönüllü katılımı temelinde bir BRICS Clear (BRICS Menkul Kıymet Saklama ve Takas Altyapısı) kurulmasının fizibilitesinin tartışılması ve incelenmesi önerilmektedir. Bu, doların bir silah olarak kullanılmasına bir kısıtlama getirecektir.
Batılı olmayan güç merkezlerinin yükselişi. Daha eşitlikçi, adil, demokratik ve dengeli çok kutuplu bir dünya düzeninin önünü açabilecek yeni güç merkezlerinin, politik karar alma mekanizmalarının ve ekonomik büyümenin ortaya çıkışını not ediyoruz. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping 24. BRICS+ Liderler Diyaloğu’nda “Küresel Güney”in bir grup olarak yükselişinin dünyadaki büyük değişimlerin ayırt edici bir sembolü olduğuna işaret etmiştir. “Küresel Güney’in modernleşmeye doğru ortak yürüyüşü dünya tarihinde önemli bir olaydır ve insan uygarlığının seyrinde eşi benzeri görülmemiştir.” Aslında BRICS üyeleri, ABD ve Batı’nın hegemonyasını ve güç politikalarını açık ya da üstü kapalı bir şekilde defalarca eleştirmiş ve birçok kez “sistemik ayrımcılıktan” söz etmişlerdir. Başkalarının fikirlerini kabul etmek zorunda kalmaktansa kendi değerlerini vurgulamak istiyorlar; adalet kurallarının katılımcıları ve yapıcıları olmak istiyorlar. Küresel Güney’deki yaklaşık 30 ülke BRICS mekanizmasına katılmaya ilgi duyduklarını ifade etmişlerdir. Eğer tüm bu ülkeler BRICS işbirliğine bir şekilde katılabilselerdi, BRICS ülkelerinin nüfusu muhtemelen dünya toplam nüfusunun %65’inden fazlasını oluşturacaktı. Bu durumda BRICS’in uluslararası etkisi önemli ölçüde artacak, yeni, adil, rasyonel ve eşitlikçi bir uluslararası siyasi düzenin hayata geçirilmesi kuvvetle muhtemel olacaktır.
Çin-Rusya işbirliği. Çin bu yıl temmuz ayında yapılan ŞİÖ zirvesinin ardından dönem başkanlığını devraldı ve gelecek yıl zirveye ev sahipliği yapacak. Rusya ise İslamabad’daki ŞİÖ Hükümet Başkanları (Başbakanlar) Konseyi’nin başkanlığını devralacak. Geçtiğimiz iki yıl içerisinde Çin ve Rusya, BRICS ve ŞİÖ gibi Küresel Güney’deki önemli grupların dönem başkanlıklarını dönüşümlü olarak üstlendi. Bu durum yeni bir dünya düzeninin inşası açısından büyük önem taşımaktadır. Çin ve Rusya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleridir. İkisi bir sinerji oluşturabilirse, dünya sisteminin değişimi için bir çığır açacaktır. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ayın 18’inde BRICS ülkelerinin medya liderleriyle yaptığı toplantıda “Rusya-Çin işbirliğinin dünya istikrarının kilit faktörlerinden biri olduğunu” ve iki ülkenin zengin içerikli ve güvenilir “benzersiz bir ilişki kurduğunu” söyledi. Yüzyıldır görülmemiş değişimler içinde, Çin ve Rusya arasındaki işbirliğinin ilerlemesi ve dünya sistemi üzerindeki etkileri dikkate alınmaya değerdir.
Kazan Zirvesi’nden sonra BRICS’in gelecekteki yönü nedir?
BRICS, Küresel Güney ülkelerinin çok ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeyi bir öncelik haline getirecektir. Reference News in China’nın aktardığı bir Rus siyaset bilimciye göre, “Batı siyaseti ekonomiyle karıştırırken, BRICS işbirliği mekanizmasında insanlar bir ülkenin iç siyasetini tartışmıyor.” Bu, Başkan Xi Jinping’in 2021’de 76. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmada ortaya koyduğu Küresel Kalkınma Girişimi (GDI) fikriyle uyumludur: Kalkınmaya öncelik olarak bağlı kalmak. Kalkınma hakkı göz ardı edilemeyecek bir insan hakkıdır. Kalkınma, Küresel Güney halklarının en basit arzusu ve hakkıdır. Hiçbir zaman yalnızca bazı siyasi sorunların çözülmesi temelinde gerçekleştirilmemelidir. Kalkınma hiçbir siyasi koşula bağlı olmadan gerçekleşmelidir.
BRICS esasen ekonomik bir örgüttür ve onu dünyadaki çoğu ülke için cazip kılan da budur. Rusya Dışişleri Bakanlığı 12 Aralık’ta yaptığı açıklamada şunları söyledi: “BRICS hiçbir zaman askeri bir ittifak olmamıştır ve gelecekte de olmayacaktır.” ; “BRICS’i teorik olarak bile saldırgan askeri blok NATO ile karşılaştırmak saçmadır. NATO, var olduğu on yıllar boyunca dünya çapında işgaller ve güvenliğin yok edilmesinden başka bir şey yapmamıştır.”
RUDN Üniversitesi Stratejik Araştırmalar ve Tahminler Enstitüsü Direktörü Dmitry Yegorchenkov’a göre BRICS ülkelerinin NATO tarzı bir ittifaka ihtiyacı yok. Terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı ve suçla mücadele alanında işbirliği yapıyorlar. Güvenlik alanında ise BRICS ülkelerinin çıkarları kendi aralarında çeşitlilik gösteriyor ve her zaman örtüşmüyor.
BRICS rasyonel bir şekilde genişleyecektir. BRICS ülkeleri mekanizmanın etkinliğinin sağlanması temelinde yeni ortakları memnuniyetle karşılamaya devam etse de, bu yılın ocak ayında ortaya çıkan yeni “Büyük BRICS” durumundan sonra genişleme kararı daha temkinli bir şekilde alınacaktır. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, bu yılın haziran ayında BRICS ülkelerinin “ezici bir çoğunlukla” yeni üyeleri “hazmetmek” amacıyla üyelerin genişlemesini geçici olarak askıya alma kararı aldığını açıkladı.
Kazan’da düzenlenen 2024 BRICS zirvesi sona erdi ve yeni değişimlerin ve dinamiklerin sinyallerini verdi. BRICS’in mekanizmanın etkin işleyişiyle istikrarlı bir rotayı nasıl sağlayabileceği üzerinde düşünmeye değer bir soru. Ancak zirvenin BRICS örgütünün gelişim sürecinde önemli bir toplantı olacağına şüphe yok. Özellikle de Küresel Güney’in büyük birlikteliği ve işbirliğinin önemli ve geniş kapsamlı bir tarihi etkisi olacağı kesindir.
Güney Afrika’nın BRICS Sherpa’sı Anil Sooklal, Çin’in önde gelen medya kuruluşlarından Guancha.cn’ye verdiği demeçte genişleyen BRICS’in daha güçlü olduğunu çünkü satın alma gücü pariteleri (PPP) açısından küresel GSYH’deki payının G7’den çok daha büyük olduğunu söyledi (yaklaşık %35.4’e karşılık %29.6).
“Küresel üretim ve küresel ticaretteki payımız %25’in üzerinde. Bu küçük bir ülke grubu için oldukça önemli bir oran. Nüfus açısından bakıldığında, küresel nüfusun neredeyse %45’ini oluşturuyoruz ki bu da küresel toplumun yarısına yakın bir orana tekabül ediyor” dedi.
Görünen o ki Batı’nın endişelenmesi için sebepler var.
BRICS ülkelerinin yükselişi genellikle Batı egemenliğindeki küresel düzen için potansiyel bir tehdit olarak görülüyor. Ancak bu görüş hem doğru hem de yanlıştır.
BRICS uyumlu bir askeri ya da ekonomik blok değildir ve NATO ya da G7’nin bir “Küresel Güney” eşdeğeri olmaktan çok uzaktır. Bunun yerine BRICS, kendisini dünya için bir yol gösterici olarak konumlandırmadan, G7’ye kıyasla küresel ekonomi politikası üzerinde çok az etkisi olan gevşek bir koalisyon olarak faaliyet göstermektedir.
Askeri açıdan BRICS arasındaki işbirliği asgari düzeydedir. Rusya’nın müthiş nükleer cephaneliği bir yana, Rusya, Çin ve Hindistan uçak gemilerine ve nükleer denizaltılara sahip olsalar da, ABD’ye kıyasla sınırlı mavi su kabiliyetleri ile esasen bölgesel güçler olarak kalmaktadırlar.
BRICS’in iç bölünmeleri de dikkate değerdir. Hindistan ve Çin son zamanlarda sınır gerginliklerini azaltmış olsalar da, gerçek anlamda karşılıklı güven tesis etmek hâlâ zor.
Rusya, BRICS’in ortak bir ödeme sistemi de dahil olmak üzere Batı yaptırımlarını aşmasına yardımcı olması konusunda özellikle istekli. Ancak Çin ve diğer BRICS üyeleri bu aciliyet düzeyini paylaşmıyor. Sadece Rusya-Ukrayna çatışmasının jeopolitik baskıları altında Rusya, Orta Asya ve Uzak Doğu’da Çin ile daha yakın işbirliği yapma isteğini artırdı.
Brezilya, Güney Afrika ve diğer yeni BRICS üyeleri gibi ülkeler, özellikle ağır sanayide olmak üzere ulusal güç açısından nispeten daha zayıftır ve Batı ile karşı karşıya gelme eğilimi göstermemektedir.
Batı, BRICS’i küresel düzeni yeniden şekillendirmeye çalışan “revizyonist bir güç” olarak algılıyor. Ancak çok kutuplu bir dünya savunusu, mevcut sistemi ortadan kaldırmaya yönelik bir girişimden ziyade, uluslararası ilişkilerde daha fazla söz sahibi olmayı amaçlayan bir reform girişimidir.
Yine de Batı’nın endişelerinde haklılık payı vardır.
Günümüzün uluslararası sistemi sömürgeciliğin kalıntılarını barındırmakta ve Batı bu “sömürgeci kazanımlardan” faydalanmaya devam etmektedir. Tarihsel olarak medeniyetler bölgesel düzeyde döngüsel olarak yükselmiş ve alçalmıştır, ancak Batı medeniyetinin son dönemdeki yükselişi, küresel sömürgeciliğe ve bir zamanlar sonsuz gibi görünen kalıcı faydalara – “sömürgeci kâr payları”- olanak sağlayan teknolojik ilerlemelerle aynı zamana denk gelmiştir.
BRICS ülkelerinin çoğu sömürgecilik altında acı çekmiş olup bunun tek istisnası Rusya’dır. Rusya’nın kendisi de sömürgeci bir güç olmasına rağmen, Batı’nın ırksal, kültürel ve ideolojik cephelerde uzun süredir devam eden düşmanlığı nedeniyle nihayetinde gelişmekte olan uluslarla ortak bir zemin buldu.
Gelişmekte olan ulusların yükselişi, Batılı insanların doğuştan daha üstün ya da daha çalışkan olmadığını, aslında tüm insanlığın endüstriyel başarı elde etme kapasitesine sahip olduğunu göstermiştir.
Küresel bir perspektiften bakıldığında, gelişmekte olan ulusların yükselişi sıfır toplamlı bir oyun değildir. Ancak Batı için bu, göreceli avantajın kaybı anlamına gelmekte, yüksek gelirleri sürdüren ekonomik yapıyı aşındırmakta ve potansiyel olarak yaşam standartlarında mutlak bir düşüşe yol açmaktadır.
Batı için asıl mesele BRICS’in gelişiminin doğal bir sonuç olması; gelişmekte olan ülkelerin teknolojik ilerlemelerini durdurmak için, küçük aksaklıklara neden olmak dışında, yapabilecekleri çok az şey var.
BRICS ülkelerinin siyasi sistemlerine, ekonomik modellerine ve insan hakları uygulamalarına yönelik Batılı eleştiriler çok az sonuç vermiş ve sadece BRICS elitleri ve vatandaşları arasında kızgınlığı artırmıştır. BRICS’in küresel ekonomik iyileşmeye ve yoksulluğun azaltılmasına yaptığı eşsiz katkıları kabul etmek daha yapıcı bir yaklaşım sunabilir.
BRICS’in gelişimi büyük ölçüde doğal bir seyir izlediğinden, Batı aslında daha kontrollü bir yaklaşım benimseyerek fayda sağlayabilir. Güvensizlik ve çatışma, işbirliği fırsatlarını kaybetme ve daha fazla hoşnutsuzluk yaratma riski taşır.
Batı, sömürgeciliğin açtığı yaralara rağmen, gelişmekte olan ülkelerin vatansever siyasi elitlerinin çoğunun rasyonel davranarak intikam talep etmek yerine uluslararası sistemi reforme etmeye çalıştıkları için kendini şanslı hissetmelidir.
Nihayetinde, Batı’nın en akıllıca yaklaşımı, hiçbir imparatorluk sonsuza dek sürmeyeceği için, göreceli düşüşünü kabul etmek olabilir. Bu tarihsel değişimlere direnerek, sadece “ne kadar çok şey yaparlarsa o kadar çok hata yaptıklarını” göreceklerdir.
HASAN BÖGÜN
Ne zaman olur bilinmez ama yıllar sonra tanıkları ve belgeleriyle ortaya dökülecek, medyada yürütülen bir “algı operasyonu”nun farkına varacağız.
Konu, İsrail’in 25 Ekim’i 26 Ekim’e bağlayan gece hava saldırısı düzenleyerek İran’ın İlam, Kuzistan ve Tahran kentlerinde 20 hedefi vurması…
Medyadaki bilgiler şöyle:
* Yerel saatle gece 02:00’den kısa bir süre sonra Tahran ve çevresinde patlamalar duyuldu. “Sosyal medyaya yüklenen ve BBC tarafından doğrulanan videoda şehrin üzerinde, gökyüzünde patlamalar görüldü. Bazı bölgelerdeki sakinler yüksek sesli patlamalar duyduklarını bildirdi.”
* İsrail ordusu, “saat 02:30 civarında, İran’daki ‘askeri hedeflere, hassas’ saldırılar gerçekleştirdiğini doğruladı. … İsrail ordusundan yapılan yazılı açıklamada, ‘istihbarata dayalı olarak hava kuvvetlerine ait uçakların son bir yıldır İran’ın İsrail’e ateşlediği füzeleri üretmek için kullandığı tesisleri hedef aldığı’. … ‘Misilleme saldırısının tamamlandığı ve görevin yerine getirildiği’ vurgulandı.”
* İsrail ordusu, “saldırıların saat 06:00’dan hemen sonra sona erdiğini” duyurdu.
* Açıklamalara göre, saldırıya tanker uçakları, keşif uçakları ve son kuşak F-35’ler de dahil 100 uçak katıldı. Bütün uçaklar kayıp vermeden ve hasarsız üslerine döndü.
HARİTA NE DİYOR?
Savaş pilotu ya da havacılık uzmanı değiliz. Aşağıdaki veriler tamamen harita okumaya, katalog bilgilerine ve tarafların açıklamalarının yorumlanmasına dayanıyor. Aydınlatıcı uzman uyarılarını dinlemeye hazırız.
Vurulduğu iddia edilen en uzak hedef Tahran, İsrail’den kuş uçuşu yaklaşık 1900 kilometre. 1900 de dönüş, eder 3 bin 800 kilometre.
Kuş uçuşu güzergâh Ürdün, Suriye ve Irak, Irak’ta da Bağdat hava sahasından geçiyor. Ürdün kendi hava sahasının kullanılmadığını açıkladı. Bu durumda en kısa yol kuzeye, yani Suriye hava sahasına yönelmek ve sonra doğuya dönmek. Bu güzergâh gidiş dönüşü en az 4 bin kilometrenin üstüne çıkarır.
İran açıklamalarına göre, saldırı, “İran sınırına 100 kilometre uzaklıkta ABD kontrolü altında bulunan Irak topraklarından” yapıldı.
İran’ın tanımladığı güzergâh görünüşte makul, ama ABD’nin doğrudan saldırıya dahil olmasını gerektirir. Zaten İran’ın Birleşmiş Milletler Temsilciliği, “Irak’ın hava sahası ABD silahlı kuvvetlerinin işgali, komutası ve kontrolü altındadır. Sonuç: ABD’nin bu suçtaki ortaklığı kuşkusuzdur” açıklamasını yaptı.
Bu açıklama İsrail’i ikinci plana düşürüyor, ABD’yi öne çıkarıyor.
Ancak ABD denetimi altındaki Irak topraklarına 100 İsrail uçağı nasıl gitti sorusu yine de yanıtsız. 100 uçaklık bir saldırı dalgası uzaydan bile görülür. Suriye ve Suriye’nin hava sahasını kontrol eden Rusya nasıl görmez?
İSRAİL HAVA KUVVETİ
İsrail Hava Kuvvetleri’nin envanterinde, rivayetlere göre, döner kanatlılar da dahil 600 kadar uçak bulunuyor. Tam sayı sır… Bunlar helikopterler, avcı, bombardıman, nakliye, tanker, eğitim vs uçakları.
Son kuşak F-35 savaş uçaklarının sayısını, yine ihtiyat kaydı koymak koşuluyla biliyoruz: 39 adet…
Ayrıca F-15’ler ve F-16’lar var. Onların tam sayıları bilinmiyor, ama F-16’ların ağırlıkta olduğu tahmin ediliyor.
Aşağıdaki hesaplamaları, harekâta katıldıkları açıklandığı için F-35’ler ve F-16’lar üzerinden yapacağız.
100 uçağın katıldığı bir hava saldırısı büyük bir harekâttır. Böylesi bir harekâtta en az 30 kadar F-16 ve F-35, yani işi asıl bitirecek uçaklar bulunması beklenir.
Her bir F-35’in bir saatlik uçuş hazırlık maliyeti 36 bin dolar, F-16’nın bir saatlik uçuş hazırlık maliyeti 22 bin 500 dolar. Atılan bombaların maliyeti cabası…
20 hedefin vurulduğu iddia ediliyor. İran tarafına göre, saldırı İlam, Kuzistan ve Tahran’da birkaç radar istasyonunu hedef aldı, ama ciddi hasar yok. Dört asker öldü.
Saldırının başarısızlığını anlamak için İsrail açıklamalarından ötesine gerek yok.
UÇAKLARIN YETENEKLERİ
Gelelim daha teknik ayrıntılara…
F-16’nın saatteki en yüksek hızı 2 bin 100 kilometre (2 mach), F-35’in en yüksek hızı 1700 kilometre (1.6 mach).
Görünmezlik zırhı olan F-35’ler neyse de, aynı teknolojiye sahip olmayan F-16’ların radara yakalanmamak için alçaktan uçması beklenir. Bu da daha düşük hız demektir.
Bu iki uçak tipi arasında, birisine ağırlıklı olarak bombardıman, öbürüne koruyuculuk görev bölüşümü yapılmış olabileceği için, bunların kopuk hareket etmesi beklenemez.
F-16’nın kalkış ağırlığı 19 tondur. Bunun 3.2 tonu yakıt. Standart olarak, iki kanadın her birinin altında 1402’şer litre ve gövde içinde 1136 litre yakıtla uçar.
F-16’nın harekât menzili, standart yakıtıyla 500 kilometrelik yarıçap içinde. Yani 500 kilometre gidip dönebilir.
Ek yakıt tanklarıyla menzil yarıçapı 1300 kilometreye kadar çıkarılabilir; ama o zaman 19 ton yük tavanını aşmamak için bombalardan feragat etmek zorunlu.
F-35’in kalkış ağırlığı, 8.3 tonu yakıt olmak üzere 31 ton.
F-35’in harekât menzilinin yarıçapı 1200 kilometre. Yine bombalardan vazgeçmek kaydıyla ek yakıt alınabilir ve menzil yarıçapı 1800 kilometreye çıkabilir.
Yukarıda harita bilgilerinden harekât menzilinin toplam 4 bin kilometre olduğunu hesaplamıştık. Bu mesafeyi katetmesi için F-16’ların havada en az dört kez, F-35’lerin en az üç kez yakıt ikmali yapmış olması gerekir. Saldırıya destek veren öteki uçak tiplerini saymıyoruz bile.
100 uçağın havada yakıt ikmali yapması kaç saat sürer? Her bir uçağın en az üç kez ikmali 10’ar dakikadan 30 dakika sürse, toplam 3 bin dakika…
İsrail hava kuvvetlerinde halen 9 adet Boeing 707 yakıt ikmal uçağı var. 9 tanker uçağının tamamı kullanılmış olsun, sadece 100 uçağın ikmal süresi 333 dakika eder; yani aşağı yukarı beş buçuk saat…
İsrail açıklamalarına göre saldırı gece saat iki dolaylarında başladı, altı dolaylarında bitti; 4-4.5 saat…
Hedefleri bulma, bombaları bırakma, alçalma-yükselme, dönüş ve kaçış manevraları ne zaman yapıldı?
Holywood filmi sanki…
En az bir kez İran hava sahasında yakıt ikmali yapılmış olması gerekir. İran’ın saldırıyı hazırda beklediğine bir tek yemin billah etmediği kalmıştı. Haydi hava savunması görünmez ve hızlı uçakları vuramadı, hantal tanker uçakları da mı vurulmaz?
SİYASİ BOYUT
Biraz da konunun siyasi boyutuna bakalım:
Haberlere göre, ABD, İsrail’e İran nükleer ve petrol tesislerini vurmaması için baskı yaptı. Dışişleri Bakanı Antony Blinken ziyareti sırasında bu yönde net mesajlar verdi.
Avrupa ülkelerinden de benzer açıklamalar yapıldı. Hatta kimi ülkeler İsrail’e silah satışlarını durdurmayı dillendirmeye başladı.
ABD-İsrail arasında başka neler konuşuldu ve kararlaştırıldı acaba?
Bu arada İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Körfez ve Ortadoğu ülkelerini kapsayan ziyaretler gerçekleştirdi.
Arakçi’nin görüşmelerinde İsrail’in Filistin’e ve Lübnan’a saldırılarına ve İran’a yapacağını açıkladığı saldırıya odaklanıldı.
İsrail’in savaşı bütün bölgeye yaymaya çalıştığı, bundan bölge ülkelerinin tamamının zarar göreceği yönünde anlayış birliği oluştu.
Arakçi’nin ziyaretlerinden sonra, İran, bölge ülkelerinin bir saldırı durumunda İsrail’e hava sahalarını açmama sözünü verdiklerini açıkladı.
Katar, Suudi Arabistan, Irak, Mısır ve diğerlerinin içinde olduğu Arakçi ile görüşmelerin içeriğinin ABD’ye sızmamış olduğu düşünülemez.
Daha da ilginci, 23 Ekim’de İran’ın ve Suudi Arabistan’ın Kızıl Deniz’de ortak askeri tatbikat yapacakları duyuruldu.
Rusya ile birlikte altı ülkenin katılacağı ortak tatbikata İran’ın katılmasını Suudiler istemiş. İnsana “bu da nereden çıktı” dedirtecek bir durum.
İsrail saldırısı olayların gelişimi içinde nereye oturuyor? Bir saldırı oldu olmasına da acaba nasıl oldu?
Başta da yazdığımız gibi, zamanı gelince her şey ortaya dökülecek ve gerçekte neler olduğunu öğreneceğiz.
BRICS: Uluslararası Düzendeki Değişime Öncülük Edecek “Bir Umut Işığı”
Seul bu ay Pekin’e yeni elçisini gönderirken, Çin 3 ayı aşkın bir süredir Güney Kore’ye elçi atamadı
AP’de yeni “kutsal ittifak”: Venezuela karşıtı sağcı çoğunluk
Bangladeş’te İslamcı partiler güçlenirken, geçici yönetim eski Başbakan Hasina’nın partisini saf dışı bırakmaya çalışıyor
Polonya, Ukrayna’dan 2. Dünya Savaşı kurbanlarını mezardan çıkarıp yeniden gömmesini istedi
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Türk dış politikasında eksen kayması
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-KDHC “kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması” onay için Duma’da
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Netanyahu ve Neo-Con’lar için İran’ı vurmanın dayanılmaz cazibesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çatışmanın geleceği: Polonya – 3
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Savaşın gölgesinde İranlılar ne düşünüyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?
-
SÖYLEŞİ6 gün önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kore Yarımadası’nda savaş hazırlıkları: Pyongyang cephesinden 10 günün kronolojisi