DÜNYA BASINI
Yenilenebilir enerji projelerinin ardındaki kara para şebekesi
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: İklim değişikliği gündeminin şaibeli pek çok tarafı var. Bunun Amerikan oligarkları açısından en büyük avantajı şuydu: Hindistan ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler daha az fosil yakıt tüketmeye razı olursa, bu onların iktisadi kalkınmasının altını oyacak, zira “alternatif enerji kaynakları” denilen şeyler çok daha pahalı. Küresel çapta ittire kaktıra uygulanmaya çalışılan gündemin ardında devasa bir kara para şebekesi bulunuyor. Amerikalı gazeteci ve yazar Robert Bryce detaylıca anlatmış.
Doğalgaz yasaklarının ardındaki kara para
19 Mart 2023
Gaz yasaklarının arkasındaki büyük para bağışçıları kimliklerini ve finansmanlarını geniş bir kara para ağının ardına gizliyorlar.
Geçtiğimiz salı günü Rewiring America, Georgia’lı siyasetçi Stacey Abrams’ı, grubun “ulusal bir farkındalık kampanyası başlatmasına ve Amerikalıların elektriğe geçmesine yardımcı olmak için çalışan büyük ve küçük topluluklardan oluşan bir ağ kurmasına” yardımcı olmak üzere bünyesine kattığını duyurdu.
“Kıdemli danışman” unvanını taşıyacak olan Abrams, basına yaptığı açıklamada “elektriğe geçişin faydalarını paylaşmak ve hanelerin adil pay almalarını sağlamak üzere Rewiring America’ya katılmaktan heyecan duyduğunu” söyledi: “Sıradan Amerikalıları enerji tüketicilerinden enerji patronlarına dönüştürecek araçları oluştururken birlikte çalışmayı dört gözle bekliyorum.”
Georgia Temsilciler Meclisinde 11 yıl boyunca görev yapan Demokrat Abrams, Georgia Valiliğine iki kez aday olmuş ancak Cumhuriyetçi Brian Kemp’e karşı her iki girişimde de başarısız olmuştu. Abram, 2018’deki yarışı kabul etmeyi reddetmiş ve seçimin “çalındığını” iddia etmişti.
Rewiring America, geçen ay burada aktardığım üzere, endüstri aleyhindeki politikaları desteklemek için şu anda yılda yaklaşık 4,5 milyar dolar harcayan STK-endüstri-şirket-iklim kompleksinin bir parçası. Gündemleri farklılık gösterse de, endüstri karşıtı STK’lar genelde yenilenebilir hava enerjisi kaynaklarının daha fazla kullanılmasını zorunlu kılmaya, hidrokarbon üretimini engellemeye (ya da durdurmaya), yeni hidrokarbon altyapısının inşasını engellemeye, binaların elektriğe geçişini zorunlu kılmaya ve elbette evlerde ve işyerlerinde doğalgaz kullanımını yasaklamaya çalışıyor.
Ocak ayında izah ettiğim üzere, Rewiring America’nın her şeyi elektrikli hale getirme, evlerde ve işyerlerinde doğalgaz kullanımını (ve gaz sobalarını) yasaklama misyonu, dünyanın en zengin insanlarından bazıları tarafından finanse edilen, yıllar süren ve cömertçe finanse edilen bir kampanyanın parçası. Ancak işin tehlikeli kısmı şu: Rewiring America’yı ve gaz yasaklarını destekleyen diğer grupları destekleyen büyük para bağışçıları, kimliklerini, fonlarını ve finanse ettikleri grupları kasıtlı olarak gizleyen STK’lardan oluşan bir kara para ağının ardına gizleniyorlar.
“Endüstri Karşıtı Endüstri” başlıklı yazımı yayımladığım geçen aydan bu yana, doğalgazın yasaklanması konusunda baskı yapan ve birbiriyle ilişkili sayısız STK’yı inceliyorum. Bu kara para ağının birbiriyle örtüşen fon tedarikçileri, yöneticileri ve çalışanları var. Yaklaşık 40 çalışanı olan Rewiring America, bu kara para ağının en önde gelen üyeleri arasında yer alıyor. Grup bütçesini açıklaıyor ya da Form 990 tutmuyor ve bağışçılarını açıklamayan 501c3 kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Windward Fund’ın sponsorlu bir projesi. Rewiring America’ya ne kadar bağış yaptığını da açıklamıyor.
Windward Fund, Rewiring America ve diğerleri gibi gruplar arasında ne kadar kara para döndüğünü tam olarak öğrenmek mümkün olmasa da yaptığım sayım, gaz yasaklarının ardındaki kara para STK’larından sadece dördünün toplam bütçesinin yaklaşık 820 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, şuradaki grafikte de görebileceğiniz üzere, bu dört endüstri karşıtı grup, geleneksel enerji kaynaklarını destekleyen ilk 25 STK tarafından harcanan miktarın yaklaşık yüzde 83’ünü tek başlarına harcıyorlar.
Sahiden de, eski medya kuruluşlarının hidrokarbon sektörünün etkisi hakkındaki iddialarına rağmen, hakikat inkâr edilebilir değil: enerji politikası ve iklim değişikliği tartışmalarında para, medya kapsamı ve ivmenin ezici çoğunluğu hidrokarbon ve nükleer enerji karşıtı STK’ların tarafında. Ve onların en önemli önceliklerinden biri de evlerde ve işyerlerinde doğalgaz kullanımının yasaklanması.
Rewiring America, Alex Laskey, Saul Griffith ve Ari Matusiak tarafından kuruldu. Her üçü de rüzgâr, güneş, elektrifikasyon ve enerji verimliliği sektörlerinde çeşitli girişimlerde bulundular. Üçü arasında, 2007 yılında MacArthur Vakfı tarafından bursla ödüllendirilen Avustralyalı Griffith en çok dikkat çeken isim. Rewiring America, internet sitesinde Griffith’in 2020 yılında yayımlanan ve aynı zamanda Rewiring America adını taşıyan kitabına atıfta bulunarak “iklim değişikliği tehdidiyle, ancak buna fosil yakıt ekonomisini rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalışan tamamen elektrikli bir ekonomiye dönüştürmek için büyük bir savaş zamanı seferberliği çabasıyla yanıt verirsek mücadele edebiliriz,” iddiasında bulunuyor.
Nükleer enerjiden hiç bahsedilmediğine dikkat edin. Ayrıca, ekonomiyi yenilenebilir hava enerjisi kaynaklarıyla yürütmeye çalışmanın, Amerika’nın kırsal bölgelerini çok sayıda gürültülü, 600 fit yüksekliğinde, kuşları ve yarasaları öldüren rüzgâr türbinleri ve manzarayı tahrip eden sonsuz güneş panelleri okyanuslarıyla kaplamayı gerektireceğinden de bahsedilmiyor. Ayrıca her şeyi elektrikli hale getirmeye çalışmak, ülkede üretilen elektrik miktarını ikiye ya da üçe katlamayı gerektirecektir ki bu da uçuk miktarlarda bakır, çelik, alüminyum ve diğer metallerin çıkarılmasını, eritilmesini ve üretilmesini gerektirecek bir çaba. Ayrıca, alternatif enerji tedarik zincirlerinin neredeyse tamamının Çin’e bağlı olduğu da belirtilmiyor.
2020 yılında Griffith, Rewiring America’nın amaçlarının siyasi olduğunu ve hükümetin her kademesindeki karar alıcıları etkilemek için çalışacağını açıkça belirtmiş, “Fosil yakıtlı dünya için yaratılan ve ABD’nin şimdiye kadarki en ucuz elektriğe sahip olmasını engelleyen federal, eyalet ve yerel kuralları ve mevzuatları yeniden yazmalıyız,” diye yazmıştı. Bu ayın başlarında Japonya’dayken ABC Avustralya’da Griffith’e yaltaklanan bir tanıtımı izledim. Bölümde Griffith kamera karşısında Rewiring America’nın “bir lobi grubu haline gelmesi” ve “politika hazırlaması” gerektiğini söyledi. Bölümde New Mexico’dan Demokrat ABD Senatörü Martin Heinrich ile yapılan bir söyleşi de yer alıyordu ve Heinrich, “Rewiring America’nın yaptığı pek çok çalışma iklim yasa tasarısına girdi,” diyordu.
Griffith ya da Rewiring America federal yetkililere lobi yapıyor mu? Yaptıysa bile, grup bunu yapmak için kayıt yaptırmamış. ABD Temsilciler Meclisi tarafından yapılan federal lobi kayıtları araştırmasında Griffith ya da Rewiring America adına herhangi bir kayıt bulunamadı. ABD Senatosu tarafından yapılan benzer bir lobi kaydı araştırmasında da herhangi bir kayda rastlanmadı.
2015 yılında kurulan Windward Fund, “çevresel sorunlara çeşitli açılardan cesur çözümler arayan teşebbüsleri kuluçkaya yatırdığını ve onlara ev sahipliği yaptığını” söylüyor. 2018 yılına gelindiğinde grup yılda yaklaşık 19 milyon dolar gelir elde ediyordu. 2021 yılına gelindiğinde bu miktar 14 kat artarak 273 milyon dolara ulaştı. Dolayısıyla, Windward Fund tek başına Amerikan Petrol Enstitüsü’nün (API) gelirlerinden daha fazla gelire sahip (2020 yılında API’nin gelirleri toplam 214 milyon dolardı).
Windward Fund, Arabella Advisors adlı bir grupla yakından ilişkili. Windward, projelerinden birinin “Arabella Advisors’tan tecrübeli bir hibe verme ekibi tarafından yönetildiğini” ifade ediyor. Windward’ın Form 990’ına göre 2021 yılında Arabella’ya “idare, operasyon ve yönetim hizmetleri” için yaklaşık 4,2 milyon dolar ödedi.
Influence Watch’a göre Arabella, “yüksek gelirli sol eğilimli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ve şahıslar için strateji, savunuculuk, etki yatırımı ve yönetim” konularında rehberlik ediyor. Ayrıca, 2020 yılında Arabella’nın kâr amacı gütmeyen ağının “toplam gelirlerinin 1,67 milyar doları aştığını” belirtiyor. 2021 yılında New York Times, Arabella’yı eleştiren bir başlık yayımladı ve grubun “Demokratları ve ilerici amaçları destekleyen gruplardan oluşan bir papatya zincirine yüz milyonlarca dolar aktardığını” kaydetti: “Genelde bağışçıların kimliklerini gizleyen siyasi finansman sistemi kara para olarak biliniyor ve Arabella’nın ağı solda bunun için önde gelen bir araç.”
Times şöyle devam etti: “Arabella ağı Koch’lar tarafından oluşturulan operasyonla benzerlikler taşıyor. Demokratlar uzun zamandır Koch’ları ve Yüksek Mahkeme’nin 2010 yılında Citizens United davasında verdiği kararla kısmen özgü bırakılan, takibi zor siyasi harcamalar yapan diğer isimleri eleştiriyordu.”
Windward’a nakit yağmuru vakıflardan değil, çoğu süper zengin şahıslardan geliyor. Windward’ın 990’ındaki B çizelgesinde yer alan ilk liste, ismi açıklanmayan bir şahsın yaptığı 59 milyon dolarlık bağışı gösteriyor. Diğer şahıslar sırasıyla 24 milyon dolar, 20 milyon dolar, 16 milyon dolar, 14 milyon dolar, 13 milyon dolar, 10,5 milyon dolar, 10 milyon dolar, 10 milyon dolar, 9 milyon dolar, 6 milyon dolar ve 6 milyon dolar bağışta bulunmuşlar.
Yani, Windward’ın 2021 gelirinin üçte ikisinden fazlası on civarı isimsiz plütokrattan geldi. Windward’ın 990’ı ayrıca ülke çapında onlarca küçük iklim odaklı STK’ya hibe verdiğini gösteriyor. 2021 yılında, ABD’nin yalnızca yenilenebilir hava enerjisi kaynaklarıyla yönetilebileceği yönündeki çürütülmüş iddiasını yıllardır destekleyen Stanford akademisyeni Mark Z. Jacobson tarafından kurulan Oakland merkezli STK Solutions Project’e 1 milyon dolarlık bir hibe verdi. Solutions Project, internet sitesinde hedefinin “basit: insanların yüzde 100’ü için yüzde 100 yenilenebilir enerji” olduğunu söylüyor.
Rewiring America ve Windward Fund’a ilave olarak, kara para ağının diğer önde gelen üyeleri United States Energy Foundation, Energy Innovation LLC, Rocky Mountain Institute ve Climate Imperative Foundation şeklinde.
Energy Foundation yıllardır solun kara para ağının tam merkezinde yer alıyor. Influence Watch’a göre, “Energy Foundation kendisini ‘yeni bir enerji’ ekonomisi inşa etmeye odaklanan, taraf tutmayan bir ‘hibe tedarikçisi’ olarak tanımlıyor. Özünde ise hayırseverlik kisvesi altında bağışçılardan aşırı sol siyasi hedefler uğruna büyük miktarlarda para toplayan bir araç.” Energy Foundation, 2020 yılında 186 milyon dolar gelir elde etti (Guidestar, grubun 2021 Form 990’ına sahip değil.) Windward Fund ve diğer 501c3’ler gibi, bağışçılarını göstermiyor.
Energy Foundation’ın internet sitesinde 100’den fazla çalışanını gösteriyor. Yönetim kurulu üyeleri arasında Başkan Biden’ın iklim danışmanı olan Gina McCarthy de yer alıyor. McCarthy bu görevinden önce, New York’taki Indian Point nükleer santralinin erken kapatılmasındaki rolünü utanmadan alkışlayan dev nükleer karşıtı STK Natural Resources Defense Council’in başındaydı.
Geçtiğimiz haziran ayında McCarthy (artık Biden yönetiminden ayrıldı) büyük teknoloji şirketlerinin iklim değişikliği ile ilgili konuşmaları sansürlemesinden yana olduğunu açıklamıştı. Axios’a verdiği mülakatta, “teknoloji şirketlerinin belirli şahısların tekrar tekrar dezenformasyon yaymasına izin vermeyi bırakması gerektiğini” söylemişti.
Ardından McCarthy, endüstri karşıtı endüstri tarafından kullanılan kara para miktarı göz önüne alındığında ironik bir ifadeyle, “Şimdi inkâr konusu değil ama kara para hala orada. Fosil yakıt şirketleri hala insanların iklim sorununu anlamaması için ellerinden geleni yapıyorlar.”
Energy Foundation, Rocky Mountain Institute’ün önemli bir fon sağlayıcısı oldu. Vakfın 2020 Form 990’ında gruba 496 bin dolarlık bir bağış yapıldığı görülüyor. Grup, 2019 yılında Rocky Mountain Institute ve Sierra Club Foundation’a da hibe verdi. Energy Foundation ayrıca Climate Imperative’i “temiz ve adil bir enerji geleceğine geçişte” ortaklarından biri olarak gösteriyor (Climate Imperative hakkında daha fazla bilgi gelecek).
Energy Foundation, STK-endüstri-şirket-iklim kompleksinin emektarlarından Hal Harvey tarafından kuruldu. Harvey şu anda San Francisco merkezli Energy Innovation LLC adlı, yenilenebilir enerjinin faydalarını anlatan ve her şeyi elektrikli hale getirme çabasını destekleyen politika belgeleri yayımlayan bir başka kuruluşun başında. Energy Innovation’ın internet sitesinde yaklaşık otuz çalışanı olduğu görülüyor. Fakat fon tedarikçilerini ya da gelir kaynaklarını göstermiyor. Energy Innovation, “tarafsız bir enerji ve iklim politikası düşünce kuruluşu” olduğunu söylüyor. Aynı zamanda amansız bir yenilenebilir enerji destekçisi. 2020 yılında, ABD’nin elektrik şebekesini 2035 yılına kadar yüzde 90 yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalışacak şekilde dönüştürebileceğini iddia eden bir çalışmada California Berkeley Üniversitesi’ndeki araştırmacılarla ortaklık kurdu.
Energy Innovation, aynı zamanda doğalgazın yasaklanmasına da destek veriyor. Energy Innovation’da politika analisti olan Amanda Myers, 2019’da Forbes’ta California Berkeley’in doğalgaz kullanımını yasaklama hamlesine övgüde bulunmuştu. “Kentler Doğalgazı Yasaklamaya Başlarken, Eyaletler Akıllı Politikalarla Binaların Elektriğe Geçişini Benimsemeli” başlıklı makalesinde Berkeley’in “binaların elektriğe geçişi yoluyla doğalgaz talebini azaltacak ülke ölçeğinde bir eğilime öncülük ettiğini” yazmıştı. Sözlerine “Binaların elektriğe geçişi göz ardı edilen bir iklim mecburiyeti oldu,” diyerek devam etmişti.
Rocky Mountain Institute, gaz yasaklarını zorlayan kara para ağının bir diğer merkezi. Yukarıda da belirtildiği üzere, grup Energy Foundation’dan fon alıyor. Ayrıca gaz sobalarının sözde tehlikesini de abartıyor. 2020 yılında “gaz sobalarının hava kirliliği ve halk sağlığı üzerindeki etkisini” vurgulayan bir rapor yayımladı. Ocak ayında, Rocky Mountain Institute tarafından hazırlanan ve çocukluk çağı astımlarının yüzde 12,7’sinin gaz sobalarından kaynaklandığını iddia eden bir makale hakkında bir dizi haber yayımlandı. Bu makalenin yazarlarından biri Talor Gruenwald adlı bir Rocky Mountain Institute çalışanıydı.
Ancak bu haberlerin yayımlanmasından sadece bir ya da iki gün sonra grup iddialarını geri çekti ve STK’dan bir yetkili, Washington Examiner’a çalışmanın çocukluk çağı astımı ile doğalgaz sobaları arasında “nedensel bir ilişki kurmadığını ya da tahmin etmediğini” söyledi. Nedensel olsun ya da olmasın, kara para ağındaki örtüşen ilişkiler bir kez daha ortada. Gruenwald, Rocky Mountain Institute’de “karbonsuz binalar” üzerine çalıştığı görevlerinin yanı sıra Rewiring America’da da araştırma görevlisi olarak çalışıyor.
Kara para ağındaki diğer önemli aktör Climate Imperative (2021 geliri 221 milyon dolar). “Gaz Yasaklarının Arkasındaki Milyarderler” başlıklı 26 Ocak tarihli yazımda dikkat çektiğim bu San Francisco merkezli kâr amacı gütmeyen kuruluş, fon tedarikçilerini veya fon sağladığı grupları göstermiyor. “Yenilenebilir enerjinin hızla yaygınlaştırılmasını” ve “binaların elektriğe geçişinin yaygınlaştırılmasını” talep ettiğini söylüyor. Ocak ayında izah ettiğim üzere Climate Imperative, adını hiç duymadığınız en yeni ve en zengin STK. Ve grubun liderleri bu şekilde kalmasını istiyor. Linklerdeki görsellerde görülebileceği üzere, Climate Imperative’in üst düzey yöneticilerinden üçü —Mary Anne Hitt, Bruce Nilles ve Hal Harvey— Twitter profillerinde grupla olan ilişkilerini açıklamıyorlar.
Nilles ve Hitt, Climate Imperative’de çalışmaya başlamadan önce on yıldan uzun bir süre Sierra Club’ın Beyond Coal kampanyasını yönettiler. Nilles, Climate Imperative’in yönetici direktörü. Hitt ise grupta kıdemli direktör olarak görev yapıyor. Harvey ise Energy Innovation LLC’deki görevinin yanı sıra Climate Imperative’in başkanı.
Hitt, Nilles ve Harvey neden Climate Imperative ile olan ilişkilerini Twitter’da belirtmiyorlar? Ocak ayında belirttiğim üzere, Hitt ekibi hakkındaki e-postalarıma cevap vermedi. Dolayısıyla bu makale için kendisine ulaşamadım.
Endüstri karşıtı endüstriyi yönlendiren kara para, binlerce avukat, stratejist, anketör ve bağış toplayan asalak güç hakkında yazılacak daha çok şey var ve bunlar doğalgaz yasakları gibi politikaları zorluyorlar. Bu yazıyı Abrams’ın geçtiğimiz salı günü Rewiring America tarafından yayımlanan basın açıklamasında dile getirdiği bir iddiayı aktararak bitireceğim. Ülke genelinde hanelerin “yoksulluk sınırına çok yakın” yaşadığını ve “çok az kişinin evlerini ve araçlarını yenilemek için küçük bir yardımla ne kadar tasarruf edebileceklerini anladığını” söyledi.
Saçmalık.
Doğalgazın yasaklanması ve tüketicilerin elektrikli araç satın almaya zorlanması, tüketicilere regresif enerji vergileri uygulayacak. Mevcut araçları elektrikli olanlarla değiştirmenin yüksek maliyetli olmasının yanında, tamamen elektrikli bir evi geçindirmenin maliyeti, doğalgaz kullanan bir eve göre daha yüksek. Elektrikli araçlara gelince, varoşlarda bir Tesla bulma konusunda onlara iyi şanslar. Ortalama bir elektrikli araç şu anda yaklaşık 66 bin dolara satılıyor. Buralar Benz ve Beemer bölgesi.
Geçtiğimiz mart ayında Enerji Bakanlığı, Federal Kaydı’nda konut enerji maliyetlerine ilişkin yıllık tahminini yayımladı. Şuradaki grafikte de görebileceğiniz gibi Btu başına elektrik, doğalgazdan yaklaşık 3,5 kat daha pahalı. Gazyağı, propan ve kalorifer yakıtı gibi yakıtların yarısından daha azına mal olan doğalgaz, açık ara en ucuz ev içi enerji türü. Geçtiğimiz ekim ayında Enerji Bakanlığı, bu kış elektrikle ısınmanın doğalgazla ısınmaya göre yaklaşık yüzde 46 daha pahalıya mal olacağını öngören Kış Yakıtları Genel Görünümünü yayımladığında bu nokta bir kez daha desteklendi.
Bakanlığın sunduğu rakamlar, Rewiring America’nın mecburi elektriğe geçiş gündeminin tüketiciler açısından daha yüksek enerji faturalarıyla sonuçlanacağını bariz biçimde ortaya koyuyor. En büyük bedeli de düşük ve orta gelirli Amerikalılar ödeyecek, zira varlıklı tüketicilere kıyasla harcanabilir gelirlerinin daha büyük bir yüzdesini enerjiye harcamak zorunda kalacaklar.
Abrams, Rewiring America’da yeni bir iş bulmuş olabilir. Aferin ona. Ancak teşvik edeceği şeyin ekonomisini sahiden anlıyor mu? Gerçekler açık: her şeyi elektrikli hale getirmeye çalışmak yoksullara yeni ve geriletici vergiler getirecektir. Ve hiçbir dümen ya da kara para bu gerçeği değiştiremez.
İlginizi Çekebilir
-
Çin ve Hindistan Asya’nın jeotermal pazarına liderlik edebilir
-
Malezya ve Vietnam yenilenebilir enerji işbirliğini geliştirme konusunda anlaştı
-
Brezilya’daki G20 zirvesinde Küresel Güney gündemi ön plana çıkıyor
-
Azerbaycan COP29’a ev sahipliği yaparken petrol ve gaz üretimini artırmayı planlıyor
-
Alman hükümeti, elektrik piyasasında liberalleşmeden vazgeçmeyi planlıyor
-
Greenpeace, İsviçre’nin nükleer santral yasağından geri adım atmasına tepki gösterdi
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
4 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt